Ana Sayfa Bilimsel Sosyalizm Şİ JİNPİNG’İN YENİ DÜNYA BİLDİRİSİ

Şİ JİNPİNG’İN YENİ DÜNYA BİLDİRİSİ

2642

Doğu Perinçek, Vatan Partisi Genel Başkanı

Çin Halk Cumhuriyeti Devlet Başkanı ve Çin Komünist Partisi (ÇKP) Genel Sekreteri Sayın Şi Jinping Yoldaşın Pekin’de düzenlenen ÇKP ile Dünya Partileri Yüksek Düzey Diyalog Toplantısı’nda 1 Aralık 2017 tarihinde yapmış olduğu açış konuşması tarihî önemdedir. Çünkü yeni bir dünyanın kuruluşuna ilişkin tahlil ve önerileri içermektedir.

 

1.ANAHTAR KAVRAM: İNSANLIK

 

İnsan odaklı bakış açısı ve çözüm Sayın Şi Jinping Yoldaşın bildirisinin anahtar kavramı “insanlık”tır (Humanity).

Vurgulara bakıyoruz: İnsanlığın ortak geleceği, insanlığın gelişimi, insanlığın ilerlemesi…

Konuşmanın merkezinde insan bulunmaktadır ve konuşma özet olarak insan içindir ve insanlığı kucaklamaktadır.

Dünyanın siyasal partileri, insanlığın ortak uygarlığını “ileriye taşıyacak önemli bir itici güç” olarak görülmektedir.

Konuşma bu açıdan insanlık ile günümüzde insanlık karşıtlığı arasındaki çelişme üzerine kurulmuştur. Hem çağırılan partileri hem de dünyamızın içinde bulunduğu süreci dikkate alırsak, bu yaklaşım yerindedir. Başkan Şi Jinping, hegemonyacılığı insanlıkla kuşatan bir strateji kurmaktadır.

 

Hegemonyacılık ya da  dünya efendiliği iddiası

 

Hegemonyacılık, kuşkusuz emperyalist sistemin acı meyvesidir. Ancak kapitalist-emperyalist devletlerin hepsinin ortak özelliği değildir. Yakın zamana kadar dünyanın tek efendisi olma iddiasını taşıyan ABD emperyalizmi, Almanya, Fransa gibi gelişmiş kapitalist ülkeler üzerinde de denetim kurabilmiştir. Bu açıdan hegemonyacı devlet, herhangi bir emperyalist devlet değil, fakat emperyalist-kapitalist dünyada da üstünlük peşinde olan devlettir. Hegemonyacının malî gücü yanında askerî gücü de bu iddiayı destekleyecek ölçülerde olmalıdır.

Mao Zedung’un 1970’li yıllarda ortaya koyduğu Üç Dünya Teorisi, hegemonyacı olan iki süper devlet ile diğer gelişmiş kapitalist ülkeleri birbirinden ayırıyordu. Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra dünya efendiliği iddiasını taşıyan tek süper devlet kaldı. O da ABD emperyalizmidir.

 

Birleştiren zemin:  İnsancılık (Hümanizm)

 

Bugün gerçeğe uygun bir dünya tahlili yaptığımız zaman, geleceğimizi belirleyen çelişmenin insanlık ile hegemonyacılık arasında olduğunu saptıyoruz.

İnsanlık davası kuşkusuz çok eskidir. İnsancıl duygu ve davranışlar, kuşkusuz insanla başlamıştır. Çünkü insan, toplum halinde yaşar. Ancak bizim sözünü ettiğimiz İnsancılık, Hümanizm akımıdır.2

Hümanizm, bilindiği gibi Rönesans’la ve burjuva demokratik devrimlerle yükseldi. Ancak Hümanizmin doruğuna, hiç kuşkusuz her türlü baskı, sömürü ve yabancılaşmanın ortadan kalktığı süreçlerde ulaşılacaktır. Bu açıdan kendisiyle birlikte bütün sınıfları da ortadan kaldıracak olan işçi sınıfı, insanlık tarihinin en insancıl pratiğini temsil eder. Sınıfsız bir dünyada, sınıfsız toplum için mücadele kalmayacaktır, fakat Hümanizm yaşayacaktır. Görüldüğü gibi, Hümanizm, burjuva demokratik devrimlerle sosyalizm ideallerini buluşturan kavramdır. Nitekim Engels ve Lenin, Bilimsel Sosyalizmin kaynaklarını incelerken, “Fransız Sosyalizmi”ne dikkat çektiler. Sınıfsız toplumu betimleyen ütopyalar, Hümanizmden beslenerek üretildi.

Bu gerçekler ışığında, Hümanizm, burjuva demokratik devrimlerle başlayan ve Ezilen Milletlerin Millî Demokratik Devrimleriyle dünyaya yayılan Devrimler Çağının en kapsayıcı akımıdır. Beijing’te toplanan partileri birleştiren zemin de işte bu Hümanizmdir. Sayın Şi Jinping, Dünya Partiler Diyaloğu için çok önemli bir anahtar kavram saptamıştır.

 

2.ORTAK YOL GÖSTERİCİ: BİLİM

 

Bilimin ve Bilimsel Sosyalizmin evrenselliği

 

Şi Jinping Yoldaş, tarihî konuşmasında, insanlık için ortak bir kılavuza da işaret etmektedir. Şu cümlesi, dünyanın bütün partileri için bir hareket noktasıdır: “Aslında Marksizm de bizim başka ülkelerden öğrendiğimiz bir bilimsel hakikattir.”

Marksizm, kapitalizmin ve işçi sınıfının geliştiği Avrupa’da doğdu. Ancak Marksizmin kılavuzluğunda başarılan devrimler, önce Asya’daydı, daha sonra Afrika ve Latin Amerika’ya yayıldı. Marks ve Engels’in 19. yüzyıl Avrupa’sının devrim ateşleri içinde kurduğu Bilimsel Sosyalizm, 20. yüzyılda Lenin ve Mao gibi Asya devrimcilerinin önderliğindeki Asyalı pratiklerde gelişti. Marksizm böylece dünyalılaştı.

İnsanlığın bu tecrübesi de gösterdi ki, Bilimsel Sosyalizm Avrupa merkezli değil uluslararasıdır, başka deyişle bütün insanlığın ortak malıdır.

 

Paylaşılan mecburiyet

 

Şi Jinping Yoldaş, ÇKP’nin Bilimsel Sosyalizmi “Çin koşullarına uyarlayarak ve güncelleştirerek hayata rehberlik eden bilimsel teori haline getirdiğini” vurguluyor. Bunun anlamı: Çin Komünist Partisi’nin önderliğindeki Çin toplumu, Bilimsel Sosyalizmi Çin’in hayatında sınayarak bilimin hazinesine katmaktadır.

Yeryüzünde paylaştığımız hayat, aynı hayattır. Yer çekimi kanunu, dünyanın bütün iklimlerinde geçerlidir.

Bilimin milliyeti yoktur, milletlerarasıdır.

Bilimin vatanı yoktur, küreseldir.

Bilimin saptadığı mecburiyetler vardır ve o mecburiyetler bütün insanlık içindir.

İnsanlık mecburiyetleri paylaşırken, bilimin kaynağını da paylaşmaktadır. Çünkü bilim, mecburiyetlerin keşfedilmesinden başka bir şey değildir. Bu durumda bilimin paylaşılması kadar insanî bir çaba yoktur ve zaten bilim bin yıllardan beri paylaşılmaktadır.

Bilim mutlak gerçeği içermez, çünkü mutlak gerçek yoktur. Gerçekliğin kendisi sürekli ve sonsuz bir değişim içinde olduğundan, mutlak olan tek şey, bilimin ulaşmaya çalıştığı gerçeğin göreceli olmasıdır. Her toplum, bilimi kendi gerçekleri zemininde paylaşmaktadır.

 

Bilim ile Bilimsel Sosyalizmin buluşması

 

ÇKP ile Dünya Partiler Diyaloğu Üst Düzey Toplantısı’nda, insanlık davası için buluşanların kuşkusuz ortak bir kılavuza ihtiyaçları vardır. Bu kılavuz, bilimdir.

Bilimsel sosyalistler, insanlığa Bilimsel Sosyalizmi dayatmıyorlar. Ancak insan pratiklerinden üretilen bilim, her toplumun kendi deneyimi içinde öğrenilen mecburiyetler olarak paylaşılmaktadır. Bu açıdan bilimin kendisi bir dayatmadır. Doğanın ve toplumun mecburiyetlerine uymama özgürlüğü yoktur.

Bilim, en büyük atılımını toplumların Orta Çağ ilişkilerinden kurtuluşuyla birlikte başardı. Bilimsel Sosyalizm de, bilimin bu devrimci atılımıyla birlikte 19. yüzyıl koşullarında filizlendi.

Bilimsel Sosyalizmin, Engels ve Lenin’in açıklamalarına göre, üç kaynağı vardır: İngiliz iktisadı, Alman felsefesi ve Fransız ütopik sosyalizmi. Üçü de burjuvadır.

Hümanizm, Fransız Sosyalizmi kapsamında olduğu için, dördüncü bir kaynak olarak belirtilmemiştir. Ancak yaşanan tecrübelerden sonra, Hümanizmi dördüncü bir kaynak olarak ayrıca vurgulayabiliriz. Çünkü Bilimsel Sosyalizm adına yürütülen bazı pratiklerde bu kaynaktan uzaklaşılmış, “proletarya devrimi” ve “proletarya diktatörlüğü” kavramlarının yanlış yorumları yüzünden halk içindeki çelişmeler yanlış ele alınmıştır. Bilimsel Sosyalizmin özünün “şiddet” olduğunu ileri sürenler bile olmuştur. Oysa zor, bütün sınıfların ve bütün sınıfsal diktatörlüklerin aracıdır ve en çok da faşizm tarafından kullanılmıştır. İnsan odaklı amacından koparılan bir sosyalizm, insanlık karşıtı konumlara sürüklenebilmiştir. Bilimsel Sosyalizmin özü, insanlığı yalnız araçların yönetildiği, sınıfsız bir dünyaya kavuşturmaktır.

Bilimsel Sosyalizmin kendisini bilimsellikle tanımlaması, dünyayı anlamak ve dünyayı değiştirmek açısından hayati önemdedir.

Bilim, toplumun sınıflara bölünmesiyle, başka deyişle uygarlık sürecinde ortaya çıktı.

Bilimsel Sosyalizm ise, sanayi toplumunda, işçi pratiğinde boy verdi.

Bilimsel Sosyalizmin sınıfları ortadan kaldıracak toplumsal pratikle kurduğu bağ, aynı zamanda gerçeklikle kurduğu bağdır.

Bu özelliği, Bilimsel Sosyalizme, bilimin en ileri teorisi olma niteliğini kazandırdı. Böylece Bilimsel Sosyalizm, çağımızda özellikle toplum biliminde ufuk açan bir konuma yerleşti. Toplumun emekçi çoğunluğuyla ve insanlığın ezilen çoğunluğuyla kurduğu bağ, Bilimsel Sosyalizme gerçeklere ulaşma konusunda bir itici güç ve üstünlük sağlamıştır. Ancak bu öncü konum, Bilimsel Sosyalizme bilimin doruğunda bir saltanat güvencesi sağlandığı anlamına gelmiyor. Bilimsel Sosyalizmin bilimin tepesinde tanrısal iradeden kaynaklanan bir diktası yoktur. Bilimsel Sosyalizm, bilimle arasındaki bağı güçlendirdiği ölçüde gelişmiştir ve gelişecektir.

 

Tek kaynak: Paylaşılan hakikat

 

O halde Bilimsel Sosyalizm, ufuk açıcı işlevini, biricik kaynağı olan toplumsal pratiğe yönelerek ve kendisini pratikte sınayarak yerine getirir. Bilimin ve elbette Bilimsel Sosyalizmin denektaşı, teori değil, fakat pratiktir. Bu açıdan bilim çevrelerinin ve Bilimsel Sosyalistlerin ayrı ayrı hakikatleri yoktur. Hakikatin tek ölçüsü, doğanın ve toplumun pratiğidir.

Sonuç olarak Bilimsel Sosyalizm, bilimin dışında ve bilime rakip değildir. Bilimsel Sosyalizm, insanlık biliminin bir parçasıdır.

Bilimsel Sosyalizm, sınıfsız toplum amacı sayesinde bilimin doruğunda yer alır. Çünkü bilim, ancak sınıfsız toplumda bütün zincirlerinden kurtulur ve özgürleşerek hakikatle en yakın buluşma olanaklarına kavuşur.

Bilim dünyası, toplum pratikleri içinde üretilen Bilimsel Sosyalizmin birikimini pratikte sınarsa, Bilim ile Bilimsel Sosyalizm arasındaki yapay duvarlar yıkılır. Zaten Bilimsel Sosyalizm, çağdaş bilime yaptığı katkılarla dünyanın her ikliminde kendisini saydırmaktadır.

İşte Şi Jinping Yoldaş, Bilimsel Sosyalizm ile Bilim arasındaki ilişkiye dikkat çekerek, bütün insanlığa hepimizi ilgilendiren ortak bir hakikatin bulunduğunu hatırlatmıştır. Bu açıdan bilim, bizi ayıran değil bizim ortak çabalarımıza ışık tutan kılavuzdur. Türk Devriminin büyük önderi Mustafa Kemal Atatürk’ün belirttiği üzere, “Hayatta en hakiki yol gösterici bilimdir.”

Başkan Şi Jinping, bütün insanlık için bilimin kılavuzluğunu vurgulayarak, tıpkı Atatürk gibi, Orta Çağ yobazlığını ve hurafeleri bilimle kuşatan bir program önermektedir.

 

Devrimlerle özgürleşen bilim

 

Toplumsal pratik, bilimin en önemli kaynağıdır ve ispat aracıdır. Marx’ın belirttiği gibi, “Teorik çelişmelerin çözümü yalnızca pratik araçlarla, yalnızca insanın pratik enerjisi aracılığıyla mümkündür.”3

Bu nedenlerle dünya partilerinin her ortak pratiği, teorik çelişmelerin çözümünü de getirecek, bizleri ortak bilimsel gerçeklikle buluşturacaktır. Aslında bu buluşma, çeşitli ülkelerin devrimci pratikleri zemininde yaşanmıştır ve yaşanmaktadır.

Bilimsel Sosyalizmden önceki burjuva devrimci tarih öğretisinin de kabul ettiği üzere, devrim, çelişmeleri çözen, insanı ve üretici güçleri özgürleştiren toplumsal eylemdir. Sınıflara bölünmüş toplumların tecrübeleri yanında, Ezenler ile Ezilenler arasındaki kamplaşmanın belirleyici olduğu Emperyalist dönemin tecrübeleri de göstermiştir ki, çelişmeler devrimle çözülmüştür. Bilimsel Sosyalizm bu konuda pratikte sınanmış öngörüleriyle hakikate ulaşma yeteneğine sahip olduğunu kanıtlamıştır. Bu açıdan insanlığın ve bilimin özgürleşmesi birbirine sımsıkı bağlıdır. Devrimler, yalnız devrim yapan sınıfları değil, bilimi de hurafe ve bağnazlıklardan kurtarmıştır.

Sömürü ve zulme karşı gerçekleşen devrimler, bilimi sınıflı toplumdaki ayak bağlarından, önyargılardan, çarpıtmalardan ve perdelemelerden arındırır ve insanlığın bilimsel gerçeğe ilerlemesini sağlar. Bilimsel Sosyalizmin iki yüzyıla yaklaşan tarihi, bunu kanıtlamıştır.

 

Bilimsel Sosyalizmin  Bilimin içinde erimesi

 

Bilim ile Bilimsel Sosyalizm arasındaki farklar, sınıfsız topluma giden yolda adım adım ortadan kalkacaktır. Bilim, sınıfsız toplumda da varlığını sürdürecektir. Bilimsel Sosyalizm ise, sınıfsız toplumla birlikte bilimin içinde eriyecektir. Sınıfsal farkların son bulması, bilimdeki sınıfsal önyargıların da sonunu getirecektir.

İnsanlık, sınıfsız toplumda, bilimi her tür sınıfsal ve millî bağnazlıktan ve lekeden kurtarmış olacaktır. Böylece sınıfların ortadan kalkmasıyla birlikte Bilimsel Sosyalizmin varlık nedeni de ortadan kalkacaktır.

Bilimi, bilim emekçileri yapar. Ama tarih ispatlamıştır ki, bilimi özgürleştiren, her çağda sömürü ve zulme karşı toplumsal mücadeledir. Emekçi yığınları ve Ezilen Milletler, yalnız emeği değil, bilimi de baskı ve tahakkümden kurtarmışlardır.

Bütün bilimsel keşifler, evet bilim emekçilerinin özgün ve yoğun çabalarıyla gerçekleşmiştir. Ancak o keşiflerin ortamını sağlayan, en sonunda baldırı çıplakların eylemidir.

Bilim, toplumun sınıflara bölünmesi sayesinde sarayların himayesinde ortaya çıkmıştı. Ancak o sarayların yüksek duvarları bilimin de duvarlarıydı.

Bilim, geçmişte hükümdarların tahakkümünden kurtulma mücadelesiyle özgürleşti. Ve bilim, para ve mülk sahiplerinin denetimlerinden bütünüyle kurtulduğu gün, gerçekle arasındaki son duvarı da yıkmış olacaktır.

Bütün bu nedenlerle Şi Jinping Yoldaşın Bilim ile Bilimsel Sosyalizm arasındaki bağa yaptığı vurgular ve aynı zamanda hepimize yönelttiği Bilimi paylaşma çağrıları, insanlık için de bilim için de çok güçlü anlamlar taşımaktadır.

Hakikati arama tarihi göstermiştir ki, bilim, ancak namusla ve cesaretle yapılır. Gerçeklerin izini sürmek ve gerçekleri keşfetmek, devrimci bir çabadır. Şi Jinping Yoldaşın belirttiği gibi, “Daha yükseği ve daha uzağı hedeflemeli, sorumluluk alma cesareti göstermeli ve hem ülkemizi hem de bir bütün olarak dünyayı düşünerek hareket etmeliyiz.”. Evet, Mao’nun Çinkang dağlarına tırmanışı gibi, yükseklere tırmanmaya cesaret etme zamanıdır.

 

Güncel gerçeğe dayanmak

 

Dünün güneşi ile bugünü ısıtamayız. Başka deyişle dünün teorisiyle bugünü aydınlatamayız. Dünyanın bugünkü durumunu dünün teorik birikimi içinde bulamayız. Günün gerçeklerini saptamak, günümüzün çelişmelerini belirlemek, bugünün işidir. Şi Jinping Yoldaş, günümüz dünyasını geçmişten kalan teorilere kapanarak açıklamıyor, bugünün teorisini günümüz dünyasında yaşadığımız süreçlerin içinden çıkarıyor. Bu çabasıyla örnek bir tutum sergiliyor.

Şi Jinping, dünyadaki siyasal ve ekonomik süreçleri, yoksulluğu, güvenlik tehditlerini, savaş tehlikelerini bugünün gerçeklerini tahlil ederek belirliyor. Şu saptamaları önemlidir:

“Dengesiz ve yetersiz kalkınma hâlâ yaygın. Kuzey ve Güney kalkınmaları arasında müthiş bir eşitsizlik var. Yoksulluk ve açlık hâlâ yakıcı bir olgu. Yeni bir dijital uçurum oluşuyor ve çoğu ülkenin halkı hâlâ darboğaz içinde. Eğer geçerliliğini yitirmiş olan ‘birinin kazancı diğerinin kaybıdır’ veya ‘kazanan her şeyi alır’ mantığını takip ederseniz ve ayak oyunlarına veya komşuyu zarara sokma politikalarına sarılırsanız, yalnızca başkalarına açılan kapıları mühürleyip kendi yolunuzu tıkamış olursunuz. Sarsılan, kendi kalkınma temelinizdir ve topun ağzında olan da bütün insanlığın geleceğidir.”

Bu saptamalar, dünya ölçeğindeki sınıfsal çelişmelere işaret ediyor. Gerçekten de emperyalizm çağında, gelişmiş kapitalist ülkelerin hâkim sınıfları, uluslararası alanda el koydukları kaynaklar sayesinde kendi ülkeleri içindeki çelişmeyi yatıştırmış ve Lenin’in 20. yüzyılın başlarında saptadığı gibi, “burjuva milletler” oluşmuştur. Dünyanın büyük çoğunluğunu meydana getiren ülkeler ise, milletçe mazlum konumuna düşmüşlerdir. Dün Mazlumlar Dünyasında yer alan kimi ülkeler, devrimci atılımlar sayesinde Gelişen Ülkeler konumuna geçmişlerse de, bugün Kuzey-Güney çelişmesi, tarihte görülmemiş boyutlardadır. Dünyada yoksulluğun kalkması ve barışın güvenceye kavuşturulması, uluslararası düzlemdeki sınıfsal çelişmenin çözümüne bağlıdır. O nedenle günümüzün küresel çelişmelerini çözecek olan güç, Çin gibi gelişen ülkeler ile yoksul ülkelerin ortak mücadelesindedir. Emperyalist kamptaki bölünmeler ve özellikle hegemonyacı ABD’nin inişi ve tecrit olması nedeniyle çok geniş bir ittifak potansiyeli de doğmuştur.

Başkan Şi Jinping’in işaret ettiği “Silahlı güç ve çıkar çatışmalarının yol açabileceği yıkıcı bir krizi” önlemenin tek yolu, insanlığın hegemonyacılığa karşı en geniş eylem birliğini sağlamaktır. “Ortak geleceğe dayalı toplumun inşası”, güçle ve mücadeleyle başarıya ulaşacaktır. Bu mücadele, en başta hegemonyacılığa, yoksulluğu yaratan emperyalist ağalara, hegemonyacılığın aleti olan etnik bölücü teröre ve dinsel yobaz terörüne karşı olacaktır.

Birleştireceğimiz en geniş insanlık gücünü belirlemek yanında insanlığı tehdit eden güçleri belirlemek de şarttır. Bu bağlamda çatışma alanlarını korkmadan saptamak zorunludur. Şi Jinping Yoldaşın tahlil ettiği keskin çelişmelerin ve ağır tehditlerin olduğu bir dünyayı temennilerle değiştirme olasılığı bulunmuyor.

Kurumlaşması düşünülen Dünya Siyasal Partiler Platformu, bir programla amacını saptamak yanında, gerçekçi ve açık olarak mevzilenmesini belirlemeli, en geniş güçleri birleştiren, başarıyı hedefleyen bir strateji kurmalıdır. Eylem planı da bu çerçevede geliştirilmelidir.

 

Yolun güvenliği

 

Örneğin Bir Kuşak Bir Yol girişimi, insanlık açısından çok önemli bir çabadır. Ancak bu girişimin karşısında şimdiden her aracı kullanan güçler olduğunu da görmek durumundayız. Örneğin ABD’nin sözde “Doğu Türkistan” ve sözde “Kürdistan” girişimleri, Kuşağı ve Yol’u kesme amacına yöneliktir. Yolun olması için öncelikle güvenliğinin olması gerekir. İlk çağlardan beri uygarlık tarihi boyunca kanıtlandığı üzere, güvenliği olmayan yol, yol değildir.

Bu nedenle ortak güvenliği, bu tür somut tehditlerin üzerinden atlayarak kuramayız ve barışçı bir gelecek yaratamayız. İnsanlığın önünde yalnız paylaşılan gelişme ve paylaşılan aydınlıklar değil, paylaşılan tehditler de bulunmaktadır. Ve bu tehditleri yönelten güçlerin bu eylemlerinden nasihatle vazgeçmeyeceğini elbette biliyoruz.

 

3.ORTAK PROGRAM VE STRATEJİ

 

Program ve stratejinin genel esasları

 

Başkan Şi Jinping, bu bildirisiyle

– Millî demokratik devrimler ve sosyalizme açılma çağında mevzileniyor.

– İnsanlığı merkeze koyuyor. Hümanizm mirasını canlandırıyor.

– Bilimi ortak kılavuz kabul ediyor.

– Uluslararası ekonomik ilişkilerde üretimi ve yaratıcılığı geliştiren paylaşarak gelişmeyi öngörüyor.

– Açgözlü bencilliğe ve yabancılaşmaya karşı insancıl bir kültürel ortamın geliştirilmesini savunuyor.

– Uygarlıkların paylaşılmasını öngörüyor.

Bütün bu esaslar, insanlığın önüne bir program, strateji ve siyaset demeti koymaktadır.

Program, devletlerin bağımsızlığı, paylaşarak gelişme, bilimin kılavuzluğu ve ortak güvenlik ve uygarlıkları paylaşmak başlıkları altında özetlenebilir.

“Daha iyi bir dünyayı” hedefleyen Stratejinin temel ilkeleri ise şöyledir:

– İnsanlıkla hegemonyacılığı kuşatmak, başka deyişle insanlık kavramıyla küresel tahakkümü kuşatmak.

– Bilimin kılavuzluğuyla dinsel yobazlığı ve hurafeyi kuşatmak.

– Üretime yönelik paylaşarak gelişmeyle finans sermayesinin küresel sömürüsünü kuşatmak.

– Ortak güvenlikle savaş tehditlerini kuşatmak.

– Uygarlığın paylaşılmasıyla uygarlıklar kavgasını kuşatmak.

 

Hümanizm ile devlet  bağımsızlığının buluşması

 

Bugün insanlığı hedef alan çeşitli tehditlerden söz edilebilir. Ancak bunların en kapsamlısı, en örgütlüsü ve en zorbası kuşkusuz hegemonyacılıktır.

İnsanlık tarihinin hiçbir zamanında dünyanın tek efendisi olmadı. Fizikte de tek kutup mümkün değildir. Kutup varsa, en azından iki kutup olacaktır. Bu açıdan Tek Kutuplu Dünya iddiası, fiziğe ve insanlığa karşı imkânsızı deneyen çok şiddetli bir girişimdir.

Bu girişime karşı, ideolojik düzlemde hümanizmde birleşerek en kapsamlı mücadele yürütülebilir.

Hegemonyacılık, kuvvet düzleminde öncelikle devletlerle ve devletlerin oluşturduğu çeşitli birliklerle kesin yenilgiye uğratılabilir. Bize göre, ÇKP ile Dünya Siyasal Partileri

Yüksek Düzey Diyalog Toplantısı, insanlık davası ile devletlerin direncini buluşturmuştur. İktidarda olsun veya olmasın, bütün siyasal partiler, devletleri yönetmektedirler ya da devlet yönetimi üzerinde etkilidirler ve yarın devlet yönetmeye adaydırlar.

Millî devletlerin insanlık barikatı

 

Günümüzde hegemonyacılık, yalnız Gelişen ve Ezilen Ülkeler üzerinde değil, emperyalist sistemin gelişmiş kapitalist ülkeleri üzerinde de tahakküm kurma peşinde koşan süper devletin dünyanın efendisi olma faaliyetidir.

Tek Kutuplu Dünya iddiasına, 1990 sonrasında tanık olduk. Sovyetler Birliği’nin dağıldığı koşullarda, rakipsiz kaldığını düşünen Süper Devlet, dünyanın efendisi olma amacıyla küresel bir saldırı başlattı. 1990’larda ABD’nin başını çektiği küreselleşmenin en kritik sloganı, “devleti küçültmek” idi. Hedef, millî devlet kurumlaşmasının kendisiydi. Çünkü millî devlet, merkezî örgütlenmesiyle, sınırlarıyla, gümrükleriyle, merkez bankalarıyla, paranın giriş çıkışı üzerindeki kontrolüyle, kamu iktisadî kuruluşlarıyla, tarıma destek uygulamalarıyla, toplumsal yardım siyasetleriyle vb. emperyalist sömürünün önündeki en güçlü engeldir. Bu nedenle Lenin, 1916 yılında yazdığı Marksizmin Bir Karikatürü ve Emperyalist Ekonomizm adlı kitabında, emperyalizmin azamî eğiliminin devletsizleştirmek olduğunu vurgular. 4

Devletsizleştirmek, başka deyişle sömürgeleştirmektir. 20. yüzyılın başında Ezilen Dünyada sömürge olmayan, yalnız Türkiye, İran ve Çin vardı. Onlar da sömürgeleşme tehdidi altındaydılar.

Bugün dünyamıza bakıyoruz 200’e yakın devlet var. Sömürgeciliğe karşı mücadele, insanlığa devlet mevzisini kazandırdı ve bugün insanlık öncelikle işte o devlet mevzisinde mücadele etmektedir. Bu nedenle Mao Zedung, 1974 yılında “Devletler bağımsızlık, milletler kurtuluş, halklar devrim istiyor” diye özetlediği dünya tahlilinde, devletlerin mücadelesini birinci sıraya yerleştirmişti. Bu sıralama, 19. yüzyılın sınıf mücadelesini öne çıkaran sıralamasından ve 20. yüzyılın Ezilen Milletlerin mücadelesini öne çıkaran sıralamasından farklıdır ve günümüz gerçeğine uygundur. İşte dünyaya bakıyoruz, hegemonyacılığa karşı mücadele eden en etkili güç, en belirleyici güç, devletlerdir. Örneğin Batı Asya’da ABD’nin bölücülüğüne ve müdahalelerine karşı mücadelenin esas gücü, Suriye, Türkiye, Irak, İran ve Rusya gibi devletlerdir. Şanghay İşbirliği Örgütü, BRICS, Afrika Birliği, Latin Amerika Birliği gibi devlet toplulukları hegemonyacılığı dizginleyen küresel güçleri oluşturuyorlar.

Millî devlet, dünyanın her yerinde emperyalist sömürü karşısındaki en önemli barikattır, aynı zamanda milletlerin eylem birliğini sağlayan en gelişmiş örgütlenmedir. Sayın Şi Jinping’in anahtar kavramı bağlamında insanlık barikatı da diyebiliriz.

Bugün dünyamıza bir göz atarsak, ABD’nin Dünya Efendiliği girişimine öncelikle devletlerin direndiğini görüyoruz. Bu direnişler, yeni bir dünyanın kuruluşunun habercileridir.

 

Paylaşarak gelişme

 

Kapitalizm, artı değer sömürüsüne dayanır.

Emperyalist devletler, silahlı güçle yürüttükleri sermaye ihracıyla küresel bir sömürü sistemi kurmuşlardır. Aralarında savaşlara kadar yol açan bir rekabet vardır.

Emperyalist-kapitalist sistem, kendi gelişme seyri içinde kapitalizmin akılcılığından kopmuş, mafyalaşmıştır. Kaynaklar artık rekabetin getirdiği verimliliğe göre değil, tekelleşmeye, tahakküme, borsa oyunlarına, ekonomi dışı etkenlere göre dağılmaktadır. Bu durum, Lenin’in “Çürüyen ve geberen kapitalizm” dediği sistemin en yozlaşmış hâlidir. İlk Çağda ve Orta Çağda bile eşine rastlanmayan bir tür haraç sistemi kurulmuştur. Buna Dolar İmparatorluğu ya da Kumarhane Kapitalizmi de denmektedir.

“Bilgi çağında” değiliz, “bilgi” dedikleri hayattan kopmakta ve sanallaşmaktadır.

Üretim dahi sanallaşmaktadır. Sermaye verimliliğe göre değil, sanal yönlendirmelere göre dağılmaktadır. Reklam yoluyla sanal ihtiyaçlar ve sanal piyasalar yaratılmaktadır.

Kapitalizm, büyük ölçüde suç ekonomisine dönüşmüştür.

Emperyalist sistemde sanayici ve tüccar sistemin merkezlerinden kenarlara sürülmekte, emekçilerin bulunduğu konumlara itilmektedir. Sistemin merkezlerine, kirli para baronları, sıcak para komisyoncuları, büyük faizciler, yeraltı ekonomisinin patronları, savaş ağaları, özetle mafya yerleşmektedir.

Ekonomiyle birlikte siyaset de mafyalaşıyor. Demokratik denen kurumlar, parlamentolar ve siyasal parti yönetimleri, mafyaların denetiminde kuklalaşıyor ve tarihsel içeriğini kaybediyor. Emperyalizmin merkezlerinde savaş ağalarının oluşturduğu Gladyo-Mafya-Tarikat rejimleri kurulmuştur. Çevreye de bu rejim dayatılıyor.

Birey özgürleşmiyor, insanlar sistemin güttüğü sürülere dönüştürülüyor.

Bu durumda, kapitalizmin rekabet koşullarında verimliliği yükseltme mantığı çökmüştür.

Sistem, insan ihtiyaçlarını karşılamaya hizmet eden üretimden hızla koparak, varlığını gittikçe daha büyük oranda para ve borsa oyunlarına, insan hayatına kasteden uyuşturucu ve silah ticaretine, etnik ve mezhepsel savaşlara dayandırmaktadır.

Tarihin en yıkıcı sistemi kurulmuştur.

Şi Jinping Yoldaşın da önemle üzerinde durduğu gibi, doğa ile insan arasındaki dengeler bozulmaktadır. Var olan emperyalist-kapitalist sistem, insan için de doğa için de bir yıkım sistemidir. Kapitalizm, dünyanın damını bile deliyor.

  1. yüzyıla bakıyoruz, insanlık özel mülkiyet ve bireysel kâr sistemi içinde çözemeyeceği sorunlarla karşı karşıyadır. İnsanlık ancak kamusal mülkiyetle, zaman zaman devletlerin sınırlarını aşan büyük projelerle çözebileceği sorunlarla yüz yüzedir.

Bu koşullarda insanlık, mafyalaşan emperyalist-kapitalist sisteme karşı bir seçenek geliştirmek durumundadır. Çin Halk Cumhuriyeti gibi insanlığın geleceğini temsil eden ülkelerin öncü pratiği, bütün insanlığın geleceği açısından tarihsel önemdedir ve umut kaynağıdır.

Dünya Siyasal Partiler Platformu olarak, Çin’in tecrübelerinden de yararlanarak, her ülkenin kendi karakterine ve koşullarına göre, her toplumun kendi yeteneklerini dikkate alan, insan odaklı seçeneğimizi geliştirmemiz, tarihsel bir görev olarak önümüzde durmaktadır.

Şimdi biz dünyanın geleceğini belirlemek isteyen büyük insanlık gücü olarak, mafyalaşan emperyalizmden farklı bir programa sahibiz. Bu programın özeti, demokratik devrimlerin tek tek ülkelere getirdiği özgürlükçü, eşitlikçi, halkçı programın uluslararası ortama taşınmasıdır. Tek tek ülkeler zemininde, ancak küresel çapta bütün insanlığı kucaklayacak bir demokratik devrim, insanlığın önündedir. Hem tek tek ülkeler açısından, hem de dünya ölçeğinde Üretimi ve Paylaşmayı esas alan insancıl bir sistem oluşturmak durumundayız. Bu sistemin önündeki engel, mafyalaşmış olan emperyalizmdir ve onun hegemonyacı siyasal kurumlaşmasıdır.

Öyle gözüküyor ki, insanlığın önündeki Yeni Dünya sistemi,

– Özel mülkiyeti bütünüyle dışlamayacak, ancak özel mülkiyetin sınırları içinde kalmayacaktır.

– Piyasayı dışlamayacak, ancak piyasanın yıkıcı etkilerini bertaraf edecektir.

– Girişimcinin katkılarını reddetmeyecek, ancak esas olarak kamunun ve toplumun inisiyatifini geliştirecektir.

– Halkçı, kamucu, paylaşmacı, plancı bir sistem olacaktır.

Bu sistemin kurulması ve işlemesi, merkezde ve yerel düzlemde halk iktidarıyla mümkündür. Burada da millî devletin halkçılığına ihtiyaç vardır.

Uluslararası düzlemdeki görevler de insanlığın önünde durmaktadır:

– Millî paralarla değişim, tahakkümden kurtulmuş bir bankacılık, Dolar İmparatorluğuna son vermek.

– Üretimi geliştirmeyi ve karşılıklı kazancı esas alan paylaşarak gelişme.

– Millî devletlerin eylemleri yanında, bölgesel ve küresel işbirliği ve örgütlenmeler yoluyla barışın güvence altına alınması, bölücü ve dinci terörün temizlenmesi.

– Doğa ile insan arasındaki uyumun dünya ölçeğinde kamusal projelerle sağlanması.

– İnsanı yıkıma uğratan açgözlü bencilliğe ve yabancılaşmaya karşı aydınlanmacı, paylaşmacı ve insancıl bir kültürel ortam kurulması.

 

Güvenliğin paylaşılması

 

Barış içinde kalkınmak, özgür, gönençli (müreffeh) ve demokratik bir toplum kurmak isteyen bütün ülkeler ve milletler, barışçı bir gelişme iklimi istiyorlar. İnsanlığın gelişmesini güvenceye almak için, barışçı bir uluslararası ortamın sağlanması şarttır. Güvenlik, bugün dünya ölçeğinde paylaşılan bir ihtiyaçtır.

Barış ve güvenliğin karşısındaki güçler, cesaretle saptanmalıdır. Hegemonyacı iddialar, bütün insanlık için tehdittir.

Hegemonyacılıkla bağlantılı olarak etnik bölücülük, dinci ve mezhepçi yobazlık zemininde faaliyet yürüten terör örgütlenmeleri, iç barışı ve bölgesel barışı tehdit eden unsurlardır. Bu terör örgütlerinin çoğunlukla ABD tarafından dünya efendiliği tasarımı kapsamında örgütlendiği meydandadır. Bu gerçek göz ardı edilirse, güvenlik sağlanamaz, hatta dünya barışının korunması da zorlaşır. Bu nedenlerle bugün dünyada terörizme karşı mücadele, hayaletlere karşı mücadele değil, hegemonyacılığa karış mücadeledir.

 

Yeni türde küreselleşme

 

Şi Jinping Yoldaş, bu program ve stratejiyi yeni bir tür küreselleşme olarak sunmaktadır. “Yeni tür küreselleşme” kavramı bize ait. Şi Jinping, küreselleşme kavramına, ABD’nin 1990 sonrasında hedeflediği Yeni Dünya Düzeninin zeminini oluşturan küreselleşmeden farklı bir içerik yüklüyor. ABD, küreselleşme adı altında millî devletlerin tasfiyesini öngörüyordu. Millî devletlerin ekonomik temelini oluşturan iç pazar, merkez bankası, paranın giriş çıkışının kontrolü, gümrükler, kamu ekonomisi, tarıma destek akçaları, sosyal yardımlar, özetle millî olan her kurum dağıtılmalı ve devlet küçültülmeliydi. Bu küreselleşme, hegemonyacının küreselleşme planıdır.

Şi Jinping yoldaş ise, karşılıklı bağımlılıktan söz etmekle birlikte, millî devletleri ve millî ekonomileri tasfiye eden bir küreselleşmeyi değil, hegemonyacının dayattığı eşitsiz ve tahakküme dayalı ilişkilere karşı paylaşarak gelişmenin, paylaşarak yönetmenin, paylaşılan güvenliğin esas olduğu bir dünya düzenini savunmaktadır. Esasen dünya siyasal partilerinin emperyalist kapitalizmin öngördüğü küreselleşme zemininde birleştirilmesi olanağı bulunmuyor.

 

4.ÇAĞIMIZDA MEVZİLENME

 

Millî Demokratik Devrimler ve Sosyalizme Açılma Çağı

 

Sayın Şi Jinping’in yaptığı dünya tahlili, bize göre içinde bulunduğumuz çağa oturuyor. ÇKP ile Dünya Partileri Yüksek Düzey Diyalog Toplantısı, yaşadığımız dönemin gerçekleri değerlendirilerek düzenlenmiştir. Bu toplantı, bir zamanların Komünist Enternasyonali gibi dünyanın komünist partilerini buluşturmadı.

1917 Ekim Devriminden sonra “Proleter Devrimleri Çağı”na girildiği gibi bir değerlendirme yapılmıştı. Oysa Doğunun en batısından başlayan devrim, Batıya doğru değil, Doğuya doğru yayıldı. Hobson ve Hilferding’in Emperyalizm teorisiyle açıkladıkları üzere, artık 18 ve 19. yüzyılın kapitalizm dünyasında yaşanılmıyordu. 20. ve 21. yüzyıllar, Lenin’in Emperyalizm Döneminde Devrim Teorisini doğruladı. Dünya, Ezen ve Ezilen Milletler olmak üzere iki kampa ayrılmıştı. Artık devrimin odağı, gelişmiş kapitalist ülkeler değil, emperyalizmin zayıf halkasını oluşturan Ezilen Dünya ülkeleri idi. Devrim, Batıdan Doğuya kaydı. Latin Amerika’nın bağımsızlık savaşları da, aslında Doğu Devrimlerinin habercisi ve parçasıydı.

  1. yüzyılın başında 1905 Rus, 1908 Genç Türk, 1907-9 İran, 1910 Meksika, 1911 Çin Sun Yatsen devrimleri oldu.

Arkasından yine aynı ülkelerde ikinci dalga geldi. 1914-1922 Türk İstiklal Savaşı ve Kemalist Devrim, 1917 Rus Ekim Devrimi, 1921-1949 Mao Zedung önderliğindeki Çin Millî Demokratik Devrimi, Hindistan’ın sömürgeciliğe karşı mücadelesi birbirini izledi. Bu süreçte ilk değerlendirme düzeltilerek, “Proleter Devrimleri ve Millî Kurtuluş Savaşları Çağındayız” denildi. Tarihsel gelişmeler, bu düzeltmenin de yetersiz olduğunu kanıtladı. Çünkü sömürgeciliğe karşı kurtuluş savaşlarıyla ve devrimlerle kurulan devletler, bu tanımın içinde yoktu.

İkinci Dünya Savaşı öncesi ve sonrasında, Arap Dünyasının ayağa kalkışı,  Doğu Avrupa, Kore, Vietnam, Kamboçya ve Laos devrimleri, Latin Amerika’da Küba Devriminin başını çektiği devrimler ve Afrika’da sömürgeciliğe karşı kurtuluş mücadeleleriyle çok sayıda devlet kuruldu. Bu arada Rusya’da ve Doğu Avrupa ülkelerinde sürece ters düşen kapitalizme geri dönüş tecrübeleri yaşandı. Buna karşılık Çin Halk Cumhuriyeti’nin sosyalizmi kurma sürecinde “mucize” olarak adlandırılan başarıları var.

Son yüzyılın bütün bu devrim ve karşı devrim bilançosuna baktığımız zaman, Ezilen Dünyanın içinden Gelişen Dünya çıktı. Dünün yoksulları, bugün ekonomik gelişmenin önderliğini ele geçirdiler. Dünün ezilenleri, bugün başlarını dik tutuyorlar. Bütün bunlar, devrimler sayesinde oldu.

Yüzyıllık tecrübeyi değerlendirirsek, insanlığın Millî Demokratik Devrimler ve Sosyalizme Açılma Çağı’nda olduğunu saptayabiliriz. O nedenle:

  1. Yüzyılın “Bütün Ülkelerin İşçileri Birleşin” sloganı, bugünün devrimci gerçeğini temsil etmiyor.
  2. yüzyılın “Bütün Ülkelerin İşçileri, Ezilen Milletler ve Halklar Birleşin” sloganı da bugün hegemonyacılığa karşı koyan güçlerin tamamını kucaklamıyor.
  3. Yüzyılın sloganı, hegemonyacılığa karşı mücadele eden devletleri, milletleri ve emekçi sınıfları kucaklamalıdır.

Bize göre, Sayın Şi Jinping Dünya partilerini Beijing’te işte bu güncel zeminde buluşturmuştur. Bu zemin geliştirilmelidir.

 

Uygarlıklar çatışması değil uygarlıklar paylaşması

 

  1. ve 21. yüzyılın Millî Demokratik Devrimleri, insanlık açısından, gelişmiş kapitalist ülkelerin demokratik devrimlerinin devamıdır.

Gelişmiş kapitalist ülkeler, 1640 İngiliz, 1776 Amerikan, 1789 Fransız devrimleri, 1861-65 ABD İç Savaşı, 1871 Almanya’nın ve İtalya’nın birleşmesi örneklerinde görüldüğü gibi, demokratik devrimlerini 17-19. yüzyıllarda başardılar. Demokratik devrimlerin Fransız Devrimi gibi aşağıdan yukarı örnekleri yanında, Prusya gibi yukardan aşağı örnekleri de oldu. Marks, 1870 yılında Prusya lideri Bismarck’ın Almanya’yı birleştiren hareketini destekliyordu. Marks’ın Engels ile birlikte Şubat 1848’de Komünist Partisi Manifestosu’nu yayınladıktan sonra, devrimin en ateşli döneminde 1848-1849 yıllarında çıkardığı Neue Rheinische Zeitung’un başlığının altında “Demokrasinin Yayın Organı” yazıyordu. Çünkü yalnız Almanya değil, aslında bütün olarak gelişmiş kapitalizmin Avrupası dahi hâlâ demokratik devrim çağındaydı.

Gelişmiş Kapitalist ülkelerin demokratik devrimleri ile Ezilen Dünyanın Millî Demokratik Devrimleri, aynı tarihsel programı, iki farklı süreçte hayata geçirdiler. Programları, en sonunda Fransız Devriminin Hürriyet, Eşitlik ve Kardeşlik ilkelerinde özetlenmiştir. Ezilen Dünya ülkeleri, bu programı başarmak için yalnız feodalizmi yıkmakla kalmadılar, aynı zamanda emperyalist karakter kazanan gelişmiş kapitalist ülkelere karşı savaştılar.

Böylece günümüz dünyasının toplumları, insanlığın iki büyük devrim atılımının toplamında buluşmuştur. Ortak uygarlık, demokratik devrimlerin uygarlığıdır. Bu uygarlığın kurulmasına, tek tek ülkelerde, Cromwell, Washington, Robespierre, Abraham Lincoln, Bismarck, Garibaldi, Bolivar, Lenin, Sun Yatsen, Atatürk, Mao, Gandi, Kim İl Sung, Ho Şi Minh, Fidel Castro, Nasır, Lumumba, Nkrumah, Chavez gibi devrimciler önderlik ettiler.

Yine bu Demokratik Devrimlerin uygarlığı, ideolojik planda Jean Jacques Rousseau’dan Marks’a kadar uzanan büyük devrimci düşünürler yetiştirdi.

Demokratik devrimlerle kurulan günümüzün Batı ve Doğu uygarlıklarını karşı karşıya getirmek, tarihsel gerçeklere uymuyor. Bu bağlamda ABD’nin emperyalist ideoloğu Huntington’un Uygarlıklar Çatışması tezi, gerçeğe dayanmıyor ve hegemonya amaçlıdır. Sayın Şi Jinping’in bu iddiaya karşı Uygarlıklar Paylaşması kavramını öne sürmesi, son beş yüzyılın devrimler tarihine uygundur ve bugün açısından çok anlamlıdır.

Huntington’un Uygarlıklar Çatışması tezi, savaş kışkırtıcısı idi. Sayın Şi Jinping’in Uygarlıklar Paylaşması kavramı ise, insancıldır ve barışçıldır.

 

5.YENİ DÜNYA YENİ UYGARLIK

 

Yeni dönem: Avrasya’nın üstünlüğü ele geçirmesi

Bugün Millî Demokratik Devrimler ve Sosyalizme Açılma Çağında, yeni bir döneme girmekteyiz. Bu anlamda yeni bir dünya kuruluyor. Yeni Dünyanın kurucuları arasında şu sıra üç odak öne çıkıyor:

Askerî alanda Türkiye, Rusya, İran, Suriye ve Irak’ın temsil ettiği Silahlı Batı Asya.

Ekonomide, dünya üretiminin dinamosu olan Çin ve Hindistan’ın temsil ettiği Üreten Doğu ve Güney Asya.

Siyasette, ABD baskısına kafa tutan eğilimler geliştiren Almanya ve Fransa’nın temsil ettiği bağımsızlıkçı Batı Avrupa.

Üçünü topladığımız zaman, Avrasya’nın yükselişini görüyoruz.

Avrasya’nın Atlantik’e karşı üstünlüğü ele geçirmesi, Millî Demokratik Devrimler ve Sosyalizme Açılma Çağının yeni bir dönemidir ve aynı zamanda yeni bir uygarlığın da habercisidir. Artık inisiyatif, hegemonyacılığı ve gericiliği temsil eden Atlantik Sisteminde ve onun başındaki Süper Devlette değildir. Artık inisiyatif, esas gücünü Avrasya’nın oluşturduğu Gelişen Dünyanın eline geçmiştir. Avrasya, Asya ve Avrupa’nın toplamıdır. Afrika, Latin Amerika ve Avustralya kıtaları, Avrasya’nın kanatlarını oluşturmaktadır.

 

Patron Değişikliği değil Yeni Uygarlık

 

Avrasya’nın ağırlığını oluşturduğu Gelişen Dünyanın üstünlüğü ele geçirmesi, dünya dengelerinde sıradan bir değişim değildir. Millî Demokratik Devrimleri dünya ölçeğinde kesin zafere ulaştıracak ve böylece yeni bir dünya sisteminin kapısını açacak bir sürece girmiş bulunuyoruz.

Atlantik döneminin sonuna geldiğimiz gerçeğini artık herkes kabul etmektedir. Tartışma konusu olan şudur: Avrasya’nın yükselişi, emperyalist-kapitalist kamp içinde patron değişikliği midir, yoksa yeni bir uygarlık mı doğuyor?

Kapitalizmin çeşitli ülkelerde eşit gelişmediği biliniyor. Geride olanın ileride olanı geçtiği örnekler bir tarih gerçeğidir. Kapitalist dünya, Portekiz ve İspanya’nın deniz sömürgeciliğini, Hollanda’nın, İngiltere’nin ve en son ABD’nin patronluğunu yaşadı.

Arkada olana bakarak önümüzde olanın aynen tekrarlanacağı görüşü, tutucu bir saplantıdır. Bugün Çin’in yükselişini kapitalizmin çerçevesi içine sığdırmaya çalışanların olduğu biliniyor. Bu nedenle aynı patron değişikliği olayının yaşanacağını iddia edenler var. Acaba yaşadığımız olay onların beklentilerini doğruluyor mu?

Dünya ekonomisinin büyümesine 2016 yılında yüzde 39 katkıda bulunan Çin ve yüzde 19 katkıda bulunan Hindistan, yeni birer ABD olabilirler mi? Çin ve Hindistan, kapitalizm yolunda mı ilerleyecek, yoksa yeni uygarlığın öncü güçleri içinde mi yer alacak?

 

Çin ve Hindistan  “yeni birer ABD” olamaz

 

Hemen belirtelim: Çin ve Hindistan, “yeni birer ABD” olamaz. 1,5 milyar ve 1,4 milyar nüfuslu “iki yeni ABD”yi dünya kaldırmaz. Çin ve Hindistan milletleri de sırtlarında taşımazlar “iki yeni ABD”yi! Çünkü insanlık, artık kapitalizmin, özel mülkiyetin, özel çıkarcılığın ve bencilliğin sınırları içinde çözemeyeceği sorunlarla karşı karşıyadır. Hele Çin ve Hindistan’ın gelişmelerini kapitalizm çerçevesi içinde sürdürme olanakları bulunmuyor.

Kapitalizm, yalnız doğayı değil, insanın kendisini yıkıma uğratmaktadır. Mafyalaşan emperyalist kapitalizm, doğa ve insanla çelişmesini aşabilecek olanak ve yeteneğe sahip değildir. Sistemin sonuna yaklaşıyoruz. Bu koşullarda emperyalist kapitalist sistem, öncelikle yeni yükselen ekonomilere kapalıdır. Gelişen her toplum, ancak kapitalizmin sınırlarını zorlayarak ve aşarak kendisine hayat alanı bulabilir. O nedenle Çin ve Hindistan gibi gelişen ülkeler, kapitalizmi aşmada insanlığa örnek olacak konumdadırlar. Bu iki ülke, kapitalizmin içinde çürümeye teslim olmayacak ülkelerin başında geliyorlar.

Asya’nın yükselen iki ekonomisinin toplumsal yapıları ve dünya ile kurdukları ilişkiler, yeni bir ABD’ye değil, “Paylaşarak Gelişme” rotasına işaret ediyor. Çin ve Hindistan, savaş yolunda değil, İpek Yolu’nda ilerlemek durumunda olan ülkelerdir.

Sayın Şi Jinping’in dünya kamuoyunda “Mao’dan sonraki en kudretli önder” olarak tanınması, “Paylaşarak Gelişme” rotasının gücüne işaret ediyor.

Çin Komünist Partisi, 29 Ekim 2016 tarihinde kabul ettiği Merkez Komitesi kararları ve özellikle son 19. Millî Kongre çizgisiyle, içeride sınıfsal ayrılıkları derinleştirecek siyasetlere karşı kararlı bir mücadele içine girmiştir.

Hindistan da halkçı bir geleneğe sahiptir ve Çin’in güneyinde yeni bir emperyalist ülke olmaz.

 

Yeni Çin Seddi

 

Çin kapitalizm yoluna girerse, hegemonyacı olur. Oysa Çin, kendine özgü sosyalizmi kurmada ısrar ederek, hegemonyacılık eğilimine yol vermiyor. Bu açıdan Çin’de sosyalizmin üstün gelmesi, yalnız bir Çin başarısı değil, insanlık başarısıdır.

Çin Komünist Partisi, hegemonyacılığa izin vermeyen çizgideki kararlılığını elli yılı aşan bir süredir dile getiriyor. Unutulmayan açıklamayı Deng Siaoping, 1974 yılında Birleşmiş Milletler Genel Kurulu kürsüsünden Mao Zedung’a göndermede bulunarak yapmıştı: “Eğer Çin ileride hegemonya peşinde koşacak olursa, bütün dünya ülkeleri ve halkları birleşmeli ve Çin’in hegemonyacılığını yıkmalıdırlar. Biz de öyle bir durumda dünya devletleri ve halklarıyla birlikte olacağız.”

ÇKP Genel Sekreteri Şi Jinping, ÇKP ile Dünya Partileri Üst Düzey Diyalog Toplantısı’nda, aynı tavrı dile getirdi ve insanlığa çok etkili bir mesaj verdi: “Çin, gelişimi hangi düzeye ulaşırsa ulaşsın, hegemonya peşinde koşmayacak veya yayılmacılığa kalkışmayacaktır.”

Buradaki “gelişme düzeyi” vurgusu çok önemlidir. Gelişen Çin, kapitalizm yolunda değil, sosyalizm yolunda ilerlediği için, hegemonyacılığa yönelmeyecektir. Çünkü kendi içinde yeni bir sömürücü sınıf oluşmasına olanak tanımayacaktır. Bu konuda Şi Jinping Yoldaşın, Çin Komünist Partisi’nin önüne, “Sovyetler Birliği Komünist Partisi niçin yozlaştı ve Sovyetler Birliği nasıl oldu da kapitalizme geri döndü” sorusunu koyması, Çin’de sosyalizmin başarıyla inşası açısından hayatî önemdedir. Çünkü Sovyetler Birliği’ni kapitalizme geri götüren kapitalist yolcular sınıfı, devlet ve parti yönetimi içinde oluşmuştu. Çin Komünist Partisi, asıl tehlikenin yozlaşmanın artıklarıyla beslenen “sineklerden” değil, yozlaşmanın başını çeken “kaplanlardan” geldiğini saptayarak, sosyalizmi kurma tecrübelerinden en büyük dersi çıkarmıştır.

ÇKP’nin ateşli sınavlardan geçmiş ideolojik sağlamlığı, zengin emekçi pratikleri içinde oluşmuş devrimci birikimi, halka hizmet ruhuyla dolu kadroları ve en önemlisi Çin halkıyla kurduğu canlı bağlar, Çin’de kapitalizm yolunun karşısındaki Yeni Çin Seddini oluşturuyor. Yeni Çin Seddi, hegemonyacılığa karşı yalnız Çin’i değil, bütün dünyayı koruyor.

Çin’in sosyalizmi inşa kararlılığına bakarak güvenle söyleyebiliriz ki, Çin mucize olarak adlandırılan yükselişiyle, emperyalist kapitalist sistemin başına geçmek gibi bir sürece yönelmiş değildir. Tam tersine ÇKP yönetimindeki Çin, dünyanın yeni bir paylaşmacı uygarlığa yönelmesinde eşsiz bir işlev üstlenmiş bulunmaktadır. Çin’in başarıları, sınıfsız dünya özlemlerini geleceğe taşıyan siyasal partilere ve barış isteyen halklara umut veriyor.

 

Üretenlerin ve paylaşanların uygarlığı

 

Atlantik Sistemi çökmektedir ve Asya’dan yeni bir uygarlık yükseliyor.

Çöken Atlantik uygarlığı, birkaç büyük devletin silahlı üstünlüğüne dayanıyordu. Artık mafyalaşan emperyalist-kapitalist sistem, el koyma, yağma ve sömürüyle kurulmuştu.

Yeni uygarlık, Paylaşarak Gelişme yolunda yükselecektir. Yeni Uygarlık, ancak ülkelerin bağımsızlığı, barışın korunması, üretim ekonomisi, halkçılık, kamu ağırlığı, laiklik ve devrimcilikle kurulabilir.

Yeni uygarlık, bireyciliğe karşı toplumcu felsefeye sahiptir.

Yeni uygarlık, özel çıkarcılığa karşı kamu çıkarını getirmektedir.

Yeni uygarlık, dünya tefeciliğinin faizci sistemine isyan eden, emekle yaratılan üretim uygarlığıdır.

Yeni uygarlık, kamu önderliği ile özel girişimi, milletin çıkarı temelinde birleştiren karma ekonomiyle inşa edilmektedir.

Yeni uygarlık, dinci ve mezhepçi yobazlığa, etnik bölücülüğe ve emperyalizmin aleti olan terörizme karşıdır. Bu açıdan dünyevidir, laiktir ve hem yurtta hem de cihanda barışçıdır.

Yeni uygarlık, kapitalizmin son aşaması olan emperyalizme ve hegemonyacılığa karşı devletlerin bağımsızlığı, eşitliği, karşılıklı çıkarı temelinde barışçı bir dünya iklimi yaratmaktadır.

 

Yeni Uygarlığı besleyen devrim mirası

 

Aslında bugün çağdaş dünya, demokratik devrimlerle kuruluşunun son atılım dönemine girmektedir. Atlantik güçleri ile Avrasya arasındaki dengelerin değişmesi, buna elvermektedir. Yeni uygarlığın esas gücü, dünün yoksulları ve mazlumlarıdır. Yeni uygarlık, emperyalizm tarafından değil, emperyalizme isyan edenlerce kurulmaktadır. Artık demokrasi ve barış, Millî Demokratik Devrimlerin getirdiği demokrasi ve barıştır.

  1. yüzyılın başlarında, Lenin’in “İlerici Asya Gerici Avrupa” sloganıyla ifade ettiği Doğu Devrimleri, dünyanın gelişmesini belirlemiştir. Türkiye’de Kemalist Devrimin Altı Ok ilkesi, Sun Yatsen’in Üç Halk İlkesi ve Mao’nun Yeni Demokratik Devrim ve sosyalizmin kuruluşunda devrimi sürdürme teorileri, Hindistan’da Gandi’nin Bağımsızlık ve Halkçılık ilkeleri, Kore’de Kim İl Sung’un ve Vietnam’da Ho Şi Minh’in önderliğindeki kurtuluş savaşları ve devrimlerin kazandırdığı tecrübeler, Arap Dünyasında Nasır ve Bin Bella’nın millî ve demokratik rotaları, Afrika’da Nkrumah ve Mandela gibi unutulmaz liderlerin temsil ettiği gelenek, Latin Amerika’da Bolivar’dan Fidel Castro’ya ve Chavez’e kadar uzanan mücadelelerin bıraktığı miras, çağımızın tarihsel birikimini özetliyor.

Bu devrimci miras yanında, Asya’nın eski imparatorluklar birikimi de, millî demokratik devrimlerin inşasında çok önemli kuvvet kaynağıdır. Bu açıdan Başkan Şi Jinping’in, “Çin’i beş bin yıl ayakta tutan kültürel genlere” dikkat çekmesi, çok öğreticidir. Türkiye’nin, Rusya’nın, İran’ın ve Çin’in imparatorluklar mirası, geleceğin halkçı uygarlığını yaratmak için, başı dik yaşama, örgütlenme ve farklı etnik kökenden gelen halkları bir arada yaşatma mirasıdır.

 

6. ORTAK ÇALIŞMA TARZI

 

Bölücü değil birleştirici

 

Şi Jinping Yoldaşın bildirisi, son derece berrak, köşeli ve kararlı bir tavrı yansıtıyor. Ancak bu kararlılık, dostları kucaklayan ve hedefi tecrit eden bir ustalıkla ifade edilmiştir. Bildiri, hegemonyacılığa karşı en geniş birliği sağlayacak bir zemin oluşturuyor.

 

Yıkıcı değil kurucu

 

Bildirinin en önemli özelliği negatif değil, pozitif olmasıdır. Başarı için itirazcı tavrına değil, kurucu tavrına ihtiyaç var. Bu açıdan Başkan Şi Jinping’in konuşması, bir muhalefet bildirisi değil, dünyaya insan değerinin öne çıktığı bir düzen vermeyi hedefleyen iktidar bildirisidir.

Bugün insanlık cephesinde yer alan devletler ve partiler, insanlığın karşısındaki hegemonyacıdan güçlüdür. Zorlukların üstesinden gelmek ve başarıya ulaşmak için yeterli manevî ve maddî kaynaklara sahibiz. Ancak bu gücün yapıcı bir anlayışla birleştirilmesi gerekiyor.

Devrimciliği yıkıcılık olarak anlayanlar olmuştur. Oysa yıkmak, kurmak içindir. Devrimcilik yıkıcı değil, kurucudur.

Şi Jinping Yoldaş, bugün hem çetin devrimci pratiklerde pişmiş bir partinin önderi, hem de dünya ekonomisinin lokomotifi ve dünya siyasetinin en etkin gücü konumundaki Çin Halk Cumhuriyeti’nin başkanı olarak, bölücü değil birleştirici, yıkıcı değil kurucu, dağıtıcı değil yapıcı eylemi temsil etmektedir. Bildirisi de bu devrimci ruhun eseridir.

 

  1. KURUMLAŞMA

 

Küresel etki, yüksek düzey, geniş temsil

 

Başkan Şi Jinping, ÇKP ile Dünya Partileri Yüksek Düzey Diyalog Toplantısı’nın kurumlaşmasını önerdi. Böylece “küresel etkiye sahip yüksek düzeyde siyasal diyaloğun platformu” oluşturulacaktır.

Bu öneri haklı zemindedir, kuvvet toplayacak özelliktedir, tam zamanındadır ve verimli sonuçlar almaya yöneliktir.

Öneriden bazı ipuçlarının altını çizebiliriz:

– Küresel etkiye sahip yüksek düzey.

– Geniş temsil.

– Siyasal diyalog.

– Platform.

Bu tanımlamalar, devlet iktidarında bulunan veya iktidarları yönlendirebilecek etkili siyasal partilere işaret etmektedir ki, yerindedir. Doğru program, başarılı devlet pratiklerinde veya etkili toplumsal pratiklerde kendisini gösterir. Kurumlaşma, küresel bir fikir kulübü örgütlemeyi değil, öncelikle küresel etkiyi hedeflemelidir. Bu kurumlaşmanın sonunda “muazzam bir kuvvetin” oluşturulması öngörülmektedir.

Yüksek düzey ve geniş temsil bunun içindir. Birincisi dikey etkiyi, ikincisi yatay etkiyi içermektedir.

 

Partiler arası yeni ilişkiler modeli

 

“Siyasal diyalog” ve “platform” kavramları ise, kurumlaşma içindeki ilişki ve örgütlenme biçimini ifade ediyor. Şi Jinping Yoldaş, bu amaçla “partiler arasında yeni bir ilişki modeli” geliştirmeyi önermektedir: “Biz diğer ülkelerden model ‘ithal’ etmediğimiz gibi Çin modelini de ‘ihraç’ etmeyiz. Hiçbir zaman diğer ülkelerden Çin’in yaptıklarını ‘kopyalamalarını’ isteyen talepler ortaya koymayacağız.”

Biz, Türkiye’nin Vatan Partisi olarak, bu ifadelerin samimiyetinden eminiz. Çünkü ÇKP, kendi tarihî tecrübeleri sayesinde, partiler arasında eşit, verimli ve sağlıklı ilişkiler kurma geleneğini yaratmıştır.

Çin Devriminin önderi Mao Zedung’un zamanında saptadığı üzere, Komünist Enternasyonal, iktidarda bulunun partilerin dayatmalarına zemin yaratmıştı. Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin 1920’li ve 1930’lu yıllarda Çin gerçeğine dayanmayan müdahaleleri nedeniyle büyük kayıplar verilmişti. Bu nedenle Çin Komünist Partisi, ilke olarak Dünya partilerini toplamaktan hep sakınmıştır. Çeşitli ülkelerin partileriyle ikili görüşmeler yapar ve  bu görüşmelerde “ağabey parti” anlayışından uzak durmaya özen gösterir.

Bu saptamayı kendi tecrübelerimize dayanarak yapıyoruz. 1975, 1977, 1992, 1996, 2000, 2004, 2014, 2015, 2016 ve 2017 yıllarında iki kez olmak üzere Çin’e toplam 11 kez resmî ziyarette bulundum. Çin’in en yüksek düzeydeki yöneticileriyle görüşmeler yaptım. Bunlar dışında Vatan Partisi’nin heyetleri arkada kalan elli yılda Çin ziyaretleri yaptılar. Ayrıca Türkiye’de de ÇKP yöneticileriyle görüş alışverişlerimiz oldu. Bütün bu tecrübelerde şunu gördük: ÇKP, bizimle ilişkilerde bırakalım yol göstermeyi, herhangi bir telkinde bulunmamaya özen göstermiştir. Kendi tecrübelerini aktarırken, hep şu vurguları yapmışlardır: “Bu bizim tecrübemizdir. Türkiye gerçeklerine göre program ve siyasetlerinizi belirlemeye dikkat ettiğiniz için, sizin bu tutumunuz örnek alınacak değerdedir.”

 

Program ve tüzük

 

Her kurumlaşma, kuşkusuz bir program ve tüzük (Constitution) gerektirir.

Birleşmiş Milletler’in de bir sözleşmesi ve kurucu düzenlemesi bulunmaktadır.

Kurumlaşma için öncelikle bazı sorulara cevap verilmesi gerekiyor:

  1. Kurumlaşma, ÇKP ile Dünya Partileri arasında bir diyaloğun örgütlenmesi mi olacaktır, yoksa ÇKP’nin de içinde yer aldığı dünya partilerinin bir platformda toplanması mı daha isabetlidir? Eğer ÇKP, dünya partileri ile diyaloğunu kurumlaştırmayı düşünüyorsa, bunun düzenlemesini yapabilir. Nitekim ilk toplantıda böyle olmuştur. Kanımca bu seçenek, en sonunda Komintern tecrübesinde olduğu gibi “ağabey parti”nin diğerleri ile “diyaloğuna” dönüşür. Merkezdeki partinin söz sahibi olduğu bir düzenin böyle bir yola girmesi olağandır. Buna bağlı olarak geniş temsil oluşturulması konusunda sorunlar çıkar ve küresel etkinin üretilmesi de zorlaşır. Bu nedenle daha eşit ilişkiler örgütleyen, daha katılımcı, daha sağlıklı, daha verimli bir ilişkiler ağının oluşturulması, amaca daha uygun olacaktır. Burada inisiyatifin ÇKP tarafından geliştirilmesine de kuşkusuz ihtiyaç vardır. Bir tür Dünya Siyasal Partiler Platformu oluşturulabilir.
  2. Dünya Siyasal Partiler Platformu’nun bir programı olması gerekir. Bu program, insanca bir dünya özlemini, demokratik devrimlerin “halk için halka dayanan yönetim” diye özetlenen demokrasi davasını, Orta Çağ kurum ve ilişkilerinden kurtuluşla hayata geçen özgürlük, eşitlik ve kardeşlik ideallerini, millî demokratik devrimlerin getirdiği devlet bağımsızlığını, toprak bütünlüğünü, ekonomik yönden dengeli dünya ilişkilerini, ülkeler arasında paylaşarak gelişmeyi, ayrılıkçı ve dinci terörün temizlenmesini, laik ve aydınlanmış toplum ilişkilerini ve demokratik kültürün yayılmasını içerebilir. Özeti, bugün dünya partilerini bir platformda toplayabilecek olan program, Demokratik Devrimlerin ve Millî Demokratik Devrimlerin toplam programıdır.
  3. Dünya Partiler Platformu’nun bir Kuruluş Sözleşmesi olması gerekir. Platforma katılmak, bu sözleşmeyi kabul eden bir iradeyle olmalıdır. Sözleşme, Çin Komünist Partisi’nin danışarak davet edeceği bir Girişim Komitesi tarafından hazırlanabilir. Girişim Komitesi’nde farklı kıtalar, farklı toplumsal-ekonomik konumlardaki ülkeler, iktidar partilerini ve etkili muhalefet partilerini temsil eden bir bileşim gözetilebilir.
  4. Platformun Genel Kurul, Yürütme Komitesi, Genel Sekreterlik ve Sözcülük gibi organları olması, kurumlaşma, disiplin ve işleyişi sağlar. Bunun dışında çeşitli iş ve faaliyetler için ihtiyaca göre komiteler örgütlenebilir. Komite çalışmalarının verimli bir şekilde sürdürülmesi için yürütücü (executive) ve yönetsel (administrative/bureaucratic) görev paylaşımına gidilebilir. Kıtalarda ve bölgelerde alt örgütlenmelerin düzenlenmesi de mümkündür. Platform özelliğine uygun aşırı katı olmayan bir düzen kurulmalıdır. Öte yandan işleyişi ve disiplini olanaksız kılan gevşek örgütlenmelerden de kaçınılması yerinde olur.

SONUÇ: YENİ DÜNYANIN KURULMASINDA  TÜRKİYE-ÇİN DOSTLUĞUNUN ÖNEMİ

 

Yeni Dünya Bildirisi

 

Başkan Şi Jinping’in ÇKP ile Dünya Partileri Yüksek Düzey Diyalog Toplantısı’ndaki açış konuşması, Yeni Dünya Bildirisi özelliğindedir.

Dünya tarihine baktığımız zaman, yeni dönemlerin eşiğinde tarihsel bildirilerin açıklandığını görüyoruz. Bu bildiri de, yeni bir Dünyanın kurulmakta olduğu sırada ilan edilmiştir.

Şi Yoldaşın bildirisi, savaş tehdidine karşı barışı korumanın ötesinde insanlık merkezli bir dünya ilişkileri ağı öneriyor. Çin’in hızla yükseldiği ve kuvvet üstünlüğünün Avrasya’ya geçtiği koşullarda, insanlık için yeni bir atağa yönelme olanağı doğmuştur. O nedenle Bildiri, savaş karşıtlığı gibi savunmayı esas alan bir strateji kurmuyor, barış ve refah için bir taarruz stratejisi öngörmektedir.

Yeni Dünyanın kurucuları, elbette ilerici insanlığı temsil eden devletlerin ve milletlerin iktidar sahipleri ile halkların devrimci güçleridir. Bu gerçek ışığında, Başkan Şi’nin bildirisi, salt görüş açıklaması değil, bir eylem çağrısıdır.

Dünya Partileri arasında diyaloğu ve işbirliğini geliştirecek bir Platformun kurulması, Yeni Dünyanın kurucu gücünün oluşturulmasında önemli görevlerden biridir.

 

Ön cephedeki Türkiye

 

Türkiye, büyük imparatorluklar mirası ve emperyalizme karşı iki yüzyıllık devrim geleneğiyle Yeni Dünyanın kurulmasında etkin rol oynayacak ülkeler arasındadır. Şu anda Türkiye, Batı Asya’da ABD’nin terör örgütlerine karşı verdiği vatan savaşıyla, ön cephede mücadele etmektedir.

Öte yandan Türkiye, Atlantik Sisteminin dayatmış olduğu borçlanma ekonomisinin iflas ettiği koşullarda, kaçınılmaz olarak Üretim Ekonomisine yönelmek zorundadır. Bu açıdan da Türkiye için, Atlantik Sistemi içinde yaşama olanağı bulunmuyor. Kemalist Devrimin bağımsızlığı esas alan Halkçı-Devletçi-Laik geleneğinin canlanması, Türkiye için biricik çıkış yoludur. Türkiye’nin çözümü ile Yeni Dünyanın kuruluşu, bu açıdan da birleşmektedir.

 

Vatan Partisi’nin sorumluluk ve görevi

 

Türkiye, Atlantik Sisteminden kopmakta ve Avrasya’daki tarihsel konumuna yönelmektedir. Türkiye, Vatan Savaşından Millî Hükümete gidiyor. Vatan Savaşı, en son 20 Ocak 2018 günü başlayan Zeytin Dalı Harekâtıyla çok kapsamlı ve tarihsel sonuçları olan bir taarruz dönemine girmiştir. Türkiye için köklü çözümler, kaçınılmaz olarak gündemdedir. Öte yandan bu harekât, Yeni Dünyanın kurulmasına ön cephede katkıda bulunmaktadır.

İşte bu koşullarda Vatan Partisi, Kemalist Devrimi tamamlamayı esas alan programıyla görev zamanının geldiğini saptıyor. Millî Hükümet hedefini önümüze koymuş bulunuyoruz.

Başarıya, kuşkusuz esas olarak milletimizin özgücüne dayanarak ulaşacağız. Bununla birlikte Batı Asyalı komşularımızla ve Yeni Dünyanın kuruluşuna omuz veren bütün dünya güçleriyle dayanışma, Vatan Partisi’nin belirleyici katkılarıyla bugünden hayata geçmektedir. Bu bağlamda Vatan Partisi ile Çin Komünist Partisi arasındaki köklü ilişkiler, aynı zamanda Türkiye-Çin dostluğunun dinamosu olarak işlev görmektedir.

Bir Kuşak Bir Yol üzerindeki Çin-Türkiye dayanışması, Yeni Dünyanın kuruluşuna Asya’nın iki ucundan tarihî katkılarda bulunacaktır. Türkiye, yalnız ekonomik birikimiyle değil, aynı zamanda ABD güdümlü bölücü ve yobaz terörüne karşı mücadelesiyle Çin’in stratejik ortağıdır. Çin ile Türkiye arasındaki dostluk, teröre karşı mücadelenin başarısı, Kuşak ve Yol’un güvenliği, Üretim Ekonomisinin inşası, paylaşarak gelişmenin hayata geçirilmesi için vazgeçilmez değerdedir. Asya’nın bu iki köklü ülkesi, Yeni Dünyanın kurulmasına önemli katkılarda bulunacaktır.

Vatan Partisi, bu ufuk içinde, ÇKP ile diyalog içinde, Dünya Siyasal Partileriyle Diyalog Patformu’nun kurumlaşması ve geliştirilmesinde, Türk Milletinin yeteneklerine yakışan bir sorumluluk ve görev üstlenecektir.

Bu yazıyla biz, Şi Jinping Yoldaşın konuşması bağlamında, Vatan Partisi’nin Yeni Dünya Bildirisi’nin esaslarını saptamış oluyoruz.

 

DİPNOTLAR

1 Konuşmanın tam metni için bkz. Teori, Sayı: 336, Ocak 2018.

2 Hümanizm konusunda bkz. Doğu Perinçek, “Sınıfsız Toplumdan Sınıfsız Topluma Hümanizm”, Bilim ve Ütopya, sayı 263, 1 Mayıs 2016, s.13-20

3 Karl Marx, 1844 El Yazmaları, çev. Murat Belge, Payel Yayınları, İstanbul 1969, s.111.

4 Lenin, Marksizmin Bir Karikatürü ve Emperyalist Ekonomizm, çev. Dr. Veysel Yıldız, Kaynak Yayınları, İstanbul, Mayıs 2016.