Ana Sayfa Gençlik Hareketi THKO ve THKP-C Savunmalarında Yurtseverlik ve Ulusalcılık

THKO ve THKP-C Savunmalarında Yurtseverlik ve Ulusalcılık

3083

Mehmet Ulusoy
Teori Dergisi
Haziran 2008

68’den günümüze 40 yılın bilânçosu 68’in 40. yılında yapılması gereken en anlamlı şey, hiç kuşkusuz 68 değerlerinin, fikirlerinin bu 40 yıllık süreçte Türkiye gerçekliği mihenginde verdiği sınavın bir bilançosunu çıkarmaktır. Hemen söyleyebiliriz ki, 1968 ideallerinin, program ve hedeflerinin, 40 yıl sonra bugün, ülkemizin kaderi açısından ne kadar önemli olduğu ve 68’lilerin haklı çıktığı, toplumsal ve tarihsel sorumluluk sahibi herkesçe kabul ediliyor artık. Özellikle 68’in temel amacı olan “tam bağımsızlık” ilkesinin karşıtı fikir ve siyasetlerin, ABD ve genel olarak emperyalizm işbirlikçiliğinin, en son ABD kuklası AKP’nin şahsında, ülkeyi bir yıkım noktasına getiren siyasetlerinin iflas etmesiyle bu daha da netleşmiştir. Diğer yandan, aynı süreç, vatansever ve milliyetçilerin gözünde, esasını MHP’nin temsil ettiği emperyalizm güdümlü sahte milliyetçiliğin iyice ortaya çıkmasını sağladı. Deniz Gezmiş’in savunmasında ve vasiyetinde “Bir gün Türkiye halkı bizi anlayacak” diyerek belirttiği o gün işte bugündür; yurtsever Türk gençliği ve Türk halkı gerçeği bütün çıplaklığı ile görmeye, Deniz’leri derinden anlamaya başlamıştır.

Kemalist ilke ve değerlerin, iktidarda olmasa da, çok güçlü olduğu 1968’lerde, ABD hegemonyasına rağmen, Türkiye’de ulusal devletin temelleri sağlamdı; ulusal egemenlik ve toprak bütünlüğü henüz tehlikede değildi. Bunları tartışmaya açacak, ihlale cesaret edecek bir güç yoktu. Türkiye Cumhuriyeti ortadan kaldırılma tehdidi ile karşı karşıya gelmemişti. Ancak, 68 gençliğinin, Deniz’lerin, devrimcilerin o gün çok açık bir şekilde gördüğü gibi şayet mücadele edilmez ve direnilmezse, 1945’lerden sonra giderek sistemleşen emperyalizme bağımlılık köklü bir şekilde tasfiye edilmezse, Kemalist Devrim’le kurulan Türkiye, bağımsızlığını bütünüyle kaybetmekten, sömürgeleşmekten kurtulamayacaktı. Nitekim Sovyetler Birliği’nin oluşturduğu dengenin de ortadan kalkmasıyla, “yarı-sömürge ve yarıbağımlı” Türkiye, Amerikancı 12 Mart darbesiyle başlayan süreçte, esas olarak da 12 Eylül’den itibaren, Özal, Çiller ve AKP hükümetleriyle adım adım Cumhuriyetin temellerinin yıkılmasıyla, etnik ve mezhepsel parçalara bölünmüş sömürge bir ülke olmanın eşiğine gelmiştir.

Bugünkü vahim tablodan bakıldığında, 1945–50 karşıdevriminden sonra, 27 Mayıs ve 68’in büyük devrimci dalgasının tarihsel önemi çok daha iyi anlaşılmaktadır. İşte 68’in ve yüce ideallerinin önemi, Türkiye’yi bu uçurum noktasına getiren son 10–15 yıllık süreç içinde, en acı ve sarsıcı şoklar yaşana yaşana, emperyalizmin rövanş alıcı şamarı yene yene anlaşıldı; bir anlamda kafalar duvara vurula vurula beyinlere, yüreklere kazındı.

68 neden haklı çıktı ya da program ve stratejinin belirleyiciliği

68’lilerin bugün haklı çıkışını, özellikle 1971 ve sonrasındaki eylemlerinin, örgütlenme pratiklerinin doğruluğuna ve yanlışlığına bakarak anlayamayız. Aksine, genel olarak, solun binbir parçaya bölündüğü, başıbozukluğun, terörün, sekterliğin egemen olduğu 70’lerdeki pratik, 68’in haklılığını büyük ölçüde gölgeleyen, kavranmasını geciktiren bir rol oynadı.

Bazılarının sandığı gibi, temel bir program ve siyasetten bağımsız, kuru ve içi boş bir “inadına sosyalizm…” ya da düzen ve kapitalizm karşıtlığı ısrarı ve çabalarıyla bu haklılık asla kanıtlanamaz. Haklı çıkmanın temel ölçütü, çağın ve özellikle Türkiye’nin toplumsal ve tarihsel gerçekliğine dayanan bir devrim stratejisini savunup savunmamaktır. Bu da, o günkü devrimci dalgaya egemen olan ve yönlendiren fikir ve siyasetlerin temelini oluşturan Milli Demokratik Devrim (MDD) stratejisidir. İşte 68’in haklılığının sırrı, Türk Devrimi tarihinin içinden süzülerek doğruluğu kanıtlanan devrim programının ortak temel oluşturmasıdır. Bu program günümüzde yaşanan bütün ekonomik, siyasi, toplumsal olgularla kanıtlanıyor. 40 yıl önce, gerek konjonktürel siyasi ve toplumsal koşullar, gerekse halkın hazır olmaması, yani devrimci bir durum sözkonusu olmaması, diğer yandan buna bağlı olarak uygulanan yanlış eylem çizgileri nedeniyle, bazı aydınlar, devrimciliği terk etmenin bahanesi olarak suçu MDD stratejisinde arayıp onu terk ettiler, eleştirdiler, suçladılar. 12 Eylül dönemi Sonrasında, bilindiği gibi, onun yerine stratejik, nihai hedef olarak Batı’nın liberal “demokrasi” ve “özgürlükleri” kondu; toplumsal idealler terk edildi, üstünde tepinildi, bireysel idealler, çıkarcılık, bencillik, köşe dönmecilik, ahlaksızlık yüceltildi vb vb…

Oysa insanlık tarihinde fikren, program ve strateji olarak doğru olduğu halde pratikte ciddi hatalar yapan birçok devrimci deneyler vardır. Hatta bütün devrim tarihlerine bakıldığında hatasız pratik yoktur ve olamaz da. Doğruları bulmak için hatalar kaçınılmazdır. Önemli olan hatalardan ders çıkararak ve onları en aza indirerek stratejik hedefe ilerlemektir. O nedenle taktik hatalar stratejinin yanlışlığını kesinlikle göstermez. Nitekim, denebilir ki, 12 Eylül dönemi ve sonrası dönekliğinin ve ihanetinin temelinde, stratejik programın pratiğe uygulanmasındaki, yani taktiklerdeki hataların faturasının MDD stratejisine ve sonunda devrime ve sosyalizme çıkarılması yatmaktadır. Bu, ormanı değil sadece ağacı görme ve ona göre karar verme dar görüşlülüğü ve dar pratikçiğinin kaynağı, strateji ve programı yeterince kavramamaktır, küçümsemektir.

Bu strateji ve program, gelip geçici günübirlik birkaç zeki devrimcinin ürettiği fikirler manzumesi olmadığı, çok daha köklü ve sağlam bir düşünce ve tecrübe birikimine dayandığı içindir ki, bugün de geçerliliğini koruyor. Haklılığı ve sağlamlığı ise, kuşkusuz, onun, Kemalizm’le en üst noktada ifadesini bulan Türk Devriminin mirasına yaslanması, o yatakta, o ırmakta akıyor olması, ondan beslenmesi nedeniyledir. Başka bir deyişle, teori ve pratiğiyle Türkiye’nin özgüllüğünü yakalaması ve bu temelde program ve siyasetlerinde derinleşmesidir.

THKO ve THKP-C’nin temsil ettiği 1971 pratiğinin en önemli özelliği, temel stratejisinin doğru, fakat eylem ve örgütlenme çizgisinin yanlış olmasıdır. Bireysel kahramanlıkların, yürekleri coşturucu söylem ve sloganların teori ve stratejiyi bastırıp geri plana ittiği bu süreç solun önemli bir kesimine 1970’ler boyunca egemen oldu. Eylem ve örgüt tapıncının (fetişizminin) öne çıktığı bu yıllarda, bilimsel bilgi, araştırma, strateji ve programı temelli fikri çalışma tamamen bir kenara itildi. Ama bütün o büyük kitle eylemlerinden, büyük örgütlerden kuvvet yaratma anlamında, tecrübe dışında geriye fazla bir şey kalmadı. Evet, sel gitti kum kaldı. Devrimciliğin çocukluk, gençlik döneminin fırtınası, coşkun seli kısa sürede dindikten sonra geriye kalan “kum”dur ağırlığı olan, kalıcı olan ve tarihsel bir değeri, haklılığı içinde barındıran. Kum ne kadar çoksa tarihsel haklılık da o kadar büyüktür.

Geçmişe bu perspektifle baktığımızda, Deniz Gezmiş (THKO) ve Mahir Çayan’ların (THKP-C) savunmaları bu açıdan tarihi önemde belgelerdir. THKO ve THKP-C savunmalarının hemen her paragrafında çok açık görüleceği gibi, onların Milli Demokratik Devrim stratejisini esas alan ve Türkiye’nin emperyalizme, özellikle ABD emperyalizmine bağımlılığına son vermeyi hedefleyen mücadeleleri, siyasetleridir 68 hareketinin tarihimizdeki önemli yerini belirleyen. Maceracı ve bireysel kahramanlığa dayanan eylem biçimleri ve örgütlenme modelleri değil. Türkiye devrimci tarihinden değil, başka ülkelerin pratiğinden alınan bu eylem modeli, Türkiye’nin nesnel gerçekleri tarafından reddedilmiş, yanlışlığı kanıtlanmıştır. Hiç kuşkusuz yüreklice ve kahramanca eylemleri tarihsel olgulardır; doğru yanlış, tarih ve toplum onu değerlendiriyor; ama kesin olan şudur ki, onlar, halkın mutluluğu, özgürlüğü için idealleri uğruna hayatlarını feda etmişlerdir. Ama sonuçta önemli olan, bugüne kalan, bugün için de doğru ve haklı olan, idealleri gerçekleştirmede yol gösterici, harekete geçirici program ve stratejidir

Deniz ve Mahirlerin öz mirası ve Milli Demokratik Devrim

Kendilerini THKO’nun ya da THKP-C’nin mirasçısı olarak gören, ama bu hareketlerin Milli Demokratik Devrimi stratejisini, Yeni Osmanlılara, Jöntürk Devrimine ve Kemalist Devrim’e sahip çıkan tavırlarını bugün reddeden bazı sol çevrelerin bu tutumları en azından tutarsız ve samimiyetsizdir. Onlar, o dönemdeki bütün devrimci siyasetlerin amentüsü olan emperyalizme karşı tam bağımsızlık ve “Milli Kurtuluşçuluk” çizgisinden çok uzaklarda, hatta karşı kamplardadırlar. Bu birbirine yüz seksen derece zıt konumlarda bir düşünce, ideal ortaklığı aramak elbette mümkün değildir; biri devrimciyse öbürü gericidir, ya da emperyalizm safındadır. Deniz ve Mahirlerin devrimciliği tartışılmayacağına göre, onların program ve temel siyasetlerini benimsemeyen mirasçılar kendi konumlarını düşünsünler. Zaten işbirlikçi medya, Che’yi yaptığı gibi, onları da bir magazin, bir eğlence malzemesi yapmaya başladıkça, bizim devrim döneği neoliberal “solcularda, şimdilerde “68 anıları”nı, “Biz Deniz’lerle şöyle sohbet ettik, şöyle mavra yaptık, böyle türkü söyledik…” diyerek soytarılılıklarını renklendirmeye çalışıyorlar.

Deniz ve Mahir’lerin savunmalarında biraz daha yakından baktığımızda; özellikle bugün çok tartışılan, liberal ve neosol çevrelerin kırmızı görmüş boğa gibi saldırdıkları, bazı kavramların daha da netleştiğini, yerli yerine oturduğunu göreceğiz.

En başta, onların sağlam bir devrimci stratejiyi benimsemelerinin de esas temelini oluşturan, Türk devrimi’nin, MDD’nin tarihsel köklerine, Yeni Osmanlılara, Jöntürklere, İttihat Terakki’ye ve hiç kuşkusuz Kemalist Devrim’e, tarihsel miras olarak tereddütsüz sahip çıkmaları, onlara sarılmalarıdır. Deniz bunu, “Bu memlekette Mustafa Kemal’e gerçekten sahip çıkanlar varsa onlar da bizleriz” diyerek, bugün çok daha anlamlı ve önemi çok daha iyi anlaşılan, Kemalizm’in asıl mirasçılarının bilimsel sosyalistler olduğunu belirtmiş oluyordu. Dönemin – bugünün de- en temel devrimci kavramları, Türkiye Devriminin sınıfsal analizi, devrimci ve karşıdevrimci sınıflar, devrimin baş düşmanı, Kemalist-sosyalist ittifakı ve “asker-sivil aydın zümre”nin halde ve geçmişteki devrimci niteliği ve bütün bunların mirasçısı olarak bilimsel sosyalistlerin (Marksist-Leninistlerin) tarihsel haklılığı, hepsi sahip çıkılan tarihsel mirasın üzerine inşa edilmiştir.

İkincisi; Mahir de Türk Devrimi’nin tarihi mirasına sahip çıkarken eylemlerini “İkinci Milli Kurtuluşçuluk” olarak tanımlıyor ve “Kemalist Devrim’i tamamlama” vurgusu yapıyor. Daha da önemlisi, “Gazi Mustafa Kemal sosyalist olsaydı bile, yine de devrim cephesi için önemli bir değişiklik olmayacaktı. Çünkü bir kere, Türkiye uluslaşma ve ulus olma aşamasındaydı ve bu aşamada bir sosyalist önderin yapacağı, genel hatlarıyla Mustafa Kemal’in yaptıklarından pek farklı olmayacaktır” diyerek Kemalizm ile sosyalizm
arasında, Türkiye pratiği düşünüldüğünde, esasta bir fark olmadığını vurgulamaktadır. 1970’lerden sonra, darbeciliğin iflas etmesi sonucu revizyonizmin ve maceracılığın etkisinin
artmasıyla birlikte Kemalizm’e ve ulusal değerlere karşı düşmanlık yükselirken, özellikle THKP-C kökenli gruplarda neden Savunma değil de, Türk Devrimi geleneğine karşı dış(Latin Amerika) kaynaklı maceracı ve fokocu teorilerden esinlenen “Kesintisiz I-II”nin tercih edildiği çok daha iyi anlaşılıyor!..

Üçüncüsü; milliyetçilik ya da millicilik (ulusalcılık) antiemperyalizmdir. THKP-C Savunmasında “milliyetçi akım (antiemperyalist akım)” olarak geçmektedir bu. THKO Savunmasında ise, “Ulusal varlığımızı yok etmek isteyen emperyalizm ve yerli ortaklarına karşı millici ve devrimci sınıfların takip etmeleri gereken Milli Demokratik devrim stratejisi, hareketimizin çizgisidir” vurgusuyla Türk Devrimi’nin bütün temel kavramları yerli yerine konmuştur.

Dördüncüsü; yurtseverlik ve sosyalistlik, ezilen ulus devrimcileri için, birbirinden kopmaz, her biri diğerinin nedeni ve sonucu olan değerlerdir. Mahir Çayan bunu, “Bizler, yurtsever olduğumuz için sosyalistiz” cümlesiyle çok veciz ifade etmiştir. Gerçekten ezilen bir dünya ülkesinde, kapitalizmin çağımızdaki ve en gerici biçimi olan emperyalizme karşı ulusun ve vatanın bağımsızlığını savunmadan sosyalist olunamaz. Aynı şekilde, tutarlı, sonuna kadar ulusun bağımsızlığını savunma ideoloji ve programa sahip olanlar da ancak sosyalistlerdir. Sosyalizm hedeflenmeden, ekonomik, siyasi, toplumsal, kültürel tam bağımsızlığı amaçlayan bir programa sahip olmadan kalıcı bir bağımsızlık mümkün olmuyor.

THKO Savunmasından Özet
Deniz Gezmişin savunması

14 Mayıs 1950 tarihi, Türkiye’nin döneminde yeni bir olay ve tarihi bir dönüm olarak nitelendiriliyor ve aynen şöyle denmektedir. Ulusun tarihinde ilk defe iktidar değişikliği oluyor. Bu tarih bize göre Amerikan emperyalizminin Türkiye’de seçimle iktidara gelmesidir. (…)

İddianamede bir gerçek tahrif edilmek isteniyor, bu hususu belirtmek ve düzeltmek isterim. Fikir özgürlüğünü ve Anayasayı paravan yapanlar önceleri Atatürkçü geçinirken, onun fikir ve şahsiyetini de küçük görmeye başladılar şeklinde ve sadece Mustafa Kemal tarafını beğeniyorlardı şeklinde bir cümle mevcuttu. Bunu kesin olarak reddediyorum, asla kabul etmiyorum. Diğer vatanseverler de bunu kabul etmez, bu kasten tahrif edilmek isteniyor, gerçekler örtülmek isteniyor. Bu cümle art niyetle hazırlanmıştır. Bu memlekette Mustafa Kemal’e, gerçekten sahip çıkanlar varsa onlar da bizleriz. (…)

İddianamede bizim Anayasayı cebren ilgaya teşebbüs ettiğimiz ileri sürülmektedir. Öteden beri arzetmiş olduğum gibi, bu ülkede anayasayı en fazla savunanlar bizleriz. Anayasayı ihlal edenlerse ortadadır. Anayasanın uygulanmasını isteyen gene bizleriz.

Ortak Savunma

Günümüzde ezenleri temsil eden ve çıkarı uğruna yoksul ulusları boyunduruğu altında tutan emperyalizmdir. İnsanlık tarihi gericiliğin, barbarlığın ve vahşetin son kalesi olan emperyalizmin de sonunu müjdeliyor. (…)

Türkiye, emperyalizme karşı ilk kurtuluş savaşını veren ve onu dize getiren ülkedir. Bütün ezilen uluslara ışık tutan ve kurtuluş bayrağını dalgalandıran Türkiye halkı, bundan elli yıl önce görevini yapmıştır. Ne yazık ki o zaman yurdumuzu terk etmek ve yenilgiyi kabul etmek zorunda kalan emperyalist ülkeler, sonradan bir avuç satılmışın menfaati uğruna tekrar yurdumuza girdiler. Ve kurtuluş Savaşanda gerçekleştiremedikleri emellerini bugün gerçekleştiriyorlar. Ulusumuz, Amerikan emperyalizminin sömürüsü altında ezilmektedir. (…)

Yurdumuzun bağımsızlığı için giriştiğimiz bu kavgada Kurtuluş Savaşımızda şehit olanların onurlarını ve ulusumuzun kaderini korumaya kararlı olduğumuzu bildiriyoruz. Kurtuluş Savaşımızın tüm şehitlerine selam olsun…

Amerikan emperyalizmi sadece ulusumuzu değil, dünya uluslarının çoğunu ezmekte ve sömürüsünü sürdürmektedir. Tüm ezilen uluslar bağımsızlık ve kurtuluş için silaha sarılmış olup, çağımızın canavarı emperyalizme karşı mücadele etmektedirler. Bugün ezilen halkların tek ve ortak düşmanı emperyalizmdir. (…)

Çağımıza damgasını vuran en güçlü silah bağımsızlık ve kurtuluş savaşlarıdır. Emperyalizme karşı verdikleri mücadelelerde başlarını eğmeden kahramanca savaşan tüm ezilen uluslara selam olsun…

Emperyalizmin Türkiye’ye Girişi

Emperyalizmin geri kalmış ülkelere sızması her zaman benzer taktiklerle olmuştur. Emperyalistler girdiği ve sömürdüğü her ülkeye kuzu postuna bürünerek girmiş ve himayeci pozu takınmıştır. 1838 Ticaret Antlaşması da böyle olmuştur. Bu anlaşma Osmanlı devletinin çöküşünü hazırlayan ve taktikleri Cumhuriyet Türkiye’sinde yurdumuza sızan Amerikan emperyalizmine benzerliği ile son derece iyi bilinmesi gereken tarihi bir konudur. (…)

Bu antlaşma, olayları iyi değerlendiren bir insan için vatanın satış senedidir. Bugünkü antlaşmalar daha kurnazca, fakat nitelik olarak 1838 Ticaret Antlaşması ile aynıdır. Ve bugünün Türkiye’sini anlatırken de buna benzer anlaşmaların sık sık imzalandığını göreceğiz.

Emperyalist devletler Osmanlı devleti ile ilişkilerinde aracı olarak daima Rum ve Ermenileri kullanmışlardır.

Vatansever Örgütler ve Hareketler

Namık Kemal’in önderliğinde kurulan Yeni Osmanlılar, Tanzimatın getirdiği sömürü düzenini şiddetle eleştiriyorlardı. Yayınladıkları bildirilerle vergi eşitsizliğini, memurların zulmünü, yabancı sermayenin yurda girişiyle çöken yerli sanayi ve ticaretin yabancılara bırakılmasını konu ediyorlardı. (…) Namık Kemal ve arkadaşlarının ortaya attığı görüşler, Harbiye, Tıbbiye ve Mülkiye gibi okullarda “Vatan ve Hürriyet” ideolojisini kökleştirdi.

Çoğunluğu yüksek okullu aydınların meydana getirdiği Jön Türkler de Yeni Osmanlıların tezlerine benzer öneriler getiriyorlardı. İstedikleri reformların gerçekleştirilmesine engel olan Abdülhamit istibdadını devirmek en büyük amaçları idi. Bu sırada hemen bütün okullarda yurtsever gençler cemiyetler kuruyorlardı. Kuleli Askeri İdadisinde İhtilalci Askerler Cemiyeti, Askeri Tıbbiyelilerin gizli cemiyeti, sivil aydınların kurduğu Cemiyeti İnkılabiyye bunlardandı.

Meşrutiyet ilan edilmiş ve yurtsever aydınlar devleti battığı bataktan kurtarmak için çabalara girişmişlerdi. Fakat 31 Mart 1909’da İngiliz emperyalistlerinin el altından desteklediği yobazlar “şeriat isteriz, yaşasın padişahımız” sesleriyle ayaklandılar ve ellerine geçen subayları ve mekteplileri öldürmeye başladılar. Gericilerin başında Volkan gazetesinin
sahibi Derviş Vahdeti ve nurculuğun kurucusu olan o günkü adı ile Saidi Kürdi vardır. Gericiler, o günlerde de bugünkü taktiklerini kullanıyorlardı. Çıkardıkları dergiler ve fısıltı gazetesi ile cahil halkı kandırıp sokağa döküyorlardı. (…)

İttihat ve Terakki’ye yön verenler vatansever subaylar ve hem kendi durumundan ve hem de vatanın durumundan şikâyetçi olan küçük memurlardır. (…) 20 Haziran 1908’de Kolağası Niyazi Bey üç zabit ve 150 sivil fedai ile meşrutiyetin ilanını istemek için dağa çıktı. Niyazi Bey dolaştığı bölgelerde kan davalarını önlemiş, mezhep farkı gözetmeden bütün Osmanlıları birleştirmeye çalışmıştır. Kendisini yakalamak için gönderilen Şemsi ve Müşir Osman Paşa’lar öldürülünce, başka bölgelerdeki üyelerin de baskıları sonucu Abdülhamit meşrutiyeti ilan etmek zorunda kaldı. (…)

Kurtuluş Savaşı, Türkiye halkının emperyalizme ve onun emrindeki dâhili güçlere karşı verdiği bir direnme savaşıdır. Türkiye’yi ve Ortadoğu’yu paylaşma ihtirasıyla yanan emperyalist ülkelere karşı, insanlık tarihinin verdiği kutsal direnme mücadelelerinin ilkidir. Kurtuluş Savaşı ezilen uluslar adına Türkiye halkının emperyalizme ilk ve güçlü şamarıdır.(…)

19 Mayıs 1919 saldırgan emperyalistlere ve onların emrindeki iç düşmana karşı, Mustafa Kemal önderliğinde, Türk halkını örgütlemek için Kurtuluş Savaşının politik anlamda başlangıcıdır. 19 Mayıs 1919, emperyalizme, padişahlığa, hükümete ve köhnemiş devlet yapısına karşı Mustafa Kemal ve arkadaşları önderliğinde yürütülen devrimin başlangıcıdır.

Amerikan Emperyalizmi ve Türkiye

Türkiye’de bugün, acil, temel ve halledilmesi zorunlu ve önemli mesele. Amerikan emperyalizmi meselesidir. (…) Türkiye, ikinci Emperyalist Dünya Savaşı’nda sonra bağımsızlığını yitirdi ve tekrar yarı bağımlı bir ülke oldu. 1946–71 Türkiye’si, Amerikan emperyalizminin kontrolü altında yan bağımlı bir ülkedir.

Mücadelemizin Yolu

Ülkemiz, bugün bütün bu anlattıklarımızın ışığında, yarı-bağımlı, yarı-sömürge, geri bir kapitalist ülkedir. Türkiye’yi bu duruma getiren güçler, aynı durumun devamını sonuna kadar sağlamaya çalışacaklardır. Bu güçler ulusal olmayan, çıkarları Türkiye halkıyla çelişen, gayrimilli sınıf ve zümrelerdir. Bir de, Türkiye’nin yatı-bağımlı ve yarı-sömürge durumuna son vermek isteyen,
yurdumuzu Kurtuluş Savaşı sonrası onurlu, haysiyetli Türkiye durumuna getirmek isteyen güçler vardır. Bu güçler; milli olan, çıkarları ulusun çıkarlarıyla bir olan, ulusal sınıf ve zümrelerdir. Bu sınıf ve zümreler, bugüne kadar “vatan-millet” kavramlarını demagojik olarak ağızlarından düşürmeyen, aslında gayrimilli olan güçlere karşı birleşip savaşmak durumundadırlar. Bunu yapmadan, Türkiye’yi emperyalizmin vesayetinden, içinde bulunduğu çağdışı koşullardan kurtarmak mümkün değildir. (…)

Türkiye’de bugün iki cephe vardır:

Birincisi; yurtseverlerin, devrimcilerin cephesi.

İkincisi de; emperyalizm, işbirlikçi sermaye, feodal mütegallibe ittifakı gerici cephe.

Bu karşı devrimci cephenin tam anlamıyla 1950’de iktidara geldiğini, 27 Mayıs İhtilali ile durumunun az da olsa sarsıldığını, ancak 1965 seçimlerinde. Demokrat Parti mirasçısı olarak tekrar iktidarı ele geçirdiğini daha önce somut örneklerle anlatmıştık. (…) Toprak ağalığı sorunu herkesçe bilinmektedir. Toprak ağasının emrindeki, eğitimden, sosyal yaşamdan nasibini alamamış köylünün, ağadan bağımsız düşünemeyeceği, hüküm yürütemeyeceği ortadadır Türkiye bu çağdışı koşullardan kurtulmadıkça Süleymancılık, Nurculuk, Şeyhlik, derebeyi artığı toprak ağalığı ve işbirlikçi sermaye kurumlan tasfiye edilmedikçe DP’ler, AP’ler hep iktidara gelecektir. Ve hem de “milli irade”yi temsil ettiklerini söyleyeceklerdir. Gerici emperyalist ittifakın dışındaki siyasi partiler de oy kaybı korkusundan bu kurumlara dokunmaktan öcüden korkar gibi korkmaktadırlar.

Mali oligarşinin, emperyalizm ve işbirlikçi sermaye ve feodal mütegallibe ittifakı cephesinin, Türkiye’nin kaderine ve tüm azgelişmiş pusların kaderlerine ördüğü bir ağdır bu. Karşıdevrimci, gerici cephe böylesine örgütlüdür. Politikası sahte demokrasicilik şartlarını ve bu şartlar altında vesayet ve sömürüyü sürdürmek politikasıdır.

Karşıdevrimci cephe bu politikayı sürdürdüğüne göre, devrimci ve millici güçlerin politikası; her ulusal sınıfın kendi öz siyasi örgütü ve gücüyle orantılı olarak Türkiye’nin gelişimini etkileyebileceği, demokratik düzeni kurma ve bunu başardığı ölçüde tam bağımsız ve gerçekten demokratik Türkiye’yi’ kurma yolunda mücadeledir.

Gerici üçlü ittifaka karşı koyacak, devrimci potansiyele sahip sınıflar, işçi sınıfı ile şehir ve köy küçük burjuvazisi ve onun aktif kesimi olan asker-sivil aydın zümredir. Devrimci sınıfların, başta işçi sınıfı ve yoksul köylülüğün, önlerine çıkan antidemokratik engelleri aşıp bilinçli ve örgütlü güçler olarak Türkiye’nin tarihi gelişimine damgalarını vurmaları kaçınılmazdır.

İşçi sınıfı ve yoksul köylülük, sınıf bilincine vardığı ölçüde bağımsız ve demokratik Türkiye’nin en tutarlı savunucuları olacaklarından, toplumumuzun gerçek anlamıyla en millici ve demokratik güçleridir de.

Ulusal varlığımızı yok etmek isteyen emperyalizm ve yerli ortaklarına karşı millici ve devrimci sınıfların takip etmeleri gereken Milli Demokratik Devrim stratejisi, hareketimizin çizgisidir. Diğer bir anlamıyla, bütün millici sınıf ve tabakaların ortak devrim anlayışı, Milli Kurtuluş Savaşı’nı ve onun başındaki Mustafa Kemal’i yok edici, ortadan kaldırıcı bir düzen kuran, karşıdevrimci-gerici ittifaka karşı yapılmış olan 27 Mayıs İhtilalinin ve 1961 Anayasası’nın bir devamı ve tamamlayıcısıdır.

Bunun içindir ki bizler, Türkiye toplumunun tarihi geçmişinde sağlam olan, ulusal ve devrimci olan ne varsa onun mirasçısıyız.

THKP-C Savunmasından Özet

Türkiye emperyalist dünya zincirine bağlı yarı sömürge bir ülkedir. (…)

Türkiye’nin ABD emperyalizminin kesin denetiminde olduğunu söyleyebilmek için bilge olmaya gerek yoktur. Türkiye’nin sorunlarıyla az çok ilgili her yurtsever, yurdumuzun yeraltı ve yer üstü kaynaklarının özellikle emperyalist Yankee’ler tarafından sömürüldüğünü bilir. İç ve dış ticaretimiz direkt veya dolaylı ABD emperyalizminin elindedir. Kısaca Türkiye, ekonomisinden politikasına sanatından kültürüne kadar Amerikan emperyalizminin denetimi altında bir ülkedir. ABD emperyalizminin yarı-sömürge ülkeler için anlamı, ulusal onurun utanmazca çiğnenmesi ve yeraltı-yerüstü zenginliklerinin talan edilmesidir. Emperyalist Amerika, bugün bütün dünyadaki yarı-sömürge ve kurtuluş mücadelesi veren ülkelerin halklarına hastalık, sefalet ve ölüm yağdıran bir pandora kutusudur (!) (…)

Bu gerçekler karşısında (ki bu gerçekleri teslim etmeyen sadece bilinçli hainlerdir) Türkiye’nin ve halkımızın esenliği için emperyalistlere ve yerli uşaklarına başkaldırmak, her şey bir yana, önce bir namus borcudur… Haysiyetine ve kendisine saygısını yitirmemiş herkes bugün bu yükün altındadır.

Kısaca tekrarlarsak; ABD emperyalizminin hegemonyasından dolayı bugün Türkiye, emperyalistlerin uydusu durumunda bir devlet olarak haysiyetini yitirmiş, işbirlikçi hain güçlerin yönetimi altında yarı sömürge bir ülkedir.

Dün olduğu gibi bugün de şöyle diyoruz: Türkiye’mizin yarı-sömürge olduğu gerçeğine ve halkımızın günbegün derinleşen sefaletine sırt dönüp statükoyu alkışlamak alçaklıktır. Bugün elimizde gül yerine otomatik silahlar varsa, bu gerçeklere sırt dönemediğimiz içindir.

1908 Hareketi

Fransa’da Jöntürkler hareketi gelişirken 20. yüzyılın başlarında Makedonya’da, özellikle Selanik’te, Selanik ticaret burjuvazisinin geniş desteğini alan bir hareket oluşmaktadır. İstanbul komprador burjuvazisinin aleyhine gelişen hareket birçok sivil ve asker aydını da etrafında toplamıştır.(…) İmparatorluğun içinde bulunduğu kriz ve yürütülen çete faaliyetleri nedeniyle genç subaylar ve aydınlar arasında milliyetçi akım (antiemperyalist akım) gelişmiş, İttihat Terakki Cemiyeti doğmuştur. Gittikçe güçlenen çok sayıda genç subayın üyeliği ile vurucu bir güç kazanan küçük burjuvazinin bu radikal kesimi, Selanik ve İstanbul reformist burjuvazisinin (Milli burjuvazinin) aktif desteğiyle ve bu sınıf temeline dayanarak muhalefetini geliştirmiş, savaş yıllarında iktidarı almıştır. (…)

Kurtuluş Savaşı öncesi Osmanlı toplumunda sınıflar mevzilenmesi şöyledir: İktisadi ve politik hayata, emperyalistlerle ittifak kuran feodal mütegallibe ile genellikle “gayrimüslim” azınlıkların oluşturduğu komprador burjuvazi egemendir. Bürokrasinin üst kanadı devletin niteliğine uygun olarak kompradorlaşmıştır. Egemen sınıf ve zümreler bunlardır.

Buna karşılık, emperyalist hegemonya altında ezilen, feodal mütegallibe tarafından sömürülen köylülük, şehir küçük burjuvazisi ve hayli cılız işçi sınıfı ile aydınlar ve milli burjuvazi halkı meydana getirmektedir. Bu sınıf ve zümreler arasında her ne kadar çelişkiler varsa da durum objektif olarak böyledir.

O günün devletinin niteliği neydi? Bunun açıklamasını, o devlet mekanizmasını yerle bir eden ihtilalci Gazi Mustafa Kemal Atatürk’e bırakalım:

“Devletler (yani emperyalist devletler) şimdiye değin bize şu veya bu işte izinlerde bulunuyorlar gibi görünüyorlardı. Ama ekonomik esaretle bizi felce uğratıyorlardı, ötedenberi bize bazı şeyler vermiş gibi, bizim bazı haklarımızı tanımış gibi durum alırlar, gerçekte ekonomide elimizi kolumuzu bağlarlardı. Bu esarete katlanan büyükler memnundu. Çünkü görünüşte, gösterişli bir bağımsızlık sağlamışlardı. Ama gerçekte ulusu miskinliğin bağnaz ortamına atmışlardı…. Bizden öncekilerin yaptıkları yanlış işler yüzünden ulusumuz sözde bağımsızdı, ama gerçekte bağımlı bulunuyordu”(Söylev).

Türkiye 1919’ları Yaşamaktadır

Halkımız 52 yıl sonra tekrar 1919’ları yaşamaktadır. Ülkemiz tekrar emperyalist boyunduruk altına girmiştir. Aradaki tek fark 1919’larda, emperyalizm tankıyla, topuyla, askeriyle ülkeye girmişti. Açık bir işgal hali mevcuttu. 1971 Türkiye’sinde ise, emperyalizm ikili anlaşmalarla, üsleri, tesisleri, teknisyenleri, tekel ve tröstleriyle ülkemize girmiş ve işgal etmiştir. Yani gizli bir işgal hali mevcuttur Her iki durumda da öz aynıdır. Nitelik bakımında hiçbir fark yoktur. Değişen sadece biçimdir; işgalin biçimidir. (…)

Özetlersek, yeni sömürgecilik çağında emperyalizm, artık ülkeyi “yardım” paravanaları altında dolarıyla, teknisyenleriyle, ikili anlaşmaları, üsleri, tesisleri ve tekelleriyle denetimi altında tutmaktadır.

Böylece Türkiye helezoni gelişme süreciyle yine aynı noktaya, yani 1919’lara gelmiştir. Tekrar 1919’ların şartları yaşanmaktadır.

Elbette 1971 dünyasında, ne emperyalizmin özünde bir değişiklik var, ne de emperyalizme bağlılık açısından Türkiye’nin şartlarında. (…)

Yine 1971’in Türkiye’sinde, emperyalizme karşı tavır alış açısından 1919’da olduğu gibi, üç politik akım ve kümelenme mevcuttur.

Birincisi, Amerikan emperyalizminin dümen suyunda kayıtsız şartsız rota izleyen emperyalizme teslimiyet grubudur. Bu teslimiyetçi akım, gayrimilli burjuvazinin (tekelci, burjuvazi, işbirlikçi burjuvazi), feodal unsurların ve de aydın ve büyük bürokratların politik akımıdır.

Bu akımın tam zıddı akım ise, çoğunluğunu sosyalistlerin teşkil ettiği, tam bağımsızlığı savunan İkinci Milli Kurtuluşçu (II. Kuvayı Milliyeci) akımdır. Bu akımın oluşturduğu kümelenme iki ana unsurdan meydana gelmektedir:

a) Sosyalistler,
b) Asker-sivil aydın zümrenin sol kanadını oluşturan gerçek Kemalistler.

1971’in Türkiye’sinde bu kümelenmenin stratejik hedefi Milli Demokratik Devrimdir. 1919’da başlayan Anadolu ihtilalini tamamlamaktır. Ancak halde Milli kurtuluşçular dağınık ve gerçek anlamıyla örgütlü değillerdir.

Üçüncü kümelenme ise, bu iki ana kümelenme arasında yere alan melez bir akımın kümelenmesidir. Bu grup devrimci yolu değil de evrimci yolu tercih etmektedir. Bunlar mevcut yarı-bağımlı düzeni bir takım reformlarla tedavi ederek emperyalizmin tahakkümünü sınırlandırma yolunun tek gerçekçi yol olduğunu ileri sürmektedirler.

Bu kümelenmenin sınıfsal niteliği, genellikle, burjuvazinin milli kesimi ile asker-sivil aydın zümrenin sağ kanadının damgasını taşımaktadır. Ancak niteliği gereği, homojen değildir, iki temel akım arasında yer alan melez bir kümelenmedir. Ülkedeki sınıfsal mücadelenin çeşitli evrelerine ve mücadelenin şiddetine göre, bazen birinci kutba, bazen de ikinci kutba geçici olarak meyletmektedir.

Türkiye için bu gaflet ve ihanet içinde olanlar açısından iki alternatif vardır:

a) Türkiye ya Rusya’nın peyki olacaktır,
b) Ya da Amerika’nın peyki olacaktır.

Ve bu hain mantığa göre Amerika’nın peykliği ehveni şer olduğu için bu konuda seçilen yol milletin selametidir! Bunlar için üçüncü bir alternatif yoktur. [Bunlara göre] Tam Bağımsız Türkiye bir “komünist” yalanıdır! Türkiye mutlaka büyük bir devletin koltuğu altında yaşamalıdır, buna mecburdur! Bu yüzden, “Türkiye tam bağımsız bir ülke haline gelebilir ve mutlaka gelmelidir” diyen Milli Kurtuluşçular, bunlar için derhal yok edilmesi gereken zararlı unsurlardır. (…)

Bu grubu teşkil eden aydınlar (!), asker-sivil aydın zümrenin dışında emperyalizmin ve hâkim sınıfların aydın (!) larıdır. (…)

Gelelim ikinci alternatife. Bu alternatif, 20. yüzyılın ikinci yarısı da dâhil olmak üzere, her tarihi dönemde ulusun tam bağımsız olarak yaşayabileceğine inananların, emperyalist boyunduruk altında yaşamaktansa ölmeyi yeğ tutanların alternatifidir. Bu ikinci yol, hayatı da dâhil olmak üzere her şeyini ortaya koyarak, Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün “Ya İstiklal, Ya Ölüm” parolasını kendisine şiar edinip “Tam bağımsız Türkiye” için, bitmemiş olan Anadolu ihtilali için savaşanların yoludur.

Bugün, Gazi Mustafa Kemal’in yükselttiği “İstiklali Tam Türkiye” bayrağı, bu yolu devrim yolu olarak seçmiş olan sosyalist ve gerçek Kemalist Milli Kurtuluşçuların ellerinde dalgalanmaktadır.

Seçtiğimiz yol, Gazi Mustafa Kemal’in açtığı yoldur,
Onun başlattığı Anadolu İhtilalinin yoludur.
Parolamız, “Ya istiklal, Ya Ölüm!”
Hedefimiz, “İstiklali Tam Türkiye”dir.
Gazi Mustafa Kemal’in yükselttiği tam bağımsız Türkiye bayrağı biz sosyalistlerin ellerinde dalgalanmaktadır
Denilecektir ki, Mustafa Kemal sosyalist değildi, siz sosyalistsiniz.

Evet, Mustafa Kemal sosyalist değildi, bizler ise sosyalistiz. Ve biz sosyalistler, şartlar ne olursa olsun, O’nun başlattığı Anadolu İhtilalini (Milli Demokratik Devrimi) sonuna kadar götürmekte kararlıyız. Atatürkçülük iddiasında oldukları halde, Atatürkçülüğün ne olduğundan habersiz kimilerine göre, bizim bu sözlerimiz kandırmacadır; Atatürk’ün yoluyla bizim yollarımız zıt yollardır!

Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün emperyalizme ve kapitalizme karşı savaş açmasına rağmen sosyalist olmamasını ancak iki nedene dayanarak açıklayabiliriz:

a) İçdinamik,
b) Dış dinamik.

Feodal Osmanlı imparatorluğunda aydınlar arasında ve maarif sisteminde sosyalist teori ve düşünce Avrupa’daki gibi yaygın bir alana sahip değildi. O dönemin Osmanlı İmparatorluğunda, sosyalizmin ne olduğunu doğru dürüst bilen bir aydın kadro mevcut değildi. Osmanlı ilerici aydınları arasında, işçi sınıfının ideolojisi olan sosyalizm bir yana,
burjuva demokratik devriminin bir ürünü olan ulusçuluk, uluslaşma fikirlerinde bile tam bir netlik ve berraklık mevcut değildi.

İşte Mustafa Kemal, böyle bir ortamda yetişmiş, kendisini yetiştirmiş ve mücadelesini sürdürmüştür. Kişinin düşünce ideal ve perspektiflerini belirleyen onun maddi çevresidir. Henüz burjuva demokratik devrimi hakkında bile düşüncelerin tam bir açıklığa kavuşmadığı böyle bir ortamda, Mustafa Kemal’in proletarya’nın ideolojisi hakkında açık ve kesin bilgilere sahip olması, sosyalist olması elbette beklenemezdi. Bu nedenle hiçbir sosyalist onu sosyalist olmadığı için kınayamaz, yargılayamaz.

O’nun o ortamda, antiemperyalist ve antifeodal düşünce ve aksiyon içinde olması bile önemli bir şeydir. Böyle bir ortamda milli kurtuluşça düşünce, aksiyon içinde olmak, çok üstün yeteneklere sahip bir kişiye özgü olabilir. Ayrıca Gazi Mustafa Kemal sosyalist olsaydı bile, yine de devrim cephesi için önemli bir değişiklik olmayacaktı. Çünkü bir kere, Türkiye uluslaşma ve ulus olma aşamasındaydı. Ve bu aşamada bir sosyalist önderin yapacağı, genel hatlarıyla Mustafa Kemal’in yaptıklarından pek farklı olmayacaktır.

İkinci olarak, sosyalist aksiyon, bir kadro ve sınıf hareketidir. Oysa o dönemde ne bilinçli bir işçi sınıfı, ne de böyle bir hareketi götürecek bir kadro mevcuttu.

Bizler, yurtsever olduğumuz için sosyalistiz. 20. yüzyılda, bizim gibi emperyalist boyunduruk altındaki, yarı-sömürge ülkelerin milli kurtuluş savaşıyla kazandıkları bağımsızlığın sürekli kılınmasının tek şartı ve garantisi sosyalizmdir. (…)

Milli Demokratik Devrim’in iki yönü vardır:

a) Antiemperyalist (milli) yönü: Bu yön, emperyalist boyunduruğun, ekonomik, sosyal, siyasi, kültürel vb alanlarda kesinlikle kırılmasını, emperyalist ilişkilerin kesinlikle tasfiyesini içerir.

b) Antifeodal (demokratik) yönü: Bu yön de, feodal ilişkilerin kesinlikle parçalanmasını, bu ilişkiler içinde ezilen köylü kitlesinin “özgür vatandaşlar” haline getirilmesini içerir. Her iki yön iç içedir. Her biri, diğerinin sebep ve sonucudur. Bu nedenle milli devrim aynı zamanda demokratik devrimdir; demokratik devrim de aynı zamanda milli devrimdir.

Özetlersek; Milli Demokratik Devrim, emperyalist dönemde yarı sömürge ülkelerin tam bağımsızlaşma, uluslaşma ve demokratikleşme devrimidir. Bu nedenle, literatürde, Milli Demokratik Devrime “Milli Kurtuluş Devrimi”, “Milli Demokrasi Devrimi” de denmektedir.

Türk Ordusu ve 27 Mayıs

Anti-Kemalist karşı devrim, sadece ekonomik ve politik alanda değil, her alanda ve her konuda tezgâhlanmış ve kadrolaşmıştır. Öyle ki, Kemalist ilerici geleneğe sahip Türk ordusunun üst kademesi bu oligarşik yönetime dâhil edilerek (Namık Argüçler vb) uzun süre ülkemizdeki devrimci milliyetçilerin büyük çoğunluğunu barındıran Türk ordusu bile nötralize edilmiştir.

Ancak, Türk ordusu ne Latin Amerika’daki oligarşilerin temel dayanağı olan merasim ve bale ordusudur, ne faşist Yunan cuntasını ayakta tutan aristokrat kökenli subayların oluşturduğu Yunan ordusudur, ne de İran ve Afganistan’da Şah ve Emir’in insanlık dışı, ortaçağ yönetiminin vurucu gücüdür.

Türk ordusunun geleneğinde emperyalizme karşı, dünyada, zaferle sonuçlanmış
olan ilk milli kurtuluş savaşı yatmaktadır. Genellikle halk çocuklarından oluşan Türk subaylarının çoğunluğunun karakterini belirleyen de antiemperyalizmdir, milliyetçiliktir.

Ordu ve bürokrasi içindeki devrimci milliyetçiler, bu anti-Kemalist karşı devrime en sonunda kırmızı ışığı yaktılar ve oligarşi içinde yer alan Namık Argüç gibi üst kademedeki bazı subaylar nötralize edilerek 27 Mayıs 1960’ta hâkim gerici ittifakın partisi DP alaşağı edildi. 27 Mayıs 1960 hareketi Kemalizm’e yönelme hareketidir. Türkiye devrimler tarihinde oldukça önemli ve şerefli yere sahip olan 27 Mayıs hareketi, yerli hâkim sınıflara karşı, ordu ve bürokrasi içindeki aydınların (asker-sivil aydın zümrenin) ilerici milliyetçi bir harekâtıdır.

İşte 1961 anayasamız asker-sivil aydın zümrenin bu devrimci atılımının siyasi ve hukuki bir belgesidir. 27 Mayıs anayasası, her alanda milli ve demokratik dönüşümleri öngören, genel hatlarıyla Milli Demokratik Devrim anayasası olabilecek kadar devrimci muhtevaya sahip ilerici bir anayasadır.