Ana Sayfa Türk Devrimi Çağdaş Türk Devleti ve Aydınlara Düşen Görev

Çağdaş Türk Devleti ve Aydınlara Düşen Görev

4119

Yusuf Yusuf AKÇURA TEORİ DERGİSİ – Ekim 2007
Çağdaş Türk Devleti ve Aydınlara Düşen Görev
Yusuf AKÇURA
TEORİ DERGİSİ – Ekim 2007

Yusuf Akçura, çağdaş bir devletin hangi sınıflara dayanması gerektiği yolundaki görüşlerini, en kesin ve çarpıcı ifadelerle, Şeyh Sait İsyanı’nın bastırılmasından sonra Haziran 1925’te verdiği “Çağdaş Türk Devleti ve Aydınlara Düşen Görev” başlıklı konferansta ifade eder. Bu yazı, öncelikle çok esaslı bir cepheler; devrimin ve karşıdevrimin güçlerinin karşılıklı mevzilenişi tahliline dayanmaktadır: Bir tarafta emperyalistler, feodaller ve yobazlar, diğer tarafta ise tüccarlar, diğer şehirli emekçiler, köylüler yer almaktadır. Programın temel unsurları, büyük mülkiyeti kıracak bir toprak reformuyla, saltanat ve hilafetin kaldırılmasının başlattığı feodalizmin yenilgisi sürecinin tamamlanması ve aynı zamanda büyük devletlerin en küçük bir nüfuz kazanma denemesine bile izin verilmemesidir; başka bir deyişle, demokrasi ve bağımsızlıktır. Milli burjuvazinin iktidara tamamen sahip olduğu bir “çağdaş devlet”in yerine sağlamca yerleşmesi, bu programın uygulanmasına bağlıdır. Yazının son bölümü ise, söz konusu uygulama ya da devrim süreciyle ilgili bazı can alıcı noktalara değiniyor. Birincisi, devrimler devrim sonrası topluma ilişkin güzelim projeleri, “ilke ve kuralların sihirli etkisiyle” meydana gelivermezler ve ayrıca, devrimci dönüşüm anına da, devrim sonrasında beklenen ferahlığın, yumuşak istikrarın kıstasları uygulanamaz. İkincisi, “her devrim savaşında belirli sınıfların genelkurmayı, ideologlarından, yani aydınlarından oluşur.” Ve “eğer bizi aydınlarımız da, idealleri olan çağdaş devletin Türkiye’de gerçekten kurulmasını, yerleşmesini istiyorlarsa, tümü bu gaye uğrunda çalışanların genelkurmayına dahil olmalıdır.

Öte yandan, o dönemin Türkiye toplumunun katmanlaşma düzeyinin göreli geriliği ve yazarın asli sınıfsal aidiyeti, çeşitli biçimlerde yansımıştır yazıya; en basiti, yer yer mekanik bir “ekonomik materyalizm” hep hissediliyor; daha önemlisi “çağdaş devletlin kendisi, içinde sınıf çelişme ve çatışmalarını barındırmayan organik bir bütünlük gibi resmedilmekte nihayet bütün bu yaklaşım, “hangi sınıfın öncülüğünde?” sorusunda düğümleniyor. Konferansçı Akçura’nın feodalizmin kökünü kazıyacak radikal bir toprak reformu önerisi gerçekleşmemiş: aynı şekilde milletvekili Akçura’nın 1924-1925’te Meclis’e sunduğu İş Yasası tasarısı “aşırı ileri karakteri nedeniyle” reddedilmiştir.

Fakat bu zaaflar dahi, bugün çeşitli yönlerden küllendirilmek istenen bir mirası, bir program ve strateji mirasını ve ayrıca bir “aydınlara düşen görev” ruhunu, yazının şiddetle hatırlatmasına engel olmadığı gibi bugün bu mirasın nasıl ve kim tarafından devralınıp ileriye götürülebileceği sorusuna da büsbütün açıklık ve aciliyet kazandırıyor.

Akçura’nın “Darülfünun Konferansları” çerçevesinde, 1341 (1925) Haziran sonunda yaptığı bu konuşmanın metni, ilkönce Türk Ocakları Merkez Heyeti organı Türk Yurdu dergisinde, c.3, numara 13’te Teşrinievvel 1341 (Ekim 1925) tarihinde basılmıştır. Aşağıda sadeleştirerek yayımladığımız bu yazı, daha önce Saçak dergisinin “Asri Türk Devleti ve Münevverlere Düşen Vazife” başlığıyla yayımlandı. (Haziran 1984 tarihli 5. sayısında).

Çağdaş devletin özellikleri

Hanımlar, efendiler,
Sözlerime başlarken, geçen birkaç senenin -ki Türk tarihinde çok önemli bir devredir- başlıca olaylarını muhterem dinleyicilerime kısaca hatırlatmak isterim. Mütareke Sözleşmesi ve Sevr Anlaşması’yla İtilaf devletleri Osmanlı saltanatının bağımsız hayatına tamamen son verdikleri gibi, Türk milletinin imhası için de kendi fikirlerince yeterli tedbir almışlardı; fakat Anadolu’da doğan Türk milli kuvveti, Türk milletini imhaya uğraşan İngiliz, Fransız, İtalyan, Yunan ve Ermeni istilacılarını Türk ilinden kovmayı başardı. Onlarla işbirliği etmiş olan Osmanlı hanedanını da arkalarından gönderdi. Bu şekilde Türkiye’de ne istilacı yabancı ne de ferdi saltanat ve hilafet kaldı. Bağımsız Türkiye Cumhuriyeti doğdu.

Türk kuvvetinin bu yeni görünümünü Türklerin hepsi, Müslümanların çoğu sevinç ve heyecanla selamladılar, alkışladılar. Fakat bu genel sevinç ve heyecan çok sürmedi. Şurada burada, özellikle sultan-halifelerin eski başşehrinde Türk milli kuvvetine, onun girişim ve hareketlerine karşı itiraz ve muhalefet sesleri işitilmeye başladı; bu sesler gittikçe arttı ve aralarında bazı birleşmeler oluşarak, Türkiye’nin her tarafına yayılan nahoş bir gürültü halini almaya başladı, işte tam bu sırada Kürdistan isyanı başladı.

Mütarekeden itibaren olayların bu şekilde sıralanmasında, zincirlenmesinde, bence içsel ve temelli bir etken, sebeplerin sebebi olan bir etken vardır ki, o da tükenmez hayat kuvvetleriyle dolu Türk milletinin mahvolmamak, ölmemek, yaşamak istemesi, var olma iradesidir. Türk padişahlıklarından biri olan Osmanlı saltanatı çöktüğü, düşmanlar Türk milletinin hayatına kastettikleri sıralarda, bu millet yaşamak için yeni, bağımsız ve zaman ve mekâna uygun, yani çağdaş bir devlet kurmak irade etti. Birkaç seneden beri görüp geçirdiğimiz bu olaylar, işte bu iradenin, çağdaş devlet kurmak iradesinin, eylem alanında kendini ortaya koymasıyla o ortaya koyuşun davet ettiği ve harekete geçirdiği tepkilerden ibarettir. Büyük Millet Meclisi Hükümeti, bu milli iradeyi iyi bir şekilde gerçekleştirmeye çalıştı. O hükümetin tabii bir gelişmiş şekli olan Cumhuriyet, Türk çağdaş devletini gerçekleştirmeyi ve pekiştirmeyi bugün en esaslı görevi kabul etmektedir.

Efendiler, çağdaş devlet nedir? Ben size çağdaş devletin yalnız bazı niteliklerini anlatmakla yetineceğim.

1) 19. yüzyılın ortalarına doğru Avrupa’da tipik şeklini almış olan çağdaş devlet’te (l’état moderne) egemen güç, o devleti kuran milletin kendisidir ve bundan dolayı çağdaş devlette egemenlik bölünmez, birdir. Milleti meydana getiren bireyler hukuken eşittir. Bir bireyin diğerine karşı baskı ve zorbalık uygulamaya hakkı yoktur. Millet adına karar verme güç ve yetkisi, milletin belli kanunlarla belirlediği kurum ve kişilere, o kanunlar çerçevesinde, sınırlandırılarak verilmiştir. Bireyin birey üzerinde baskı ve zorbalık uygulamasına yol açan kurumlar kalkmıştır. Bu tür kurumların en önemlisi, toprağın mülk edinilmesi, kullanılması ve idaresi usulü olduğundan, çağdaş devletler esaslı toprak reformu (reforme agraire) gerçekleştirildikten sonra ancak kurulabilmiştir. Milletin, halkın, devlete eşit haklara sahip olarak hâkim olmasına, “demokrasi” denir. Dolayısıyla, çağdaş devletler demokratiktir.

2) Çağdaş bur devletin en önemli unsuru olan millet, türdeştir: Çoğunlukla, aynı dili konuşur; fertlerinin bilimsel ve düşünsel düzeyi, hukuku, ahlakı, estetik, hatta siyasi fikir ve hisleri çok farklı değildir. Çağdaş bir devlette millet, aynı kültürün (harsın) ürünüdür; bundan
dolayı, hiç olmazsa çoğunluğu, aynı ideale (mefkûreye) tutkundur. Dolayısıyla, çağdaş bir devlet, millidir.

3) Çağdaş bir devlet, içinde kendisinden başka hukuki, dini ve siyasi bir otorite kabul etmez. Başlangıcı ve sonu, kendisidir. Dolayısıyla çağdaş bir devlet, tam bağımsızlığa sahiptir. Diğer bir devletin hiçbir şekil müdahale, nüfuz ve hatta etkisine tahammül edemediği gibi, kendi içerisinde bağımsızlık hareketine engel olabilecek hiçbir kurumun var olmasına da izin vermez. Avrupa’nın çağdaş devletleri, tipik şekillerini alıncaya kadar, kendileri dışında bir kuvvet, bir otorite olan Katolik Kilisesi’yle sürekli bir şekilde çekişmek zorunda kalmışlardır (Anglikanizm, Gallikanizm, Kulturkampf… vd.).

4) Çağdaş bir devlet, millet fertlerinin hürriyetlerini, kendi bağımsızlık ve otoritesine gölge düşürmemek üzere, kanunlarla temin etmiştir. Bu görüş açısından, çağdaş devlet hürriyetçidir (liberal).
Avrupa çağdaş devletlerinde dini, siyasi ve iktisadi reform, asırlarca yapılagelmiş ve her devlette kültürün ve idealin birliğe yaklaşmış olmasından dolayı, çoğunlukla, fertlerin hürriyeti, devletin otoritesiyle aykırılık oluşturmaz. Çağdaş bir devlette bazı hürriyetlerin pratikteki yansıması devletin otoritesine karşıt bir şekilde olursa, yalnız fiilen değil, hukuken de devletin otoritesinin sürdürülmesi, ferdin hürriyetine tercih olunur; çünkü devlet bütün milletin fertlerinin hak ve çıkarlarını bağrında taşımakla ve bunları yansıtmaktadır.

5) Çağdaş bir devletin esas niteliği halk hâkimiyeti’dir (demokrasi); hürriyetçilik (liberalizm) değildir. Çağdaş devlete hâkim olan halk, daha doğrusu halkın çoğunluğu, kendi, çıkarlarını, dar zümrelerin hürriyetine feda etmez. Çağdaş devletlerin oluşmasında demokrasi ve liberalizm prensipleri çarpışmış ve çoğunlukla demokrasiye karşı gerici bir nitelik kazanan liberalizm yenilmiştir. Fransız, Alman, İtalyan, Rus, hatta kısmen İngiliz demokratları, özellikle sosyaldemokratları, tamamen liberal değillerdir…

6) Çağdaş devletler, sanayi ve ticaret şirketlerine benzerler. Çağdaş devleti oluşturan toplumsal heyetin her ferdi, belirli iktisadi çıkarlarla o bütüne, yani devlete bağlıdır. Bir ticari şirketin kâr ve zararında ortaklardan her biri hissedar olduğu gibi, devletin kâr ve zararında da uyruklarının hissesi vardır. Bunu açık bir şekilde bilen millet fertleri, devlet denilen büyük iktisadi girişimin başarısına, gelişme ve refahına bilinçli olarak hizmet ederler. Hükümetler de bu büyük şirketin yöneticileri demektir. Hükümetin birinci görevi, bu iktisadi faaliyeti iyi idare etmektir. Dolayısıyla, çağdaş devlet iktisadidir.

Rönesans, Reform hareketleri, Fransız İhtilali ve çağdaş devlet

İşte efendiler, niteliklerinden bazılarını şimdi size sunduğum çağdaş devlettir ki, Türk milleti, kendi memleketinde kurmak istemiştir. Doğu’da Türkün kurmak istediği bir devlet, Batı’da asırlarca meydana gelen değişme ve gelişmenin ürünüdür. Çağdaş devletler, Avrupa’da yeniçağın başlangıcından itibaren oluşmaya başladı ve yavaş yavaş olgunlaştı. Avrupa’da çağdaş devletlerin kurucu unsurları, Rönesans, dini reform ve ihtilal (La Renaissance, La Reformation, La Révolution) hareketlerinden doğmuştur. Rönesans, Avrupa’nın büsbütün ayrılmadığı, fakat çok unuttuğu eskiçağ kurumlarını diriltti; Yunan ve Roma’nın hayata ve evrene bakışını, bilimsel, estetik, ahlaki ve siyasi görüşlerini canlandırdı. Reformasyon, Hıristiyanlığı, yani Avrupa’nın dinini hayata yakın ve ona hizmet edecek bir hale getirdi. Nihayet ihtilal -révolution- (Fransız ihtilaliyle ondan önceki ve sonraki iktisadi ve
siyasi ihtilaller), ferdin ferde mahkûmiyet ve esaretini kaldırdı ve bu mahkûmiyet ve esaretin esas kaynağı olan toprak meselesini çözdü. Bu şekilde zeamet idare tarzı (le régime feodal)*

* Akçura, “zeamet tarz-ı idaresi’ni, bu ibarenin geçtiği ilk yerde verdiği (te régime feodal) alternatifinin de gösterdiği gibi, hep feodalizm anlamında kullanıyor. Buna bağlı olarak, zeametten türettiği çeşitli kelimelerde, aşağıdaki sadeleştirmede yerine göre kâh feodalizm, kâh feodal, kâh feodaller, kâh toprak ağası ve toprak ağalığı terimleriyle karşılanmıştır.

kaldırılmış oldu ve sonuç olarak bu idare tarzının parçası olan krallıkların ve imparatorlukların ortadan kalkmasına yol açıldı. Siyasi ihtilallerden önce meydana gelerek onların oluşmasını zorunlu kılan iktisadi ihtilal, sermayenin yoğunlaşması, büyük sanayi, büyük üretim ve büyük sermayenin ortaya çıkması olgularıyla kendini gösterdi ve bu olgulardır ki, feodalizmden tamamen kurtulmuş olan Batı medeniyetinin ayırt edici niteliklerinden en önemlilerini meydana getirdi. Ve o medeniyetin diğer medeniyetlere üstün gelmesine esas etkenlerden oldu.

Bilirsiniz ki, Avrupa’da Rönesans, reform ve ihtilal hareketleri, aralıklarla meydana gelmiştir. 15. yüzyılda başlayan Rönesans’ı, 16. yüzyılın dini reformu nispeten az bir arayla izlemişse de, ihtilal hareketleri ancak iki asır sonra derin ve kapsamlı bir şekil alabilmiştir. Tarihin, bütün düşünürlerce kabul edilen “her hareketi bir aksi hareket takip eder” kanunu, bu üç büyük tarihi harekette de tamamen kendini gösterdi. Rönesans’a karşı karanlıkçılık (L’Obscurantisme), dini reforma karşı cizvitlik (Le Jesuitisme), ihtilale karşı gericilik (La Reaction) hareketleri meydana geldi. Çünkü her değişme, her devrim, bazı yerleşik çıkar ve fikirlere aykırı ve karşıdır, zarar gören kurumlar, doğal olarak kendilerini korumaya ve savunmaya uğraşırlar. Fakat bütün bu tarihi çatışmalarda hareket, aksi hareketi yendi ve insanlık mukadder amacına doğru ilerlemekte devam etti.

Efendiler, kısaca kaynaklarını göstermeye çalıştığım çağdaş devlet, sunuşumdan anlaşılıyor ki, insan medeniyetinin son gelişme aşamasında, yani Avrupa medeniyetinde meydana gelmiştir; çağdaş devlet Avrupa medeniyetinin bir ürünü, bir verimidir. Asya’nın henüz yaşayan Doğu ve Uzakdoğu medeniyetleri, kendilerinden, kendi içsel kuvvetleriyle “çağdaş devleti” kuramadılar. Bu, üzücü ve kederlendirici bir olgudur, fakat ne yapalım ki bir olgudur! Uzakdoğu ve Doğu medeniyetlerine mensup milletler, çağdaş devlet halinde oluşmak ve şekillenebilmek için Batı, yani Avrupa medeniyetine girmek zorunda kaldılar. Japonya, azim ve cesaretle, sürat ve şiddetle Batı medeniyetine atlayarak çağdaş bir devlet kurabilmiş gibidir; Çin ve eklentileri, daha yavaş bir yürüyüşle aynı amaca doğru yürüyorlar. Doğu İslam medeniyetinde aynı olay bir buçuk asırdan beri izlenmektedir. Bağımsız, yarıbağımsız ya da mahkûm Doğu İslam milletleri Güney Türkleri, İranlılar, Afganlılar, Araplar, Hintliler, Doğu ve Kuzey Türkleri… vd. tümü “medeniyet değiştirme” tarihi sürecinin içinde şu anda kaynaşmaktadır. Bu büyük ve vahim tarihi olay, Uzakdoğu ve Doğu İslam kavimlerinin fert ve toplum olarak hayatlarını sürdürmelerini sağlama doğal arzusundan kaynaklanıyor; evrene egemen olan var olma mücadelesi doğal kanununun bir evresinden başka bir şey değildir…

Efendiler, Türklerin en güçlü ve en gelişmiş bir kısmı olan Güney Türkleri, kendi memleketlerinde mutlaka çağdaş bir devlet kurmak istiyorlar; bu, Türk milletinin milletçe varlığını sürdürmesine yönelen kesin iradesidir. Yüzyıldan beri Osmanlı saltanatını çalkalandıran ve bugün Türkiye Cumhuriyeti’ne azametli ve cüretli hamleler yaptıran, hep işte bu iradedir…

Efendiler, çağdaş devlet Avrupa medeniyetinin ürünü olduğu için, çağdaş devlet kurmak isteyen Türkler, tıpkı Japonlar gibi, eskiden dâhil oldukları medeniyetten Avrupa
medeniyetine atlamak zorunda kaldılar ve bugün bu zorunluluktan doğan meseleleri, güçlü bir azim, büyük bir kahramanlıkla çözmeye çalışıyorlar. Şimdi şahidi olduğumuz büyük olgu, “medeniyet değiştirmek” gibi, her kavim için gayet çetin ve pek çok felaket ve tehlikelerle kuşatılmış bir işin gerçekleştirilmesidir. Bu işin başarıyla sonuçlanması, Türklerin gelecekteki hayatlarını güvence altına alacaktır. Aksi takdirde Avrupa medeniyeti, Amerika, Afrika ve hatta Asya’nın bazı kavimleri gibi, Türkleri de özümleyerek, yani özgün kimliklerini, milli şahsiyetlerini yok ederek içine alacak ya da büsbütün yok edecektir. Kendi iradeleriyle medeniyet değiştirmek iktidarına sahip olduklarını gösteren milletler, kültürlerini ve dolayısıyla milli şahsiyetlerini koruyabilirler; zorla, yani özümlenerek medeniyet değiştirilen kavimler kültürlerini, özgün kimliklerini kaybederler…

Efendiler, tekrar ediyorum, çağdaş bir devlet kurmak amacıyla çözmeye çalıştığımız en önemli mesele, işte şu “medeniyet değiştirme” meselesidir.

Çağdaş devletin engeli: İşte feodalizm

Doğu medeniyetinin gelişme devrelerinde, Avrupa medeniyetinin Rönesans, dini reform, iktisadi ve siyasi ihtilallerine benzer olaylar bütünüyle meydana gelip başarıyla geçmiş bulunsaydı, bugün Müslüman Doğu’da da çağdaş devlet, kendiliğinden kurulmuş olurdu; “medeniyet değiştirme” zorunluluğu ortaya çıkmazdı. Sözü edilen olaylar bütününün Doğu medeniyeti havzasında kendiliğinden gelişmemiş olması, medeniyet değiştirme zorunluluğunu doğurduğu gibi, Batı medeniyetine geçmedeki zorluğun artmasına sebep oluyor. Batı’da aralıklarla meydana gelip, gericiliklerle çarpışarak, kanlı fedakârlıklar sayesinde nihayet zafer kazanabilen Rönesans, dini reform ve ihtilal hareketlerinin ürünlerini, biz kısa bir zamanda elde etmeye mecburuz ve bunun için o hareketlere karşı çıkan engellerin hepsine hemen bir anda göğüs germek durumundayız. Avrupa’da birkaç asıra yayılmış olan olayları Türkiye’de birkaç on seneye sıkıştırmak gerekiyor: Türkiye çağdaş devleti, az zaman zarfında başarıyla kurulamazsa, fırsatın elden kaçırılmış olması tehlikesi vardır.

Efendiler,

Doğu medeniyeti Rönesans, dini reform ve ihtilal hareketlerini başarıyla geçirerek gelişmediğinden, şu anda metafizik fikir sistemlerine bağlı skolastik tümdengelimci düşünceye mahkûm bir haldedir; bu yüzden donuk ve kısırdır. Evrim (L’Evolution) doğal kanununa, hayat ve tabiattan iğrenerek uymak istemem. Düşünce sahasında ona, tersine, karşı durmak emelindedir. Bu açıdan tutucudur. Doğu medeniyeti, bugünkü durumunda fikri otoriteleri, serbest araştırma ve tecrübeye, hür inceleme ve eleştiriye; mevcut kurumların korunmasını, kurumların yeni ve gelişmiş şekillerini araştırmaya; kısacası geçmişi geleceğe tercih eder. Doğu medeniyetinin bugün de mevcut kurumları ortaçağdan kalmadır. Hukuken metafizik ve tümdengelimci fıkıhın çerçevesinden dışarı tamamen çıkamamış; iktisaden küçük sermaye, ilkel tarım, küçük sanayi, küçük ticaret, bilinen deyişle esnaf teşkilatından ileri gidememiş; toplumsal bakımdan feodalizmi değiştirememiş; büyük burjuva (la grande bourgeoisie) sınıfını doğuramamış; siyasi olarak dini-feodal şeyhlik, ağalık, beylik ve halife- sultanlıklardan daha gelişmiş siyasi biçimlere yükselememiştir. Sami gelenekten gelme dini ve eşitlikçi ilkel cumhuriyet tarzı, İran, Bizans ve Turan etkisiyle pek çabuk unutulmuştur; Doğu kavimlerinin milliyet düzeyine yükselmesi, o kavimlerin ancak sınırlı tabakalarında gözlenir; Doğu’da milliyet fikri henüz yerleşmiş değildir.

İşte efendiler, düşünsel, toplumsal ve siyasi asıl niteliklerinden bel başlılarını sunduğum Doğu medeniyetinin mevcut fikir ve kurumlar dengesinin bugünkü durumundan
yararlananlar, gayet tabii olarak her türlü değişikliğe karşı çıkacaklar ve direneceklerdi. Ve bu karşı çıkış ve direnmelerinde, medeniyetin kökeninde bulunmakla kutsallaşmış ve asırlardan beri devam etmekle kökleşmiş fikir ve hislere dayanacaklardı ve öyle de oldu. Bugün kesin ve somut olarak görüyoruz ki, medeniyet değiştirmek, çağdaş devlet kurmak yolundaki hareketlere en çok güçlük çıkaran kimseler, Doğu medeniyetinin ideolojisini sömüren ruhaniler (mollalar, hocalar, şeyhler… vd.) ile bu medeniyetin toplumsal tarzının genişlemesinden çıkarı bulunan feodallerdir (ağalar, beyler, hanlar, sultanlar… vd.). Doğu feodal sistemi de, Batı feodal sistemi gibi din adamları teşkilatıyla çıkar birliği içinde bulunduğundan, bu iki toplumsal organizma tutuculuğun temelidir: Son Kürt gerici olayının, emir ve şeyhlerin, yani toprak ağası ve din adamlarının ittifakıyla yapıldığını bugün hepimiz biliyoruz. Osmanlı saltanatının Meşrutiyet devresinde meydana gelen 31 Mart gerici olayı da, Arnavut beyleriyle İstanbul hocalarının işbirliğinin sonucuydu.

Efendiler, Doğu medeniyetinin bugünkü şeklinden en çok faydalananlar din adamlarıyla toprak ağaları ise, en çok zarar görenler de feodal esaret (Le Servage) altında yaşayan köylüler, yani küçük çiftçilerle Batı medeniyetinin verdiği iktisadi gelişmeden faydalanmayan şehirlilerdir. Kısacası, Doğu’da gericilik unsurları din adamlarıyla toprak ağaları; devrim unsurları, ilerleme ve gelişme unsurları, çiftçilerle şehirlilerdir. Bunun içindir ki, Doğu kavimlerini Batı medeniyetine ithal etmek isteyenler, bu iki toplumsal sınıfa, köylü çiftçilerle şehirli sanatkâr ve tüccarlara dayanıyorlar ve tamamen haklıdırlar.

Doğu kavimlerinin büyük bir çoğunluğu, kısmen hür, kısmen esir (serf) çiftçilerden oluştuğu için, bunlara dayanan bir kuvvet, gerici toprak ağası ve din adamı kuvvetlerini ezmeye daima ve tamamen kadirdir. Dolayısıyla, azim, usul ve fikri izlemeyle devam edecek medeniyet değiştirme hareketinde ortaya çıkabilecek engel ve zorlukların elbette üstesinden gelinebilecektir. Ancak, medeniyet değiştirme hareketinin düşmanları taraftarlarının, sınıf ve kurum olarak, açık bir biçimde belirlenmesi ve düşmanların hayat kaynaklarının kurutulması, kurumlarının temellerini sökülmesi gerekmektedir. Yani ta ferdi halife-sultanlığa kadar giden feodal rejim, feodal sistem, feodal hukuk, yalnız hukuken (de jure) değil fiilen (de facto) kökünden kazınmalıdır. Daha açık bir ifadeyle, kişinin kişiye bağımlılığı, o bağımlılığa yol açan, onu yaratan büyük arazi ve köylerin bir kişiye, bir hanedana ait olması kesinlikle kaldırılmalıdır.

Din adamları bizzat toprak ağası değiller, birer bey, ağa, kısacası feodal senyör (seigneur feodal) değillerse, sırf manevi otoritelerini, ancak toprak ağalarına dayanarak sağlayabilirler. Toprak ağalarının ortadan kalkması, din adamlarının yok olmasına veya diğer sınıfın, mesela şehirlilerin ve köylü çiftçilerin hizmetine girmelerine yol açar; bu son durumda, bazı İslam memleketlerinde örneği görüldüğü üzere, bu son sınıfın ideolojisine yakınlaşır, gericilikten ilericiliğe geçer ve o zaman medeniyet değiştirme işlemine karşı değil, yandaş olurlar. Bu yüzden şurası da bilinmelidir ki, benim derin ve kesin kanaatime göre toprak ağalarına dayanan gerici din adamları, belki bilinçsiz olarak kendi sınıflarıyla beraber İslam dininin de çökmesine uğraşıyorlar. İslam dininin yükselmesi için, onun dostları, medeniyetin en gelişmiş aşamasıyla uyuşabilmelidirler…

Kısacası efendiler, Batı medeniyetine girmek ve bu şekilde çağdaş bir devlet kurabilmek için mutlaka yapılması gereken işlerden birisi ve belki birincisi, Müslüman Doğu’da ve dolayısıyla Türkiye’de toprak ağalığının hukuken ve fiilen kaldırılmasıdır. Ve bu önemli girişimde milletin en güçlü dayanağı, toprak ağalığından çok zarar gören köylüler ve çiftçiler olacaktır. Fakat o köylülerin toprak ağalığının kaldırılmasından derhal
faydalanabilmeleri sağlanmalıdır; yani Türkiye’de bir “toprak reformu” (Reforme Agraire) yapılmalıdır.

Zaten efendiler, Batı’da ihtilal hareketlerinin en esaslı kazanımı toprak ağalığının kaldırılması olmuştur; Türkiye Cumhuriyeti dahilinde toprak ağalığının sözde değil, gerçekte kalkması, ihtilal verimlerinden en değerlisinin devşirilmesi demektir. Bu reformun yapılmasıyla Batı medeniyetinin iktisadi-toplumsal sahasında çok büyük bir adım atılmış olur. Bu şekilde Türkiye Cumhuriyeti, çağdaş devletin esas niteliklerinin en önemlilerinden olan kişinin kişiye bağımlı olmaması ilkesini pratikte kısmen uygulamış olur.

Efendiler,

Osmanlı İmparatorluğu da çağdaş devlet olmak istemişti; özellikle Üçüncü Sultan Selim’den itibaren bu amaca yönelik uygulamalar hepinizce bilinmektedir. Fakat Osmanlı saltanatına çağdaş devlet olabilmek mukadder değildi. Çünkü Osmanlı saltanatı, varlığını sürdürebilmek için bir taraftan Batı medeniyetine girmek zorunluluğunu hissetmekle beraber, diğer tarafından Doğu medeniyetinin devlet sisteminde son gelişmesi olan dini-feodal ve milli olmayan bir imparatorluktan, hilafetle kaynaşmış padişahlıktan ayrılamıyordu. Zaten halife- padişahlık sisteminin niteliği, bugünkü Batı medeniyetinin esas kaynaklarından olan Rönesans, dini reform ve ihtilalin ruhlarına aykırıdır. Dini geleneği temsil etmek ve korumakla yükümlü hilafet, esasında, laik Rönesans hareketine ve dini reforma izin veremezdi; toprak ağalığına dayanan padişahlık kendi dayanaklarını kırmadan siyasi ve toplumsal bir ihtilale uygun olamazdı; nihayet Rönesans, devrim ve dini reform, milli hareketlerin ilkeleri olduğundan, çeşitli kavimleri milliyet ilkesine aykırı ideal ve çıkarlarla saltanat asasına baş eğdiren bir imparatorluk, kendisine mezar kazacak olan milliyet hareketinin doğup gelişmesine göz yumamazdı. Kısacası Osmanlı İmparatorluğu’nun trajedisi, hem Batı medeniyetine girmek, hem de girmemek zorunluluğu çelişkisinde adeta yoğunlaşmış gibiydi.

Fakat Türkiye Cumhuriyeti böyle temel bir çelişkiyle yüz yüze değildir; dini geleneği dini reforma karşı savunma, feodal örgütlenmeyi koruma, birbirine aykırı amaç ve milli çıkarları metafizik idealler veya suni araçlarla uzlaştırma gibi zorunluluklardan kurtulmuş bir haldedir. Türk milletinin varlığını güvence altına almakla yükümlü çağdaş bir devlet haline gelmek amacıyla, Türk Cumhuriyeti’nin Batı medeniyetine geçmeye çalışmasında, Cumhuriyet’in niteliğinden doğacak temel bir engel göremiyorum. Ancak Doğu medeniyetinin bugünkü şekliyle Osmanlı saltanatının bıraktığı bazı miraslardır ki, medeniyeti değiştirmek, çağdaş Türk devletini kurmak işinde bir hayli pratik engel ve güçlük çıkarmaktadır.

Efendiler, Doğu medeniyetinin bugünkü şeklinden doğan engel ve güçlüklerden bazılarını ortaya koydum ve bunlara karşı alınabilecek önlemler hakkında da bazı şeyler söyledim. Şimdi Osmanlı saltanatından devralınan zararlı miraslara ilişkin birkaç söz söyleyeceğim.

Çağdaş devletin dış engeli: Emperyalizm

Efendiler,

Türkiye Cumhuriyeti’nin çağdaş bir devlete dönüşmesinde, Osmanlı İmparatorluğu miraslarından en fazla güçlük çıkaranı, sanıyorum ki, İmparatorluğun Avrupa devletleriyle olan ilişki tarzıdır. Bu ilişkinin son devrelerinde, Avrupa devletleri Osmanlı saltanatını bazen tek tek, bazen ortak himayeleri altına almaya kalkışmışlar ve Osmanlı devletini siyasi bakımdan bir yarısömürge, iktisadi bakımdan tam bir sömürge (colonie) olarak görmüşlerdir. Bu anlayış yalnız arzu ve emelin dile getirilmesi değil, olayların ve gerçeğin ifadesidir. Gerçekten Dünya Savaşı’na kadar Osmanlı devleti fiilen birçok Avrupa devletinin ortak bir iktisadi sömürgesi halindeydi; Dünya Savaşı’nın galipleri, bu ortak iktisadi sömürgeyi, bölünmüş birer siyasi sömürge haline çevireceklerdi ve Osmanlı saltanatı bu şekilde parçalanarak yok olacaktı. Türkiye’nin sömürge olmasını çıkarlarına uygun bularak kabul eden gayrimüslim ve Türk olmayan Osmanlılar az değildi; hatta Türkler bile yok değildi. Avrupa devletlerinin arzuları, yerlilerden bazılarının bu arzuya uygun hareket etmeleri, önemli bir etkenin, Türk emel ve çıkarlarının ve gerçek değerinin iyi değerlendirilip hesaba katılmaması yüzünden, tarihin aldığı yöne uygun düşmedi. Osmanlı saltanatının dağılması ve çöküşü sıralarında, bir siyasi güç, bir siyasi varlık, Türkiye devleti doğdu. Fakat Avrupa devletlerinden bazıları hâlâ eski anlayışlarını değiştirmek istemiyorlar; İmparatorluk zamanından tadı damaklarında kalan sömürge rejiminin sürdürülmesi için fırsat kolluyorlar, daha doğrusu fırsatlar hazırlama işiyle uğraşıyorlar. Çağdaş devlet tanımı gereğince, dışarıda ve içeride tamamen bağımsız olmak gerektiğinden, Türkiye Cumhuriyeti bu beklentileri boşa çıkarmak, bu yoldaki hazırlıkların önüne geçmekle yükümlüdür. Bu görevini iyi bir şekilde yerine getiren Cumhuriyet’e karşı, Türkiye’yi bir sömürge ülkesi görmek isteyen Avrupa devletleri, elbette her türlü güçlük ve engeli çıkaracaklardı ve nitekim çıkarıyorlar.

Bu şekilde efendiler, Türkiye’nin çağdaş bir devlet, yani tam bağımsız bir devlet olmasını istememek noktasında, Avrupa devletlerinin çıkarlarıyla Türkiye dâhilinde yaşayan toprak ağalarının ve onlara dayanan din adamlarının iyi düşünülmemiş çıkarları birleşiyor. İyi düşünülmemiş diyorum; çünkü, toprak ağalarının çağdaş Avrupa devletleri sömürgelerinde hayat hakkı yoktur. Türkiye’de ayrıcalıklarını kaybetseler bile, eşit haklara sahip vatandaşlar sıfatıyla yaşayabilirler; fakat Avrupa sömürgelerinde daima eksik haklara sahip ikinci sınıf halktan sayılacaklardır. Gariptir, Müslüman Doğu’nun Batı medeniyetine girmesi aleyhinde, daima ve her tarafta toprak ağaları, din adamları ve yabancılardan oluşan bir üçlü ittifak kurulmuştur! Burjuvaziye ve demokrasiye dayanan Avrupa devletleri, İslam memleketlerinde toprak ağalarına ve onlara bağlı şeyh ve hocalara dayanarak sömürge siyasetini yürütüyorlar.

Feodalizm kalıntıları ve emperyalizm ittifakının engeli

Efendiler, Türkiye’nin çağdaş bir devlet halinde gelişmesine güçlük çıkaran daha birtakım imparatorluk mirasları var: Bunlardan birisi hilafet-saltanat fikir ve hatırası ile ona organik olarak bağlı hanedan meselesidir. Görünüşte ideolojik ve hissi görünen bu meselenin gerçek niteliği tamamen iktisadidir. Hilafet-saltanat kurumundan çıkan olan veya olduğunu sanan kimseler, o ideal ve hissi taşırlar. Zaten iktisadi çıkarlar hemen daima belirli fikir ve ülkülere dönüşür ve belirli hisler uyandırır. Bir geleneği, bir kurumu savunmak isteyenler, bilinçli veya bilinçsiz bir şekilde, kişisel veya zümresel çıkarları savunurlar. Hilafet-saltanat kurumundan çıkarı bulunanlar, saraydan geçinen ve saraydan geçinenlerden geçinen zümrelerdir ki, miktarları özellikle İstanbul’da pek az değildi. Bunlara, hilafet-saltanat kurumunun yaşadığı zamanlarda yüksek ve kârlıca makam ve iş sahibi olanlar da eklenmelidir. Bu zümrelerden başka, çeşitli nedenlerle azaltılan ve sınırlandırılan askeri ve mülki teşkilatta kadro dışı kalanların bazıları da yanlış görmek ve yanlış düşünmek nedeniyle talihsizliklerinin nedenini söz konusu kurumun yıkılmasında ararlar. Nihayet, tarihi akışı iyice incelememek ve kavramamak yüzünden, hilafet-saltanat kurumunun var olması veya var olmamasıyla İstanbul’un hükümet merkezi olup olmaması meselesini karıştıranlar da vardır.

Böylece efendiler, İstanbul meselesi de hilafet-saltanat meselesine bağlanır. Can alıcı çıkarlarının lifleri, İstanbul’un asırlar zarfında örülmüş örgütsel dokusunda saklı bulunan kimselerle, İstanbul’un iktisadi, estetik yararlarını ve tatlarını daha genel, daha sürekli faydalara feda edemeyenlerin bazıları, İstanbul’da ferah ve rahat oturabilmelerini, saltanat- hilafet kurumunun geri gelmesinden beklemektedirler. Efendiler, bunlar son derece aldanıyorlar! Bilmiyorlar veya bilmek istemiyorlar ki, İstanbul’un tekrar Türklere hükümet merkezi olabilmesi, Türkiye sınırlarının Kuzeybatı ve Batı’da, hiç olmazsa Balkanlar’dan, Makedonya’dan ve Adalar Denizi ortalarından geçmesine bağlıdır…

İşte İmparatorluğun zararlı miraslarından da birkaçını saydım. Şimdi, bütün bu açıklamalarıma göre bugünkü durum nedir?

Bugünkü durum, efendiler, şudur:

Türkiye Cumhuriyeti çağdaş bir devlet olmaya çalışırken, önüne gerek mensup olduğu Doğu medeniyetinin niteliğinden doğan, gerekse Osmanlı İmparatorluğumun esas örgütünden ve sonuçtaki yozlaşmasından devralınan hukuki, toplumsal, iktisadi, geleneksel, diplomatik bir hayli engel çıkıp dikilmiştir. Ve bu engelleri temsil eden şahıslar, kurumlar, zümreler, Cumhuriyet’in hamlelerine karşı şimdi de az çok birleşmiş bir cephe oluşturmaktadırlar. Yabancılarla toprak ağaları, cephenin en kuvvetli kısmıdır; din adamları çoğunlukla bir perdeleme birliği gibi kullanılıyorlar. Bu gericilik cephesi, yalnız savunmada kalmakla yetinmiyor; bazen hayli şiddetli karşı saldırılara da geçiyor. Son Kürdistan isyanında görüldüğü gibi, Türkiye Cumhuriyeti çok kısa bir zamanda bu gericilik cephesini mağlup ve yok etmeye mecburdur. Bugün Cumhuriyet’e tarihin yüklediği görev budur, Cumhuriyet bu görevini tamamen başaramazsa yalnız kendisinin varlığı değil, Türklerin bağımsız hayatı tehlikeye girer… Bu açıdan, hangi sınıf ve zümreden olursa olsun bütün Türkiyelilerin genel ve kapsamlı çıkarları, Cumhuriyet’in başarısını gerekli kılar.

Bazı sınıf, zümre ve kişilerin küçümseyici görüşleri, bugünkü durumu ve geleceği iyi kavramamaktan doğuyor; bunların çoğu, dünyanın durumunu anlamıyorlar. Bu yüzden belki bir derece mazur görülebilirler. Fakat bugünkü ve yarınki durumları en iyi anlamış olması ve Türklerin kurtuluş ve yaşamasının ancak Türkiye’nin çağdaş bir devlet haline yükselmesiyle mümkün olduğuna kesin kanaat getirmiş bulunması gereken bir zümrenin, alışılmış deyimiyle aydınların yanlış düşünüp yanlış hareket etmelerine, hiçbir özür bulunup gösterilemez.

Efendiler, Türk aydınlarının asırlardan beri gaye ve emelleri milli ve çağdaş bir Türkiye’nin kurulması değil miydi? Tarihin mukadderatı bu amacın fikirden pratiğe çıkmasına imkân verdiği sıralarda, Türk aydınlarından bazılarının bir yana çekilmeleri nasıl mümkün olabilir? Fikren bugünkü tarihi sürecin devamı ve gelişmesine taraftar oldukları halde, fiilen ona engeller çıkarmakla uğraşan aydınların varlığı, aydınlar arasında bile, bilincin eksik, kanaatlerin olgunlaşmamış olduğunu gösterir. Bu tür eksikliklerin giderilmesine ve tamamlanmasına çalışmak zorunludur. Bu yoldaki çalışmanın asıl sahası mektepler ve özellikle Üniversite’mizdir. Fakat diğer sahalar da ihmal edilemez. Aydınlar zümresinden belirli ve tam bir kanaat sahibi olanlar, tarihimizin şu çok önemli anında, her yerde ve her şeye karşı kanaatlerini açıklamak ve yayımlamakla yükümlüdürler. Bu yükümlülüğü yerine getirmeyenleri Türk tarihi, aydınlarımız cephesinin kaçakları diye anacaktır.

Devrimlerin yasaları

Efendiler, tarih, bize aktardığı bütün inkılâpların belirli amaçlara ulaşma azminde bulunan bilinçli bir azınlığın, metin, fedakâr ve gereğinde şiddetli faaliyet ve hareketiyle gerçekleştiğini gösterir.
Hiçbir devrim, ilan edilen birtakım ilke ve kuralların sihirli etkisiyle meydana gelivermiş değildir. İlke ve kurallar, gerçekleştirilecek amaçlan gösterir ve bir dereceye kadar fikirlerin yayılmasına yarar. Amaca erişilmeden önceki, o amacı ifade eden ilke ve kurallar inkılâp hareketinin yapıcısı olamaz.

Efendiler, medeniyet değiştirmek, yeni bir devlet kurmak gibi büyük devrimler, her kavmin hayatında, en buhranlı zamanlardır. Böyle buhranlı zamanlarda amaç ve emel olan ilke ve kurallar hareketin yapıcısı sanılırsa, sonuç başarısızlıktır. Meşrutiyet idaresinin, milli egemenliğin, cumhuriyet idaresinin tarih sahasına çıkışları, hiçbir toplumsal bünyede, bütün toplum fertlerinin her türlü hürriyetlerden eşit olarak ve tamamen faydalanabilmeleri sayesinde meydana gelmiş değildir, tersine, bu idarelerin azim ve şiddetle kurulması sayesindedir ki, toplum fertlerinin hürriyetleri kısmen sağlanabilmiştir.

Fransız Devrimi’nde Konvansiyon ve Salüpublik [Salut-Public: Kamu Selameti Komitesi] olmasaydı, Fransızlar bugün sahip oldukları siyasi hürriyetleri acaba kazanmış bulunurlar mıydı?

Efendiler, bir tarihi gerçeği asla hatırdan çıkarmayınız: İnkılâp dönemlerinde hürriyet, inkılâpçılardan çok gericilere hizmet etmiştir; çünkü yayılmış, kökleşmiş fikirlerin ve çıkarların savunulması hürriyeti demektir. Her inkılâp, bir veya birkaç sınıfın tam egemenliğiyle başarılı olabilmiştir. Çünkü yeni fikir ve çıkarlar, kuvvet ile güvence altına alınabilir.

Nihayet, şunu da unutmayınız ki, her devrim savaşında belirli sınıfların genelkurmayı, ideologlarından, yani aydınlarından oluşur.

Eğer bizim aydınlarımız da, idealleri olan çağdaş devletin Türkiye’de gerçekten kurulmasını, yerleşmesini istiyorlarsa, tümü bu amaç uğrunda çalışanların genelkurmayına dâhil olmalıdırlar. Bütün aydınlar gericiliğe karşı birleşmezlerse, ortak amaca ihanet etmiş olurlar.

Efendiler, yöntem ve taktik anlaşmazlıkları, harpte yenilginin nedenlerindendir. Yeterli bilgiye dayanan sağlam bir düşünce, bugün uygulanan taktikten başkasını bulup gösteremez. Tarihin çeşitli örnekleri, hele bizim son tecrübelerimiz, bu konuda yeterli kanıt oluşturur.

Hanımlar, efendiler!

İçinde yaşadığımız bu büyük tarihi devreyi kişiliğinde somutlayan büyük adamın emir ve kumandası altında birleşen harp erleri, Türk milletinin varlığını koruma içgüdüsünü dâhiyane idare ederek, şahidi olduğumuz askeri zaferleri elde ettiler; o büyük adamın etrafına toplanan tam bilinçli, açık kanaatli aydınlar da, yine milletin varlığını koruma içgüdüsüne dayanarak, çağdaş Türk devletini kurabilirler. Türk aydınlarının bugünkü görevi, işte bu muazzam işe elbirliğiyle, dağılmaksızın sarılmak ve yan çizmelere kapılmaksızın birlik halinde çalışmaktır.