Ana Sayfa Emperyalizm ÖDP’nin KİMLİĞİ

ÖDP’nin KİMLİĞİ

3018

Doğu PERİNÇEK
TEORİ DERGİSİ – Nisan 1996

Özgürlük ve Dayanışma Partisi’nin programı, tüzüğü, açıklamaları ve pratiği, bir resim
oluşturuyor. Bu resimde beliren kimlik, birkaç maddede özetlenebilir:

1.Devrimin ve emekçi iktidarının reddi.
2.Öncü partinin reddi.
3.Özel mülkiyet tabusu.
4.Liberal-kapitalizm yandaşlığı.
5.Emperyalist sisteme bağımlılık.
6.Kürt sorununa küreselleşmeci yaklaşım.
7.Neoliberal ideoloji ve kültür.
8.12 Eylül’ün ikna gücü
9.”Marjinallere” yaslanan bir toplumsal temel.
10. İnkârların toplamı

1. DEVRİMİN VE EMEKÇİ İKTİDARININ REDDİ

“Aşağıdan Yukarı”cılığın Devrim Karşıtlığı

ÖDP Programı’nın temel karakteri, emekçi devrimini ve emekçi iktidarını
reddetmesidir. Bu parti, bütün evrimci ve “Yeni Solcu” partiler gibi, “aşağıdan yukarı” adını
verdiği bir “değişim modelini” savunarak, devrim karşıtı bir konuma yerleşiyor. Tüzük ve
programın ruhu, özü, her şeyi, emekçilerin iktidara gelmesine ve toplumu devrimle
değiştirmesine karşıdır. Murat Belge‘lerin 12 Eylül koşullarında sisteme yaslanarak yaydıkları
Sivil Toplumcu teori, ÖDP’ye hâkim olmuştur. ÖDP’nin Parti Meclisi Üyesi ve ekonomi
kurmaylarından Hayri Kozanoğlu, partinin bu temel tavrını şöyle özetlemektedir:
“Biz yukardan aşağıya sistemi değiştirip sosyalizmi kurmak şeklindeki eski tip
anlayışa karşı aşağıdan yukarıya bir yapılanma düşünüyoruz. “(1)

ÖDP liderlerinin sık sık “eski tip anlayış” diye adlandırdıkları, Marksizm’dir; Bilimsel
Sosyalizm’dir. Devlet iktidarının ele geçirilerek toplumun devrimle değiştirilmesi, onların
söyleminde, “eski” Marksist-Leninist anlayışı ve “Jakobenliği” temsil etmekte ve “yukardan
aşağı” damgasını yemektedir. ÖDP, Sivil Toplumcuların teorik mirasını benimseyerek,
“Jakobenizmin her türüne” cephe alıyor, burjuva devrimciliğine de karşı çıkıyor.

ÖDP, “aşağıdan yukarı” söylemiyle, kendiliğindenciliği ve evrimciliği savunuyor.
Aslında bu teorinin kendisi ―yukardancı‖dır; çünkü kitlelerin devrimcileşmesine ve dünyayı
değiştirmesine karşıdır. ÖDP’nin ―aşağıdancılığı‖, işçi sınıfı öncüsünün toplumsal sürece
örgütlü müdahalesine karşıdır. Onlara göre öncü partinin emekçi sınıflara dışardan bilinç
taşıması ve sınıfın ileri kesimini örgütlemesi, “yukardan” müdahale olmaktadır. Oysa
kitlelerin bilinçlendirilmesi ve örgütlenmesi, ancak ve ancak onların deyişiyle “yukardan”
olabilir veya Lenin’in deyişiyle dışardan olabilir. Emekçi sınıflar hiçbir zaman toptan ve
“aşağıdan” uyanmaz ve bilinçlenmez. Sınıfın önce uyanan ileri kesimleri, örgütlenerek
öncüyü oluştururlar. Lenin veya Gramsci’nin sınıfın aydınları diye de adlandırdığı bu öncü,
sınıfın diğer kesimlerini kendi deneyimleri içinde bilinçlendirir ve siyasal iktidar amacına
yöneltir.

Bütün sınıfların tarihe bilinçli müdahalesi, “aşağıdan yukarı” doğru değil, “yukardan
aşağı” doğrudur; başka deyişle öznel olandan nesnel olana, insan iradesinden toplumsal
gerçekliğe doğrudur. Kuşkusuz bu müdahale nesnel bir zeminde yapılır. Sivil toplumcuların
ve ÖDP’nin “aşağıdan” diye adlandırdığı sıradan kitle, toplumun nesnelliğinin bir parçasıdır;
kendiliğinden olandır. “Yukarı” ise, nesnelliğe müdahale eden örgütlü ve bilinçli kesimdir,
sınıfın iradesini temsil eden öncüdür. O iradenin sınıfın iradesini yaratması, “yukardan aşağı”
bir süreçtir. Sınıfın harekete geçirilmesi, yönlendirilmesi, devrime yöneltilmesi, yeni bir
toplum için seferber edilmesi, hep “yukardan aşağı” süreçlerle olur. Başka deyişle insanın
tarihe müdahale üssü, nesnelliği değiştirme mücadelesinin alam, öncü örgütlenmedir. Bilinç
ve iradeyi biriktiren öncü, sıradan kitlenin bulunduğu tabana bilinç ve irade eker ve oradan
elde etiği ürünle kendi müdahale gücünü, kitlelere önderlik yeteneğini geliştirir. “Aşağıdan”ın
harekete geçmesi ve tarih yapan bir kuvvet haline gelmesi, “yukarı”nın müdahalesiyle olur.
Halkın tarih yaratması, “yukardan” gelen bilinç ve örgüt etkenleriyle buluşmasına bağlıdır.(2)
Hele işçi sınıfı için, “yukardan” bilinç ve örgütlenme ihtiyacı, daha da geçerlidir.
Çünkü feodal ve kapitalist üretim ilişkileri, daha önceki sistemin bağımda filizlenmişti. Bu
nedenle bey ve burjuva sınıflarının iktidara gelmeleri için bir toplumsal-ekonomik zemin
oluşmuştu. Oysa sosyalist üretim ilişkileri, kapitalizmin bağrında oluşmaz. Üretimin
toplumsallaşması, sosyalizm için elverişli altyapıyı yaratır, ancak sosyalist ilişkinin kendisi
değildir. Dahası feodalizme ve kapitalizme geçiş, özel mülkiyetin bir sisteminden diğerine
geçiştir. Oysa sosyalizm, özel mülkiyetten köklü bir kopuştur. Bu nedenlerle sosyalizm,
feodalizme ve kapitalizme geçişe göre, daha örgütlü ve daha bilinçli bir öncü müdahalesini,
“yukardan” müdahaleyi zorunlu kılar.

Devrim, Marx’ın çok özlü belirttiği gibi, yalnız eski sistemi yıkmak için değil, devrimi
yapan emekçi sınıfın kendisinin değişmesi için de zorunludur. Ancak bir öncü tarafından
―yukardan‖ bilinçlendirilen bir sınıf, kendi devrimci eylemiyle kendisini de dönüştürür ve
yeni toplumun kuruluşuna önderlik edebilecek nitelikleri kazanır. Kitlelerin devrimci
inisiyatifi kendiliğinden, “aşağıdan yukarı” olmaz; yalnız ve yalnız bir öncünün çabasıyla
olabilir. Eğer bir öncü yoksa ve o öncünün “yukardan aşağı” bilinçlendirme ve örgütleme
faaliyeti yoksa emekçi kitleler sistemin kuzusudur. Emekçilerin sistemin sınırlan içindeki
mücadeleleri kendiliğindendir ve bu kendiliğindencilik, kendi dinamiğiyle devrimciliğe
dönüşmez. Devrimciliğin tohumu, “aşağıda”, emekçi hareketinin bağrında kendiliğinden
oluşmaz. Bunun için kendiliğin-den harekete devrimci bir aşı gerekir ve işte o aşılama, ancak
dışardan yapılabilir. Bu dışardan müdahaleyi reddedenler, başka deyişle öncünün rolünü
reddedenler, kitlelerin düzen içine hapsolmasının teorisini yapmış olurlar.
ÖDP, Marksizmin devrim teori ve pratiğini “eski tip anlayış” diye reddediyor. Peki,
yeni tipte, ―aşağıdan yukarı” bir devrim var mı? Yok. Peki, mümkün mü? Mümkün değil. O
nedenle “eski tip anlayışa” karşı çıktığını söyleyenler, devrimin kendisine karşı çıkıyorlar;
yoksa herhangi bir “anlayışa” değil.

Emperyalizm çağının bütün emekçi devrimlerine bakalım, hepsi de onların “yukardan
aşağı” diye suçladıkları Marksist pratiğin örnekleridir. Bunun tek bir istisnası yoktur. Bundan
sonra da onların “aşağıdan yukarı” adını verdikleri tipte bir sistem değişikliği, imkânsızdır.
Çünkü sistem, ekonomik açıdan bakarsak, daha da tekelleşmiştir.
Kitlelerin bilinçlenmesi açısından bakarsak, iletişim ağının olağanüstü yayılması ve
güçlenmesi nedeniyle sistemin emekçi kitleler üzerindeki ideolojik ve kültürel hegemonyası
çok çok ağırlaşmıştır.

Askerî açıdan bakarsak, emperyalizmin ve işbirlikçilerinin şiddeti çok daha örgütlü ve
yoğundur.

Bütün bunlar, kendiliğindenciliğe hiçbir şans tanımıyor. “Aşağıdan yukarı” sosyalizm
kurma şansı, 1917 yılında veya 1945–49 arasında bugüne göre çok daha fazlaydı. Oysa
görüyoruz, Sovyet devrimi, Çin devrimi, diğer bütün devrimler, onların “eski model”
dedikleri, Marksist devrim teorisini doğrulamış, öncü partilerin önderliğinde gerçekleşmiştir.
Bu “modeli” değiştirmek için ileri sürülen gerekçeler, Bernstein’ların, cümle İkinci
Enternasyonal revizyonistlerinin ve sosyal demokratların ileri sürdüklerinden çok daha
geçersizdir.

En önemlisi, bu “aşağıdancı” tezler, aşağıdancı veya kitleci değil, “yukardancı”dır.
Öncüsü olmayan sınıf, kendisi için değil, kendisini ezenler içindir. Öncüsü olmayan işçi sınıfı
ve emekçi halk, hiçbir zaman hâkim sınıflardan bağımsız bir hareket yaratamaz; düzenin
sınırlan dışına çıkamaz; başka sınıfların kuyrukçusu veya aleti olmaktan kurtulamaz.
Günümüz dünyasında, emekçi devrimi yapmadan ve merkezî iktidarı kazanmadan
“tabandan değişim” hayalleri, emperyalizmin propaganda merkezleri tarafından
pompalanıyor. Bu amaçla bir “yerel yönetimler” tapıncı(fetiş) yaratılmıştır. Prens
Sabahattin’den bu yana bütün neoliberal partiler gibi, ÖDP de merkezkaççıdır. Bir iktidar ve
devrim programından koparıldığı için, bu program, bırakalım halk inisiyatifini geliştirmeyi,
devrime muhalefeti ve yerel despotları güçlendirir. Böylece emperyalist hâkimiyetin yerel
dayanaklarını pekiştirir, o kadar.

İşte Sivil Toplumculuk, insanın tarihe örgütlü mücadelesini reddettiği için, en sonunda
dünya nesnelliğinin, yani emperyalizmin safındaki yerini almış, Helsinki gözlemciliğiyiz
görevlendirilmiştir. İdeolojik gıdasını Sivil Toplumculuktan alan ÖDP de, “aşağıdan yukarıya”
vurgularıyla, aslında sınıfın uyanmasına ve devrim yaparak yeni bir toplum kurmasına karşı
konumlanıyor.
Nitekim amaçlarının “Batılı anlamda demokrasi” olduğunu partinin kuruluş sürecinde
sık sık belirttiler. Bugün de büyük sermayede “demokratik” tavırlar keşfedebiliyor ve
destekliyorlar. Batılı demokrasi”, artık Ezilen Dünya’da emekçi devrimi karşıtlarının
programıdır. ÖDP’nin çıkmazı da buradadır. Çünkü “Batılı demokrasi” kapısı, Ezilen Dünya
ülkelerine 20. yüzyılda kapanmıştır. Batıcılık, günümüzde demokrasi karşıtlığının akımıdır.
Emekçilere devrimi yasakladıktan sonra gerisi boş laftır ve yalandır. ÖDP’nin “aşağıdan
yukarıya” dediği sivil toplumcu teori, emekçileri ezen sınıfların kampında üretilmiştir. Yerine
getirdiği işlev emperyalist-kapitalist sisteme bağlayan ideolojik hegemonyayı
güçlendirmekten başka bir şey değildir.

Emekçi İktidarı İçin Mücadelenin Reddi

ÖDP’nin Murat Belge’lerden, Asaf Savaş Akat’lardan öğrendiği, artık iyice bayağılaşan
Sivil Toplumculuk, esas yönüyle Neoliberalizmin soldaki yansımasıdır; bir yönüyle de devleti
ve iktidarı kirli gören Anarşizmin yadigârıdır. “Yukardan” olan, yanı iktidar konumlarından
gelen her inisiyatif “kirli” olunca, iktidar olmak, devlet yöneten sınıf haline gelmek de, “kirli”
sayılmaktadır. Dikkat edilirse ÖDP yöneticileri ve üyeleri, otoriteden hoşlanmıyorlar, her türlü
otoriteyi, iktidarı ve devleti sınıfsal karakterinden soyutlayarak canavarmış gibi gösteriyorlar.
Hiçbir ayrım yapmadan devlet ve otorite karşıtlığı, ideolojilerinin omurgasını oluşturuyor. Bu
tavırlarıyla düzen dışı konumlarda gözükmek istiyorlarsa da, düzenin göbeğinde oturuyorlar.
Çünkü başlıca işlevleri, emekçi hareketinin iktidara yönelmesini, kendi otoritesini ve devletini
kurmasını engellemektir. ÖDP otorite karşıtıdır diye, varolan işbirlikçi sermaye devleti, devlet
olmaktan ve otoriteden vazgeçmiyor. ÖDP’nin otorite karşıtlığı, etkileyebildiği oranda halk
muhalefetini zaafa uğratıyor, emekçi halkı kendi devletini ve otoritesini kurma
mücadelesinden uzaklaştırıyor.

Dahası, bu soyut devlet düşmanlığı, devletin sınıfsal karakterini gizlemeye varıyor.
ÖDP Genel Başkam, sanki olabilirmiş gibi. ‘burjuvazinin devletle bağının ortadan
kaldırılmasından yanayız.” diyor.(3)

Burada da görüldüğü gibi, devletin sınıfsal karakterini sık sık gözlerden kaçırıyorlar;
devleti burjuvaziden bağımsız bir örgütlenme gibi gösteriyorlar, burjuvaziye ise devlete
muhalefet eden bir “sivil toplum” rolü veriyorlar. Böylece emekçileri sınıf düşmanlarıyla
birleştirmeye çalışıyorlar. İşbirlikçi sermaye iktidarını devirmek programının yerine, soyut bir
otorite düşmanlığını koyuyorlar.

Aynı soyut otorite düşmanlığı, amaçladıkları “halk egemenliği” koşullarında da
uygulanıyor. Merkezî hükümete, ulusal ölçekteki ekonomik kararlar dışında bir yetki bile
bırakılmamaktadır. Belli ki, bu sistem, halkın devrimci diktatörlüğü değil, fakat katılımcı ve
merkezkaççı bir burjuva-parlamenter diktatörlüktür. Otorite ve devlet düşmanlığı, bu kez de
kendisini “halk egemenliği” devletinin elinin kolunun bağlanmasında göstermektedir. O kadar
ki, üretilen modelle, burjuva devrimini gerçekleştirmek bile mümkün değildir.
Bilindiği gibi “halk egemenliği”, Rousseau’nun burjuva iktidarı için öngördüğü
programdır. Ancak ÖDP’nin “halk egemenliği” sistemi, Rousseau’nun burjuva devrimciliğinin
tersine, burjuvazinin tutucu yönetimini temsil etmektedir. Prens Sabahattin kalıntısı bir
merkezkaççılık, özyönetim, ekonomik kararların emekçi örgütleri ve temsilcileri tarafından
denetlenmesi, merkezî ve yerel idareden oluşan ikili burjuva sisteminin korunması, bu
iktidarın başlıca özellikleridir.

Otorite karşıtı ÖDP, bütün devlet kurumlarım ve polis örgütünü korumakta, ancak
“siyasi polis ve terörle mücadele bölümlerini” kaldırmaktadır.

ÖDP Programı’nda “Üretenler yönetsin” başlığı altında savunulan “Özyönetim
sistemi”, aslında emekçileri iktidar odaklarının dışında tutan, emekçilere iktidarı yasaklayan
burjuva sistemdir. Programın bütünü gibi bu bölümün de dağınıklığı ve yüzeyselliği bir yana,
üretenler iktidarda değil, fakat “katılımcı”dır.

Düzenin Şirin Yaramazı

Ancak bütün bunları yaparken, ÖDP’nin aynı zamanda “muhalif’ ve “itirazcı”
gözükmesi de gerekiyor. Aksi halde, ANAP ve DYP’den bir farkı olmayacağı için, büyük
sermayenin işine yaramayacak. Diğer liberal partilerden farklı olarak, ÖDP, “tüm sivil
itaatsizlikleri” destekleme görevini üstleniyor.(4)

Sivil itaatsizlik başka deyişle “politik olmayan” itaatsizlik, “iktidar düzleminde
olmayan ve iktidar düzlemine bulaşmayacak” itaatsizlik! Teorik içeriğiyle bilmeseler de, şu
“sivil” lafıyla bütün meramlarını anlatıyorlar. Üstelik bu “sivil itaatsizliğin” kendi içinde de
bir “sivil itaatsizliği” var. O kadar “siviller” o kadar “siviller” ki, parti içindeki “sivil
itaatsizliği” de destekliyorlar.(5)

ÖDP’liler, hem devletin yaramaz çocuğu olmak, hem de kendi partilerinde “itaatsizlik”
oynamak için sahneye çıkıyorlar. Bütün bu sivil toplumcu yaramazlıkların ve muhalefetçilik
oyununun özeti şudur: Politik toplum (devlet) hâkim sınıflara, “sivil toplum” emekçi halka!
Güzel bir paylaşım değil mi? İşbirlikçi sermaye ve toprak ağaları hep yönetecek, emekçi halk
da politikanın kirine bulaşmadan “sivil itaatsizlik” yapacak!

Devlet ve hakim sınıf medyası da, ÖDP’ye “sevimli yaramaz” muamelesi yapmaktadır.
Teyzesi bak, ÖDP “Özel sektörle problemim yok” demeyi bile öğrendi. Artık her sözü
dinliyor. NATO’ya, Avrupa Birliği’ne, Çekiç Güce hiç elini sürmüyor.

Aaaa ÖDP, “aşk en devrimci ideolojidir” dedi, ne şirin değil mi?
“Kravatı cizvit papazları takarmış”, “sivil itaatsizliğin” bu kadar tatlısı görülmemiştir!
ÖDP, büyük sermayenin kolları arasında el bebek gül bebek tay yapmayı öğreniyor.
Medya, altına yaptığı zaman bile, onun bu “sivil itaatsizliğini” ballandıra ballandıra anlatıyor!

2. ÖNCÜ PARTİNİN REDDİ

“Parti Olmayan Parti”

ÖDP Programı, iktidarı amaçlayan bir siyasal parti belgesine benzemiyor. Bir makale
gibi. Sanki birisi oturmuş, aklına gelenleri ‘şöyle olmalı, böyle olmalı’ diye sıralamış. Birileri,
yazılan metne ‘şunu da ekleyelim bunu da ekleyelim’ demiş. Ortaya, düzeysiz, tutarsız,
sistemsiz, bütünlüğü olmayan, tekrarlarla dolu, savruk, tatsız tuzsuz bir- yazı yığıntısı çıkmış.
Okuyanın beyninde ve yüreğinde en küçük bir kıpırtı bile uyandırmıyor. Bir yerinden
tutulmasını zorlaştırmak için, madde numaraları bile konmamış. Belge son derece düzeysizdir.
Bilgi yanlışları bir yana, mantığı ve Türkçesi bile düzgün değildir.

Bu kadar entelektüel bir araya gelip bunu mu yarattı sorusu ister istemez akla geliyor.
Ancak çok doğal. Çünkü daha yola çıkarken, öncü parti reddedilmiştir. O zaman, partinin her
şeyinin sıradanlaşması ve bayağılaşması kaçınılmazdır.

ÖDP, devrimi ve öncü partiyi reddetmesiyle sımsıkı bağlantılı olarak, kendisini
“çoğulcu kitle partisi” olarak tanımlamaktadır (Tüzük, madde 4). Bilindiği gibi, çoğulcu kitle
partisi, dünyanın her yerinde, işçi sınıfının ve emekçilerin değil, liberal ve sosyal demokrat
partilerin örgütlenme modelidir.

ÖDP sözcüleri, kendi partilerini daha özgün olarak, “parti olmayan parti” diye
tanımlıyorlar. ÖDP, gerçekten de “parti olmayan parti”dir.

Partidir, çünkü bu isimle kurulmaktadır ve siyasal mücadele alanında gözükmektedir.
Emekçilerin ÖDP’yi parti sanması gerekmektedir.

Parti değildir, çünkü siyaset alanına iktidara yönelmek için değil, iktidardan kaçmak
için çıkmaktadır.

Pratik açıdan bakarsak, emekçiler partidir diye girdikleri ÖDP’de iktidar
mücadelesinin dışında tutulacaklardır. İktidar için mücadele örgütü isteyen emekçiye, “parti”
adı altında, sivil toplum derneği gösterilmektedir. Aziz Nesin’in “Yepetaş” hikâyesindeki gibi,
vantilatör kayışı isteyen müşteriye pantolon kayışı satma açıkgözlüğüdür bu.
ÖDP, hiyerarşiyi reddeden yapısıyla, diğer liberal ve sosyal demokrat partilerden
ayrılır. Çünkü ÖDP, sermaye sınıfının bir kesimini daha etkili iktidar konumlarına taşımak
için değil, emekçileri iktidar mücadelesinin dışında tutmak için kurulmuştur. Sermaye
iktidarına hizmeti doğrudan değil dolaylıdır.

Otorite düşmanlığı ile “parti olmayan parti” modeli birbirini tamamlamaktadır. Genel
Başkan Ufuk Uras, ÖDP’yi “yönetilmek istemeyenlerin partisi” diye tanımlıyor, “Biz içinde
hiçbir hiyerarşi barındırmayan, herkesin yan yana durduğu bir partiyiz.” diyor.(6)

Tutarlı otorite ve hiyerarşi düşmanlarının parti kurmamaları gerekir. Çünkü, partinin
kendisi bir otorite odağıdır ve amacı da ülkede en yüksek otorite haline gelmektir. “Parti
olmayan parti”, kendi içinde hiyerarşi kurmaktan kaçınarak, ülke ölçeğinde büyük sermayenin
hiyerarşisine boyun eğmeyi kurumlaştırıyor. “Yönetilmek istemeyenler” ve “yan yana
duranlar” zor kuvvetine dayanan, hiyerarşik olarak örgütlenmiş hâkim sınıf örgütlenmesinin
ancak en uslu ve en disiplinli köleleri olurlar.

Otorite, yönetim ve hiyerarşi gibi kirlenmelerden uzak duran ÖDP, işbirlikçi
sermayenin otorite, yönetim ve hiyerarşisinin sürüp gitmesine hizmet eder.
Bilimsel Sosyalizmi eylem kılavuzu olarak benimseyen öncü partilerin son amacı,
insanların değil yalnız araçların yönetildiği bir dünyadır. Ancak o dünyayı kurmak için,
öncelikle sermaye sınıfının diktatörlüğünü yıkmak, işçi sınıfı iktidarı yoluyla sınıfları ortadan
kaldırmak gerekir. Sermaye sınıfını ortadan kaldırma görevinin kendisi, disiplini, otoriteyi ve
hiyerarşiyi zorunlu kılar. Öncü partilerde, “azınlık çoğunluğa, alt kademeler üst kademelere,
bütün parti merkez komitesine tabidir.”(7) Ben bunu beğenmiyorum diyenler, devrimi
beğenmeyenlerdir.

Devletsiz bir dünyaya giden yol, ancak ve ancak proletaryanın bildiğimiz devlete
benzemeyen devletinden geçer.

12 Eylül Tüzüğü

ÖDP Tüzüğü, işçi sınıfının örgütlü iktidar mücadelesine yan çizmek dışında ortak
programlan olmayan çeşitli hizip ve grupları bir arada tutma ihtiyacına göre yapılmış. Tüzüğü
hazırlayanların kafasında emekçi sınıfların iktidar mücadelesine önderlik diye bir sorun
olmadığını, her maddede bir kez daha görüyoruz.

Bu tüzük, bir 12 Eylül tüzüğüdür. 12 Eylül Askerî Rejimi, zor kullanarak ve ideolojik
hegemonyasıyla, devrimci saflara öncü tavırlar yerine sıradanlaşmayı, demokratik
merkeziyetçilik yerine merkezkaççılığı, disiplin yerine liberalizmi dayattı, ÖDP Tüzüğü, işte
bu dayatmayı kurumlaştırmıştır 12 Eylül militarizmi, ÖDP’ye başaşağı yansıyarak otorite ve
disiplin düşmanlığına dönüşüyor. Bu yansımanın ideolojik aracı ise, Leninizm düşmanlığıdır.
Şeklisiz iradesiz, başkansız bir tartışma topluluğu çıkmıştır ortaya. Proletaryanın çelik
disiplinli öncü partisine tepki, pelte gibi bir parti modeline yol açmıştır.
Yalnız tüzük değil, bütün parti ilişkileri bu modeli yansıtmaktadır. ÖDP‘de her
fraksiyon kendi programını savunuyor, kendi disiplinini uyguluyor. ÖDP, ―içinde hiçbir
hiyerarşi barındırmıyor, herkes yan yana duruyor.‖ Genel başkan dâhil “hiç kimsenin bir
başkası adına konuşamayacağı” bir partidir bu. “Partinin lideri, şefi, şeyhi yoktur. Bu parti,
artık yönetilmek istemeyenlerin partisidir.”(8) Partinin Genel Başkan Yardımcısı Yıldırım Kaya,
Genel Başkanının açıklamasının, yalnız kendisini bağlayacağını söylüyor.(9)
Aslında bu açıklamanın anlamı şudur:
Birincisi, bizde disiplin aramayın.
İkincisi, bilim emekçi hareketine önderlik gibi bir görevimiz yoktur.
Üçüncüsü, biz oportünistiz, nabza göre şerbet dağıtırız.
Genel başkanın bile kimseyi bağlamadığı bir partiyi, önümüzdeki dönemin büyük
çalkantı ortamında başıbozukluktan, dağılmadan, etkisizlikten başka ne bekleyebilir?
Genel başkanın bile bağlamadığı bir partiyi, hangi kurum bağlar?
Kitlelerle ilkesiz ve programsız birleşmek için üretilen bu kaypaklık, aslında ÖDP’nin
kitlelerle birleşemeyeceğini gösterir.

Görüldüğü gibi, öncü partinin reddi, kitle hareketini devrimcileştirme görevinin reddi
anlamına gelmektedir. ÖDP’nin ilk bölümde ele aldığımız “aşağıdan yukarıcılığı” ile “parti
olmayan parti” modeli buluşmaktadır.

Çağımızda, bütün liberaller ve sosyal demokratlar, çağımızın sosyalizm pratiklerine
yönelttikleri eleştirileri, öncü parti teorisi ve pratiği üzerinde yoğunlaştırmışlardır. Onlara
göre, öncü parti, kaçınılmaz olarak sınıftan kopmayı getirir.

Aslında bu itiraz, devrime yapılan bir itirazdır. Çünkü öncü parti, devrimin koşuludur,
yoksa devrimcinin tercihi değil. Evet, öncü, sınıfın bütünü değil, fakat ileri kesimidir. Doğru,
devrime önderlik eden öncünün, sınıftan koparak sınıfı ezen bir azınlığa dönüşmesi tehlikesi
vardır. Bu durumda çözüm, devrimden vazgeçmek midir? ÖDP, devrimden vazgeçiyor.

Mao’nun Bilimsel Sosyalizme yaptığı katkıyı kavrayan İP Programı ise, devrimi sosyalizmin
kuruluşu döneminde de sürdürmekte ısrar ediyor. Öncünün sınıfı ezen bir azınlığa dönüşmesi
tehlikesi, sınıfın öncüleştirilmesi pratiğiyle aşılır. Sosyalizmi kurmak, parti inşası düzleminde,
sınıfın sürekli öncüleştirilmesinden başka bir şey değildir. Başka deyişle, siyasal iktidar
öncünün önderliğinde sınıf tarafından döne döne fethedilecektir. Bu devrimci siyasal pratik
içinde, sınıfın geri unsurları öncü unsurlarına dönüşecektir. Bütün sosyalizm dönemi,
komünizme değin, bu öncü ile sınıf arasındaki diyalektiğin çözülmesini kapsar. Öncü ile sınıf
arasındaki çelişme bütünüyle çözüldüğü zaman, işçi sınıfı da kalmayacaktır, öncü parti de
kalmayacaktır, devlet de kalmayacaktır. Ancak bu çelişmenin çözümü için, öncü zorunludur.
Demek ki, öncünün ve devletin kalmadığı bir dünyaya, öncü partilerin önderliğinde ve
proletarya devletlerinin yönetiminde ulaşılabilir.(10)

Liberaller ve sosyal demokratlar, öncü partiye itirazda bulunurken, kimi zaman Marx’ı
yanlarına almaya çakşırlar. Düşmanlıklarını devrim yapmış sosyalizm üzerinde, başka deyişle
Lenin ve Mao üzerinde yoğunlaştırırlar. Öncü partiyi “Lenin icadı” gibi gösterirler. Oysa öncü
parti, Marx ve Engels tarafından Komünist Partisi Manifestosunda tanımlanmıştır. Dahası,
Marx ve Engels, Bilimsel Sosyalizmin pratiğini, öncüyü örgütlemek diye özetlemişlerdir:
“Sınıfın bütün öteki kesimlerini ilerleten en ileri ve en kararlı kesimini oluşturmak.”(11) İşte
ÖDP’nin kaçındığı ve üstelik cepheden karşı olduğu sınıf mücadelesi pratiği budur. Bir de
teori var. Marx ve Engels, hemen aynı yerde, işçi sınıfının öncü partisinin teorisini de yine tek
cümleyle” özetlerler: “Özel mülkiyeti kaldırmak.”

İşte ÖDP’nin öncü partiyi reddetmesinin asıl nedenine gelmiş bulunuyoruz. Çünkü
ÖDP özel mülkiyet sistemini kaldırmayı değil, pekiştirmeyi amaçlamaktadır. Özel mülkiyeti
kaldırarak kapitalist sistemi yıkmak ve sosyalizmi kurmak gibi bir amaçlan olmayanların
Öncü partiye de ihtiyaçları yoktur.

3. ÖZEL MÜLKİYET TABUSU

“Özel Sektörle problem yok”

ÖDP Tüzük ve Programı’nın tabusu, özel mülkiyettir. “Parti olmayan parti”, özel
mülkiyete dokunmamaya olağanüstü bir özen gösteriyor. Ekonomik programında özel
mülkiyet sistemini incitecek tek bir sözcüğe yer vermiyor. ÖDP’nin ekonomi kurmayları Doç
Dr. Hayri Kozanoğlu ve Mustafa Sönmez, “ÖDP iktidarının özel mülkiyetle bir problemi
olmayacağım” açıkça belirtiyorlar. Bütün sorunları kapitalizmin daha verimli işlemesidir

Milliyet gazetesinin “ÖDP özel sektöre karşı mı” sorusunu yanıtlarken, “üretken özel sektör”
programlarını şöyle açıklıyorlar:
“Üretken olma, istihdam, adil gelir dağılımı, çağı yakalayabilme, vergi verme, çevreyi
koruma, insana yatırım yapma, eğitime katkıda bulunma gibi önceliklere uyduğu ölçüde ÖDP
iktidarının özel sektörle bir problemi olmaz. Tersine her türlü teşviği, desteği sağlayabilir.
ÖDP’nin ‘her şey kamulaştırma ve devletleştirme ile yapılabilir’ diye bir hedefi yok.”(12)
ÖDP, büyük sermayeye, özel mülkiyet güvencesi vermenin ötesinde, görüldüğü gibi
“her türlü teşvik ve desteği” vaat ediyor. Bu durumda, ÖDP’nin özelleştirmeden yana
olmasında şaşılacak bir şey yoktur. Elbette bu tavır, oportünizmin üslubuna uygun olarak
korkakça dile getiriliyor. ÖDP Genel Başkanı, Yeni Yüzyıl gazetesinin özelleştirme
konusundaki sorusuna şöyle yanıt veriyor: “Tam olarak özelleştirmeye karşı değiliz.”(13)
ÖDP, işbirlikçi sermaye mülkiyetine dokunmadığı gibi, toprak ağalarının mülkiyetine
de saygılıdır. “Topraksız köylüleri toprak sahibi kılma” vaadinde bulunan program, toprak
ağalarının mülkiyetine elkoymaktan söz etmiyor. ÖDP, kapitalizm öncesi büyük mülkiyeti
bile koruyan bu programıyla, “üretken” kapitalizm iddiasını bile yitirmekte, rantlar ile faiz ve
kâr bir arada götüren bugünkü sisteme yapışmaktadır.

Sistemin de ÖDP‘yi sevmesi çok doğal.

Emekçi talepleri, gelmiş mülkiyet ilişkilerinin değişmesine dayanmış. Varolan
mülkiyet sistemi içinde, bu emekçi taleplerini karşılayacak bir kaynak yok. Bölüşüm
ilişkilerinin değişmesi ve adil gelir dağılımı da, mülkiyet ilişkilerine müdahaleyi gerekli
kılıyor. Özelleştirmenin varolan mülkiyet ilişkileri içinde bir seçeneği bulunmuyor. İşçi Partisi
ve sendika yöneticileri, kamulaştırma talebini gündeme getirmeye başlamışlar. Bu program,
emekçi hareketi içinde tartışılır olmuş ve yankılanmış.

İşte ÖDP, mülkiyet ilişkilerinde değişikliğin gündeme geldiği bu tarihsel koşullarda
bile, Özel mülkiyet sisteminin yanında yer almaktadır. Daha doğrusu, ÖDP, emekçi
hareketinin tarihimizde ilk kez özel mülkiyeti tehdit eden yönelişler içine girme olasılığının
bulunduğu bir dönemin eşiğinde, siyaset piyasasına özel mülkiyeti savunan bir parti olarak
sürülmektedir.

Hemen belirtelim, Türkiye toplumunun önündeki devrimci adım, sosyalizm değil,
demokratik halk devrimidir. Ancak demokratik halk devrimi gerçekleştiği anda kesintisiz
olarak sosyalizme geçilecek sosyalizmin inşası da başlayacaktır. İşçi Partisi Programı, bu
kesintisiz geçişi, deneyimleri özümseyerek düzenlemiştir. Emperyalistlerin, büyük
sermayenin ve toprak ağalarının özel mülkiyetinin kamulaştırılması, demokratik halk
devriminin ilk yapacağı işler arasındadır. Demek ki, sosyalist mülkiyetin inşası, bu aşamada
başlayacaktır.

ÖDP, şurada ―sosyalistiz‖, öbür yerde “sosyalist değiliz” diyerek, bu eleştirileri
savamaz. Çünkü Ortaçağ kalıntılarının ve büyük sermaye mülkiyetinin kaldırılması,
sosyalizm teorisinin ihtiyacı olduğu için değil, Türkiye halkının ihtiyacı olduğu için
uygulanacaktır. ÖDP de burada Türkiye halkının ihtiyaçları açısından eleştirilmektedir.

Sosyalizmi reddetmenin kendisi, ‘Türkiye’nin sorunlarını çözemem’ itirafından başka bir
anlam taşımamaktadır.

Bunca özel mülkiyetçi parti varken, ÖDP’ye ne gerek var? ÖDP’nin farkı, sermayenin
özel mülkiyetini “emekçi sınıflar” adına savunmasıdır. Sermaye partileri nasıl olsa özel
mülkiyeti savunuyor. Sermayeye gerekli olan, sermaye mülkiyetini savunan bir “emekçi
partisi”dir. Bu açıdan ÖDP, diğer sermaye partilerinden farklı bir işleve sahiptir. Düzen
tarafından alabildiğine desteklenmesinin nedeni de buradadır.

Emekçi Devrimi ve Özel Mülkiyet

Devrim, bir sınıfın iktidarı ele geçirerek, eskiyen üretim tarzının yerine kendi üretim
tarzını gerçekleştirmesidir. Üretim tarzını belirleyen ise, üretim ilişkileridir, özde mülkiyet
ilişkileridir. Dolayısıyla devrim, bir sınıfın iktidara gelerek mülkiyet ilişkilerini
değiştirmesinden başka bir şey değildir.

Geçmişte bütün devrimler, bir özel mülkiyet sisteminden başka bir özel mülkiyet
sistemine geçişi gerçekleştirdi. İlk kez sosyalizm, özel mülkiyet sistemini kaldırmayı üstlendi.
Marx ve Engels, Bilimsel Sosyalizmin teorisini, bu nedenle “tek cümleyle özel
mülkiyeti kaldırmak” diye özetlediler. Yine Manifesto’da proleter devrimini “geleneksel
mülkiyet ilişkilerinden en köklü kopuş” diye tanımladılar.(14) Büyük ustalar, işçi sınıfı davasının
“ayırt edici özelliğini” şöyle saptadılar: “Genel olarak mülkiyetin kaldırılması değil, fakat
burjuva mülkiyetinin kaldırılmasıdır.”(15)
Proletaryanın iktidarı ele geçirmesinin birinci amacı, burjuva mülkiyetini kaldırmaktan
başka bir şey değildir. Marx ve Engels, bu programı şöyle açtılar:
“Proletarya, siyasal üstünlüğünü, bütün sermayeyi burjuvazinin elinden adım adım
söküp almak, tüm üretim araçlarını devletin, yani hakim sınıf olarak örgütlenmiş
proletaryanın elinde toplamak ve üretici güçlerin toplamını elden geldiğince hızlı bir biçimde
artırmak için kullanacaktır.”(16)

Engels, aynı programı, şöyle dile getirir:
“Proletarya, politik iktidarı ele geçirir ve üretim araçlarını devlet mülkiyeti haline
getirir.”(17)
Dahası Engels, proletarya devletinin “üretim araçlarını devlet mülkiyetine
geçirmekle”, “bütün toplumun temsilcisi” olarak uygulamada bulunduğunu belirtir.(18)
Burjuvazinin ve toprak ağalarının özel mülkiyetinin kaldırılması, sosyalizmin ilk şartı
ve temeli olmakla birlikte tamamı değildir. Lenin, ―Kapitalistlerin daha da fazla
mülksüzleştirilmesini sosyalizmin ―çok basit bir görevli olarak tanımlar. Mesele,
“burjuvazinin varolmasının ya da yeniden doğmasının mümkün olamayacağı şartların
yaratılması gibi çok daha karmaşık ve çetin görevlere geçebilmektir.(19)
Sınıfsız topluma ilerlemek için, burjuvazinin özel mülkiyetini kamulaştırmanın
ötesinde üretim araçlarının özel mülkiyetini, şehir ile köy arasındaki, sanayi ile tarım
arasındaki ve kafa emeği ile kol emeği arasındaki ayrımları da ortadan kaldırmak gerekir.(20)
Mao Zedung, Sovyet ve Çin deneyimlerini değerlendirerek, sosyalizmin kuruluşu
döneminde, özel mülkiyet sistemini geri getirme girişimlerine karşı sınıf mücadelesini
sürdürme teorisini üretti. Çağımızın büyük Marksisti, parti ve devlet içinde ortaya çıkan
kapitalist yolcular sınıfının yeni özel mülkiyet tipine meydan vermemek için, burjuva
yolculara, revizyonizme ve kapitalizme karşı sosyalist devrimi sürdürmek amacıyla emekçi
kitleleri seferber eden büyük pratiklere önderlik etti ve arkasında önemli deneyimler bıraktı
Özetlersek, “emekçileri mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesi”, sosyalizmin en
temel ve en basit görevidir. ÖDP’nin yüklendiği basit görev ise, “özel sektörle problemsiz”
olmaktır. Peki, ÖDP, nasıl oluyor da “sosyalizmden” söz ediyor?

Özel mülkiyet, sınıf sömürüsünün ve baskısının temelidir. Peki, ÖDP, bu temeli
koruduğu halde, nasıl oluyor da, “sömürü ve baskıyı” kaldırmaktan söz ediyor?
Sınıfsız topluma ilerlemenin en temel adımı, kapitalist sınıfın ve her türlü
sınıflaşmanın temelini oluşturan özel mülkiyetin kaldırılmasıdır. Peki, ÖDP, kamulaştırmanın
adından bile öcü gibi korktuğu halde, nasıl oluyor da “sınıfsız toplumdan söz ediyor?
Çünkü ÖDP, özel mülkiyet sisteminin partisidir; üstelik sistemin mülksüz emekçileri
aldatmaya hizmet eden partisidir. ÖDP Programı’nın IMF’nin hazırladığı özelleştirme
programından farkı, emekçi halkı arkadan vurmasıdır.
ÖDP’nin yalnız “sosyalizm” ve “sınıfsız toplum” lafları değil, sistem içindeki
çözümleri de temelsizdir.

Özel mülkiyete dokunmayacağını program ve tüzüğüyle ilan eden bir parti,
-nasıl olacaktır da, “bölgeler arasındaki dengesizlikleri” ortadan kaldıracaktır?
-nasıl olacaktır da, “kadını ev işlerine mahkûm olmaktan” kurtaracaktır?
-nasıl olacaktır da, “tam istihdamı” sağlayacaktır?

ÖDP’nin koca koca ekonomistleri, bu tutarsızlıkları nasıl açıklayacak, halka bu
yalanları hangi yüzle anlatacaklardır?

4. LİBERAL-KAPİTALİZM YANDAŞLIĞI

Turgut Özal’ın izinde

ÖDP, burjuvazinin özel mülkiyetini korumakla yetinmiyor, daha “üretken”, daha
verimli bir kapitalizmi savunuyor. Genel Başkan Ufuk Uras, ÖDP’nin liberal karakterini,
bütün liberallerin bayrak yapabilecekleri iki vecizeyle açıklamaktadır.
Birinci vecize: ―Burjuvazinin devletle bağlarının ortadan kaldırılmasından yanayız.(21)
İkinci vecize: “Özel sektörün özelleştirilmesinden yanayız.”(22)

Liberalizmi dillendirirken, ÖDP liderlerinin zekâsı ışıl ışıl! “Özel sektörü
özelleştirmek”, liberalizmin bugüne kadar bulunmuş en özlü sloganıdır. ÖDP, kaynakların
dağılımına her türden devlet müdahalesine karşı tavır almakta, piyasa mekanizmalarını
tanrılaştırmakladır. Büyük sermayenin “dünyaya eklemlenme” çabalarını, ÖDP Genel Başkanı
da destekliyor.(23) Bu parti, görüldüğü gibi, Turgut Özal’ın açtığı yolda ilerliyor.
ÖDP, ekonomiye devlet müdahalesine çok kesin çizgilerle tavır alıyor. “Burjuvazinin
devletle bağlarını koparma” iddiasının, burjuvazinin ideolojik hegemonya araçları arasındaki
yeri üzerinde durmayacağız. Türkçeye çevirecek olursak, ÖDP, piyasa mekanizmasının
kayıtsız şartsız işlemesini savunuyor. Başka deyişle, burjuvazi arasındaki rekabete devlet
karışmamalı, burjuvazi “devletten bağımsız” olarak, piyasanın kendi kuralları içinde
büyümeli. Gücü gücüne yetene! Kıran kırana rekabet! Ama yalnız teoride. Çünkü sınırsız
rekabet, yaşadığımız dünya koşullarında tekellerin sınırsız diktasından başka bir şey değildir.
KİT’lerin “devletten özgürleştirilmesi” de(24), aynı liberal felsefeyle bağlantılıdır. ÖDP,
KİT’leri “devletten özgürleştirdikten” sonra, “kişilerin kâr hırslarına tâbi kılmayacak” ve
özyönetim sistemi kuracakmış! KİT’leri, “devletten özgürleştirmenin” ve özyönetimin, bütün
dünyada tek ama tek bir amacı vardır: Serbest piyasa mekanizmalarına, başka deyişle “kâr
hırsına” bağımlı kılmak. “KİT’leri çalışanlara devretmek”(25), üretimde kâr esasını ortadan
kaldırmaz, tersine gerekli kılar. Çiller’in hararetle savunduğu çözümdür bu. Nitekim Karabük
Demir-Çelik’te Çiller eliyle uygulanmıştır.

Devletten “özgür” olan “Özyönetimli” işletmeler, toplumun ihtiyaçlarına göre değil,
kâr esasına göre yönetilirler. Bu nedenle ÖDP’nin “özyönetim” sisteminin, kapitalist piyasa
sistemiyle çelişen hiçbir yanı yoktur. Tersine “özyönetim”, dünyanın her yerinde piyasa
sistemine eklemlenir veya Yugoslavya deneyiminde görüldüğü gibi kapitalizme geri dönüşün
sistemidir. İşletmelerin piyasa koşullarında, tek tek karar birimi olması, özel kâr sisteminin
gereğidir.

“Çağı yakalayabilmek”, “üretken olmak”, “insana yatırım”, “eğitime katkı”,
“emekçinin motivasyonunu yükseltmek”: Bunların hepsi, Turgut Özal’ın ölmeden önce
açıkladığı Yeni Liberal Programın unsurlarıdır. ÖDP, rantlara ve spekülasyona tavrını, bu
görüşlerle tutarlı olarak “büyük sermaye kesiminin” çıkarlarıyla açıklamaktadır.

Cem Boyner’e Komşu

Ekonomik kurmay Mustafa Sönmez, ÖDP’nin ekonomik çözümlerini, büyük
sermayenin “bu böyle gitmez” kaygısına ve “sürekli rant geliriyle yaşanamayacağının
farkında” olduğuna gönderme yaparak savunmaktadır.(26) Yine Ufuk Uras, büyük burjuvazinin
talebini benimseyerek, “demokratikleşme” ile “dünyayla eklemlenme” arasında paralellik
kuruyor, dolayısıyla dünyayla bütünleşme programına sahip çıkıyor.(27)

ÖDP’nin bugünkü ekonomiye muhalefeti, bütünüyle liberalleşme ve dünyayla
bütünleşme açısındandır. Bu nedenle “kapitalizm yanlısı” diye tanımlamak, ÖDP’nin ayırt
edici niteliğini belirlemek açısından yetersiz kalıyor. ÖDP, kapitalizmi savunan partiler
arasında, moda deyişle “dünyaya açılmaktan yana” olan liberal kampta yer almaktadır.
Nitekim Ufuk Uras ÖDP’nin “özel sektörü özelleştirelim” politikasını, “ulusal ve uluslararası
kilitlenmeye karşı tabanı harekete geçirme” amacına bağlıyor.(28) Böylece “taban” kavramı da
içeriğine kavuşuyor. ÖDP’nin harekete geçirmek istediği “taban”, özelleşen özel sektördür.
Bu parti, Attilâ İlhan’ın da saptadığı gibi, Cem Boyner’in partisiyle aynı çizgidedir.(29)
Nitekim partinin bütün önde gelenleri burjuvazinin liberal kesimleriyle çok sıcak ilişkiler
içindeler.(30) Neoliberalizmin yazarlarıyla aralarından su sızmıyor, aynı görüşleri, aynı değerleri
paylaşıyorlar.(31)
Bütün bu olgular karşısında, ÖDP Programının “ekonomik kararlar kâr beklentisine
göre değil, toplumsal ihtiyaçlara göre saptanmalıdır” dileği, boşlukta durmaktadır. Üstelik bu
duruş, masum bir duruş değildir. Çünkü ÖDP, kapitalistlerin kârını büyütmeyi esas alan
liberal sistemin, toplumsal ihtiyaçlara yanıt vereceği yalanına ortak olmaktadır.

5. EMPERYALİST SİSTEME BAĞIMLILIK

Dünya Piyasasına Eklemlenme

ÖDP Programının hiçbir yerinde dünya kapitalist sisteminden kopuş öngörülmüyor.
Özel mülkiyete dokunmayan, liberalleşmeyi savunan bir partinin, esasen dünya kapitalist
sisteminden kopmayı amaçlaması beklenemez. Öte yandan ÖDP liderleri, “dünyaya
eklemlenmeyi” ve özel sektörün önündeki “ulusal ve uluslararası kilitlenmenin açılmasını”
fütursuzca savunuyorlar.(32)

ÖDP, kapitalist dünya sistemine öylesine bağlanmıştır ki, bütün dileği “emeğin serbest
dolaşımadır. Bu talep bile, daha liberal bir dünya sisteminin parçasıdır. Çünkü işgücü de bir
metadır ve ancak işgücünün serbest dolaştığı bir sistem, işçiler arasındaki rekabeti uluslararası
alana yayar, işgücünün fiyatını ucuzlatır, kâr ve üretkenliği yükseltir, böylece liberalleşmeyi
sonuna kadar götürür.

Kapitalist dünya sisteminden kopmak bir yana, ÖDP iç pazarın görece
bağımsızlığından yana bile değildir. Bu partinin devletin ekonomik hayattaki rolünü
zayıflatmayı esas alan felsefesi, dünya piyasasıyla daha kapsamlı bir bütünleşmeyi de zorunlu
kılıyor. Özel sektör, ancak dünya piyasasıyla sınırsız bütünleşme koşullarında, ÖDP Genel
Başkanı’nın istediği gibi “özelleştirilebilir.” Aksi halde devletin himaye politikaları şu veya bu
ölçüde yürürlükte olacak ve Özel sektör özelleştirilemeyecektir.

En belirgin özelliği oportünizm olan ÖDP, saflarındaki bağımsızlık yanlılarının ağzına
meme vermeyi de ihmal etmiyor. Bu amaçla programın birkaç yerinde, bağımlılığa karşı
çıkılıyormuş gibi bir görüntü veriliyor. Evet, görüntü, çünkü aslında bağımlılığı güçlendiren
çözümler getirilmektedir. Örneğin “dış bağımlılığa son vermek için yüksek teknolojiye
yönelmek zorunlu” görülüyor. Oysa Türkiye gibi bir Ezilen Dünya ülkesinde, öncelikle
“yüksek teknolojiye dayalı sanayileşme” hevesine kapılmak, kaçınılmaz olarak dünya
kapitalist sistemine bağımlılığı artırır. “Yüksek teknolojiye” öncelik verenler, bu nedenle
yüksek teknoloji üretmenin yollarını da tıkarlar.

Bağımsız ekonomi için, tarımın gelişmesine ve ülke kaynaklarının en verimli
işletilmesine hizmet eden bir sanayileşmeye öncelik verilmesi gerekir. “Yüksek teknoloji”,
özgücüne güvenen bir ekonomik inşanın yarattığı kaynaklarla adım adım geliştirilebilir.

Küreselleşmenin Çocuğu

ÖDP, küreselleşme sürecinin çocuğudur. Bu nedenle Yeni Dünya Düzeni, ÖDP
Programı’nın iliklerine kadar sinmiştir. Batılı emperyalist devletler, bu programda
“demokratik ülkeler” diye payelendirilmektedir (s. 13). “Paris Şartı, AGİT, Helsinki Nihaî
Senedi, ILO standartları ve Avrupa Konseyi ilke ve kararları” gibi emperyalist düzenlemeler,
ÖDP’nin “özgürlük” mevzileridir (s. 13 vd).

“Emekçi kazanımlarının” güvencesi, emperyalist kurumlar olunca, NATO’ya bağlılık
da kaçınılmaz oluyor. ÖDP Programı’nda NATO’dan çıkmak yok. Avrupa Gümrük Birliği’ne
tavır yok. Avrupa Birliği’ne itiraz yok. Çekiç Güce ses yok.
Çünkü NATO’ya, Avrupa Birliği’ne, Gümrük Birliği’ne, Çekiç Güce karşı çıkmak,
“sivil itaatsizlik” kategorisine girmiyor. O zaman yaramazlıkların sınırı geçilmiş oluyor.
Aferin ÖDP’ye ve aferin ÖDP’nin saflarındaki “anti-emperyalist” aslanlara! Hem kendilerini,
hem de dostlarını aldatmayı iyi öğrenmişler.

Bütün bunlar birbiriyle tutarlı. ÖDP, Yeni Dünya Düzeni’ni bütün düzenlemeleri ve
kurumlarıyla benimsiyor. Ekonomide dünya piyasasıyla bütünleşme, siyasette Kemalist
Devrim düşmanlığı ve ikinci Cumhuriyetçilik, Kürt sorununda emperyalistlerin çözümünü
benimseyenler, Avrupa Birliği’nin kapıkulu olmak için can atacak ve NATO ile Çekiç Güç’ü
de bu programın başına dikecekler elbette. “Paris Şartı”, AGİT, Helsinki Nihaî Senedi, ILO
standartları gibi düzenlemeler de bu askerî güçle hayata geçiyor. Hırvatistan’a, Bosna-
Hersek’e, Kuzey Irak’a, Kafkaslar’a müdahaleler, hep bu emperyalist düzenlemelere
dayanılarak yapılıyor. ODP de, bu emperyalist müdahalelere destek vermekte kusur etmiyor
zaten. ÖDP’nin ―sivil itaatsizliği‖ NATO’nun askerî gücüne itaatle birleşiyor.
ÖDP’nin Yeni Dünya Düzeni’ne teslimiyetini gösteren en önemli olgulardan biri de, bu
programda Türkiye’nin 1919–22 yılları arasında verdiği Kurtuluş Savaşı’ndan tek bir sözcükle
bile söz edilmemesidir. ÖDP, “geleneksel sosyalizme” burada da karşı. TKP’den bu yana
bütün önemli sosyalist partiler, programlarında Kurtuluş Savaşı’nı değerlendirdiler. En son
1960’ların İşçi Partisi, yürüttüğü mücadeleye “İkinci Kurtuluş Savaşımız” diyordu.

Türkiye‘nin Kurtuluş Savaşı, bırakalım ülkemiz emekçi partilerinin programlarını. Komünist
Enternasyonal’in 1928 Programı’nda bile yer aldı. Dünyanın komünist partilerinin ortak
örgütü, Türkiye‘nin 1920’lerdeki milli devrimini”, dünya devriminin halkalarından biri olarak
kabul etmişti.

Emekten yana olan bir parti, kendi halkının tarihindeki dünya ölçeğinde önemli bir
devrimi unutmaz. Eğer unuttuysa, bu olgu, o partinin emperyalizme karşı direnmek diye bir
sorunu bulunmadığını ve dünya kapitalist sistemi içinde konumlandığını gösterir.

6. KÜRT SORUNUNUDA KÜRESELLEŞMECİ YAKLAŞIM

ÖDP’nin, Türk ve Kürt emekçilerini birleştirerek, Kürt sorununa emekçi halkın alternatif
çözümünü getirmek gibi bir program ve pratiği yok. Bu durumda yapılacak tek şey
kalmaktadır: Batı inisiyatifine bel bağlamak, emperyalizmi hedef almayan soyut “barış” ve
“ateşkes” çağrılarıyla hayaller yaymak. ÖDP, Kürt sorununda bütünüyle batıcı-emperyalist
çözüme bağlanmış bulunuyor. Hem pratikleri, hem de teorileri bu yöndedir. Pratiklerinden
başlayalım.

Emperyalizm ve İşbirlikçileriyle Kol kola “Barış” Girişcimleri

ÖDP, Kürt sorununa Batı hegemonyası altında çözüm girişiminin içindedir. Bu amaçla
Türkiye’de iki konferans toplandı, üçüncüsü ise hazırlanmaktadır. ÖDP’nin de en yüksek
düzeyde temsil edildiği bu konferanslardan ikincisi, 28 Ocak 1996 günü The Marmara
otelinde toplandı. “Barış” Konferansı adı verilen bu girişimi, ÖDP şu güçlerle paylaştı: Cem
Boyner’in Yeni Demokrasi Hareketi, HADEP, SİP gibi partiler, Hasan Mezarcı, Altan Tan ve
Mehmet Metiner gibi şeriatçılar, İHD ve Mazlum-Der türünden genel merkezleri Batı’nın
“Non Governmental Organisation” (NGO) rolünü benimsemiş örgütler ve Mahir Kaynak gibi
eski ajan-provokatörler.
ÖDP’nin bileşenlerinden BSP’nin katıldığı “Demokrasi” Kurultayı ise, 1995 yılı Aralık
ayı başında Diyarbakır’da toplanmıştı. Bu toplantıya katılanlar da, büyük sermayenin, şeriatçı
güçlerin ve neoliberal “solculuğun” temsilcileriydi: TİSK (Türkiye İşveren Sendikaları) Genel
Başkanı Refik Baydur, YDH, HADEP, DDP, BSP ve SİP liderleri, İsmail Nacar, Altan Tan ve
Abdurrahman Dilipak gibi İslamcı yazarlar, İHD Genel Başkanı Akın Birdal, Şanar
Yurdatapan, Ragıp Zarakolu ve Ertuğrul Kürkçü gibi ÖDP girişiminde yer alan liberal
“solcular”.

ÖDP’nin katıldığı son “Barış” Konferansı ile Diyarbakır “Demokrasi” Kurultayının
sonuç bildirgelerine ve konuşmalarına baktığımız zaman, emperyalizmin e’sine bile
rastlayamıyoruz. “Barışı” ve “demokrasiyi” Batı’dan getirmek, Yeni Dünya Düzeni patentli bu
girişimin ruhunu oluşturuyor. İttifakın teorisyenlerinden Ahmet Altan, bu ruhu şöyle özetliyor:
“Burjuvazinin, halkın ve dünyanın istekleri tarihte belki de ilk defa üst üste çakışıyor…
Bundan 20 yıl önce ‘kahrolsun’ diye bağırdığımız Amerika şimdi Türkiye demokrasiye geçsin’
diye baskı yapıyor. Şimdi Amerika’ya neden karşı olacağım… Bağımsızlık kavramının
tümüyle ortadan kalkması gerektiğine inanıyorum. Bu, dünyanın en tehlikeli kavramlarından
biri.” (Aktüel, 1 Şubat 1996)

Ortak paydası küreselleşme sürecine hizmet olan bu girişim, Kürt sorununu koçbaşı
olarak kullanmaktadır. “Barış” ve “siyasal çözüm” formüllerinin arkasında, Kürt sorununa
Sabancı’nın ifadesiyle “dünyanın icaplarına göre” getirmek peşindedirler.

Emperyalizmi hedef almadan “barış” ve “demokrasi” getirme iddiası, dünyanın her
yerinde ve her zaman emperyalizmin programı olmuştur.
Bu kez de öyledir. ABD’ye bağlı uluslararası kuruluşlar ve işbirlikçi büyük sermaye,
bugüne kadar ÖDP’nin boylu boyunca yer aldığı bu girişimin arkasında duruyordu. Şimdi
doğrudan doğruya başına geçmektedir. TESEV çevresinde toplanan Türkiye büyük
sermayesinin en seçkinleri, “Kürt Barış Konferansı” dizisinin dizginlerini ele almakta ve yeni
bir konferans hazırlamaktadır. Bu kez, Oslo ve Washington’da temsilcilikleri bulunan
Uluslararası Barış Araştırmaları Kurumu (International Peace Resarch Institute) da işin içinde.
Elbette ABD ve Yeni Dünya Düzeni adına.(33)

ÖDP liderleri, emperyalizm ve işbirlikçi sermaye ile birlikte Kürt sorununa “barışçı”
çözüm getirmekten utanmıyor ve sıkılmıyor. ÖDP liderlerinden Bülent Forta, şöyle diyor:
“Bizim kompleksimiz yok. Elbette çıksın bir Sabancı, Cem Boyner, orada barış olmalıdır,
desin. Biz aptal değiliz ki buna karşı çıkalım.” Hatta büyük sermayenin emperyalizmle en sıkı
işbirliği yapan bu kesimine payeler bile veriliyor. ÖDP Genel Başkanı’na göre, ”Burjuvazinin
bir kanadı istibdatçı eğilimlere karşı bir refleks geliştiriyorsa bu memnuniyet verici” imiş.(34)
Kürt meselesini ve bir bütün olarak “özgürleşmeyi” emperyalistlere ve işbirlikçilerine ihale
eden Yeni Dünya Düzeni solculuğu’nun dili açılmış bulunuyor.

İlkay Demir ise, daha hızlıdır, emperyalist müdahalenin teorisini yapıyor, “Batı
ülkelerinin daha demokratik bir modeli dünyaya yaymak üzere müdahale hakkı”nı tartışma
gündemine getiriyor ve bu müdahaleyi “yanlış” bulmuyor.(35)

Böylece barış “aşığı” ÖDP, kendisini emperyalizmin savaş arabasına bağlayacak
konumlara bile düşmektedir. ÖDP, emperyalizme karşı mücadeleyi terk etmenin ötesinde,
emperyalizmi “barış” ve “özgürlük” ihracatçısı görmektedir. Bu durumda ÖDP’nin “barış” ve
“ateşkes” çağrıları, emperyalizmi maskelemek ve boş hayaller yaymak dışında bir anlam
taşımıyor.

ÖDP’nin Kürt sorunundaki küreselleşmeci pratiği bu kadarla kalmıyor. Bilindiği gibi,
ÖDP kurucularının yönettiği İHD ve IHDV gibi kurumlar, Batılı emperyalist devletlerden,
örneğin Avrupa Birliği’nden para bile almaktadır. Kürt sorununda Batı çözümüne bağlanmanın
fiyatı ödenmiştir. Bu örgütlerin pratiğine baktığımız zaman, Batı devletlerinin dış misyon
görevlileri gibi çalıştıklarını görüyoruz.

ÖDP tutarlı. Ekonomiden Kürt sorununa kadar her alanda emekçi programına, emekçi
iktidarına ve emekçi inisiyatifine karşı. Buna bağlı olarak, Kürt nüfusun yoğun olduğu illerde,
Kürt milliyetçiliğine örgütlenme tekeli tanınıyor. Milliyetlere göre örgütlenme, dünyanın her
yerinde ve her zaman burjuvazinin tutumu olmuştur.

Püsküllü “Devrim Yapılamaz” Sloganı

Teori ve siyaset planına gelince, ÖDP, Kürt sorununu bütün sorunların önüne
yığmaktadır. ÖDP’ye göre, “Kürt sorunu çözülmeden, emekçilerin sorunları çözülemez.”(36)

Daha müthişi “savaş bitmeden devrimcilik yapılamaz.”(37)
Kürt sorunu mu belirleyicidir, yoksa emekçinin sorunu mu? Kürt sorunu mu, emek
sorununa bağlıdır, yoksa emek sorunu mu Kürt sorununa?

Bu soruya verilen yanıt, işçi sınıfı ile sermaye sınıfını, enternasyonalizm ile
milliyetçiliği, yurtseverlik ile Yeni Dünya Düzeni yandaşlığını birbirinden ayırır.
Kürt sorununu emek sorununun önüne yığanlar, kaçınılmaz olarak burjuva çözümünü,
hem de dünya ölçeğinde sermaye çözümünü benimserler. Türkiye emekçilerinin birliği, Kürt
sorunu temelinde değil, emek sorunu temelinde gerçekleştirilir. Kürt sorunu öne konduğu
zaman, dünya sermayesinin gücünü buyur etmekten başka bir çare bulunmaz. İşte ÖDP bunu
yapmakla ve böylece Kürt sorununun çözümünü de olanaksız hale getirmekledir. Çünkü Yeni
Dünya Düzeni içinde Kürt sorununa kalıcı bir çözüm yoktur, Tersine Yeni Dünya Düzeni,
milliyet ve mezhep çelişmelerini kullanarak gerçekleştirilmektedir. Ortadoğu Yeni Düzeni’nin
kurulmasında ise, Kürt sorununun koçbaşı olarak kullanıldığını özellikle körfez Savaşımdan
sonra daha çıplak görebiliyoruz.

Kürt sorununu bütün sorunların önüne yığmak, Türkiye halkının devrim yapmasına
cepheden karşı çıkmak anlamına gelir. Çünkü bu tavır, emekçi ekseninde politika yapmayı
ortadan kaldırır, politika alanını milliyetçiliğe ve emperyalizme terkeder. Politikayı, emekçi
hareketi değil, bir yanda Türk milliyetçiliğini temsil eden Mesut Yılmaz-Çiller hükümeti diğer
yanda Kürt milliyetçiliğini temsil eden Apo yapacaktır. Emekçi hareketine düşen görev ise,
Türk hükümeti ile Apo’nun ateşkes yapıp masaya oturması çağrılan yayınlamak veya
yayınlanan çağrıları desteklemektir. Nitekim ÖDP’nin Kürt sorununda herhangi bir çözüm
veya programı yok. Bütün yaptığı, sorunun emperyalizmin denetimi altında “tarafların”
masaya oturarak çözmesini yinelemektir. Bu politika, emekçi hareketini ―taraf olmaktan
çıkarmış, kuyruk haline getirmiştir.

Devrim düşmanı bir çizgidir bu. Nitekim ÖDP’li açıkça söylüyor: “Savaş bitmeden
devrimcilik yapılamaz” diyor. Savaşı kim bitirecek? Devrimcilik yapılmazsa savaş nasıl
bitecek? Oysa savaşı, kalıcı olarak ancak ve ancak işçi sınıfı devrimciliği bitirebilir. Kürt
sorununda barışçı çözümü, ancak ve ancak emekçi halk getirebilir, emperyalizm değil. Savaşı
bitirmeyi bile emperyalistlere bırakanlar, halkın hangi talebini gerçekleştirirler? Aslında
ÖDP’nin sloganı, ―Devrimcilik yapılamaz‖dır. Bu sloganın başına takılan, “Savaş bitmeden”
lafı, sloganın püskülüdür.

Emperyalizmin “Kimlik” Bayiliği

ÖDP, Yeni Dünya Düzeni’ne Kürt sorunu aracılığıyla omuz vermede neresinden
baksanız tutarlı bir çizgidedir. Nitekim emperyalizmin ihraç ettiği “çok kimlik ve çok kültür”
gibi sloganlar, Program’ın başköşesinde ve sık sık tekrarlanıyor.
Hemen belirtelim: Kürt ulus gerçeğinin ve haklarının tanınması, başka şeydir, “Kürt
kimliği” başka şeydir. “Çok kimlik ve çok kültür” gibi, emperyalist ideolojinin
cephaneliğinden alman terimler, özgürlük ve barış sloganları değil, emperyalist
hegemonyanın ideolojik-kültürel araçlarıdır.

“Ulusal kültür” ve “ulusal kimlik”, Lenin’in belirttiği gibi, dünyanın her yerinde
“burjuvazinin kültürü” ve kimliğidir.(38)
Hele bugün, emperyalizm, bütün Ezilen Dünya insanlarına bol keseden etnik grup ve
mezhep kimliği dağıtmaktadır. Amaç, farklı milliyetlerden emekçileri birleştirecek olan sınıf
kimliğini ve sınıf kültürünü ortadan kaldırmaktır. “Kültür ve kimlik çoğulculuğu”, kültürün ve
kimliğin sınıfsal karakterini örtmek, farklı milliyetlerden emekçileri bölmek ve ezilen ulusları
birbirine kırdırmak için kullanılmakladır. Bilindiği gibi Huntington gibi Yeni Dünya Düzeni
teorisyenleri, insanlığın “kültür savaşları” çağına girdiği tezlerini öne sürüyorlar.
ÖDP’nin “çok kimlik ve çok kültürle uyumlu yaşama” programı, milliyetçiliği ve
mezhepçiliği güçlendirmekten başka bir içerik taşımıyor. Türk ve Kürt emekçilerine ―farklı
kültür dedikleri, aslında farklı kültürler değil, iki halka ulusal düşmanlık aşılayan tek bir
emperyalist kültürdür. ÖDP, emperyalizmin ulus ve mezhep kimliği bayiliğini üstlenmiş
bulunuyor.

Dolayısıyla bu çok kültür” ve “çok kimlik” programı, halklar arasında barıştan yana
değildir. Barış, Yeni Dünya Düzeninin ―çok kimlik‖ sloganıyla milliyetçiliği kışkırtarak değil,
işçi sınıfının enternasyonalist kültürünü yayarak gerçekleştirilebilir. Bu durumda doğru
program, bir emekçi iktidarının, bütün milliyet ve mezheplerden Türkiye halkını, işçi sınıfının
uluslararası kültürüyle eğitmesi ve beslemesidir. Bu enternasyonalist kültür, içerik olarak
değil, fakat biçim olarak ulusal karakter taşıyacaktır.

7. NEOLiBERAL iDEOLOJi VE KÜLTÜR

Neoliberalizmin “Sol” Kolu

ÖDP’nin cepheden karşı olduğu ideoloji, Bilimsel Sosyalizm’dir. Bilimsel Sosyalizme
“Yukardan aşağıya eski tipte sosyalizm anlayışı” adını vermişlerdir. “Geleneksel solla
aralarında ciddî kopuş vardır.”(39)
Partinin önde gelenlerine göre, “Marksizm muhafızlığı gibi gerginlik ve didişme
konularını ileriye taşımamakta sayısız yarar” bulunmaktadır. “Kendisini sapma ve
sulandırmaların denetlenme mercii saymak, ÖDP gerçekliği karşısında giderek abese kaçan
bir kuruntudur. “(40)
ÖDP’de en bozguncu, en abes davranış, “Marksizm muhafızlığı” olmaktadır.
ÖDP sözcüleri, burjuvazinin karşısında çok kibar ve uslu bir söyleme dikkat ederken,
sosyalizme karşı dizginlerinden boşalmaktadırlar. Bilimsel Sosyalizmin iktidara geldiği
ülkelerdeki uygulamalar, onlara göre, “korkunç barbarlıklar”dır.(41)
İlk bakışta, ÖDP Programı’nda herhangi bir ideolojik tavır açıklanmıyor gibi. Ancak
parti kamuoyunun en duyarlı olduğu konu, birilerinin çıkıp partide Marksizmi hatırlatması
veya ideolojik bir tavır almasıdır. ÖDP, ideolojiler üstü bir partidir, ―insanların zihinlerinin
arkasındaki ideolojik tercihlerle ilgilenmemektedir.(42)

Hem parti, hem de ideolojisi yok. Artık çağımızda partiler böyle oluyor. Yeni Dünya
Düzeninin bütün ideologları, “ideoloji çağının geçtiğini” buyurmamışlar mıydı? ÖDP,
“çağımıza” ayak uydurmuştur.

Programın bir yerinde, “sermayenin kültürel egemenliğinin kırılmasından” söz
ediliyor(s.l8). Ancak bakıyorsunuz, ÖDP Programı’nın kendisi “sermayenin kültürel
egemenliği” altında. Program baştan sona “birey, birey, birey…”. Burjuvazinin 12 Eylül‘den
sonra atak yapan bireyci-liberal ideolojisi, ÖDP’yi de hegemonyası altına almış. “Çok kimlik”,
“çok kültür” gibi, Yeni Dünya Düzeninin bayrağı olan formüller, ÖDP’nin de baştacı. “Farklı
kültürlerin bir arada ve barışık bir biçimde yaşamaları” gibi en bayağı neoliberal ifadeler,
programın özünü oluşturuyor (s. 19).

Her yönetici sınıf, toplumdaki hâkimiyetini iki ayak üzerine oturtur. Birincisi, zordur,
askerî güçtür. İkincisi, toplumun rızasıdır, ideolojik-kültürel hegemonyadır. Hiçbir toplumda,
“farklı kültürler bir arada ve barışık” yaşayamaz. Bu formüller, neoliberal ideolojik
hegemonyanın araçlarıdır. İşbirlikçi burjuvazinin kendi ideolojisini elindeki bütün olanaklarla
dayattığı bir toplumda, “farklı kültürlerin barışık yaşamaları” türünden çözümler, muhalefeti
yassıltmak ve teslim almak için üretilmişlerdir. İlk üretici, ÖDP değildir. Bütün neoliberal
partilerin programları bu tür zırvalarla, ama bilinçli zırvalarla doludur.

“Dinî Cemaatlerin Partisi”

ÖDP Programı, laiklik konusunda da, DYP ve ANAP Programı’ndan aşırma neoliberal
formülleri seslendiriyor. Laiklik, 12 Eylül generallerinin ve Turgut Özal’ın ağzıyla, hatta
onların da ötesine geçerek, “sınırsız din ve vicdan özgürlüğü” diye tanımlanmaktadır (s. 12).
Dahası, ÖDP, genel başkanın ağzından “kendini ifade edemeyen dinî cemaatlerin de
partisi” olmaya soyunuyor.(43)
ÖDP liderine göre, demokrasi, Ortaçağ ilişkilerine son vermek değil, tam tersine

“Şeriatçı partinin kurulabilmesidir.”(44) Batılı emperyalistlerin “Yeni Sol” dediği ideolojik çizgi
elifi elifine uygulanmaktadır. “Dinî cemaatleri de” bünyesine çağırmak, doğrusu ÖDP’ye çok
yakışı¬yor.

Eşcinsel ve lezbiyenlerle birlikte örgütlenecek “dinsel cemaatlere” bir de tarihsel
köken bulmak gerekiyor ki, onu da buldular. ÖDP’nin kurucuları, Abdülhamit’e “vatansever
ve ulusal” politika madalyası bile takabiliyorlar.(45)
Böylece, Kürt sorununda gerçekleştirilen ittifak, kendisine tarihin içinden bir soyağacı
da bulmaktadır. ÖDP saflarındaki Mustafa Kemal düşmanlığı, Abdülhamit sevgisi için çok
elverişli bir iklim yaratmıştır. Abdülhamit, ÖDP ile şeriatçı müttefiklerinin ortak atası oluyor.
Siyasal düzlemdeki ittifak, ideolojik düzlemde yakınlaşmaya dönüştürülüyor.

Bu durumda “kendisini ifade edemeyen dinî cemaatlerle” aynı partide buluşmanın
önündeki engeller, ortak gayretle birer birer temizleniyor. ÖDP, Şeriatçılarla Kürt “Barış”
konferanslarında ve gazete köşelerinde gerçekleştirdiği beraberliği, aynı siyasal partide
örgütlenmeye kadar genişletmektedir. Yeni Dünya Düzeni’nin Neoliberal-dinci ittifakı parti
saflarına da ithal edilmektedir. Bilimsel Sosyalizme karşıtlık, bir zamanların Marksistleri için
öyle kaygan bir zemindir ki, birçok örnek, en sonunda hidayete ererek tarikatçılığa intisap
etmiştir.

ÖDP, Batılı ülkelere ve işbirlikçi burjuvaziye, Büyük Fransız Devrimi’nin devrimci-
burjuva ideolojisini değil, çürüme çağının neoliberal ideolojisini ve dincilikle ittifakı
yeğlediğini göstermek için neredeyse çırpınıyor. Bu durumda, ÖDP saflarında Kemalist
Devrim düşmanlarının çoğunlukta olması, normaldir. Çünkü Neoliberalizm, yalnız Bilimsel
Sosyalizmin değil, burjuva devrimciliğinin de düşmanıdır.

8. TBKP’DEN DEV-GENÇ’E BÖLEŞENLERİN İDEOLOJİK TARİHÇESİ

12 Eylül’ün İkna Gücü

ÖDP’nin Neoliberalizme batmasının kökleri var. ÖDP bileşenlerinin ideolojik tarihçesi
aydınlatıcıdır.

Gorbaçov-Yeltsinler’in liberalleşmesiyle birlikte bizim revizyonistlerimizde
liberalleştiler ve batılılaştılar. TBKP liderlerinin önde gelenleri, sosyalizmi açıkça reddettiler
ve Cem Boyner’le birlikle YDH’yi kurdular. Diğer bir kesimi (SBP ve BSP), Gorbaçovcu
tezleri yine “sosyalizm” tabelası altında savunmaya devam etti. ÖDP’ye damgasını vuran,
Kruşçev’lerden Yeltsin’lere uzanan bu ideolojik yozlaşma sürecidir. TKP’nin işçi sınıfına ve
Şefik Hüsnü dönemindeki devrimci geleneklere bağlı olan kesimi ise, devrimci konumlara
yerleşti, İşçi Partisine katıldı katılmaya devam ediyor.

ÖDP‘nin diğer “bileşenleri”, TBKP’nin yaşadığı ideolojik sürece eklemlendiler. Her
biri kendi mecralarında yuvarlanarak en sonunda Gorbaçov’un “keşiflerinde” buluştular.
Ancak bu buluşma, kendiliğinden olmamıştır. 12 Eylül‘ün özel rolünü unutmamak
gerekir. Soldaki neoliberal akım, ulusal planda, bir 12 Eylül ürünüdür. Kapitalizmin dünya
ölçeğindeki ideolojik saldırısı, dünyadaki güçler dengesinin sosyalizm ve halklar aleyhine
değişmesi, askerî rejimin şiddet uygulamalarıyla birleşerek Türkiye Solu’nu daha kuvvetli
etkiledi. Bir kesim “solcu”, bu ortamda dünya burjuvazisinden Lenin ve Stalin’in
“barbarlıklarını” öğrendi. Böylece yalnız sermaye güçleriyle değil, Troçkizmle de birleşeceği
zemine oturdu. İşçi sınıfı devrimciliği ve insanlığın büyük devrimci atılımları, “teoride
yenileşme” ve “değişim” adına sorgulandı.

Kuruçeşme’lerde Liberal Eğitim

Kuruçeşme gibi toplantılarda, yalnız havanda su dövülmedi, aynı zamanda neoliberal
kültür açısından çok verimli bir eğitim zemini oluşturuldu. Bu toplantılarda karşılıklı
iltifatlarda gösterilen yüksek yaratıcılık dışında bir düşünce pırıltısına rastlanmadı. Çünkü
devrimi düşünen yoktu. Her türlü devrimci ideolojik duyarlılığın yerini, “birleşme” budalalığı
almıştı. “Birleşme”, aslında “eskimiş” olduğu söylenen Lenin’den kopmanın maskesiydi ve
Neoliberalizmden esinleniyordu. Önce “birleşme” adına devrimci teorinin bir kenara itilmesi
gerekiyordu. “Dünya yenilenirken, teori de yenilenmelidir” dendi. Ancak bu çevrelerde,
bırakalım teoriyi “yenilemeyi”, yıllardır ciddiye alınacak bir fikir kırıntısı bile üretilemedi.

Çünkü teoriyi emperyalizm zaten “yenilemişti” ve onlara da “Yeni Sol” denen bu Avrupa
macununu yutmak kalmıştı.

Kuşkusuz Bilimsel Sosyalizm, emekçi halkların pratiği temelinde sürekli yenilenmek
sorunuyla karşı karşıyadır. Ancak neoliberal “solcularımızın” sorunu, teoriyi devrim için
yenilemek değildi; devrimciliği “tarih dışına” düşürmek için “yenilemek”ti. Stalin’in
emperyalizmin safından, sağdan eleştirisiyle başlayan saldırı, Mao, Lenin ve Marx’a yönelen
yaylım ateşiyle devam etti. Asıl hedef, emekçi devrimleri idi. 20. yüzyılda dünyayı değiştiren
sosyalizm deneyimleri, bombardımana tutuldu. Sosyalizm insanlığa bir şey getirmemişti,
proleter devrimleri boşuna yapılmıştı. Bir zamanlar “Bolşeviklik” taslamada kimsenin
yanşamayacağı İlkay ve Necmi Demir’ler, işte bu süreç içinde, Bolşevikliğin ve sosyalist
pratiklerin “korkunç barbarlık” olduğunu keşfettiler.(46)

Söyledikleri her şeyi, 1980’lere kadar, en bayağı komünizm düşmanlarından kimbilir
kaç kez dinlemiş ama kavrayamamışlardı! “Öğrenmek” için, 12 Eylül’ün ikna gücü
gerekiyordu. Bir de emperyalizmin büyük atağı elbette.

Neoliberal “solculuk”, öncü kavramını neredeyse bir aşağılama sıfatı haline getirmek
istedi. Anlamlı ve kritik bir tavır! Çünkü öncü ya da sıradan olmak, 1980’li yıllarda işçi sınıfı
devrimciliği ile neoliberal “solculuk” arasındaki çelişmenin eksenine oturmuştu. Sosyalistlerin
önemli bir kesimi, 12 Eylül koşullarının da yardımıyla, neoliberal cereyan tarafından
sıradanlaştırıldı, toplumun herhangi bir bireyi haline dönüştürüldü. Neoliberal akım, sağcı ruh
çağırma seanslarında, ortak bir söylem geliştirdi; kendine özgü bir dil bile yarattı.

Dev-Yol’un Sıradanlaştırılması

Bu olayı, en yaygın olarak TBKP’den sonra Dev-Yol yaşadı.
Dev-Yol yöneticileri, 12 Eylül’den sonra kasıtlı olarak örgütü tasfiye ettiler ve
kadroları sermaye düzeniyle bütünleşmeye özendirdiler. SHP’ye katılmak ve SHP
belediyelerinin rantlarına ortak olmak, yaygın tavır haline geldi. Dev-Yol kadrolarının önemli
bir kesimi, kendilerine özgü girişkenlikle ‘iletişim çağına”, hızla uyum gösterdiler. Arlık “tek
yol devrim” değildi, öncü tavrı geçersizdi. Geçerli eylem, bilgi ve teknolojiye ulaşmaktı, bilgi
ve teknolojide uzmanlaşmaktı. 12 Eylül döneminde bu alanlara doğru cereyan halinde yöneliş
başladı. Dünün profesyonel devrimcileri, birden emperyalist iletişim ağının profesyonellerine
dönüştüler. Bilgisayar şirketleri, reklâm kurumları, pazarlama örgütleri, kamuoyu araştırma
girişimleri, gazete ve televizyonlar bunlarla doldu.

Sıra, günlük hayatlarında düzenle bütünleşen unsurları ideolojik açıdan da düzen
konumlarına çekmeye gelmişti. Ünlü “Dev-Yol Tartışması” bu koşullarda başlatıldı. Bu
tartışmada, neoliberal “yenilenme”nin en kapsamlı ve en tipik örneğine tanık olduk. Dev-
Yol’un eski önderleri, saman altından su yürütmedeki hünerlerini kullanarak, belli bir stratejiyi
uyguladılar. Tartışmanın ilk sunuşuna bakılsın, bugünkü ÖDP görülür. Şu sorulara bakınız,
varılan yeri daha iyi açıklarsınız:

—Merkezî plan düşüncesinin piyasa ekonomisi karşısında geçersiz kaldığı kanıtlanmış
mıdır?”

—Komünizmin tümüyle iflas ettiği, gerçekleşmesi imkânsız bir ütopya olduğu
kanıtlanmışmıdır?

—İflas eden sadece bürokratik sosyalizm anlayışı mıdır, yoksa Leninist (hatta Marksist) teori
midir?”
—Kapitalizm acaba haklı mıdır?”(47)

Evet, evet, evet: ÖDP Programı, bu soruların cevabını böyle veriyor. Daha doğrusu,
ÖDP Programı, bu sorulara evet yanı undan başka bir şey değildir.
Aslında sorular öyle formülleştirilmişti ki, cevapları içindeydi. Çok deneyimsiz bir
devrimci bile, bu sorularla dönekliğe kanal açıldığını görebilirdi. Nitekim istenen hedefe
ulaşıldı.

‘Tartışma”, teoriyi geliştireceğiz diye başlatılmıştı. Oysa bu yol başından kapatılmıştı.
Çünkü teoriyi geliştirecek olanlar, teorinin temellerine soru işareti koymazlar. Birileri çıkıyor,
şu binayı geliştireceğiz‘ diyor, fakat temeline dinamit yerleştiriyor. Olay tamı tamına buydu.
Bilimsel Sosyalizmin üzerine soru işaretleri koyanlar, en sonunda kaçınılmaz olarak

Revizyonizmin yüzyıldır piyasaya sürdüğü teorilere sarıldılar.
Sivil Toplumculuk, bu geleneksel Revizyonizme yeni bir çeşni vermişti. Dev-Yol’un
eski önderleri, birden “tabancı” ve “kitleci” kesildi. Emekçi halktan kopmanın teorisi olan
öncü savaş tapıncının yerini taban tapıncı aldı. Çağımız devrimleri, istedikleri kadar Lenin’in
öncü parti teorisini kanıtlamış olsunlar, burjuvaziye ―emekçilerin taban partisi gerekliydi.
Dev-Yol’un düzene karışmış geniş kesimlerinin eline, böylece “taban partisi” oyuncağı verildi.
Bu “taban örgütlenmesi” teorisine ve pratiğine bir göz atınız, boyanın alımdaki
Sosyaldemokrasiyi hemen görebilirsiniz. Türkiye’nin neoliberal “solcuları”, bu “taban
örgütlenmesini”, uzun yıllar staj gördükleri SHP örgütünde müteahhitlerle düşe kalka
öğrendiler. Böylece Bilimsel Sosyalizmin dinamitlenmesiyle yaratılan boşluğa, günün
yükselen ideolojisi olan Neoliberalizm dikildi ve üstüne Sivil Toplumculuk boyası çekildi.
Cem Boyner’in Yeni Demokrasi Hareketi, Dev-Yol liderlerinin artık kapı komşusu
olmuştu. Oğuzhan Müftüoğlu, “Düzen içinde bir parti düşünsek, SHP veya YDH’ye girerdik”
dedi. Böylece “çoğulcu kitle partisinin” ideolojisi de oluştu: “Düzen dışı” bir YDH
kuracaklardı.

YDH’ye girmek, bir devrimcinin aklının kenarından geçebilir mi? Ama onlar için bir
seçenekti, çünkü oraya gelmişlerdi. Ertuğrul Kürkçü’nün Cem Boyner’e düzdüğü methiyeler,
gelinen yeri belirleyen diğer bir örnektir.(48)

Kozmopolitliğin “Vatansızlık” Bayrağı

Neoliberalizmin böyle “devrimcilere” her zaman ihtiyacı vardır. Nitekim küreselleşme
girdabında “vatansızlık” bayrağını açma görevi de bu gibilere düştü.(49)
Küreselleşmenin karşı kutbunda “milliyetçi gericilik” bulunuyordu. Peki, Kürkçülerin
safı neresiydi? Mantık öyle kurulmuştu ki, kendilerine küreselleşmenin kucağından başka bir
yer kalmıyordu.(50) Ve oraya oturdular.

Kozmopolitizm, “kendi emekçisine güvenmeyen, milletini aşağı gören, kendi halkının’
devrimci kültürel değerlerine yabancılaşmış bir kesim entelektüele şurup gibi geldi.
Revizyonizmin sahte “Enternasyonalizmi”, Türkiye Solu’nun etkileyebildiği kesimlerini
ulusal-inkârcılıkla çürütmüştü, neredeyse kendi halkına ve ülkesine ihanet etmeye yatkın bir
ruh hali oluşturmuştu. Troçkizm ise, ta yetmiş yılın ardından günümüze bu ruh halini
taşıyordu. ÖDP liderlerinin “Kahrolsun bağımsızlık” bayrağı açan Ahmet Altan türünden
döneklerle buluşabilmeleri için herhangi bir moral engel kalmamıştı.

Gorbaçov Soyağacı ve “Yeni Sol”

ÖDP bileşenlerinin bu ideolojik serüvenlerinin elbette uluslararası kaynaklan var.
ÖDP’nin bugün söylediği her şeyi, 1990’lara varmadan Gorbaçov ilan etmişti. Artık ideoloji
çağı arkada kalmıştı, hele Leninizmin modası bütünüyle geçmişti. Sınıf mücadelesi dönemi de
geçmişe aitti. “İletişim çağına” girmiştik, üretime robotlar girmişti (biz pek göremiyoruz),
geçmişin işçi sınıfının yerinde yeller esiyordu. Emperyalizm-ezilen halklar ayrımı dünya
gerçeğine uymuyordu, çünkü bütün uluslar karşılıklı olarak birbirlerine bağımlıydı. Böyle bir
dünyada kapitalizm ve sosyalizm “buluşmaya” gidiyordu.

Bütün bu tezler, emperyalizmin ideologları tarafından 1980’lerde, hatta 1970’lerde
işlenmişti. Doğrusu Gorbaçov, dersini iyi öğrenmişti.
Bütün dünyadaki liberal-kapitalist ideolojik saldın, sol partileri ihmal edemezdi,
etmedi. Yeni Dünya Düzeni kurulacağına göre, elbette “özgür dünyanın” liderliğindeki bu
“demokratik” düzenin bir de “sol kanadı” olacaktı.

Neoliberal ideologlar, “solcuları” ideoloji üretme zahmetinden kurtardılar. “Yeni Sol”
işte böyle oluştu. Artık sınıf mücadeleleri çağı arkada kalmıştı. Emekçi sınıflara dayanan
solculuk eskimişti. Solun görevi, emekçiyi örgütleyip devrim yapmak olamazdı. Sola düşen
misyon, toplumdaki “muhalif figürleri”, “kendini ifade edemeyen cemaatleri”vb örgütlemek
ve onların ―sivil itaatsizliklerini desteklemekti.

“Yeni Sola göre, toplumdaki muhalefet odakları, emekçi sınıflardan dinsel ve etnik
azınlıklara, cinsel eşitsizlik içindeki feministlere, eşcinsellere, lezbiyenlere, uyuşturucu
kurbanlarına, toplumun tortusuna kaymıştı. Bu “sivil toplum” güçleri, öyle disipline,
merkeziyetçiliğe, hiyerarşiye talan gelmezlerdi; “öncü parti” gibi modası geçmiş kalıplatın
içine s oku lam azlardı. Onların “itaatsizliklerini”, geleneksel solun kafasıyla örgütlemek ve
desteklemek olanaksızdı.
“Marksizm muhafızlığını didişme ve gerginlik kaynağı” olarak gören durağa uzanan
uluslararası süreç, tamamlanmıştı. ÖDP bileşenlerinin Gorbaçov soyağacından gelen ulusal
tarihçeleri, bu uluslararası “yenilenme” için esaslı bir ideolojik temel oluşturuyordu. 12
Eylül’ün ikna gücü ise, “Marksizm muhafızlığından” kurtulmada, elbette müstesna bir rol
oynadı.

Yine Korkut Boratav, konuya açıklık getiren “Sermaye kozmopolit oldu” başlıklı söyleşisinde şöyle diyor:
‘”İşçilerin vatanı yoktur’ sloganı tersine döndü. İşçiler, ulusal olmak zorunda bırakıldı, sermaye ise vatansızlaştı.

İşte küreselleşme budur aslında. Ülke ekonomisinin güçlü olması, öncelikle emeğin sorunudur. Bu nedenle
sosyal ve ekonomik işlevlerle yüklü bir devletin varlığı da, esas olarak emeğin gündemini, oluşturur.

9. “MARJiNALLERE” YASLANAN BiR TOPLUMSAL TEMEL

ÖDP, ideolojik planda “Yeni Sol” adı altında, büyük burjuvazinin Neoliberalizmiyle
buluştu. Ancak bu partinin sınıfsal karakteri büyük burjuva değildir. “Aşk ve devrim”
sloganıyla siyasal hayata gözlerini açan ÖDP, her türden “azınlığa” ve küçük burjuvazinin
“marjinal” diye adlandırılan kesimlerine sesleniyor ve yaslanıyor. ÖDP’nin teorisyenleri, parti
içinde “Beyoğlu Mis sokağı ile varoşlar arasındaki gerilim”den söz ediyorlar. Batının
kapitalist ülkelerinde böyle olabilir, bunun koşulları var. Türkiye ise farklı, varoşları Yeni
sol’un arkasından gidemeyecek kadar yoksul ve fanteziden yoksun. Nitekim ÖDP’nin
“varoşlarda” etkili olduğunu gösteren bir belirti yok. ÖDP’nin çizgisi, varoşlarda beklenen
yankıyı yaratamadı. Büyük kentlerin yoksul kenarlarında, ÖDP’nin karşı kutbunda yer alan bir
“solculuk” görülüyor.

ÖDP, daha çok “Beyoğlu Mis sokağı” simgesiyle anlatılan, ancak Türkiye’nin özellikle
kıyı şeritlerindeki kent ve kasabalarında görülen, “marjinal” denen aydınlarda ve gençlerde bir
dalgalanma yarattı. Bu kesimler, üretimdeki konumlarından çok, yaşam tarzları, tüketim
modelleri ve “cinsel tercihleriyle” tanımlanabiliyor. Batı’daki Yeni Sol’un tabanına benzeyen
kültür buralarda geçerli.

ÖDP, bu kesimlerle özdeşleşerek piyasaya çıktı. Ancak bu özdeşleşme nedeniyle,
kendisine biçilen misyonu yerine getirme şansını, daha başından yitirmiştir. Hâkim sınıflar,
ÖDP’den emekçi sınıfları etkilemesini de beklemektedirler. Oysa ÖDP, ipleri elinden
kaçırarak emekçilere ters gelecek bir görüntü vermiş bulunuyor.
ÖDP’yi hazırlayanların oportünizmi, “aşk ve devrim partisi” sululuğunun üzerini
örtecek başarıyı gösteremedi. Partinin temeline konmuş olan liberalizm ve otorite karşıtlığı,
oportünizmin maskeleme olanaklarını da sınırladı. ÖDP’deki kaçınılmaz kaos ve
disiplinsizlik, oportünizmin manevra alanını kıstı ve partinin içini dışını toplumun önüne
döktü.
10. SONUÇ: İNKÂRLAR TOPLAMI

Partilerin En Yanar Döneri

ÖDP, üslubuyla, söylemiyle, her şeyiyle kaygan bir partidir. Hiçbir konuda köşeli
değildir. En belirgin karakteri yanardöner olmasıdır. Bakılan yere göre renk verecek biçimde
imal ediliniz Obadan baktığınızda böyle, şuradan baktığınızda şöyle görünüyor. “Program,
son sözü söylememiştir.”(51) Artık “son sözü” siz hayal edeceksiniz. O “son söz”, işte sizin
gönlünüzden geçen sözdür! ÖDP lideri, bugün “Kemalistlerden bir farkımız yoktur” der, yarın
“yanlış anlaşıldığını” belirtir. .Genel başkanı özelleştirmeden yanadır, genel başkan yardımcısı
özelleştirmeye karşı. Partiye burasından baksanız sosyalisttir, orasından bakarsanız sosyal
demokrattır. Genel başkan, “aslında sosyalist parti değiliz” der, ama partide “sosyalist
figürler” de vardır; “sosyal demokrat eğilimli figürler bu yapılanmanın içinde zaten vardır.(52)
ÖDP, hem laiktir hem de “kendini ifade edemeyen dinsel cemaatlerin partisi”. Parti
―bileşenlerinin‖ kimisi taş gibi “Stalinci”dir, kimisi ise beton gibi “Troçkist”. Bu nasıl
Stalinciliktir, hangi Enternasyonalin ―Troçkizmi‖dir, aynı partide böyle “yan yana”
durabilmektedirler? Açıklamasını bulamazsınız, dünya tarihinde bile eşi yoktur. Babil Kulesi
midir, Bremen mızıkacılarımı, tam bir şeye benzetecek gibi olursunuz, ama hiçbir şeye
benzetemezsiniz. Her şeydir ve hiçbir şeydir. Tutulacak yeri olmayan nesneler vardır,
denizanası veya pelte gibi. ÖDP’nin, özel olarak böyle tasarlandığı anlaşılıyor.
ÖDP deyince akla gelen ikinci Özellik, boşaltılmışlıktır. Sanki bu parti içi boşaltılmış
beyinler toplamıdır. Veya dopdolu beyinler, partinin kapısında vestiyere bırakılmaktadır.
Hiçbir konuda çözüm ve program yoktur. Partinin dışındayken çözümü olanlar, içine girince
çözümsüz olmaktalar. Parti, üyelerine program ve siyaset vermemekte, tersine onlarda olanları
boşaltmaktadır. Doğa, boşluk kabul eder mi? Bütün üyeler, sürekli “oturup tartışacağız” ve
“yeniden üreteceğiz” diyorlar. Sanırsınız, yakında büyük keşifler yapılacaktır. Aslında bu
“tartışma” ve “yeniden üretme” nakaratı, daha önce beyne kaydedilmiş olan birikimin üzerine
çekilmekte ve belleği silmektedir.

ÖDP, tam bir inkârlar toplamıdır. Bütün bileşenler, kendi geçmişlerini inkâr ederek
ÖDP’ye katılmışlardır. TBKP’den gelenler, komünistliği inkâr ederek gelmişlerdir. Dev-
Yol’dan gelenler, devrimciliğe elveda diyerek gelmişlerdir. Bir zamanların Bolşevikleri,
Bolşevikliği aşağılayarak kapıdan içeri girmişlerdir. Troçkistler, Troçkizmlerini buzluğa
koyarak katılmışlardır. Mihri Belli’ler bütün geçmişlerini feda ederek kurucu olmuşlardır.
Sivil toplumcular, çevreciler, feministler, eşcinseller, lezbiyenler farklı. Bu partide,
geldiği yeri inkâr etmeyen, “kimliklerini” unutmayan en kişilikli bileşenler, onlar. Görüşlerini
kararlı olarak çatur çutur savunmaya devam etmektedirler.

Lodos Vurmuş İnsan İlişkilerinin Partisi

Kimliksiz kalan herkes kâşif rolü oynamaktadır, fakat herhangi bir keşifte
bulunmamaya da dikkat etmektedir. Keşfetme taklidi yapmak, keşfedilecek nesnenin yerini
almıştır. ÖDP üyeleri, Mirkelam gibi koşmaktalar, fakat nereye koştuklarını ne kendileri
bilmektedir, ne de onları seyredenler. Varacak menzilin önemi yok, fakat koşunun kendisi, her
şeydir. Çünkü bu koşu, amaçsız insanlarda hoş bir “gerilim” yaratmaktadır. Bu partide en çok
kullanılan sözcüğün “gerilim” olması, gevşeme haliyle ilgilidir. Gevşeme, partinin gerçeğidir
gerilim” ise ütopyası.

Böyle bir parti, aslında toplumumuzun her alanında, her kesiminde biraz vardı, her
yere biraz yayılmıştı. Şimdi o şekilsiz yayılma, şekilsizliğini sürdürmekle birlikte,
isimlendirilmiş olmaktadır. Televizyon ve gazeteler, hâkim sınıfların özel ilgisi yanında,
haksızlık sadmesin, biraz da bu özelliği nedeniyle ÖDP’ye geniş yer veriyorlar. Musa ile
Sara‘nın aşkıyla dolup boşalan meraklara, lodos vurmuş insan ilişkilerine denk düşen,
magazin bir olay bu. ÖDP’nin toplumumuza şenlikli ve eğlenceli gelen bir yanı var. İçine
girenler de izleyenler de, bu bunalımlı ortamda neşelerini buluyorlar.

Döneklerden Alkış

Ne var ki, kurucuları ve sözcüleri dâhil herkes ikircikli, acaba ÖDP‘yi ciddiye alsam
mı almasam mı diye düşünüyor. Bugün Liberalizmin entelijansiyasını oluşturan, bir
zamanların sosyalistleri ise farklı. Onlar, ÖDP’yi bekliyorlardı sanki. Ülkemizde eskiden bağlı
olduğu Marksizm‘e hınç duyan kim varsa, partiyi gözleri parlayarak karşıladı. Hadi Uluengin,
Ahmet Altan, Şahin Alpay, Serdar Turgut ve diğerleri, ÖDP’nin içine girdiği süreçte kendi
hikâyelerini gördüler. Bu partinin dönekliği yaygınlaştırarak bir ayıp olmaktan çıkaracağı
umuduna kapıldılar.

Dönekler, ümit etmekle yetinmiyorlar, ÖDP’nin içine girdiği süreci geliştirmeye de
önem veriyorlar. Burada en büyük gayreti Ahmet Altan gösteriyor. Ahmet Altan ve yakınları,
ÖDP liderleriyle kamuoyu önünde yaptıkları görüşmelerde, bu partiyi tutarlı olmaya
zorluyorlar. Ahmet Altan, ÖDP yöneticilerine şu sözlerle ışık tutuyor:
“Sana vuran temel güç devletse, devletle toplumun katmanları arasında bir çelişki
çıktıysa, sen kendine müttefik seçeceksin. Burjuvazinin, halkın ve dünyanın istekleri, tarihte
belki de ilk defa üst üste çakışıyor. Bundan 20 yıl önce ‘kahrolsun’ diye bağırdığımız Amerika,
şimdi Türkiye demokrasiye geçsin‘ diye baskı yapıyor. Şimdi Amerika’ya neden karşı
olacağım.”(53)
Bu derslerin, ÖDP sözcülerine çok yararlı olduğunu yukarıdaki bölümlerde gördünüz.
Döneklerin aracılığı meyvelerini vermeye başlamış, işbirlikçi liberal burjuvaziyle ittifak
zemini oluşmuştur bile.

Bu arada ÖDP saflarındaki devrimciler ve sosyalistler, bu dönek muhabbetlerini
şimdilik sessizce seyrediyorlar.

ÖDP’nin Geleceği

Düzenin çarkının tıkır tıkır işlediği bir ülke değil Türkiye. Kaosa dönüşme belirtileri
gösteren derin bir kriz içinde yaşıyoruz. Toplum, büyük çalkantılara, şiddetli sınıf
mücadelelerine gidiyor. Ülke ise, ABD’ye bağımlılığı artan bir yönetimin elinde belirsiz
maceralara sürükleniyor. İçteki ve dıştaki hesaplaşmalar, Türkiye’nin gündemini oluşturuyor.
Böyle bir süreçte, ÖDP gibi “dünyaya eklemlenmeyi” onaylayan bir parti, emekçi halk
için değil, fakat Yeni Dünya Düzencileri için gereklidir.
Onlara gerekli olsa da, ÖDP’nin anlamlı bir güç olarak yaşama şansı yoktur. İçine
girdiğimiz süreç, böyle programsız, hedefsiz, gevşek örgütlere hayat hakkı tanımıyor.
Birçokları, “aman çok iyi, çok değerli insanlar var ÖDP’de, onları küstürmeyelim”
diye öğüt veriyor, O değerli insanlar, cevap vermeliler, nasıl böyle bir partide yer alıyorlar?
Çoğu, “birleşmek çok önemli, gerisi gelir” diye yanıtlıyor. Oysa birleşmemiş, fakat
“bileşen” olmuşlardır. Büyük sermayenin eğlencesi, döneklerin umudu olan bir partinin
“bileşeni”!

Mesele, emekçi halk için birleşmektir.
Emekçi halkın iktidar mücadelesinde başarı için belirleyici olan, doğru bir ideoloji
çizgi, emekçi omurgasında politika ve öncü parti örgütlenmelidir. Bunlar yoksa birleşmenin
hiçbir anlamı yoktur. Bu tür birleşmelerin toplamı, emekçi davası açısından artı değil eksidir,
olumsuzdur.

ÖDP sorumluları, bu olayı bir deney olarak görüyorlar. Tutarsa eyvallah, tutmazsa
‘denedik olmadı deriz’ havasındalar. Önümüzde, deneme yoluyla çözülecek bir sorun
bulunmuyor; kendisini yüzyılımızın pratiğinde kanıtlamış gerçekler var. Çağımızda emekçi
devrimlerine önderlik etmiş biricik teori olan Bilimsel Sosyalizmi, biricik örgütlenme modeli
olan öncü partiyi, böyle hafife alarak varılacak yer, bellidir. “Marksizm muhafızlığını didişme
ve gerginlik kaynağı olarak görenler”, büyük sermayeye destek olmaktan başka bir şey
yapamazlar. ÖDP’nin emekçi halka, bağımsızlık ve demokrasi davasına bir katkısı olmayacağı
açıktır. Toplumu böyle bir partiyle oyalamak, sorumsuzluktur.
ÖDP, liberal burjuvazi için bile önemli bir “figür” olamayacak. Bu parti, harikalar
yaratsa, şu döneklerin hararetli desteği yok mu, bir tek bu nedenle bile dağılmaktan
kurtulamayacaktır.
ÖDP’nin kurulduğu yine de iyi olmuştur. Devrimci teoriyi hafife almanın perişan
sonuçları görülecek ve sosyalist hareket bu deneyimi değerlendirecektir.
ÖDP, yıkmak istediği “Marksizm muhafızlığını” kuvvetlendirecektir. Bu süreçten
Bilimsel Sosyalizm, işçi sınıfı devrimciliği, öncü parti ve emperyalizmin zayıf halkasında
devrim teorisi güçlenerek çıkacaktır.

1 Cumhuriyet, 23 Şubat 1996.
2 Politik toptum-sivil toplum, “aşağıdan-yukardan” ilişkisi konusunda bkz. Doğu Perinçek Osmanlı’da Bugüne
Toplum ve Devlet, Kaynak Yayınları, İstanbul, Temmuz 1986, s. 11–48, özellikle s. 39 vd
3 Yeni Yüzyıl, 5 Şubat 1996.
4 Ufuk Uras, Tempo, 15 Şubat 1996.
5 Ufuk Uras, Milliyet, 4 Şubat 1996.
6 Demokrasi, 4 Şubat 1996.
7 Örneğin bkz. İşçi Partisi Tüzüğü, madde 5.
8 Cumhuriyet, 4 Şubat 1996; Demokrasi, 4 Şubat 1996.
9 Aydınlık, sayı 451,10 Şubat 1996.
10 Öncü-kitle diyalektiği ve sosyalizmin kuruluşu sorunsalı için bkz. Doğu Perinçek, Stalin‘den Gorbaçov’a,
Kaynak Yayınları, üçüncü basım, İstanbul, Ağustos 1991. Özellikle bkz. “Devrimlerin Öncü-Kitle
Diyalektiği”.başlıklı bölüm, s. 186 vd.
11 Karl Marks-Friedrich Engels, Komünist Partisi Manifestosu, çev. Nur Deriş, Aydınlık Yayınları, İstanbul, Mart
1979, s. 64.
12 Milliyet, 26 Şubat 1996.
13 Yeni Yüzyıl Şubat 1996.
14 Komünist Partisi Manifestosu, s. 64 ve 22.
15 Komünist Partisi Manifestosu, s. 65.
16 Komünist Partisi Manifestosu, s. 76 vd.
17 Engels, Ütopik Sosyalizm ve Bilimsel Sosyalizm, çev. Öner Ünalan, Sol Yayınları, Beşinci baskı, Ankara,
Ağustos 1978, s. 111.
18 Engels, age, s. 112.
19 Lenin, “Sovyet Hükümetinin Acil Görevleri”, Mart-Nisan 1918. Bkz. Marx-Engels-Lenin Proletarya
Diktatörlüğü Üzerine, İkinci basım, Kaynak Yayınları, İstanbul. Haziran 1995 s. 93. Okuyucuya bu temel kitabı
mutlaka okumalarını öneririm.
20 Lenin, “Büyük Bir Başlangıç”. Haziran 1919. Bkz. Marx-Engels-Lenin, Proletarya Diktatörlüğü Üzerine, s. 95
21 Yeni Yüzyıl, 5 Şubat 1996.
22 Yeni Yüzyıl, 5 Şubat 1996.
23 Yeni Yüzyıl, 5 Şubat 1996.
24 ÖDP’nin Parti Meclisi üyesi ve ekonomik kurmayı Hayri Kozanoğlu, Milliyet, 26 Şubat 1996.
25 Yeni Yüzyıl, 5 Şubat 1996.
26 Cumhuriyet, 23 Şubat 1996.
27 Ufuk Uras, Yeni Yüzyıl, 5 Şubat 1996.
28 Ufuk Uras, Cumhuriyet, 23 Şubat 1996.
29 Attilâ İlhan, Meydan, 15 Şubat 1996.
30 Örneğin bkz. Ufuk Uras’ın söyledikleri, Yeni Yüzyıl, 5 Şubat 1996.
31 ÖDP liderlerinin Kürt sorununu işbirlikçi sermaye çevreleriyle birlikte çözme faaliyetleri konusuna ilgili
bölümde değineceğiz. Ancak aynı görüş birliği, İdeolojiden başlayarak ahlâki değerlere kadar her konuda göze
çarpıyor. Örneğin ÖDP sözcüleri Bülent Forta ve İlkay Demir m döneklerle yaptıkları ibret verici muhabbet için
bkz. Aktüel, 1–7 Şubat 1996. Yine Ertuğrul Kürkçü’nün “Kahrolsun bağımsızlık” diyen Ahmet Altan’a hayranlığı
için bkz. Demokrasi 17 Şubat 1996.
32 Ufuk Uras, Yeni Yüzyıl, 5 Şubat 1996 ve Cumhuriyet, 23 Şubat 1996.
33 Bkz. Doğu Perinçek, TESEV’in “Kürt Barış Konferansı”, Aydınlık, sayı 449, 27 Ocak 1996.
34 Bülent Forta, Aktüel, 1–7 Şubat 1996. Ufuk Uras, Yeni Yüzyıl, 5 Şubat 1996.
35 Aynı yerde.
36 Ufuk Uras, Siyah Beyaz, 12 Şubat 1996 ve Bülent Uluer, Sabah, 4 Şubat 1996. (5) Bülent Uluer, Sabah, 4
Şubat 1996.
37 Bülent Uluer, Sabah, 4 Şubat 1996
38 Bu konuda bkz. Doğu Perinçek, ―Ulusal Kültür ve Uluslararası Kültür‖ Teori, sayı 75.
39 ÖDP Parti Meclisi Üyesi Hayrı Kozanoğlu, Cumhuriyet, 23 Şubat 1996 ve Merkez Yürütme Kurulu Üyesi
Saruhan Oluç, Hürriyet, 31 Ocak 1996.
40 Kenan Kalyon, Söz, 20 Ocak 1996.
41 ÖDP Parti Celisi Üyesi İlkay Demir, Aktüel, 1–7 Şubat 1996.
42 Ufuk Uras, Yeni Yüzyıl, 5 Şubat 1996.
43 Ufuk Uras, ―Artık kendini ifade ödemeyen dinî cemaatlerin de bir partisi var‖ diyor (Demokrasi, 4 Şubat
1996).
44 Yeni Yüzyıl, 5 Şubat 1996.
45 Mihri Belli, Demokrasi 1 Mart 1996.
46 Aktüel, 1–7 Şubat 1996.
47 Dev-Yol Tartışma metinlerinin ortaya attığı bu soruların aslında Bilimsel Sosyalizmi reddetmek için bir peşrev
olduğunu, o zaman Hasan Yalçın ayrıntılı olarak açıklamıştı. Bu yazı, bugün daha da anlam kasandı. Bkz.
“Devrimci Yol’daki Tartışma Üzerine”, Teori, sayı 34, Ekim 1992, s. 2 vd.
48 Ertuğrul Kürkçü, Express, 28 Ocak 1995 ve Jiyana Nû, 18–24 Şubat 1995.
49 Bkz. Ertuğrul Kürkçü’nün Evrenselden uzaklaştırılmasına yol açan yazısı, 8 Haziran 1995.
50 Açıkça kozmopolitizme varan neoliberal “solculuğun” eleştirisi için bkz. Doğu Perinçek, “Vatansızların
Vatanı: IMF’nin Kucağı”, Teori, sayı 69, Eylül 1995, s. 3 vd.
51 Ufuk Uras, Cumhuriyet, 28 Ocak 1996.
52 Ufuk Uras, Yeni Yüzyıl, 5 Şubat 1996 ve Cumhuriyet, 28 Ocak 1996.
53 Aktüel, 1–7 Şubat 1996.