Ana Sayfa Türk Devrimi DEVRİMCİLİK Mİ BEKÇİLİK Mİ

DEVRİMCİLİK Mİ BEKÇİLİK Mİ

2010

Tugay Şen, Öncü GENÇLİK Dergisi

DEVRİMCİLİK Mİ? BEKÇİLİK Mİ?

Türkiye’nin tarihinin en ağır saldırısıyla karşı karşıya olduğu- ki bu savımız yarın geçerli olmayabilir, çünkü saldırılar gün geçtikçe ağırlaşıyor- bu dönemde, mevcut saldırıları bertaraf etmenin yolu olarak “devrimcilik” tekrardan gündeme oturmuştur. Başta işçi sınıfı olmak üzere halk sınıflarının emperyalizme ve iktidara karşı harekete geçmesi, Türkiye gençliğinin vatan savunmasında birleşme yönünde attığı önemli adımlar vb. nedenlerle “devrimcilik” üzerinde yürütülecek bir tartışma daha da anlamlı bir hale geliyor. Daha doğrusu, sözkonusu tartışma zaruri hale geliyor.

Türkiye’nin siyasal tarihinde devrimlerin ve devrimciliğin rolünü ele almak; bunun üzerinden de bugüne ilişkin sonuçlara varmak, en doğru yöntemdir. Başta Atatürk olmak üzere Kemalist Devrim’in önderlerinin “devrim” ve “devrimcilik” kavramlarını nasıl ele aldıklarını tekrardan hatırlamak şarttır. Gerçi yıllardan bu yana Kemalist Devrimin önderlerinin devrimci fikirleri hasır altı edilmeye çalışıldıysa da devrim yapmak isteyenlerin mücadelesiyle bu fikirler gün yüzüne çıktı.

Devrimciliğe ilişkin tartışmayı Atatürk üzerinden yürütmek zorunludur. Çünkü Kemalist, Atatürkçü olduğunu söyleyip reformcu-evrimci fikirleri savunanlara; dünyanın en büyük devrimcisi havasında olup da daha devrim yapamadığı halde Kemalist Devrimi reddeden “sol”a da gerçekleri Atatürk’ün ve dava arkadaşlarının fikir ve pratikleri üzerinden gösterebiliriz.

Aşağıda derinleştirerek ele alacağımız, Kemalist devrimin “devrim”e ve “devrimcilik”e bakışını özetleyecek olursak;

Bir: Devrim, tarihi bakımdan zorunlu bir olgu ve tarihi ilerleten güçtür.

İki: Devrim dışında hiçbir yol, milletlerin karşılaştığı hayati sorunları aşmanın yolu olamaz. Aynı zamanda devrim dışındaki hiçbir olguyla (reform ve evrim) toplumların tarihi bilimsel açıdan ele alınamaz.

Üç: Türkiye Cumhuriyeti, bir devrimle kurulmuştur. Osmanlı İmparatorluğu’nun devamı değildir, tam tersine onu yıkarak kurulmuştur.

Dört: Çağdaş uygarlığa ulaşmanın şartı, devrimleri aralıksız kılmaktır.

Beş: Türk Devrimini ve Cumhuriyeti devam ettirmek için gerekirse devrim yapılmalıdır.

Altı: Türk devrim tarihi, devrimciliğin “idare-i maslahatçılık”a karşı haklı çıktığı hadiselerle doludur.

Yedi: Devrimci bir iktidar kurmak ve var olan iktidarı yıkmak, kilit meseledir.

1. GEÇMİŞTE VE GÜNÜMÜZDE DEVRİM

Türkiye’nin zorunlu ihtiyacı: Devrim

Ülkemiz, önümüzdeki süreçte verilecek hayati bir kararın eşiğindedir. Ya coğrafi açıdan devletçiklere, sosyal açıdan tarikatlara ve etnik kimliklere bölünecek ya da milli devletini devam ettirecektir. Birinci olasılığın gerçekleşmesi demek, milli devletin ortadan kalkması demektir. Bu sebepledir ki, verilecek karar stratejiktir.

Ekonomik cephede ise ya mafya-rant ekonomisi tamamen hakim hale gelecek ya da devletçilik tekrardan uygulamaya konulacaktır. Ekonomideki kaynak sorunu karşısında yapılan tercih –ki kaynak sorununa çözüm bulunamadığı iddiası büyük bir yalandır- mafyadan ve rantiyeden yanadır. Çok süslü kelamlarla ifade edilerek bulanıklaştırılmaya çalışılan ve aslında çok basit olan gerçek şudur ki; eldeki kaynaklar halka değil, devleti haraca bağlayan yerli ve yabancı rantiyecilere verilmektedir.

Türkiye, milli devleti devam ettirme kararını verdiğinde bağımsız, laik ve karma ekonomiye sahip bir ülke haline gelecektir. Peki bu karar, nasıl icra edilecektir? Belli toplantılarda ültimatom vererek mi, panellerde coşkulu konuşmalar yaparak mı, eğitim önemlidir deyip burslar dağıtarak mı yoksa devrim yaparak mı, isyan ederek mi? Aslında stratejik olan karar budur.

İktidarı ABD emperyalizmine memurları aracılığıyla teslim ederek hangi milli devleti sürdürebilirsiniz? Suyun başına geçmeden hangi kaynağı halka yönlendirebilirsiniz? Bu sorular çoğaltılabilir. Hepsi de cevabı içinde olan sorulardır.

Türkiye’de sistem içinde bulunabilecek herhangi bir kurtuluş yolu kalmamıştır. Kimse, sistem içinde denenmemiş bir yol gösteremez. Devrim, bir zorunluluk olarak kendini dayatmaktadır. Dayattığı oranda da yakınlaşmaktadır. Çünkü üretici güçlerin gelişmesini engelleyen bir üretim ilişkisinin (Kapitalizm, geldiği noktada üretimden de kopmuştur) yani  sistemin yaşama sansı kalmamıştır, yıkılması ve yerine yenisinin kurulması an meselesidir. Bu tespit, insanlık tarihinin içinden süzülüp çıkan ve dünyanın her yerinde, her zaman doğrulanan bir gerçektir. İşte bu yüzden milli devlet direnecek, varlığını sürdürecek; direndikçe de ihtiyacın devrim yapmak olduğu kavranacaktır.

Atatürkçülerin sistem dışına çıkma sorunu

Türkiye’de var olan çelişmelerin halk yararına çözülmesi noktasında emperyalist-kapitalist sistem bütünüyle bir engeldir. Sistemin içinde kalarak bu çelişmeleri çözme şansı kalmamıştır. Bu konuda en büyük yanılgıyı yaşayan kesimlerin başında Atatürkçüler gelmektedir. Çeşitli örgütlenmeler içinde Atatürkçülüğü yaşatmak mücadelesi içinde olan insanların başvurdukları yöntemler, amaçlarını gerçekleştirmek açısından yeterli midir? Bağımsız, laik ve demokratik bir Türkiye’yi savunan insanların nasıl bir mücadele yürütmesi gerekmektedir?

Bu soruları yanıtlamaya geçmeden önce belirtmemiz gereken bir nokta var ki, aslında mevcut yanılgıların en önemli kaynaklarından biridir. O da Kemalizm’in Küçük Amerika sürecinin başlamasıyla birlikte, özellikle de 12 Eylül  sonrasında eğilip bükülmeye çalışılmasıdır. Kemalizm’in içini boşaltmaya yönelik bu faaliyet belki de Atatürk heykellerinin en fazla yaptırıldığı döneme denk gelmektedir. Gardırop “Atatürkçülük”ün, salon “Atatürkçülük”ünün temelinde heykel “Atatürkçülük”ü vardır diyebiliriz. Amaç belli; yükseltiyormuş, sahipleniyormuş gibi yapıp içini boşaltmak. Atatürk’ü kendi pratiğinden ve fikirlerinden izole etme faaliyetinin sonucu, 12 Eylül sonrası ortaya “Kenanizm”e çevrilmiş bir Kemalizm ortaya çıkmıştır.

Atatürk, Türk-İslamcı yapılmış; sadece devlet adamı ve en önemlisi bir reformcu haline getirilmiştir. Çünkü Atatürk’ün devrimciliği, sistem açısından en tehlikeli özelliğiydi. Onun önderliğinde gerçekleştirilen devrim, bir reformlar toplamına dönüştürüldü. Kemalist önderlik, yaptıkları devrimi her zaman “Türk devrimi”, “Türk ihtilali” olarak nitelendirdi ve bu devrimin ayaklarını birbirinden kopuk bir şekilde ele almaya karşı çıktı. Ancak günümüzde “şapka reformu”, “harf reformu” gibi tanımlamalarla karşılaşabiliyoruz.

Kemalist devrimin önderliğinin devrim kavramını nasıl ele aldığını aşağıda inceleyeceğiz. Ancak sözkonusu ideolojik karartmaların, Atatürk’ün devrimciliğinin saklanmasının sonucunda devrimci olmayan bir Atatürkçülük oluşturulmaya başlandı. Bunun hayata yansıması da burs vermeyi, okul açmayı, iyi ve dürüst bürokrat olmayı, konferans-panel düzenlemeyi yeterli ve doğru görme şeklinde oldu. Sivil toplum faaliyetleriyle toplumun evrim geçireceği sanılarak iktidar ve devrim perspektifi kaybedildi. Bu sapma, halkın “kendi kuvvet ve kudreti”ni göstererek Kemalist Devrimi tamamlamasını değil, ordunun varlığının yarattığı “garanti”yi esas almaya kadar gitti.

Atatürkçülerin reformcu ve evrimci olarak, mevcut sistemin içinde kalarak, Kemalizm’e aykırı hareket ettiği gerçeğini görmenin en iyi yolu Kemalist Devrimin önderlerinin fikirlerini hatırlamak ve anlamaktır.

Milletlerin haklarını elde etmesinin aracı olarak devrim

Kemalist devrimin önderleri, devrimi milletlerin en doğal hakkı olarak görüyor. Bu fikrin temelinde Fransız Devrimi’nin “doğal hukuk” anlayışı yatmaktadır. Mahmut Esat Bozkurt, bunu şöyle açıklıyor:

“İnsanlığın birtakım kutsal yapıları vardır ki, (vatan, özgürlük, bağımsızlık, anayasa, milli namus gibi ) bunları ancak, bu yaptırma gücü ayakta tutabilir.

Saati çalınca, bu yeteneği, bu güzel huyu göstermekte güçsüz kalan herhangi bir millete, ölmüş gözüyle bakmak yanlış olmaz.

Milletler, bu yoldaki yeteneklerini, ancak ve yalnız ihtilal haklarını kullanmakla gösterebilirler.

Milletler, bu güçlerini göstermekte ne kadar diri ve çevik davranırlarsa, o nispette “Varım!” demek hak ve yetkisine sahip olurlar.

İhtilal, o aziz silahtır ki, bir milletin bütün kutsal varlıklarının üstünde, bir kartal gibi yakından uçar… Süzülür ve dolaşır. Bütün bunları kanatlarının altında esirger.

Zararlı kurumları birer kanat vuruşuyla atar, yenilerini yuva toplar gibi toplar ve kurar.

İhtilal, hayatın gereğidir. Doğal hakların en başında gelir.

İhtilal, milletlere insan gibi yaşama olanaklarını veren en yüce bir kuvvettir.

Başka bir ifadeyle, ihtilal, tarihin alın yazısıdır. Ret ve inkarı kabil olmayan bir olgudur.”(1)

Milletin “kuvvet ve kudreti eline alması” sonucunda “bazan ihtilal ile ve bazen de hükümdarla yapılan düzeltici bir anlaşma” gerçekleşir.(2) Ancak Atatürk devrimciydi ve hiçbir zaman hükümdarla düzeltici bir anlaşma yapmayı esas almadı. Sonraki bölümlerde ayrıntılı ele alacağımız üzere, I. Ve II. Meşrutiyet hareketlerini de bu açıdan eleştirmiştir. Milletin “hürriyet ve hakimiyetini fiilen ve maddeten” eline alması için devrimden başka bir yol yoktur.(3)

Kemalist önderlerin devrim tanımını yaparken en fazla dikkat ettikleri nokta, bir devrimin siyasal, sosyal ve özellikle de ekonomik bakımdan toptan bir yeniliği getirmesidir.

“İhtilal nedir?

Bence, tam ve olgun anlamıyla ihtilal; siyasal, sosyal ve ekonomik bakımlardan mevcut bir nizamın yerine; yine siyasal, sosyal ve bilhassa ekonomik bakımdan zorla ve çoğunlukla silah gücüyle başarılan, yeni ve ileri bir nizam kuran harekettir.

İhtilal sadece siyasal ise, tam ve olgun anlamıyla bir ihtilalden bahsolunamaz.

1905 Rus İhtilali (Duma)

1908 Osmanlı ihtilali ( Kanunu Esasi’nin tatbiki) bu sırada anılabilecek misallerdir.

Bunların her ikisi de sosyal ve ekonomik nizamlara ilişmediler; bu nizamlar oldukları gibi kaldılar. Dolayısıyla millet hesabına aşağı yukarı büyük bir şey yapılmamış oldu.

İhtilal sadece siyasal ve sosyal ise, yine tam ve olgun bir ihtilal söz konusu olamaz.

1848’de genel seçimi ve eğitimi mecburi kılan Fransız İhtilali buna bir misaldir.

İhtilal tam ve olgun anlamıyla hükmünü yaratabilmek için dört unsuru kavramalıdır. Siyasal, sosyal ve bilhassa ekonomik alana girmeli ve ileri bir rejim kurmalıdır. Bu bakımdaki eskiliğin yerini, yine bu bakımlardan yeni bir nizam almalıdır.

1789 Fransız İhtilali’ni;

1917 Rus Sosyalist İhtilali’ni;

1919’da başlayan Atatürk İhtilali’ni, tam ve olgun ihtilallerin misalleri diye hatırlayabiliriz. Çünkü bunlar nizamı baştan başa değiştirdiler ve ileriye götürdüler.”(4)

  1. Esat Bozkurt, tam ve olgun devrimlerin özelliklerine ilişkin bu fikirlerini “Lenin’in haklı olduğu nokta”lardan biri olarak da belirtmiştir.(5) Ayrıca tam ve olgun devrimlere ilişkin tespit, Kemalist Devrim’in önderliğinin Fransız Devrimi’nden ve Sovyet Devrimi’nden etkilendiğini, beslendiğini ve bu devrimlerle benzerlik kurduğunu da göstermektedir.

Devrim kavramına materyalist bakış

Onlar, devrimlerin bir neden-sonuç ilişkisi çerçevesinde gerçekleştiğini savundular. Devrimleri “tesadüfi olaylar”ın sonucu olarak görmediler. Çünkü devrim, “milletlerin yaşama ve yaşatma davasını” sürdürmek için “başvurdukları bir haktır”.(6)

Determinist bir bakış açısına sahip olan Kemalist Devrim’in önderleri, devrimi tarihin zorunlu sonucu, verimi olarak değerlendirmişlerdir:

“Filozoflar ne derlerse desinler, ne yolda düşünürlerse düşünsünler… benim tarihin verimi olarak bildiğim, gördüğüm realite şudur:

Milletler haklarına kavuşmak için ihtilal yapıyorlar.

Milletler haklarına ihtilal ile kavuşuyorlar.

Bu iş başka türlü olmuyor.

İşbaşında bulunanlar, milletlerin muhtaç oldukları yeniliklere rica ile niyaz ile razı olmuyorlar. En küçük reformlara bile razı olmuyorlar. Aklın ve mantığın icaplarına uymuyorlar. Akıl ve mantık zaruretleri, silahla takviye edilincedir ki, işbaşındakilere “Pekiyi!” dedirtmek mümkün oluyor! Bunun aksi tarihte nadir değil enderdir.”(7)

“Saati çalıp da, hayati zaruretler kendilerini gösterince, hakka kavuşmanın çaresi ihtilal oluyor. Bin bir tecrübe bunu gösteriyor.

… Milletler haklarına ihtilal ile kavuşuyorlar.

Bu, doğru veya eğri olabilir. Fakat, tarihin verimidir. Dönmez ve şaşmaz bir verimi.

Buna bir nevi determinizm gözüyle de bakabiliriz ve ilim yönünden aldanmış olmayız.”(8)

Devrim, rastlantılar sonucunda gerçekleşen ve yerel bir olay değildir. Devrim, “asırların dibinden kopup gelen” tarihi zorunluluktur. Bu gerçekliğin nedeni olarak ekonomik olayları göstermişlerdir. Ekonomik olayların “istikrarlı olmaması, boyuna değişmesi” sonucunda devrimler gerçekleşir. Devrimin sonucunda da “siyasal müesseseler”, “mülkiyetin değişen şekillerine” göre belirlenir. Devrimin ekonomik nedenlerden dolayı gerçekleşmesine ve alt yapı-üst yapı ilişkisine ilişkin tespitleri, Kemalist Devrim’in önderliğinin materyalist felsefeye sahip olduğunun en önemli göstergelerindendir.(9)

Devrimi, sınıfsal bir olgu olarak tanımlamışlardır. Devrimin amacı “eskilikle midelerini şişirenler”den oluşan “sınıfı yok etmektir”. Bu başarılırsa “yollar ihtilalin yürüyüşüne açılmıştır”. Çünkü devrimle kurulan sistemin “çekilen ıstırapları teskin etmesi”, “biraz önce tespit ettiğimiz sınıfın hakkından gelinmesine” bağlıdır.(10)

 Milletin devlete isyan etme hakkı

Mahmut Esat Bozkurt, Alman filozofu Kant’ın devlet teorisine aşağıdaki eleştiriyi getirirken kendi devlet teorilerini de belirtmektedir:

“Meselenin düğümü asıl şu noktadadır: Kant devlet ve hükümeti bağımsız bir otorite; belki de milletin üstünde, ayrı bir varlık tanımaktadır. Bu kutsi varlığa isyan, ihtilal, büyük bir günah gibi görülmektedir.

… Millet, devlet, hükümet ayrı şeyler değildir. Hepsi bir anlamdır ve hepsi millettir. Milletten başka bir şey yoktur. Ondan başka hiçbir şey olmayınca, her şey onun içindir. O ne derse, o olacaktır. Milletin dediği olmayınca, yapılmayınca, millet istediğini yapmak için her vasıtaya başvurmak; iradesini, hükmünü yürütmek hak ve yetkisine sahiptir.”(11)

Kemalist Devrim’in önderlerine göre öncelik devlette değil millettedir. Bunun sonucu olarak da devlete isyan hakkı doğar. Devlete isyan, devletin kanunlarına aykırıdır. Ancak “Devrimin kanunu bütün kanunların üstündedir.”(12)

“ Bir hükümet daha ileri gidebilir. Kanuni baskı yapar ki, istibdatların en tehlikesi de budur. Kanunla basının ağzını tıkar.

Fakat böyle olacağına, millet mumunu yakıp da derdine yanacağına, böyle bir hale düşeceğine, ihtilal yapsa da kendini bu hale düşürenlerin başında mum yaksa, daha iyi ve daha doğru olmaz mı?

Bunda şüphe edilmemelidir.

Tarih diyor ki, gerektiğinde, ihtilal çıkarmak milletle için uğursuz değil, mutlu neticeler verdi.

Bu muhakkaktır.

Uzaklara gitmek gerekmez. Türk milleti 1918’de ihtilal hakkını kullanmasaydı, bugünü yaratamazdı.

… İhtilalde hayat vardır.

Uyuşuklukta ölüm vardır.”(13)

İnkılap mı, ihtilal mi? Evrim mi, devrim mi?

Geçmişte çeşitli tarihlerde Atatürk ve arkadaşları, “devrimcilik” teriminin yerine onu açıklamak için “inkılapçılık” terimini kullanmışlardır. Bugün dahi “devrimcilik” yerine “inkılapçılık” kavramı kullanılıyor. Aslında bu iki kavramın birbirini karşılamadığı aşikardır. M. Esat Bozkurt, bu gerçeği “Bir kere, inkılap, ihtilal demek değildir. Şu halde maksadımızı niçin yanlış bir terim ile ifade edelim.”  diyerek belirtmiştir. Çünkü devrim, “bir şeyin esasından değişerek, yerine yepyenisinin geçmesidir”. İnkılap ise “bir şeyin aslını muhafaza ederek başka bir kalıba girmesi, başka bir hale dönüşmesidir”. Yani ihtilal devrim, inkılap ise evrim demektir.(14)

  1. Esat Bozkurt, verdiği derslerde devrim ile evrim, yani ihtilal ile inkılap arasındaki farkı şöyle açıklamıştır:

“Darwin ve Erzurumlu İsmail Hakkı’ya göre insan maymundan azmadır. Maymun insan haline dönüşmüştür.

İhtilalde böyle bir hal yoktur. İhtilal eskilikle benzerliği olmayan eski bir şeyin yerini, yepyenisinin almasıdır. Hem de eskiliği tamamen mahvederek, yok ederek yerine geçmesidir. Türk ihtilalinin, bin yılı bütün müesseseleriyle, fikriyatıyla yere vurarak, yerine yepyenilerini koyması gibi.

…Şu halde bir inkılap değil, bir ihtilal karşısındayız.”(15)

İnkılap ve ihtilal kavramları arasındaki farkı böyle açıklayan M. Esat Bozkurt, “Rahmetli Atatürk ihtilal terimini severdi.” demiştir.(16)

Evrim, fiziki bir olaydır. Toplumların tarihindeki gelişmelerin açıklanmasında evrimin yeri yoktur. Türkiye’nin Kemalist Devrim sonucu yaptığı binlerce yıllık atılım, evrim teorisiyle açıklanamaz. Bugün açısından hala geçerli ve belirleyici nitelikte olan bu fikri M. Esat Bozkurt, şöyle açıklıyor:

“Seviye ve tekamül (evrim) teorisinin ihtilaller için ne kadar zararlı ve aslında nasıl bir safsata olduğunu kaydetmiştik. Tekamül ancak fizyolojik hadiselerde bahse konu olabilir.

Nasıl arz edeyim:

Mesela tekamül ede ede, maymun, insan olur.

Tekamül ede ede, doğan çocuklar büyür, gelişir, orta yaşa gelir ve nihayet ihtiyarlar ve ölür. Bunlar fizyolojik hadiselerdir. Sosyal hadiselerde tekamülden bahsetmek kaytaklığı ilmi bir şekilde müdafaa etmektir ki, batıldır ve asıl kaytaklar bu tezi sosyal ve ekonomik hadiselerde müdafaa edenlerdir. Bunun için Türk ihtilalini yapan büyük parti, inkılapçıdır. Yani ihtilalcidir. Çünkü yenilik yapma hususunda tekamülü reddeder. Partinin bu prensibi anayasamızca da benimsenmiştir. Bugün Türkiye baştan başa inkılapçıdır, yani ihtilalcidir.

Hep beraber bir daha tekrarlayabiliriz:

Sosyal ve ekonomik hayatta ilerleme, tekamülde değil, icabında ihtilaldedir.

Seviye ve tekamül teorisinin safsata olduğuna misal mi istersiniz?

İşte Türkiye’mizin durumu!

Türkiye bir hamlede bin yılı gerilerde bırakarak bin yıl ileri gitti.”(17)

Atatürk, genç bir subayken okuduğu kitapların birinden önemli bir not alıyor. Bu notun önemi, evrimciliğe, tutuculuğa ve devrim karşıtlığına dair fikirlerinin gençlik dönemindeki gelişimini göstermesinden kaynaklanıyor:

“Tutucular, nehrin suyunu ellerinin içinde tutmak isterler, onların parmaklarında bir parça çamurdan başka bir şey kalmaz.”(18)

Atatürk’ün devrimci fikirlerinin oluşumu

Yıl 1906. Suriye’den Selanik’e dönen Atatürk, arkadaşlarıyla yaptığı gizli toplantıda şöyle der:

“Hürriyet olmayan bir memlekette ölüm ve çöküntü vardır. Her terakkinin ve kurtuluşun anası hürriyettir. Tarih bugün biz evlatlarına bazı büyük vazifeler yüklüyor. Ben Suriye’de bir cemiyet kurdum. İstibdat ile mücadeleye başladık. Buraya da bu cemiyetin esasını kurmaya geldim. Şimdilik gizli çalışmak ve teşkilatı yaymak zaruridir. Sizden fedakarlık bekliyorum.

Kahredici bir istibdada karşı ancak ihtilalle cevap vermek ve köhneleşmiş olan çürük idareyi yıkmak, milleti hakim kılmak, hülasa vatanı kurtarmak için sizi vazifeye davet ediyorum.”(19)

Atatürk’ün devrimci fikirlerinin oluşumu, Harp Okulu’ndaki yıllarda başlar. Fransa’daki devrimcilerin yayınlarını getirtip okur; okumakla kalmaz, arkadaşlarına okutturur ve bunlar üzerinden tartışma toplantıları düzenler. Bu faaliyetlerini gizli yürüten Atatürk, okulda bir de gizli dergi çıkarmaya başlar. Okulunu bitirdikten sonra da gizli faaliyetlerine devam eder. Arkadaşlarıyla bir araya gelerek değerlendirmelerde bulunmak ve faaliyetlerine devam etmek amacıyla Yenikapı’daki bir Ermeni evini tutar. İstibdat döneminin “ünlü” hafiyelerinin yakalatması üzerine hapse girer. Birkaç aylık tutukluluğun ardından Şam’a “atanır”. Şam’a atanması üzerine şöyle bir tepki verir:

“Pekala. Biz de bu çöle gider ve yeni bir devlet kurarız.”(20)

Şam’da karşılaştığı ve sonradan Çorum milletvekili olan Mustafa Cantekin, Atatürk’e şöyle der:

“İhtilal yapmak lazım. Bu idareden başka türlü kurtulunamaz. Ben Tıbbiye’nin son sınıfında iken bu emeli takip ettiğim için hapse tıkıldım, sonra işte buraya sürüldüm; benim kafamda birçok arkadaşlar var. Behemahal ihtilal yapmak lazım. Bu yolda ölmekten bile çekinmem.”

Mustafa Kemal, “Hayır mesele ölmekle bitmez, asıl ölmeden evvel idealimizi yaratmak, tahakkuk ettirmek ve yerleştirmek şarttır.”diyerek yanıt verir.(21)

Suriye’de “Vatan ve Hürriyet Cemiyeti”ni kuran Atatürk’ün aklı fikri Selanik’tedir. Devrimci fikirlerin merkezi durumunda olan Selanik’e döner dönmez örgütünün esasını oluşturmaya başlar.

Lise yıllarında devrim ihtiyacını tespit eden Atatürk, devrimciliğin günlerinin gelmesini beklemiş ve o günler geldiğinde de tarihsel rolünü oynamıştır. Bu süre zarfında da örgütlenme faaliyetini, siyasi mücadeleyi aksatmamış ve bir devrimin zemininin oluşacağı günler için hazırlık yapmıştır.

Anadolu’da devrimciliğin zaferi ve Türk devrimi

“İnkılap, mevcut kurumları zorla değiştirmek demektir.

İnkılap Türk milletini son yüzyıllarda geri bırakmış olan kurumları yıkarak yerlerine, milletin en yüksek uygarlık gereklerine göre ilerlemesini sağlayacak yeni kurumları koymuş olmaktır.”(22)

Yukarıda devrim kavramını felsefi ve evrensel boyutta nasıl açıkladıklarını ele aldığımız Kemalist Devrim’in önderleri, Türk devrimini de böyle tanımlamıştır. Atatürk’ün bu tanımı, devrimde “zor”un rolünü ve devrimin yıkıcılığı ile yapıcılığı arasındaki diyalektik bağı içermesi bakımından çok önemlidir.

Türk devrimi, “bin yıl geri kalmış bir milleti” “bir hamlede bin yıl ileri götüren” bir olaydı.(23) Çünkü tarih sıçramalarla doludur ve bu sıçramalar her zaman devrimler sonucu gerçekleşmişti. Bu açıdan Türk devrimi, dünyadaki demokratik devrim halkasının bir parçasıydı. Recep Peker, bu gerçeği Türk devrimi için “hürriyet devrimi tipinden bir halk ihtilali” diyerek belirtmiştir.(24)

Kemalist Devrim’in önderliği, Türk devrimini de tarihsel sürecin bir sonucu olarak değerlendirmiş ve materyalist kimliklerini daha da kuvvetlendirmişlerdir. “Esasen anlamını bitirmiş olan hilafet ve onun gereği olan bütün kurumlar; -ekonomik, sosyal, siyasal- bir ihtilal vuruşuyla, yerlerini yenilerine bıraktılar. Bu bir zorunluluktu.” Onlara göre, Kurtuluş Savaşı olmasaydı bile “bu değişiklik yine olacaktı.”(25)

Anadolu’da yaşanan devrimciliğin zaferiydi. “İdare-i maslahatçı”lara uyulsaydı devrim başarılamazdı. “Herkesi memnun edelim” denilseydi milleti memnun etmek imkansız hale gelirdi. Çünkü “işi günün koşullarına göre düzenleyenler esaslı devrim yapamaz”dı.(26)

Türk devrimi, bir isyanın eseridir

Atatürk, Nutuk’ta bağımsızlık savaşını ve devrimi şöyle özetliyor:

“Osmanlı Devleti’nin temelleri çökmüş ve ömrü tamam olmuştu. (…)Efendiler bu vaziyet karşısında bir tek karar vardı. O da milli hakimiyete dayanan, kayıtsız şartsız bağımsız yeni bir Türk devleti kurmak!(…) Osmanlı hükümetine, Osmanlı padişahına ve Müslümanların halifesine isyan etmek ve bütün millet ve orduyu isyan ettirmek lazım geliyordu.”(27)

Devlete değil, millete öncelik tanıyan Kemalist önderlik, Türk devrimini milletin “hakiki mevcudiyetiyle ayaklanması.”(28) olarak belirtmiş ve egemenliğin “isyan ederek” alındığını söylemiştir. Onlar devrimde kararlıydılar ve isyanla kazandıkları hakimiyeti geri vermeyeceklerini “bu hakimiyeti tekrar geri alabilmek için, almak için kullanılmış olan araçları kullanmak lazımdır” diyerek göstermişlerdir.(29)

Halkın “kıyam ve isyana mecburiyet hissetmesi”(30) üzerine yapılan devrimle birlikte yeni bir devlet kurulmuştu. Atatürk bunu “Ben istedim ki milletim için modern bir devlet kurayım.”(31) diyerek ifade etmiştir.

Daha 1920’lerde de hedeflerinin devrim yapmak olduğunu Heyet-i Temsiliye üyesi Ahmet Rüstem’in “Biz burada Cemiyetler Kanunu’na göre teşekkül etmiş bir kurul değiliz. Bizim bir İhtilal Kurulu’ndan başka kimliğimiz yoktur. Bu kimliğimizin bize verdiği cüretle her şeyi yapabiliriz.”(32) sözünden de çıkartabiliriz.

TBMM’de de devrim üzerine sert ve ateşli tartışmalar yaşanmıştır. Bursa milletvekili Nurettin Paşa’nın muhalif konuşması üzerine Muş milletvekili İlyas Sami Bey, şöyle demiştir:

“Devrim nedir, TBMM nedir, Nurettin Paşa bunlardan hiçbir şey anlamamıştır. Oysa devrim bir seldir, önüne geçenleri yıkar, devirir geçer, kimseyi bırakmaz.”(33)

Hatta Nurettin Paşa’nın konuşması üzerine Rize milletvekili Ekrem Bey, TBMM’yi kastederek  “Devrimci olsaydı o adamı konuşturmaz, derhal tutar atardı.” der. (34)

Yeni devlet, Osmanlı’nın devamı değildi

Kemalist önderlik, kurdukları devletin Osmanlı devletinin devamı olduğunu her zaman reddetmiştir. Bugün bu gerçeği görmeyip var olan devletin, hatta Kemalist Devrimin Osmanlı devletinin devamı olduğunu iddia edenler için Kemalist önderliğin fikirlerinden daha öğretici bir şey bulunamaz.Atatürk, yeni kurulan devletin şeklini “yüzyıllardan beri süren eski şekli ortadan kaldıran en gelişken yöntem” olarak tarif etmiştir.(35)

Atatürk’ün şu sözleri, Osmanlı devletiyle yeni devlet arasına çektikleri sınırı göstermek bakımından çok çarpıcıdır:

“Osmanlı devleti ne yazık ki ölmüştür. Babıali hükümeti ne yazık ki ölmüştür; afedersiniz, hata ettim! Ne yazık ki demiyecektim, övünelim ki ölmüştür. Çünkü onlar ölmeseydi milleti öldüreceklerdi.”(36)

“Yeni Türkiye’nin eski Türkiye ile hiçbir alakası yoktur. Osmanlı hükümeti tarihe geçmiştir. Şimdi yeni bir Türkiye doğmuştur.”(37)

Devrim ve bağımsızlık ilişkisi         

Devrimi gerçekleştirmeden bağımsızlığın kazanılması mümkün değildi. Çünkü köhnemiş olan ve emperyalizmin hakimiyeti altına giren Osmanlı devletinin bağımsızlık savaşına önderlik etme, hatta önderliği bırakalım, savaşta milletin yanında olma olanağı yoktu. Bağımsızlık savaşının kazanılması da demokratik devrimin sürdürülmesi ve başarılması için şarttı. Çünkü emperyalizm çağında demokratik devrimler anti-emperyalist olmak zorundaydı. Emperyalist tahakkümü kırmadan demokratik devrimin gericiliği tasfiyesi söz konusu olamazdı.

Kemalist devrimin önderlerinden Recep Peker, verdiği İnkılap Tarihi derslerinde bu gerçeği şöyle dile getiriyor:

“…bunların ikisini birden başarmak için bir taraftan iç ve dış yaban ve yad kuvvetlere karşı koymak lazımdı…Türk ulusu muvaffak olmak için devrim ve bağımsızlığı birden başarmak, bütün unsurlarla birden uğraşmak mecburiyetinde kalmıştır…İşte bu yüzden devrimi ve bağımsızlığı ayrı ayrı, birini ötekinden sonra başarmak mümkün değildi. Bunların ikisinin birden tahakkuku lazım geliyordu…İşte Türk devrimi, hem devrim hem bağımsızlık yönünden geleceklere aşılanmalıdır ki, Türk ulusu bundan önce düşmüş olduğu şerefsiz vaziyete bir daha düşmesin! Bağımsızlık ve devrim birbirinden ayrılmaz.”(38)

“Türk devrimi ve bağımsızlığı birbirinden ayrılmayan iki unsurdur. Biri olmazsa diğerinin düşeceği ve biri olmadan öbürünün yaşayamayacağı muhakkaktır…Yalnız devrimi yapmış, yalnız bağımsızlık kazanmış bir Türkiye değil, onların her ikisini birden başarmış bir Türkiye, bizim bugünkü Türkiye’miz.”(39)

Kemalist Devrim’in programı: Altı Ok

Kemalist Devrim’in önderliği, devrimciliğe Kemalist Devrim’in programı olan Altı Ok’ta da yer vermişlerdir. Altı Ok içerisinde devrimcilik, diğer oklara anlam veren ve onları mümkün kılan bir oktur. Devrimcilik, diğer oklar gibi programa değil programın yöntemine ilişkindir. Önce Cumhuriyet Halk Partisi’nin programına konulan Altı Ok, 1938 yılında Anayasa’ya da konulmuştur. Böylece devrimcilik, devletlerin kuruluş felsefesi olan anayasaya yazılarak Türkiye Cumhuriyeti’nin siyasi temellerinden biri haline getirilmiştir.

Bugün için de önümüzdeki devrimin programı olan Altı Ok’u ve Kemalist Devrim’le bağını M. Esat Bozkurt, şöyle açıklıyor:

“Türk ihtilalinin prensiplerini, şu cümleler içinde kısaltabiliriz:

Ulus egemenliği (kayıtsız ve şartsız)

Cumhuriyetçilik

Milletçilik

Halkçılık

Devletçilik

Laiklik

İnkılapçılık.

Sembolü altı ok olan  Türk ihtilali, bu esaslar içinde bütün bir geçmişi tasfiye etti. Ve onun yerine ekonomik, sosyal, siyasal yönlerden en radikal bir yenilik yarattı.”(40)

  1. TARİHİN VE DEVRİMLERİN DEVAMLILIĞI

Emperyalizmin “tarihin sonu” yalanı

Özellikle Sovyetler Birliği’nin yıkılmasının ardından kapitalizmin kesin zafer kazandığını iddia eden ve konjoktürel “galibiyet”inin yarattığı zeminden de yararlanan emperyalizm; bilime, yani diyalektik ve tarihsel materyalizme karşı amansız bir saldırıya girişti. Emperyalizmin ve ideologlarının en büyük iddiası, tarihin sonuna gelinmiş olunmasıydı.

Emperyalist ideologların en başta gelenlerinden Fukuyama, 20. yüzyılda insanlığın “tarihsel ilerleme gibi şeyin olduğunu tekrar tekrar reddeden şeyler yaşadığını” yazıyor.(41) Yine aynı kitabında “modern doğa bilimlerinin mantığı”nın “nihai sonuç olarak sosyalizme değil kapitalizme yol açtığını” belirtmiştir.(42) Fukuyama’nın kitabının adının “Tarihin Sonu Son İnsan” olması da sözkonusu kitabın ideolojik misyonunu tüm açıklığıyla gösteriyor.

Determinizme karşı bilinemezcilik

Tarihin sonunun geldiğini iddia edenler, aslında emperyalist-kapitalist sistemin devam etmesi ve yıkılmaması için çabalıyorlar. Bu çabalarını da “bilimsel” bir kılıfla örtmeye çalışıyorlar. Emperyalizmin ideologlarının “bilimsel” kılıfı ise, bilinemezcilik (indeterminizim). Evrendeki her olayın bir nedeni olduğu ve o neden gerçekleştiğinde zorunlu olarak sonucun da gerçekleşeceğini savunan determinizme karşı onun anti-teziyle mücadele ediyorlar. Bilinemezcilik (indeterminizm)’e göre gelecek kesin olarak bilinemez ve hayatta belirleyici olan rastlantılardır. Fukuyama, bunu “20. yüzyılın en keskin zekaları, tarihin bağıntılı ve anlaşılabilir bir süreç olması gerektiği iddiasını şiddetle eleştirdiler ve hatta insan varlığının herhangi bir yanının felsefi bir kavrayışa açık olabileceğini bile reddettiler.” diyerek ifade etmiştir.(43) Emperyalizmin bilime yönelik saldırısının bir başka tetikçisi olan Karl Popper de “Tamamen mantıki nedenlerden hareketle, bizim için, tarihin gelecekteki akış yönünü önceden haber vermek imkansızdır.” diyerek ve “…hiçbir bilimsel öndeyicinin –bu ister bir insan, ister bir hesap makinesi olsun- bilimsel metodlarla, kendisine ait gelecekteki sonuçları önceden haber vermesinin mümkün olmadığını” söyleyerek determinizme karşı bilinemezciliği savunuyor. (44)

Fukuyamalar’ın, Popper’lerin fikirleriyle mücadele, onların etkilediği kitleyi emperyalizmin ideolojik hegemonyasından kurtarmak açısından zorunludur. Çünkü bu yazarların fikirlerinden etkilenen kesimler arasında Atatürkçüler de vardır. Bu etkilenme, çoğunlukla kendini determinizme ve devrimlerin devamlılığına  alınan tavırda gösteriyor. Çünkü tarihin sonu geldiyse devrim yapmaya gerek yoktur, kapitalizm kaçınılmaz sondur. Doğru felsefe bilinemezcilik ise, doğayı, toplumları ve hareketlerini belli kurallara göre açıklayamazsınız ve devrimlerin devamlılığının zorunlu olduğunu söyleyemezsiniz.

Kemalist Devrim’in önderlerinin determinist ve materyalist olduğu gerçeği

“Evvela sosyalist olmalı, maddeyi anlamalı” 5 Ocak 1904 (45)

Atatürk’ün 23 yaşında aldığı bu not, aslında Kemalist Devrim’in felsefesini ve önderinin bu felsefeyi daha gençlik yıllarında benimsediğini açıkça gösteriyor. Bu notta kritik olan şey; Atatürk’ün sosyalist olup olmaması değil, materyalizmi benimsemesidir.

Kemalist Devrim’in önderliğinin felsefi tutumunu özlü bir şekilde gösteren bir başka ifade de İçişleri Bakanı Şükrü Kaya’nın “Tarihte deterministiz, icraatta pratik maddiyatçıyız.” sözüdür.(46) Marx ve Engels, Alman İdeolojisi adlı kitaplarında Feuerbach’ın komünist olup olmadığını ele alırken “pratik maddiyatçılığı” komünizm ile eşanlamlı olarak kullanmışlardır. Dolayısıyla Kemalist önderliğin eyleme öncelik tanıyan fikirlerinin Feuerbach’tan beslendiğini söyleyebiliriz.

Kemalist Devrim’in önderliği, determinizme ilişkin fikirlerini Türk Tarihinin Ana Hatları kitabında şöyle açıklıyorlar:

“Kainatın varlığı, bu sonsuz büyüklük, bir hayal ve düşünüş değildir; hakiki, olgusal varlıkların birliğidir. Bu varlıkları, birbirine ve her birini ayrı ayrı hepsinin birden yaptığı birliğe bağlayan, aralarındaki ahengi uyandıran zaruri, daimi, umumi kanunlar vardır. Kainatın varlığından anlaşılan kuvvet, kudret, hareket; kainatın kurallarına tabidir. İşte tabiat hem kainatın varlıklarının birliğidir ve hem de aynı zamanda, kainatın kanunlarına bağlı, hareket ve kudrettir. O halde, tabiat, hem kanunların sahibi, koyucusu, hakimidir; hem de aynı kanunlara bağlıdır. Nasıl ki, millet devlettir; bu itibarla kanunların sahibidir; onları infaz eden kuvvettir; fakat, aynı zamanda bu kanunlara bağlıdır. Bütün varlıklar, tabiat da dahil, onun kanunlarına bağlı olunca, canlı yaratıklar, insanlar dahi, kuşkusuz bundan hariç ve müstesna olamazlar. Gerçekten, insan tabiatın mahlukudur. Hayatın büyük kaidesi de tabiata tabi olmaktır.”(47)

Toplumsal süreçte de determinizmi savunan Kemalist önderlik, M. Esat Bozkurt’un ağzından “milletlerin haklarına ihtilal ile kavuşmasını”, “Buna bir nevi determinizm gözüyle de bakabiliriz ve ilim yönünden aldanmış olmayız.” diyerek ifade etmiştir. Kemalist önderlik, bilinemezciliğin aksine evrenin bilinirliğini savunmuşlardır. Onlara göre insan zekası doğanın sırlarını çözecektir. Beklenilen gerçeklerin ortaya çıkarılmasına kesin gözüyle bakarlar.

Toplumların tarihini materyalist felsefeye göre açıklayan Atatürk, ekonominin tarihteki rolünü şöyle açıklamıştır:

“Bence bir milletin doğrudan doğruya hayatıyla, yükselmesiyle, düşkünlüğü ile ilgili olan en önemli etken, milletin iktisadiyatıdır. Bu, tarihin ve tecrübenin tespit ettiği bir hakikattir. Bu hakikat bizim milli hayatımızda ve milli tarihimizde de tamamiyle görülmektedir. Türk tarihi incelenirse birçok sebeplerin başında bütün yükseliş ve çöküş sebebinin iktisat meselesinden başka bir şey olmadığı anlaşılır.”(48)

Kemalizm’in teorisyenlerinden olan Yusuf Akçura da “toplumların gelişmesinde ekonominin ve sınıf mücadelesinin ne kadar önemli bir yeri olduğunu Marksizmden öğrendiğini” belirtir.(49) Bütün bu ifadelerden Kemalist Devrim’in önderliğinin determinist ve materyalist kimliğe sahip oldukları sonucuna varıyoruz. Zaten devrim yapmış bir önderliğin devrimlerle tarihin ilerlediğini reddetmesi beklenemezdi. Bu yüzden bugüne dair alınacak felsefi tutumda ve pratik tavırda Kemalist önderliğin fikirleri öğretici niteliktedir ve önümüzü açmaktadır.

Kemalizm, Türkiye için bir son mu?

Tarihin sonuna gelindiği yönündeki fikirler, ülkemiz için Kemalizm’in bir son olduğu fikrinin kaynağındadır. Fukuyama’lar bu sonu kapitalizm olarak tarif etseler de, tarihin ilerlemeyeceğini söyleyen Atatürkçüler, onların kulvarına bir yerden girmektedirler. Oysa aşağıda vereceğimiz örnekler göstermektedir ki, Kemalist önderlik tarihin iyiye doğru ilerleyeceğini savunmuştur. Zaten felsefi tutumları da tarihin ilerleyeceği gerçeğini savunduklarını gösteriyor. M. Esat Bozkurt’un “İhtilalde hayat vardır. Uyuşuklukta ölüm.” sözü, ileriyi hedeflemeyen sistemlerin uyuşacağını ve sonunda ölümle yüzleşeceğini net bir şekilde göstermektedir.

Devrim, yapıldıktan sonra kenara kaldırılacak bir olgu değildir. Başarıya ulaşması, sürekli hale getirilmesine bağlıdır. Ezilen dünyanın demokratik devrim akımının evrensel önderlerinden olan Atatürk, “…bizim kafamızdaki akımı boğmadıkça, başladığımız devrim bir an bile durmayacaktır. Bundan sonra da böyle olacaktır.”(50) diyerek hedefi belirlemiştir: Hiç durmadan devrimi sürdürmek. Çünkü devrim durursa, tarihin ilerlemesi de durur.

Atatürk, kurdukları sistemin çakılı kalmasını salık vermemiştir. Tam tersine “Çağdaş uygarlığın önünde olmak” hedefini koymuş ve bu hedef için “aralıksız devrimler”in birbirini izlemesi gerektiğini söylemiştir. “Yurtta barış, dünyada barış” diyerek evrensel bir hedef koyan Atatürk,  “orduların büsbütün kaldırılması” fikrini “insalcıl” bulur ve “cihanda uygulandığını görmek cidden arzu edilir” der.(51)

Ş. Süreyya Aydemir’in “Bir gün gerçekleşecek dünya vatandaşlığına inanırdı”(52) dediği Atatürk, “dünya birliğe yürümektedir”, “İnsanlar arasında sınıf, derece, ahlak, elbise, dil, ölçü farkı gittikçe azalmaktadır. Tarih, yaşamak kavgasının, ırk, din, kültür, eğitim yabancıları arasında olduğunu gösterir. Birliğe doğru yürüyüş, barışa doğru yürüyüş demektir.” diyerek dünyanın gidişatını ve kendi özlemini dile getirmiştir.(53) Atatürk, “sosyal toplulukların birer yüksek insan kitlesi haline dönüşeceğini” ve“İşte o zaman milletlerin bütün gayesini insanlık ve karşılıklı sevginin oluşturacağını” belirtmiş; “İnsanlığa yönelen bu büyük fikir hareketinin” neticesinde “mazlum milletlerin zalimleri bir gün mahvetmesiyle” birlikte “yeryüzünden zalim ve mazlum kelimeleri kalkacaktır.” demiştir.(54)

Atatürk, “Bütün insanlığın…Hristiyanlıktan, Müslümanlıktan, Budizmden vazgeçerek basitleştirilmiş ve herkes için anlaşılacak hale konulmuş evrensel saf ve lekesiz bir dinin kurulması” için “birleşik dünya hükümeti” kurulmasını hayal etmenin “tatlı olduğunu” söyler.(55) Çünkü Atatürk, “din anlayışları dışında bir insanlık değerine” inanıyordu. “Bu yeni insanlık anlayışı, milliyetçilik ile yan yana yaşayabilecek” ve “milletimizi evrensel insan uygarlığına” yaklaştıracaktı.(56)

  1. Esat Bozkurt, kurdukları cumhuriyetle ilgili olarak; “Amaç, egemenlikten kısmen feragat değil, egemenliği her yönden tamamen elde etmektir. Biz cumhuriyeti bile bunların ilerisidir diye benimsemiş bulunuyoruz. Ana haklar, anayasa hukuku ilmi, ulus egemenliğini cumhuriyetten fazla ortaya koyan ve tecelli ettireni keşfettiği gün, onu kabule hazır olduğumuza şüphe yoktur.” demiştir.(57) Bu da Kemalist önderliğin kurdukları rejimden daha ileriye doğru gitmek için bir arayış içinde olduğunu gösteriyor.

Kemalist Devrim’i daha ilerisini hedefleyenler tamamlayabilir

Atatürk ve yakın arkadaşlarının evrensel boyutta bir hedefe sahip olduklarını yukarıda yaptığımız alıntılarla göstermiş olduk. Onlar, bu hedeflerinden dolayı, yani kurdukları toplumsal sistemden daha ilerisini hedefledikleri için bir devrim yapabildiler. Gözlerini ileriye kilitlemişler ve dünya ölçeğinde bakmışlardı. Hedeflerini gerçekleştirebilmeleri için içinde bulundukları aşamayı geçmeleri gerekiyordu.

Kemalist önderliğe göre toplumsal sistemler, tarihsel bir role sahiptirler. Daha ilerisi “keşfedildiği” zaman, sözkonusu ileri sisteme geçilmelidir ve onlar da bunu “kabule hazırdırlar.” Sahip oldukları materyalist bakış açısına göre sosyalizm ve hatta komünizm de tarihsel bir misyona sahiptir ve yerini daha ileri olana bırakacaktır.

“Sınıfların olmadığı”, “zalim ve mazlum kelimelerinin kalkacağı” bir dünya özlemlediği için Kemalist Devrim’in önderi olmayı başaran Atatürk’ün hedefi ve pratiği arasındaki denklem, bugün için hayati önemdedir. Kemalizm’in daha ilerisi olduğunu reddedenler, Kemalizm’in Türkiye için bir son olduğunu düşünenler, bugün devrim yapmaya ve böylece Kemalist Devrim’i tamamlamaya da karşı çıkmaktadırlar veya bunun için gerekeni yapmamaktadırlar. Kemalist Devrim’i tamamlamayı hedefleyenler ise Atatürk’ün denklemini kavrayan ve “sınıfsız, imtiyazsız” bir dünya isteyenlerdir.

III. CUMHURİYETİ SAVUNMAK MI, KAZANMAK MI?

Devrimi ve cumhuriyeti korumak en önemli görevdi

Her türlü siyaset ve siyasetten çıkan görev, ileri sürüldüğü dönem için geçerlidir. Çünkü belli bir dönemin ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla belirlenmişlerdir. İşte tam da bundan dolayı, devrim yapıldıktan sonra günün görevi, devrimi sürdürmek ve cumhuriyeti korumaktı. Bu görevin amacı, devrimi tamamlayıp cumhuriyeti sağlamlaştırmaktı. “Devrimi başlayanlar tamamlayacaklar”dı.(58)

Devrim, yeni olduğu için kökleşmesi ve benimsenmesi için süreye ihtiyaç vardı. Bu süre zarfında da devrim, kökleşmeli ve benimsenmeliydi. Çünkü o günlerde “başına şapka giyen, sakalını bıyığını tıraş eden, smokin ve frakla toplum yaşamımızda yer alanların çoğunun kafalarının içindeki zihniyetin hala sarıklı ve sakallı” olduğundan şüphe edilemezdi.(59)

Devrim, “birçok eski kurumları yıkmış” ve “Ülkeyi bir çağdan alıp yeni bir çağa götürmüştü.” Yıkılan eski kurumların “binlerce yandaşı vardı”. Gericiler, fırsat bekliyorlardı. “Devrimi koruyacak önlemlere”, “sert önlemlere” gereksinim vardı.(60) Böyle de oldu; Menemen’de ayaklanan gericiler, şiddet uygulanarak devrim tarafından bertaraf edildi. O gün, gericilerin elebaşılarının asılıp asılmamasının etiği tartışılmadı. Çünkü ya devrim devam edecekti ya da gericilere yaşam hakkı tanınacaktı.

Devrimin korunması, “devrimin hedefini kavramış olanlar”la mümkündü.(61) Bu yüzden eğitime, yeni neslin devrimci olarak yetiştirilmesine önem verilmişti. Devrimin toplumsal sonuçlarının alınması, “yeni insan”ın oluşturulması buna bağlıydı. Bu konuda önemli bir noktaya temas etmişlerdi. O da, devrimle gelen toplumsal yaşam tarzının milletin, özellikle de “yeni neslin” bilincine çıkarılması idi. “Yeni yaşayışın yalnız alışıldığı için değil, anlaşılıp bilinç halinde sevilmesi ve özümüzde benimsenmesi” gerekiyordu. “Bizimki gibi yaşayış şartlarını baştan başa değiştiren bir devrimin korunması ve ebedileştirilmesi için ona inananların bu yola başlarını ve göğüslerini koyacak bir inançla beslenip güçlenmeleri elzemdir. Yeni nesil devrime böyle bağlanmalıdır.”(62)

Bugünün görevi ise, devrim yapmak ve cumhuriyeti kazanmak

Siyaset ve görevlerinin güncelliği içinde barındırdığını belirtmiştik. Devrimci cumhuriyetin inşa sürecindeki görevle bugünün görevinin bir olması düşünülemez. Çünkü böyle bir düşünce, tarihin değişimleri içerdiğinin ve en önemlisi Kemalist önderliğin de felsefesi olan materyalizmin reddi demektir. Atatürk’ün ve diğer önderlerin, devrimin ve cumhuriyetin korunmasına ilişkin söylediklerini aynen bugüne denk düşürmeye çalışmak, dogmatizmin en katıksız örneklerindendir. Dogmatik oldukları ve Kemalist önderliğin söylemlerini bir ayet gibi ele aldıkları için de, Atatürk’ü anlayamamaktadırlar. Çünkü Atatürk, fikirlerinin bir dogma olmadığını belirtmiş ve gelecek kuşaklara bilimi öğütlemiştir. Kaldı ki Atatürk, bugünler için gerçekçi tahminlerde bulunmuş ve bu duruma ilişkin görevleri de saptamıştır. Gençliğe Hitabesi ve Bursa Nutku, bunun en iyi örnekleridir.

Öyleyse Atatürk gibi hareket etmemiz ve günün görevini belirlememiz gerekmektedir. Devrimle kurulan cumhuriyet, Kemalizm’in kireçlenmesi ve ardından gelen “Küçük Amerika” süreciyle birlikte bir mafya-tarikat cumhuriyeti haline getirilmiştir. Tabloya bakınız: ABD’nin “yürü ya kulum” demesiyle hükümet olan bir tarikatlar koalisyonu, Türkiye’yi yönetiyor. Cumhuriyetin devletçilik uygulamasından elde ne kaldıysa satmaya kalkıyor. Cumhuriyetin devrimci yeni nesli yerine mürit ve yuppi yetiştirmeyi amaçlıyor. Bu liste çoğaltılabilir. Tabi ki söz ettiğimiz nitelik değişimi, sadece AKP ile gerçekleşmedi. Bunun öncesi de var. Menderesler, Demireller, Özallar, Çillerler…

Şimdi soruyorum; Tayip Erdoğan’ın başbakan olduğu bir cumhuriyete Atatürk’ün cumhuriyeti denebilir mi? İkiz ihanet yasalarını kabul eden bir meclise sahip olan cumhuriyete Atatürk’ün cumhuriyeti denebilir mi? Elbette ki, hayır. Öyleyse halen cumhuriyetin korunmasından, savunulmasından bahsetmek, abesle iştigaldir.

Türkiye’nin içinde bulunduğu durumu doğru kavrayıp da cumhuriyeti korumak görevini çıkarmak, stratejide yapılan onarılmaz bir hatadır. Türkiye’nin 1905’lerde Atatürk tarafından ortaya atılan milli devlet stratejisinin devamı, mafya-tarikat cumhuriyetinin yıkılmasına bağlıdır. Kemalist Devrim’i bir devrim yapmadan tamamlayamayız. 1919’ları tekrar yaşadığımızı çokça söyleyen Atatürkçüler, Atatürk’ün 1919’da ve hatta daha öncesinden aldığı tavrı alabiliyorlar mı? “Devrim yapmak lazımdır” diyebiliyorlar mı? Doğru tespitte bulunup da gereken tavrı almamak olmaz. Bu bir devrimci irade sorunudur.

“İdare-i maslahatçılar”a en güzel yanıtı M. Esat Bozkurt, daha İzmir İktisat Kongresi’nde şöyle veriyor: “Milletler, yüksek menfaatlerini ihmal eden idareleri sonunda silahla devirirler. Bundan üç buçuk yıl önce Türkiye’nin efendi halkı da böyle yaptı ve icab ederse herhangi bir kuvveti yine ve her gün silahla durdurmaya kadirdir.”(63)

Devrimci irade ve halka güven sorunu

Birçok Atatürkçü, var olan sistemin devam etmemesi gerektiği kanaatindedir. Bağımsızlık ve laiklik gibi önemli hususlarda yaşananları görürler, doğru analiz ederler; ancak bir türlü harekete geçmezler. Ya da harekete geçmemenin teorisini yapmaya çalışırlar. Atatürkçülüğün bir düşünce sistemi olduğunu söyleyip düşünmek ve yazmakla yetinirler. Bütün büyük düşünce sistemleri gibi Kemalizm de, eyleme dönüşen, pratikte sınanan fikirlerin bu yolla şekillenmesi ve beslenmesi sonucunda gelişmiştir. Bir devrimin “düşünce sistemi” olmasaydı, Kemalizm’i bu kadar değerlendirir ve tartışır mıydık?

Harekete geçilmemesinin en önemli nedeni halka ve kendine güvenmemektedir. Bu güvensizlik, döner dolaşır, sistemin devam etmesi fikrini hakim kılar. Çünkü bu güvensizliği yaşayanların en büyük sorunları, görünürdeki olgulara takılıp kalmalarıdır. Çok büyük sorunların ortasında kalmış, her açıdan gerileyen bir ülkenin kendisinden daha “güçlü” olan devletlere karşı başarı kazanması mümkün değildir. Görünürde böyledir. Ancak bir de tarihin akışını belirleyen ve derinden ilerleyen olgular vardır. Mesele, o olguları fark etmek, kavramak ve o olgunun unsurlarını harekete geçirmektir. Bu olgu da, milletin varlığını sürdürmek için göstereceği kuvvet ve kudrettir. Yoksa Kurtuluş Savaşı’nı nasıl kazanırdık?

Kurtuluş Savaşı’nı bu yönüyle incelemek, bugün açısından önemli dersler çıkarmamızı sağlayacaktır. İngiliz Generali Harbord, 22 Eylül 1919’da Sivas’ta görüştüğü Atatürk’e şunu sorar: “Peki bu kadar büyük işe girişmek istiyorsunuz, girişiyorsunuz. Paranız var mı? Bütçeniz nerede ve nedir? Bu parasızlıkla ve bu vasıtasızlıkla işe girişmek, memleketi feci bir akıbete sürüklemek değil midir? Bu mesuliyeti üzerinize alıyorsunuz?”

Atatürk, soruya şöyle cevap verir: “Doğrudur. Fakat yapılacak başka ne iş vardır. Bir millet mevcudiyetini ve istiklalini temin için tasavvuru kabil olan teşebbüsleri ve fedakarlığı yaptıktan sonra muvaffak olur. Ya muvaffak olmazsa demek, o milletin ölmüş olduğuna hükmetmek demektir. Bineanaleyh millet yaşadıkça ve fedakarane teşebbüslere devam ettikçe muvaffakiyetsizlik söz konusu olamaz.”(64)

“İşleri başarmak için en büyük hazine ve kuvvet Türk milleti idi. Olamaz diyenler, hazineyi görmüyorlar ve milletimizi bilmiyorlar, anlayamıyorlardı.”(65) İşte, ancak bunu kavrayabilenler bir devrimi başarabilir, bağımsızlık savaşını kazanabilirlerdi. Bugün de temel sorun, Türk milletindeki hazineyi ve kuvveti görmektir.

Vasıf Bey’in Sivas kongresi’nde yaptığı şu konuşmayı okuyunca bugün bir devrim yapmamızın koşullarının daha uygun olduğu görülecektir:

“Düşmanlarımız dretnot yapıyorlar, biz yelkenli gemi bile yapamıyoruz. Onların tankları var, bizim ise kırık dökük kağnılarımız var. Onların orduları var, bizim derme çatma çetelerden başka bir şeyimiz yok. Milyonlarca lira borcumuz var. Her sene bunun anasını değil, faizini ödeyemeyecek kadar fakiriz. Bu şartlar içinde bize düşmanlarımız bağımsızlığını tanıyoruz deseler bile biz kabul etmemeliyiz. Manda istemeliyiz.”(66)

Vasıf Bey’in söylediği farkların hepsi doğruydu. Ancak o, Atatürk’ün gördüğü şeyi, milletteki kuvveti görmüyordu.

Tarih, hiçbir zaman düz bir çizgi halinde ilerlemez. Galibiyet ve yenilgi, iç içedir. Ancak bir devrimci, yenilgi dönemlerinde dahi bir gün galibiyet elde edeceğini unutmaz ve mücadeleye devam eder. Birinci Dünya Savaşı’ndan yenilgiyle çıkılacağını anlayan Atatürk, 1916 yılında Bitlis cephesinde Kürt ağalarından Mehmet Bey’e şöyle der:

“Mehmet Bey, bir gün bu taraflara gelirsem Hazro dağları beni saklar mı?”(67) İşte bir devrimcinin ruh hali ve mücadele azmi…

Devrimci strateji ve taktik kazanır

Var olan durumu sürdürme yanlılarıyla devrimciler arasındaki mücadele, tarihimizin çok kritik dönemlerinde de yaşanmıştır. Sonunda da kazanan ve haklı çıkan hep devrimcilik olmuştur. Bütün süreciyle Kemalist Devrim, bunun en büyük örneğidir. İmparatorluğun devam etmesi mi, milli devlet mi? Meşrutiyet mi, cumhuriyet mi? Meclis-i Mebusan, İstanbul’da mı, Ankara da mı toplanmalı? Bu sorular, devrim tarihimizde devrimin kaderini belirleyecek nitelikte sorulardı. Ve bu sorulara hep devrimci yanıtlar verildiği ve bu yanıtlar hayata geçirildiği için devrim başarılabildi.

Elbette ki belirtmek gerekir; tarihimizde ileriye doğru atılan her adım, devrimci mirasımızın bir parçasını oluşturur. Milli demokratik devrim tarihimiz de 1876’larda I. Meşrutiyet’le birlikte başlar. Çünkü sözkonusu devrimci atılımlar sayesinde bu pratikler aşılmış, Kemalist Devrim’in zemini oluşmuştur. Bu gerçeği, Kemalist önderlik de tespit etmiş ve devrimci mirasa sahip çıkmıştır. Ancak devrim stratejisinin uygulanmasının zorunlu ve uygun hale geldiği bir dönemde, geçmişte elde edilen kazanımlarla yetinmek ve var olan durumu sürdürme taraftarlığı, devrimcilik karşısında gericilik olurdu.

İmparatorluk mu, milli devlet mi?

  1. ve II. Meşrutiyet’in liderliği, imparatorluğun devam etmesi amacını taşıyordu. İmparatorluğa yönelik emperyalist saldırılara ve emperyalizm destekli karışıklıklara karşı imparatorluğu savunma ve varlığını sürdürme mücadelesi veriliyordu. Toprak kaybına son vermek, ekonomik boyunduruklardan kurtulmak amaçlanıyordu. Ancak imparatorluk yıkılıyor ve bu yıkılış durdurulamıyordu. O dönemde gündemde olmayan bir fikir daha vardı: Milli bir devlet kurmak.

Atatürk, 1905’lerde Beyrut’ta arkadaşlarına “Dava, yıkılmak üzere bulunan bir İmparatorluktan, önce bir Türk devleti çıkarmaktır” der. Atatürk, bu fikri çerçevesinde İttihak ve Terakki içinde bir mücadele yürütmeyi arkadaşlarına şöyle önerir:

“Biliyorum. İleriyi görmek istemeyenler, İmparatorluktan toprak fedakarlığı yapılmasını hoş karşılamayacaklar, hatta bizi ihanetle suçlayanlar olacaktır. Biz buna rağmen, görüşlerimizin Meşrutiyet sonrası için bir program haline getirilmesini sağlamalı ve onu gerek Merkezi Umumide gerekse arkadaşlar arasında şiddetle savunmalıyız.”(68)

1913 yılında Ali Fuat Cebesoy’a yazdığı mektupta milli devlet stratejisini dile getirir:

“Memleketin kaybedilmek üzere olan küçük parçasını feda etmeyeceğim diye en büyük parçasını hesapsızlık ve bilgisizlik yüzünden feda eden idarecilerimiz bir de mevki ve şöhret peşindeki hırsızlar yüzünden ne hale geldiğimiz açıktır. (…) Yüzyıllardan beri Hıristiyan teb’asından çektiklerimiz henüz bitmeden, birbirine zıt olan Panislamizm ve Panturan hayalleri icat edilerek bunlarla, zaten güç olan durumumuz büsbütün karıştırılmaktadır. Milliyetçilik dünya yüzünde o kadar gelişti ki, emin olabilirsiniz bir millet çoğunluğuna dayanmayan devletlerin dağılması kaçınılmaz görülüyor(…) Gelecekte hiçbir duygusallığa aldanmadan kesin kararımız, Türk çoğunluğun çiziği hudut hem dış siyasetimizin hem de savunmamızın temel taşı olmalıdır.”(69)

İmparatorluğun devamı stratejisi, I. Dünya Savaşı’yla birlikte mağlubiyete götürdü. Çünkü imparatorluğun devamı, tarihsel açıdan mümkün değildi; imparatorluk ömrünü tamamlamıştı. Atatürk ve arkadaşlarının kafasında var olan milli devlet stratejisinin tarih sahnesine çıkacağı günler gelmişti. I. Dünya Savaşı’nda yaşanan yenilgiden sonra, Anadolu merkezli bir savunma siyaseti izlendi. Devrimin hedefi olarak, Türklerin çoğunlukta olduğu coğrafyada bir milli devlet kurmak belirlendi. Bu çerçevede Meclis-i Mebusan tarafından Misak-ı Milli kabul edildi. Sonuç olarak da imparatorluğun devamı stratejisinin yenilgisinin ardından milli devlet stratejisinin getirdiği galibiyet yaşandı ve Türk devleti kuruldu.

Meşrutiyet mi, cumhuriyet mi?

Padişahın yetkilerinin sınırlandırılması amacıyla yürütülen mücadelenin sonucunda meşrutiyete geçildi. 1876 yılında yapılan Kanun-i Esasi’yle birlikte padişah ile Meclis-i Mebusan egemenliği ve yetkileri paylaşmış oldu. Ancak çökmekte olan bir imparatorluğun yerine ancak bir cumhuriyet kurulabilirdi. İmparatorluk ömrünü doldurduğu için egemenliği padişahla paylaşmak, milletin ihtiyaçlarını karşılayamaz hale geliyordu. Örneğin Kanun-i Esasi’nin mimarı Mithat Paşa, yaptığı anayasadaki padişahın haklarına dayanılarak sürgün edilmişti.

Atatürk’e göre 1908 devrimi, “müstebit bir hükümdarla millet arasında en nihayet kayıtlar ve şartlar ile denge arayan bir zihniyet üretmeye yönelik idi; oysa son devrim… kayıtsız şartsız hakimiyeti milletin elinde tutan esaslı bir ilkeye dayanır” idi.(70)

Cumhuriyet ile yönetilen bir milli devlet kurma hedefini çok öncelerden belirleyen Atatürk ve arkadaşları hakkında sadrazam Ali Rıza Paşa, “Cumhuriyet yapacaklar, Cumhuriyet” der.(71) Ali Rıza Paşa’nın tespiti doğruydu. “18 Mart 1920 tarihi Osmanlı Meşrutiyeti’nin son günüydü.” “O gün Boğaziçi’nin sularına gömülen bu imparatorluğun yerine, bir ay sonra 23 Nisan 1920’de Ankara’nın çorak ve bataklık yaylasında yeni bir devlet doğmuştu”, cumhuriyet fiilen kurulmuştu.(72) Sadece adı konmamıştı. M. Esat Bozkurt, bu gerçeği Kanun-i Esasi ile Teşkilat-ı Esasiye arasında yaptığı karşılaştırmada şöyle dile getirir:

“Bu üç madde içinde bütün bir eski rejimin, Meşrutiyet’le birlikte düşürüldüğü, yok edildiği açıkça görülmektedir. Malumdur ki, 1876 Kanunu Esasisi’nde egemenlik kayıtsız şartsız milletin değildi. Padişahla müşterekti. Ve millet bu Kanunu Esasi ile ve padişahın rızasıyla egemenliğe ortak olmuştu. Halbuki Birinci Teşkılat-ı Esasiye’nin birinci maddesiyle millet, ortaklığı kaldırmış ve egemenliği kayıtsız ve şartsız kendi eline almıştı. Daha doğrusu yalnız egemenlik değil, bu maddenin ikinci fıkrasına göre, kendi kendini idare edecek ilke. Hem de doğrudan doğruya vasıtasız olarak…

…Üçüncü maddeye gelince, devlet meclisce idare edilecek ve hükümetin sanı “Büyük Millet Meclisi” olacaktı. Bu da yukarıdaki her iki maddenin tabii neticesinden başka bir şey değildir. Lafın kısası, 608 yılı mutlakiyet ve istibdat, 13 yılı kaydi bir meşrutiyetle geçen 621 yıllık saltanattan sonra Türk milleti mutlak bir cumhurluğa kavuşuyordu. Bunun adı henüz verilmemişti. Fakat yakındı. Bir iki yıl sonra verilecekti.”(73)

TBMM kurulunca cumhuriyet fiilen kurulmuş, yani meşrutiyet bitmiş oldu. Dolayısıyla meşrutiyetin anayasası olan Kanun-i Esasi de yürürlükten kalkmış oluyordu. Bu konu, elbette ki mecliste çok sert tartışmalara neden oldu. Çünkü herkes, devrimin hızına yetişemiyordu. Bu tartışmalardan birinde M. Esat Bozkurt, şöyle diyor:

“Rahmetli hocam Celalettin Arif düşünemiyor veya düşünmek istemiyordu ki, Osmanlı Kanunu Esasi’si muteber olunca, biz Ankara’da toplanmak hakkına malik olamazdık. Çünkü bu Kanunu Esasi’ye göre biz ancak padişahın davetiyle toplanabilirdik. Halbuki kendi kendimize padişaha inat intihap yapılmış ve o suretle Ankara’da toplanmıştık. Şu halde bu toplantı Kanunu Esasi’ye muhaliftir. Bundan başka, Mebuslar Meclisi başlı başına toplanamazdı. Ayan Meclisi’nin de toplu bulunması lazımdı. Demek oluyor ki, ya Ankara Millet Meclisi vardır, yahut Kanunu Esasi! İkisi bir arada yürüyemezdi.”(74)

Meclis İstanbul’da mı, Ankara’da mı toplanacak?

Meclis-i Mebusan’ın nerede toplanacağı sorunu, aslında imparatorluğun ve meşrutiyetin devam edip etmeyeceği sorunuyla bütünlük arz etmektedir. Çünkü İstanbul’dan ve onun temsil ettiği rejimden halen bir şeyler bekleyenler, var olan durumu değiştirmeye cesaret edemeyenler, Meclis-i Mebusan’ın İstanbul’da toplanmasını savundular. Atatürk, başından beri buna karşıydı. Meclis-i Mebusan’ın İstanbul’da toplanması önerisine “Meclis’i dağıtmak ve milleti Meclis-i Mebusan’sız bırakmak için mi?”(75) diyerek karşılık vermiştir. Kazım Karabekir’le yaptığı özel görüşmede konuyla ilgili olarak şöyle der:

“Meclis, kesinlikle İstanbul’da toplanmasın. İstanbul hükümetini millet gözünde gayrımeşru gösterip ortadan kaldırmak ve Eskişehir ve Ankara’da Milli Meclisi toplayıp milli bir hükümet yapmak. Bu işleri başarmak için Ordu vasıtasıyla bir devrim hareketini başlatmak.”(76)

Meclisin İstanbul’da toplanmasını istemiyordu; çünkü İstanbul’u yenmeyi ve devirmeyi hedefliyordu. Ona göre ancak Anadolu merkezli bir hareket başarılı olabilirdi. Atatürk, arkadaşlarını ikna edemedi ve Meclis-i Mebusan, İstanbul’da toplandı. Ancak bu son toplantısı olacaktı. Çünkü 18 Mart 1920’de İstanbul’un işgali sonucu, meclis toplantılarını erteledi. Ayrıca bazı mebuslar da işgalciler tarafından tutuklanmıştı. Böylece fiilen meclis, kapanmış oldu. Zaten 11 Nisan 1920’de de padişah, Meclis-i Mebusan’ı resmen dağıttı. Sonrasında yaşananları M. Esat Bozkurt, şöyle anlatıyor:

“Bu, İstanbul’un görüp göreceği son Osmanlı Mebusan Meclisi oldu. Sonra büyük Millet Meclisi yeni bir intihap ile Ankara’da toplandı. Aşağı yukarı bir ay sonra…Atatürk, meclisin İstanbul’da toplanmasını istemiyordu. Düşmen istilası altında bulunan böyle bir memlekette, meclisin milli iradeyi ifade ve izhar edemeyeceğine kani idi. Toplantının Anadolu’da yapılması lazımdı. Fakat Atatürk’ün arkadaşları İstanbul’da toplanmakta ısrar ettiler. Atatürk de seslenmemeye mecbur oldu. Fakat meclisin akıbeti Atatürk’ün görüşlerini bir kere daha gerçekleştirdi.”(77)

Devrimin kilit sorunu: İktidar olmak

Kurtuluş Savaşı’nın başından itibaren Atatürk’ün en fazla çabaladığı şey, İstanbul hükümetinin dışında bir iktidar oluşturmaktır. Milli ve devrimci bir iktidar oluşturulması, savaşın kazanılması ve devrimin yapılması açısından belirleyiciydi. Atatürk, Anadolu’ya geçtikten sonra “asi vaziyete geçmiş”ti ve “bütün milletin birlik ve dayanışmasını sağlayacak ve temsil edecek bir heyet”in oluşturulması şarttı.(78) Çünkü milletin İstanbul hükümeti etrafında birleştirilmesi mümkün değildi. Atatürk, “bir milli iradenin ancak Anadolu’dan çıkabileceğini” biliyordu ve bu yüzden onun ilk hedefi “milli iradeye dayanan bir milli şura kurulması ve kuvvetini milli iradeden alacak bir hükümet oluşturulması”ydı.(79)

Bu çerçevede ilk olarak Erzurum Kongresi’nde ve ardından Sivas Kongresi’nde iktidarın oluşturulması çalışmalarına başlar. Sonuç olarak Heyet-i Temsiliye oluşturulur; ki bu sırada dahi Atatürk’ün zihnindeki hedef, “Milli hakimiyet esasına dayanan halk hükümeti”nin kurulmasıdır.(80) Sözkonusu süreçte aynı zamanda İstanbul hükümeti ile milli hükümet arasındaki çizgiler kalınlaştırılmaya başlandı. Erzurum Kongresi’nde “Milli iradeye dayanmayan herhangi bir hükümet heyetinin öznel ve şahsi kararlarının milletçe veri olmadığı” ve “merkezi hükümetin milli meclisi hemen bir an geciktirmeden toplaması” gerektiği ilan edilir.(81) Sivas Kongresi’nde de İstanbul hükümetinin alternatifini yaratma zorunluluğu “Osmanlı hükümeti, büyük devletlerin baskısı karşısında vatanın bütünüyle yok olmasına bir başlangıç anlamında buraları terk ve ihmal etmek zorunluluğunda kaldığı takdirde(…) derhal bir geçici yönetim oluşturulacaktır.” denilerek belirtilmiştir.(82)

İkinci görev, “Merkezi hükümetin izlediği gericilik yoluna karşı, milli meclisin seçilmesi ve toplanması” idi.(83) Bu hedef de 23 Nisan 1920’de TBMM’nin kurulması ile gerçekleştirildi. TBMM’nin ve meclis hükümetinin kurulması ile birlikte İstanbul hükümetine karşı alınan tutum daha da sertleşti ve İstanbul Hükümetinin iradesi yok sayılmaya başlandı. “Artık yüce Meclis’in üstünde bir kuvvet bulunmamakta” idi.(84) Bu dönemde Amasya’da İstanbul hükümetini temsilen gelen Salih Paşa’yla görüşen Atatürk, kendisini Türkiye Büyük Millet Meclisi ve Hükümeti Başkanı” olarak tanıtır.Ardından Salih Paşa’nın kendisini “Bahriye  ve Dahiliye Nazırı” olarak tanıtması üzerine Atatürk, İstanbul’daki hükümeti ve nazırlarını tanımadıklarını söyler. Dolayısıyla Salih Paşa’ya bu sıfatlarıyla görüşmeyeceklerini belirtir.(85) Durumu açıklıkla gösteren başka bir uygulama da taşra yöneticilerine “meşru bir hükümet heyeti başa geçinceye kadar merkezi hükümetle idari ilişkilerini ve İstanbul ile her türlü telgraf ve posta haberleşme ve ulaştırmasını kesmeleri” emri verilmesidir.(86)

Anadolu’nun işgali üzerine başta İstanbul’da olmak üzere mitingler yapılmaya başlanır. Bu mitinglerin milli iktidarın kurulması amaçlanırsa ve bu sürece katkıda bulunursa anlamlı hale geleceğini Atatürk, “Yalnız mitingler ve gösterilerin büyük gayeleri hiçbir vakit kurtaramayacağını” söyleyerek belirtir. Temel ihtiyaç, “ milletin bağrından eylemli olarak doğan kudret”tir. Çünkü “artık İstanbul Anadolu’ya hakim değil, tabi olmak mecburiyetindedir”.(87)

Görülüyor ki; Kurtuluş Savaşı, Anadolu’da milli iktidarın kurulması yani başka bir deyişle devrimin yapılması sonucunda kazanılmıştır. O yüzden Kemalist Devrim, bazılarının zannettiği gibi savaş sonrası gerçekleşen bir olay değildir. Devrim ve iktidarın oluşturulması, savaşın kazanılması için zorunluydu. Öyleyse bugünkü durumda iktidarı hedeflemek, neyi ifade etmektedir?

İktidarı hedeflemek, devrim yapma hedef ve iradesini gösterir. Bu yüzden “sosyalist” muhalefetçilik veya sosyalizm adına iktidar kavramına düşmanlık, emperyalizmin ve hakim sınıfların oturttuğu kumsalda kumdan “sosyalizm” kaleleri kurmaktır. Aynı sorun bazı Atatürkçüler  için de geçerlidir. Yukarıda devrime karşı reform-evrim çizgisinin varlığından söz etmiştik. Reformculuk ve evrimciliğin iktidarı hedeflemesi mümkün değildir. Çünkü söz konusu çizgi, sistem dışına –her ne sebeple olursa olsun- çıkmamayı esas alır. Pratiği de sistemin varlığını tehdit etmeyecek çapta, “tahsis edilen” mekan ve zaman diliminde etkinlik düzenlemektir. Daha doğrusu Atatürkçülüğü hapsetmektir. Milli ve devrimci iktidarın oluşturulması sayesinde  başarılar kazanan ve bugüne kadar devamlılığını sağlayan Atatürkçülük, böylece kendi özünden koparılmaktadır.

Tabii kendisini devrimci olarak adlandırıp iktidar sorununa “bulaşmamaya” çabalayan Atatürkçüler de mevcut. Bunların devrimciliği hakkında, lafa değil işe baktığımız için şüpheye düşmemek mümkün değil.

Atatürk’ün miting vb. eylemlere yönelik yukarıda yer verdiğimiz fikri de bugün açısından son derece önemlidir. Sadece Atatürkçüler değil, tüm halk kesimlerinin iktidar hedefi olmadan yaptığı eylemler, ancak hava boşaltmaya yarıyor. Demirel, bu gerçeği “yürümekle yollar aşınmaz” diyerek dile getirmişti. “Yolların aşınması” ancak iktidara yürüyünce, yani iktidar hedeflendiğinde gerçekleşir. Zaten miting vb. eylemlere neden olan özelleştirme, gericilik gibi sorunların milli ve devrimci iktidarın oluşturulması dışında başka bir çözüm yolu kalmamıştır.

Milli ve devrimci iktidarı oluşturup Kemalist Devrim’i tamamlamak için öncelikle var olan iktidarı yıkmak gerekmektedir. Bu açıdan bugün yapılacak her türlü eylemde mevcut iktidarı hedef almak şarttır. Bu noktada işçi sınıfının eylemlerinde “Şalter inecek, hükümet gidecek” demesi, devrimci gençliğin 19 Mayıs’ta “Hükümet istifa, Tayip Amerika’ya” sloganını atması çok önemli gelişmelerdir. Halk hareketinin, bu iktidarı yıkmayla yetinmemesi ve kendi iktidarını kurmayı da mücadele içinde dile getirmeye başlaması zorunludur. Yoksa sistem partilerini belirten “şu”, “bu” ve “o”nun yer değiştirmesinden, dolayısıyla da temel sorunların çözülememesinden kurtulamayız.

SONUÇ

Atatürk’e duyulan ihtiyaç

Yukarıda özetlediğimiz devrim sürecinin önemli kilometre taşlarında hep devrimciliğin sonuca götürdüğü, bir gerçek olarak karşımızda duruyor. Bu süreçte geliştirilen strateji ve taktiklerin arasındaki en büyük fark, Atatürk’ün strateji ve taktiğinin devrim hedefiyle biçimlenmiş olması. Peki bugün geliştirilen strateji ve taktiklerde Atatürk’ün yeri nedir? Bu soru aynı zamanda Atatürk’e ihtiyaç duyulup duyulmadığı, ihtiyaç duyuluyorsa neden duyulduğu sorularının yanıtlarını da içermektedir.

Ülkemizin en sıkıntılı dönemlerinde zaman zaman söylenen bir söz vardır: “Ah ! Şimdi Atatürk yaşasaydı böyle mi olurdu.” Bu fikir, aslında Atatürk’e duyulan ihtiyacı, ama aynı zamanda çözümsüzlüğü ifade etmektedir. Çünkü hepimiz biliyoruz ki, sözkonusu sözdeki isteğin gerçekleşmesi mümkün değildir. O yüzden bu fikir, bir yakınma olmanın ötesine geçemez.

Tarih boyunca görülmüştür ki, her devrim kendi liderini tarih sahnesine çıkarır. Bundan dolayı, Türkiye’nin Atatürk gibi liderleri çıkarması için devrimci bir yönelime girmek zorunludur. Halk hareketi, devrimi yapmaya yaklaştıkça; yıllardır devrim koşulları için gerekli hazırlığı ve çalışmayı yürütenlerin içinden devrimin liderleri çıkacaktır. Toplum bilimine ilişkin bu bilgiden daha önemli olan şey, Atatürk gibi olup olmamaktır. Atatürk’ün aldığı devrimci tavırları göstermeyi başarıp başaramamaktır. Bazı miting vb. eylemlerde atılan bir slogan vardır: “Hepimiz biriz, Mustafa Kemal’iz!” Bu sloganı, özellikle de Atatürkçülerden duyarız. Herkesin M. Kemal gibi olma iradesini bir sloganda ifade etmesi güzeldir. Ancak bu irade, sadece sloganlarda mı kalmaktadır? Hayat ve mücadele içerisinde sözkonusu irade gösterilmekte midir? Bu sorulara belli bir çoğunluk için olumlu yanıt –ne yazık ki- veremiyoruz. Oysa M. Kemal olmak, devrimci olmak, örgütlü olmak, halka güvenmek demektir. Bu özelliklerin varlığını ve önemini yukarıda örnekleriyle göstermiştik.

Atatürk’e devrimciler ihtiyaç duyar. Çünkü onların da Atatürk gibi devrim yapma amacı vardır ve Türkiye’nin en büyük devrimcisi ise Atatürk’tür. İşte bu yüzden devrimci stratejilerde Atatürk’ün varlığı anlam kazanır. Diğer bütün stratejilerde Atatürk’ün fikirleri ve pratiği eğilip bükülmektedir. Çünkü gerçekte o stratejilerde Atatürk’ün yeri olamaz. Örneğin AB’ye girerek milli devleti ortadan kaldırma stratejisinde Atatürk’ün ne işi var? Atatürk’ün fikirlerini çarpıtarak onu bu hedefe neden dahil ediyorlar? Çünkü Atatürk, Türkiye halkının en büyük moral değeri ve onun fikirleri en büyük ikna aracıdır. Bu gerçeği bilenler, Atatürk’ün fikirlerini eğip bükmekte, örneğin AB’ye uygun hale getirmektedir. “Çağdaş uygarlık” hedefini AB’ye endeksliyorlar. Oysa Atatürk, insanlığı etkisi altına alan devrimleri gerçekleştiren, düşünceleri üreten Batı’nın kendi yaşadığı dönemde insanlığın karşısında bir güç haline geldiğini saptamış ve açıklamıştır.

Devrimcilerin bütün devrim önderlerine ihtiyacı vardır. Biz Türkiyeli devrimcilerin de tabii ki en çok Atatürk’e ihtiyacı vardır. Bu ihtiyaç nedeniyle de onu en iyi devrimciler anlamıştır, anlamaktadır. Devrimci pratiğini ve düşünce sistemini anlamak konusunda sadece günümüz devrimcilerinin başarıya ulaşmasının nedeni de aynı hedefleri paylaşmaktır. Onun önderlik ettiği devrimi tamamlayıp daha ileriye gitme amacıdır.

Gençliğe verilen görev

Atatürk, devrimin ve cumhuriyetin devamı ve korunması için gençliği görevlendirmiştir. Bursa Nutku ve Gençliğe Hitabe, bu görevin tarihi belgeleridir. Her ikisinde de Atatürk, gençliğe rejimi koruma görevi verdiğini belirtmiştir. Çünkü devrimci bir rejimin korunması gereklidir. O günün görevi buydu. Bugün ise korunacak bir cumhuriyet kalmadığı ortada olduğuna göre; sözkonusu konuşmaları, Atatürk’ün cumhuriyet, mafya-tarikat cumhuriyetine dönüşse dahi korunması görevini vermesi şeklinde yorumlayamayız. Zaten yine aynı konuşmalarında devrimin karşı-devrimle bastırılması, cumhuriyetin de ortadan kaldırılması olasılıklarına değinmiştir. Bu olasılıklar gerçekleştiğinde de gençliğe düşen görevleri belirtmiştir. Bütün bunlardan dolayı Bursa Nutku’nu ve Gençliğe Hitabe’yi okurken, bugün cumhuriyeti korumanın değil yıkarak kazanmanın mümkün olduğunu unutmamalıyız.

Gençlik, “ ‘bu milletin ordusu vardır, polisi vardır, jandarması vardır, adliyesi vardır’ demeyecektir.” “Hemen müdahale edecek, elle, taşla, sopa ve silahla, nesi varsa onunla, kendi eserini koruyacaktır.” Bu yüzden mahkemeye düşerse, “ ben inanç ve kanaatimin icabını yaptım. Müdahale ve hareketimde haklıyım. Eğer buraya haksız olarak gelmişsem, bu haksızlığı meydana getiren sebep ve amilleri düzeltmek de benim vazifemdir.”demelidir. bu devrimci tutumu alacak gençliği Atatürk, “İşte benim anladığım Türk genci ve Türk gençliği” diyerek tarif etmektedir.(88)

Atatürk’ün cumhuriyeti koruma vurgusunun bugün için ne anlam ifade ettiğini bir kez daha belirterek; yazımızı döne döne okunması gereken ve okundukça bugünler için söylendiği daha da netleşen Gençliğe Hitabe ile bitiriyoruz:

“Ey Türk Gençliği!

Birinci vazifen Türk istiklalini, Türk cumhuriyetini ilelebet muhafaza etmektir.

Mevcudiyetinin ve istikbalinin yegane temeli budur. Bu temel senin en kıymetli hazinendir. İstikbalde dahi seni bu hazineden mahrum etmek isteyecek dahili ve harici bedhahlar olacaktır. Bir gün istiklal ve cumhuriyeti müdafaa mecburiyetine düşersen vazifeye atılmak için içinde bulunacağın vaziyetin imkan ve şartlarını düşünmeyeceksin. Bu imkan ve şerait çok namüsait bir mahiyette tezahür edebilir. İstiklale ve cumhuriyetine kastedecek düşmanlar, bütün dünyada emsali görünmemiş bir galibiyetin mümessili olabilirler. Cebren ve hile ile aziz vatanın bütün kaleleri zaptedilmiş, bütün tersanelerine girilmiş ve memleketin her köşesi işgal edilmiş olabilir. Bütün bu şeraitten daha elim ve vahim olmak üzere memleketin dahilinde iktidara sahip olanlar gaflet ve dalalet ve hatta hıyanet içinde bulunabilirler. Hatta bu iktidar sahipleri şahsi menfaatlerini müstevlilerin siyasi emelleriyle birleştirebilirler. Millet yoksulluk içinde, zaruret içinde harap ve bitap düşmüş olabilir. Ey Türk istikbalinin evladı. İşte bu ahval ve şerait içinde dahi vazifen Türk istiklalini ve Türk cumhuriyetini korumaktır.”(89)

 

Dipnotlar:

  1. M. Esat Bozkurt, Atatürk İhtilali, s. 26
  2. Medeni Bilgiler, s.29
  3. Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri III, s.53
  4. M. Esat Bozkurt, Atatürk İhtilali, s. 58-59
  5. aynı eser, s.146
  6. aynı eser, s. 27
  7. aynı eser, s.121,122
  8. aynı eser, s.122
  9. aynı eser, s.143-144
  10. aynı eser, s.92
  11. aynı eser, s.109
  12. Mustafa Kemal, Eskişehir-İzmit Konuşmaları, s.163
  13. M. Esat Bozkurt, Atatürk İhtilali, s
  14. aynı eser, s.137
  15. aynı eser, s.138
  16. aynı eser,
  17. aynı eser, s.157
  18. Afet İnan, M. Kemal Atatürk’ün Karlsbad Hatıraları, s.53
  19. Sadi Borak, Atatürk Gençlik ve Hürriyet, s.16
  20. Lord Kinross, Atatürk Bir Milletin Yeniden Doğuşu, s.47
  21. Sadi Borak, Atatürk Gençlik ve Hürriyet, s.16
  22. Afet İnan, Atatürk Hakkında Hatıralar ve Belgeler, s.259
  23. M. Esat Bozkurt, Atatürk İhtilali, s. 63
  24. Recep Peker, İnkılap Dersleri, s.26
  25. M. Esat Bozkurt, Atatürk İhtilali, s.27
  26. Enver Ziya Karal, Atatürk’ten Düşünceler, s.45
  27. Nutuk, C.1, s.18-20
  28. Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, s.27
  29. aynı eser, s.202
  30. Sadi Borak, Atatürk’ün Resmi Yayınlara Girmemiş Söylev, Demeç, Yazışma ve Söyleşileri, s.129
  31. Enver Ziya Karal, Atatürk’ten Düşünceler, s.140
  32. Doğan Avcıoğlu, Milli Kurtuluş Tarihi
  33. Ferit İlsever, Cumhuriyet Devrimi Kanunları, s.84
  34. aynı eser, s.86
  35. Enver Ziya Karal, Atatürk’ten Düşünceler, s.44
  36. Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri II, s.88
  37. Nutuk II, s.437
  38. Enver Ziya Karal, Atatürk’ten Düşünceler, s.399
  39. aynı eser, s.402
  40. M. Esat Bozkurt, Atatürk İhtilali, s.44
  41. Fukuyama, Tarihin Sonu Son İnsan, s.12
  42. aynı eser, s.14
  43. aynı eser – s.12
  44. Karl Popper, Klasik Fizik ve Kuantum Fiziğinde İndeterminizm
  45. Atatürk’ün Bütün Eserleri, c.1, s.15
  46. Şükrü Kaya, TBMM zabıt ceridesi, c.16, devre V, s.59
  47. Türk Tarihinin Ana Hatları, s.30
  48. Afet İnan, Atatürk Hakkında Hatıralar ve Belgeler, s.274
  49. François Georgeon, Türk Milliyetçiliğini Kökenleri, Yusuf Akçura, s.78
  50. Enver Ziya Karal, Atatürk’ten Düşünceler, s.393
  51. Medeni Bilgiler, s.116
  52. Ş.Süreyya Aydemir, Tek Adam III, s.416
  53. Medeni Bilgiler, s.72
  54. Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri II, s.29
  55. Nutuk II, s.713
  56. Enver Ziya Karal, Atatürkçülük II, s.196
  57. M. Esat Bozkurt, Atatürk İhtilali, s.61
  58. Enver Ziya Karal, Atatürk’ten Düşünceler, s.386
  59. aynı eser, s.333
  60. aynı eser, s.268
  61. aynı eser, s.386
  62. aynı eser, s.389
  63. Afet İnan, İzmir İktisat Kongresi, s. 78
  64. Sadi Borak, Atatürk Gençlik ve Hürriyet, s.30
  65. M. Esat Bozkurt, Atatürk İhtilali, s.63
  66. aynı eser, s.63
  67. Şevket Beysanoğlu, Atatürk ve Diyarbakır, s.86
  68. Ali Fuat Cebesoy, Sınıf Arkadaşım Atatürk, s.108
  69. Ali Fuat Cebesoy, “Misakı Milli” Yayınlanmamış Belge, Kavram dergisi
  70. Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri III, s.53
  71. Nutuk I, s.312
  72. Samet Ağaoğlu, Kuvayı Milliye Ruhu, s.11
  73. M. Esat Bozkurt, Atatürk İhtilali, s.364
  74. aynı eser, s.370
  75. Nutuk I, s.476
  76. Kazım Karabekir, İstiklal Harbimiz I, s.389
  77. M. Esat Bozkurt, Atatürk İhtilali, s.346
  78. Nutuk I, s.40
  79. aynı eser, s.88
  80. aynı eser
  81. Bekir Sıtkı Baykal, Erzurum Kongresi ile İlgili Belgeler, s.25
  82. Mahmut Goloğlu, Sivas Kongresi, s.220
  83. Nutuk I, s. 192
  84. Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri I, s.63
  85. Nutuk II, s.684
  86. Nutuk I, s.190
  87. aynı eser, s.48
  88. Sadi Borak, Atatürk Gençlik ve Hürriyet, s.117
  89. aynı eser, s. 118