Yadigar Özen/Vatan Partisi Öncü Gençlik Genel Başkan Vekili
*Teori Ağustos 2020 sayısında yayımlanmıştır.
Kadına yönelik şiddet, cinayet, tecavüz gibi toplumumuzda hâlâ mevcut olan sorunlarla sonuna kadar mücadele edeceğiz. Milletimizin yarısı olan kadınlarımızın yaşam hakkı için, görünür ve görünmez zincirlerinden özgürleşerek hayatlarını var edebilmelerini sağlamak için, kadınlarımızın yollarına güven taşları döşeyeceğiz. Bu, insanlık mücadelemizin bir parçası; ama ne şiddetin kökleri bugün de saklı ne de çözüm sadece cezai sonuçlarla gelecek. Bu kökler ve çözümler ayrıca bir yazı konusu olacaktır. Biz bu yazımızda, son zamanlarda ülke gündemimizde tartışmaları süren ve çeşitli kadın örgütlerinin kırmızıçizgi olarak öne sürdüğü İstanbul Sözleşmesi’nin gerçek niteliğini inceleyeceğiz.
İstanbul Sözleşmesi olarak bilinen Kadına Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye Dair Avrupa Konseyi Sözleşmesi, 2011 yılında İstanbul’da imzalandı. Sözleşme, 2014 yılında yürürlüğe girdi ve an itibariyle 46 ülke imzacısı konumunda. Peki bu sözleşme söylendiği gibi kadınlar için vazgeçilemeyecek bir kurtuluş reçetesi midir?
Dünyanın bütün kadınları birleşin!
İstanbul Sözleşmesi’ni düşünüyorum, gözlerim kapalı. Dünyamız kocaman tek bir köy. Ataerkil bir devlet, yargıçlar, askerler, polisler var. Bu ataerkil düzenin içinde kadınlar olarak eziliyoruz. Hepimizin sorunu aynı, düşman belli ve dünyanın bütün kadınları birleşerek mücadele edebiliriz… diyebilirdik; eğer gerçekten sınırlar, sınıflar olmasaydı ya da emperyalizm varlığını sürdürmüyor olsaydı. Ezen ve ezilen milletler çelişmesi 21. yüzyılda hâlâ gerçekliğini korumuyor olsaydı.
Bugün Türkiye’de eşi PKK tarafından şehit edilmiş bir kadının hakkını savunacak kaç Avrupa ülkesi var? Irak’taki kadınların tecavüze uğramasına kaç ülkenin kadınları baş kaldırdı? Amerika’nın bombaları altında ölenler için kaç ülke füzelerin önüne geçti?
Bu hareketsiz seyrin geçmişi de var. Tarihteki en büyük uluslararası kadın örgütlenmesi olarak faaliyetler yürütmüş olan “Uluslararası Birlik” bile I. ve II. Dünya Savaşları sırasında sessizliğe bürünmüştü. Birliğin içinde yer alan Avrupa ülkeleri ne paylaşım savaşında ezilen ülkelerin kadınlarının yanında olabilmişlerdi ne de Nazi Almanya’sının kadın örgütleri üzerindeki baskısına ses çıkarabilmişlerdi. Fakat 1935 yılında İstanbul’da 12. Kongresini toplayan Birlik yine dünya barışını sağlama iddiasını önüne koyuyordu. Sonrasında ise yine sessizliğe gömülerek II. Dünya Savaşı sürecini geçiriyordu.
Dolayısıyla bugün de İstanbul Sözleşmesi’nin arkasında yatan dünyanın bütün kadınlarını birleştirme şiarı, emperyalist merkezlerin yıkıp yağmaladığı, ablukaya aldığı mazlumlar dünyasındaki kadınları gerçek gündemlerinden koparma anlamı taşıyor.
Hangi kadının mücadelesi?
Tarihte birbirinden esinlenmeden gerçekleşen bir devrime tanık olunmadı. Devrimlerden sonra kadın haklarındaki kazanımlarda da birbirinden etkilenmeler söz konusuydu. Fakat bu uluslararası etkilenmeler bize meselenin özünü atlatmamalı. Kadın haklarında ilerleme sağlamamızın esası Millî Demokratik Devrimimizi gerçekleştirmiş olmamızdı. Kazanım sağlayan bütün ülkelerde de benzer süreçler işledi. Burası neden önemli? Çünkü emperyalizm bizi balon bir mücadele girdabının içine sürüklüyor. Kadın erkek eşitliğini sağlamak üzerine yola koyulan feminist mücadelenin özünde sınıf yok. Sınıfsal mücadelenin ortadan kalktığı yerde parti ve iktidar hedefli örgütlenme de yok. Doğal olarak verilen mücadelenin kadına ve tüm insanlığa sunacağı kesin bir çözüm yok.
Nitekim ortaya çıktığı yıldan beri önüne sonuna bir sürü yeni tanımlamayla emperyalist merkezlerden fonlanmaya devam eden feminist hareketler, en sonunda eşcinsel hareketin sözcüsü yapıldı. İki cins arasındaki eşitsizliğin giderilmesi tartışılırken bugün aslında cinsiyetsiz olarak dünyaya geldiğimiz kabul ettirilmeye çalışılıyor. Bu çürümenin bir parçası mı olacağız?
Bugün bir işçi kadınla 35 katlı gökdelenin içinde çalışan bir kadının; bir ev hanımıyla bir öğretmenin sorunun aynı olduğunu söyleyebilir miyiz? Köyünden hiç çıkmamış tarım işçisi bir kadınla uluslararası iş görüşmeleri için sürekli seyahat eden bir kadın aynı kaygıları mı paylaşıyor? Mücadele rotamızı çizerken sınıf gözlüğümüzü ne zaman çekmeceye koyduk? Görevimiz sadece, “ama şiddet her yerde aynı şiddet” deyip mahkeme tutanaklarından arşiv oluşturmak mı oldu? Peki, hepsini kabul ettik diyelim. Uluslararası dayanışma esastır ve kazanılmış kadın hakkıdır, diyelim. O zaman kamplarında kadınlara tecavüz eden, ülkemizde kadın kolluk kuvvetlerimizi öldüren PKK’ya, en fazla maddi yardımı yapan Almanya’yı ve diğer Avrupa ülkelerini İstanbul Sözleşmesi’nin hangi maddesine koyacağız? İşte şimdi bu ikiyüzlülüğün maddelerini açarak ilerleyeceğiz.
Ağaçtan tepemize bir GREVIO düştü
30 sayfa 81 maddeden oluşan İstanbul Sözleşmesi’ni okumaya başladığımız andan itibaren kadının korunması, kadına yönelik şiddetin önlenmesi ve kadın erkek eşitliği temelini öne koyan “çok gelişmişlikle” karşılaşıyoruz. Fakat maddelere biraz dikkatli bakınca, satır aralarına yedirilmiş emperyalist sızmayı gördüğümüzde amacın üzüm yemekten çok bağcıyı dövmek olduğunu anlayabiliyoruz. Toplamdaki faydayı düşündüğümüzde bir iki çürük maddenin çok önemli olmadığını ileri sürenler oluyor. Bu, esas sorunun üzerinden atlayıp, İngilizler kötü ama Amerikan mandası altında rahat ederiz demeye benziyor. Mandacıdan kurtuluş bekliyoruz, oysa o tutsaklık dayatıyor. Patates çok dayanıklı görünür. Çuvalın içinde bir çürük varsa bir süre sonra bütün çuvalı çürütür. O çuvalı içindeki çürüğe göz kapatarak ambara koyarsanız zamanla bütün ambarı çöpe dökmek zorunda kalırsınız.
Sözleşme’nin bağlayıcı maddelerinin en önemlisi, kadına yönelik şiddetle ve aile içi şiddetle mücadele konusunda oluşturulan bir uzmanlar grubu. Sözleşme, bu uzmanlar grubunun ismini GREVIO olarak tanımlamış. Bu grup en az 10 üyeden oluşuyor ve her ülkeyi temsilen sadece bir kişi katılabiliyor. Gruba, taraf ülkelerde veri toplama ve araştırma yapma hakkı tanınıyor. GREVİO üyelerinin diğer sahip olduğu hakları açmak bize meselenin aslında nasıl bir güvenlik sorununa dönüştüğünü daha rahat gösterecektir.
Sözleşme’nin imtiyazlar ve muafiyetler (madde 66) kısmında şu ifadeler yer almaktadır:
“- GREVIO üyeleri ve ülke ziyaret heyetlerinin diğer üyeleri, ziyaretin hazırlanması ve yürütülmesine ilişkin görevlerini yerine getirirken ve ilaveten bu görevlerinin bir parçası olarak seyahat ederken, bazı imtiyazlar ve muafiyetlerden yararlanırlar:
“- Kişisel tutuklanma veya gözaltından ve kişisel eşyalarına el konulmasından muafiyet, resmî yetkileri dâhilinde konuştukları veya yazdıklarının ve tüm eylemlerinin her türlü yasal işlemden muafiyeti;
“- İkamet ettikleri ülkeden çıkarken ve ülkelerine dönerken ve görev yaptıkları ülkeye giriş ve çıkışta, dolaşım özgürlüğüne uygulanabilecek kısıtlamalardan muafiyet; görevlerini yerine getirme sürecinde ziyaret ettikleri veya transit geçtikleri ülkelere de yabancı olarak kaydedilmekten muafiyet;
“- GREVIO üyeleri ve ülke ziyaret heyetlerinin diğer üyelerinin sözleşmenin uygulanması hakkında yürüttükleri değerlendirme çalışmalarına ilişkin belgelerin, GREVIO’nun faaliyetleriyle ilgili olduğu sürece dokunulmazlığı vardır.”
Bu maddelerden şunu anlıyoruz: GREVIO üyesi ve yanında bulunan ziyaret heyeti, sözleşmenin imzacısı olan ülkelerde istediği gibi dolaşabilir ve bu kişi bir terör suçu işlemiş bile olsa, diyelim alenen PKK’nın çeşitli unsurlarıyla temasa geçmiş, Türk Devleti’nin suç saydığı ilişkiler içine girmiş bile olsa dokunulmazlığı vardır. Sadece oluşturduğu bu güvenlik açığı nedeniyle dahi ülkemizin bu sözleşmeye taraf olmaması gerekirdi.
Sözleşme’nin ilgili uzmanlar grubu GREVIO’nun 2018 yılında hazırladığı 131 sayfadan oluşan ilk Türkiye Değerlendirme Raporu, GREVIO üyelerine verdiğimiz dokunulmazlığın ve değerlendirme yetkisinin Türkiye’nin terörle mücadelesini uluslararası alanda mahkûm etmek, Türkiye’yi etnik ve cinsiyet kimliklerine bölmek için kullanıldığını ortaya koymaktadır.
Bölücülük ve terörle buluşma
İstanbul Sözleşmesi’nin 2. Maddesi, Sözleşme’nin kapsamını tanımlamaktadır:
“Bu Sözleşme, aile içi şiddet de dâhil olmak üzere, kadınları orantısız bir biçimde etkileyen, kadına karşı her türlü şiddet için geçerli olacaktır. Taraflar bu Sözleşmeyi tüm aile içi şiddet mağdurları için uygulamaya teşvik edilir. Taraflar bu Sözleşmenin hükümlerinin uygulanmasında cinsiyete dayalı şiddetin mağduru kadınlara özel olarak dikkat göstereceklerdir.”
İlk bakışta bu madde, kadına sınırsız koruma önlemi sağlandığı şeklinde yorumlanabilir. Fakat raporu kaleme alan uzmanlar bu maddeye dayanarak yaptıkları çıkarımlarda aşağıdaki sonuca ulaşmışlardır:
“İnsan hakları organlarının, Kürt kadınların dezavantajlı durumu ve etnik ve dinsel kimlikleri nedeniyle karşılaştıkları ayrımcılık konusundaki endişelerini dile getiren birçok raporu vardır. Bu raporlarda çoğunlukla kötü ekonomik ve sosyal koşullarda, Türkiye’nin en az gelişmiş ve en uzak illerinde yaşayan yüksek sayıda Kürt olduğu, özellikle kadınlar arasında okuma yazma bilmeme ve işsizlik oranı yüksek olduğuna dikkat çekilmektedir. Kürt toplumunun karşılaştığı eşitsizlikler, sosyal ve kültürel haklara, toplumun geri kalanı ile eşit koşullarda erişimini ciddi ölçüde kısıtlamaktadır.” (Rapor – 15. Mad.)
“Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgelerinde devam eden terörle mücadele operasyonları ve akabinde nüfusun yer değiştirmesi, başta Kürt kadınlar olmak üzere, bu bölgelerde yaşayan kadınları, daha yüksek şiddet riski ile karşı karşıya bırakmaktadır. Bu bölgelerde yaşayanlar, sadece ölüm veya yaralanma tehdidi altında olmayıp haftalarca sürebilen sokağa çıkma yasaklarından da mustariptir; sokağa çıkma yasağı boyunca sivillerin, temel gıda maddelerini almak veya acil sağlık hizmetlerinden faydalanmak için dahi evden çıkmalarına izin verilmemektedir. Sokağa çıkma yasaklarının ihlali, yasağı ihlal edenlerin hayatını tehlikeye sokabilir veya cezalandırılmalarına neden olabilir. Bu ciddi kısıtlamaların, muhtemel insan hakları ihlallerine yol açmanın yanı sıra mağdurların, hastaneler ve karakollar tarafından karşılanan gerekli koruma ve desteğe erişimlerini ciddi anlamda zedeleyebileceğinden ve şiddeti bildirme ve koruyucu tedbirlerden yararlanma konusundaki güçlükleri artıracağından endişe duymaktadır.” (Rapor – 16. Mad.)
Raporun bu kısmında ve başkaca maddelerinde, Türkiye’nin 24 Temmuz 2015 tarihinde başlattığı Hendek Operasyonları ve PKK’ya karşı yürüttüğü mücadele hedef alınmıştır. Türkiye’nin terörle mücadelesi uluslararası kamuoyuna hak ihlali ve kadına şiddetin tırmandığı olay olarak sunulmuştur. Kadın meselesi, etnik kimlik siyasetinin bir parçası haline getirilmektedir ve bölücülük faaliyetinin malzemesi yapılmaktadır.
Rapordan çıkan eşcinsellik ve LGBT
“Taraflar bu Sözleşme hükümlerinin, özellikle de mağdurların haklarını korumaya yönelik tedbirlerin, cinsiyet, toplumsal cinsiyet, ırk, renk, dil, din, siyasi veya başka tür görüş̧, ulusal veya sosyal köken, bir ulusal azınlıkla bağlantılı olma, mülk, doğum, cinsel yönelim, toplumsal cinsiyet kimliği, sağlık durumu, engellilik, medeni hal, göçmen veya mülteci statüsü̈ veya başka bir statü̈ gibi, herhangi bir temele dayalı olarak ayrımcılık yapılmaksızın uygulanmasını temin edeceklerdir.” (İ.S. Mad. 4/3)
Bu maddede, cinsel yönelim ve toplumsal cinsiyet kimliği ifadeleri bilerek kullanılmıştır. LGBT gibi emperyalizmin yeni kimlik siyaseti hareketi üzerinden toplumu dönüştürme hedefi araya serpiştirilmiştir. Bu konuya, dergimizde başka bir yazı içerisinde detaylı işlendiği için girmeyeceğiz. Fakat bu maddenin GREVIO raporuna yerleştirilmesi aşağıdaki şekilde olmuştur:
“Türkiye’de lezbiyen, biseksüel ve trans kadınlar yüksek düzeyde önyargı ve ayrımcılıkla karşılaşmakta, bu da onları zorla evlendirme ve ‘düzeltici tecavüz’ dâhil çeşitli şiddet türlerine karsı kırılgan hale getirmektedir. Mağdurlar, destek hizmetleri ve konukevlerine erişimde de ayrımcılıkla karsı karsıya kalmaktadır. GREVIO’ya genel politikalarda LGBTİ bireylere karsı hoşgörüsüzlük ile mücadele veya özellikle kadına yönelik şiddet ve aile içi şiddet ile mücadeleyi hedefleyen politikalarda bu konuları ele almak üzere yetkili makamlarca alınan tedbirler hakkında az bilgi ulaşmıştır.” (Rapor – Mad. 22)
Türk Devleti’ni tecavüzcü ilan etme
“GREVIO, Sözleşme’nin 5. maddesinin ilk bendini hatırlatır: ‘Taraflar, kadınlara karsı herhangi bir şiddet eylemine girişmekten imtina edecek ve devlet yetkililerinin, görevlilerinin, organlarının, kurumlarının ve Devlet adına hareket eden diğer aktörlerin, bu yükümlülüğe uygun bir bicimde hareket etmelerini temin edeceklerdir.’ 2016 Temmuz ayındaki darbe teşebbüsü̈ ve akabinde olağanüstü̈ hal ilanının ardından ülkeyi etkisi altına alan krizin, Türkiye’de kadın hakları üzerinde olumsuz etkilerini ortaya koyan raporlar ışığında, GREVIO, kadınların tutuklu iken kötü muameleye maruz kaldığı ve tecavüz tehdidinde bulunan kolluk kuvvetlerince korkutulduğu durumlara işaret eden bilgiler nedeniyle derinden kaygılıdır. GREVIO, olağanüstü̈ hal ilanından bu yana yürürlükte olan istisnai tedbirlerin etkisiyle ortaya çıkan ve ‘emniyet güçleri için sistematik cezasızlık ortamı’ olarak adlandırılan durumun, bu tür şiddet vakalarını teşvik edebileceğinden korkusunu taşımaktadır. Ayrıca GREVIO, hükûmet kararı ile Türkiye’nin güneydoğusunda gerçekleştirilen askerî operasyonlar ve terörle mücadele operasyonlarında, kadınların taciz, cinsel şiddet ve tehditlere maruz kaldıkları ve tecavüz edilmiş̧ ve/veya öldürülmüş çıplak kadın fotoğraflarının, emniyet güçleri tarafından sosyal medyada korkutma amacıyla paylaşıldığını iddia eden ürkütücü raporlara atıfta bulunur. GREVIO, Türkiye’nin Avrupa Konseyi Genel Sekreterine, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi kapsamındaki taahhütlerinden muhtemel derogasyonlarla ilgili olarak AİHS’nin 15. maddesi kapsamında yaptığı bildirimin farkındadır; GREVIO, bu kapsamda, AİHS’nin 2. ve 3. maddelerinin bu derogasyona tabi olamayacağını hatırlatır.” (Rapor – Mad. 24)
Raporun bu maddesi, 15 Temmuz Amerikancı Darbe girişiminin bastırılması ve FETÖ’ye karşı yürütülen operasyonları hedef almaktadır. Türk Devleti tecavüzcü, katil ve şantajcı ilan edilmektedir.
Raporun buraya eklemediğimiz daha birçok maddesinde, kadına karşı cinayet ve şiddetin Türkiye’deki güvenlik görevlilerinin sorumluluğunda olduğu ve haklarında ceza kanunu uyarınca yaptırım yapılması çağrısı yapılmaktadır.
Neoliberal kadın örgütlerinin musluğu
Emperyalizm kullandığı her aparatı için musluğu açık bırakıyor. PKK’ya binlerce tır silah verdiği gibi sivil toplum örgütlerine (NGO) de milyonlarca dolar yardımlar yapıyor. Kadın örgütlerini de kimlik siyasetinin parçası olarak çeşitli fonlarla ayakta tutuyor. Ve rapordan anlıyoruz ki İstanbul Sözleşmesi sadece bir ideolojik hegemonya aracı olarak sızmıyor, faaliyet memurlarını da özenle yetiştiriyor:
“İstanbul Sözleşmesi 8. maddesinin amacı, yalnızca yetkili kamu kurumları değil, aynı zamanda ilgili hükûmet dışı örgütler ve sivil toplum örgütleri tarafından yürütülen faaliyetler için uygun finansal kaynakları ve insan kaynaklarının tahsis edilmesini sağlamaktır. GREVIO, uzmanlık hizmetleri, farkındalık artırma ve diğer faaliyetleri sağlayan kadın STK’ların hâlihazırda sınırlı düzeyde devlet fonu alabildiğini ve zaman sınırlaması bulunan, sınırlı bir kapsamda yapılan hibe fonu projelerine bağımlı olduklarını ortaya koyar. GREVIO, özellikle uzmanlaşmış̧ hizmetlerin alımına ilişkin olarak Türkiye’deki STK’ların müdahale alanını genişletme yönündeki teklifinin, söz konusu girişimlerin uzun dönemdeki finansal sürdürülebilirliğinin devlet tarafından desteklenmesini gerektireceğini kaydeder.” (Rapor – Mad. 51)
Millî güvenlik kadını yaşatır
Söz konusu maddede gördüğümüz işin acı tarafı, devletin katil olarak raporlaştırılmasına devlet eliyle katkı sunmuş olmamızda yatmaktadır. İnternet üzerinden kolayca ulaşabileceğiniz rapor daha bir sürü içeriğe yer vermiştir. Bu yazıda ulusal güvenlik haklarımızı ihlal eden en can alıcı noktalarını sizinle paylaşmaya çalıştık. 2011 yılında TBMM’de bütün vekillerin oyuyla imzalanan İstanbul Sözleşmesi, bir millî güvenlik sorunudur. Millî güvenliğimizi tehlikeye atarak koruyabileceğimiz bir kadınımız yoktur. İstanbul Sözleşmesi’nin savaş sırasında, siperde sızıntıya neden olacak boşluk bırakmaktan farkı yoktur. İstanbul Sözleşmesi rafa kaldırılırsa kadınımızın güvencesiz kalacağına dair yersiz bir algı oluşturulmaktadır. Kadına yönelik şiddetle mücadelede kadınımızı koruyan sözleşme değil kanundur. Türk kadınını koruyacak olan emperyalist merkezler değil millî devletimizdir. Medeni Kanun ve 6284 numaralı Kanun çok önemli bir kazanımdır. Millî kanunlarımıza dayanan millî güvenliğimiz, eşit ve üreten yurttaş bilincimiz Türk kadınını yaşatır.