Ana Sayfa Emperyalizm EMPERYALİZM ve KÜLTÜRALİZM BİRBİRİNİ TAMAMLIYOR

EMPERYALİZM ve KÜLTÜRALİZM BİRBİRİNİ TAMAMLIYOR

1914

Samir AMİN
TEORİ DERGİSİ – HAZİRAN 2000
EMPERYALİZM ve KÜLTÜRALİZM
BİRBİRİNİ TAMAMLIYOR

Kapitalizm daima krizlerini, hatalarını ve suçlarını temize çıkaran makul açıklamaları
sağlayan akademisyenleri ve siyaset bilimi yazarlarını ödüllendirmeye hazırdır Sık sık ve en
etkin olarak kullanılanlar geçmiş dönemin önyargılarını ve batıl itikatlarını modern (ya da
postmodern) ve bilimsel bir form içinde kullananlardır. Tarihsel materyalist sosyal bilimlere
karsı ortaya konulan en favori alternatifler, dünya tarihsel sürecini farklı ve kapalı
uygarlıkların ya da kültürlerin sonucu olarak gören teorilerdir. Bu uygarlıklar ve kültürler
tarih tarafından açıklanmıyorlar; fakat bunun yerine tarihi açıklıyorlar Bu siyaset
yazarlarının en yeni versiyonu Harward Üniversitesi profesörlerinden Samuel Huntington,
emperyalizmin suçlarını kültürel çekişmenin ürünü olarak temize çıkarıyor Bu, sadece
köklerini hafifçe gizlenmiş bir biçimde ırkçı sahte-bilimden alan, bugün tüm ritmlerden,
tonlardan ve uyumsuz seslerden duyabileceğimiz bir sesin en yetkin versiyonudur. Diğer
versiyonlar hazan kimlik politikası ve cemaatçilik olarak ortaya konulmaktadır. Mısır
gazetesi Al Ahram bizim iyi arkadaşımız ve sık sık katkıda bulunan Samir Amin’den
Huntington’un Uygarlıklar Savaşı teorisi ile ilgili görüşünü istemiştir. Onun neden
kültüralizm ve emperyalizm birbirlerini güçlendiriyor ve kurbanlarına nasıl eşitlik ve kurtuluş
yerine farklılığı kabul ettirilebiliyorlar sorularına ilişkin görüşleri bugün potansiyel olarak
heryerde kullanılabilir.

Hâkim İdeolojiler tanım olarak muhafazakârdır: Kendilerini sosyal örgütlenmenin tüm
çeşitleriyle yeniden üretmek için, kendilerini tarihin sonu olarak kabul etmeleri
gerekmektedir. Hâkim muhafazakâr tez, gücünü, modern dünyaya hâkim olan değerlerin
çarpışmasının kaba pratiğinden almaktadır. Bu kabın içine politik organizasyonların ilkeleri
(yasallık düşüncesi, devlet, insan hakları, demokrasi), sosyal değerler (özgürlük, eşitlik,
bireycilik) ve ekonomik yaşamın örgütlenmesinin ilkeleri (özel mülkiyet, serbest piyasa)
katılmıştır. Sonra bu karışım, aynı mantıksal işlemler sonucu ortaya çıkarılan değerlerin
oluşturduğu bölünmez bir bütün olarak yanlış taleplere yol açar. Sonuç olarak sanki açık ve
önemli bir bağ varmışçasına kapitalizm demokrasiyle birleştirilmektedir. Ancak tarih tersini
gösteriyor: demokratik ilerlemeler mücadeleyle kazanılmıştır ve kapitalist gelişmenin doğal,
kendiliğinden ürünü değildirler.

Kapitalizm: Tarihte özel bir parantez

Eğer biz tarihin sonunun insanlığın tarihinin sonu ve gezegenin yok oluşu olmasını
istemiyorsak, kapitalizm aşılmalıdır. Tarihi potansiyelini tüketmeden önce yayılması binlerce
yılı alan geçmiş sistemlere karşı olarak kapitalizm, ancak tarihte özel bir parantez olarak
görülebilir. Bu zamanda, birikimin temel görevi tamamlandı, fakat üstün olan, feragat
etmeyen rasyonelite tarafından belirlenen ve otantik hümanite üzerine temellenen sosyal
düzenin yerini almak için yolu düzenlemiştir. Başka bir deyişle, kapitalizm kendisinin tarihsel
pozitif potansiyelini çok erken tüketmiştir, gelişmenin yolunu bulmasını sağlayan araç olmayı
bırakmıştır ve şimdi gelişmenin önünde engeldir.

Burada gelişme, sermayenin genişlemesiyle ilgili soyut, gayri iradi bir ürün olarak
tanımlanmamaktadır; fakat bağımsız olarak sermayenin ekonomik feragat, ekolojik yok etme
ve küresel kutuplaşma olan ürünlerine karşıt olan insan kriteri ile tanımlanmaktadır. Bu
çelişkiler, kapitalizmin tarihinin başarılı karşıt hareketlerden tarafından oluşturulmasının
nedenini açıklamaktadırlar. Bazı dönemler boyunca sermayenin genişlemesinin mantığı tek
bir güç olarak tecrübe edilmiştir ve diğerleri boyunca sistem karşıtı güçlerin müdahalesi onun
gelişmesinin doğasında olan yok ediciliği sınırlamıştır.

19. yüzyıl, sanayi devriminin eşit olmayan yayılması, proleterleşme ve sömürgecilikle
kapitalist genişlemenin ilk karakteristik dönemidir. Fakat sermayenin zaferinin ilahilerle
kutlanmasına rağmen sistemin gerçek çelişkilerinin şiddeti, tarihin, zafer ilanlarında olduğu
gibi sona doğru gitmediğini, fakat dünya savaşlarına, sosyalist devrimlere ve
sömürgeleştirilmiş ulusların isyanına doğru sürüyor. Birinci Dünya Savaşı sonrası yeniden
kurulan Avrupa’da zaferi kazanan liberalizm, kaosu şiddetlendirdi ve faşizmi ortaya çıkaran
hayali, suçlu tepki için yolu düzeltti.

Bundan dolayı yalnızca 1945 sonrasından, faşizmin yenilgisinin tamamlanmasından
itibaren uygarlığın yayıldığı üç tarihi uzlaşma; Sovyetizm, sosyal demokrasi ve ulusal
özgürlük hareketlerinin etkiledikleri dönem açıldı. Bu uzlaşmalardan hiçbiri kapitalizmin
mantığında tam bir sona erdirme yapmadı; fakat tamamı, kapitalizmin çelişkilerinin
patlamasından ortaya çıkan hareketler için sermayenin yönü üzerinde etki yaptı. Bu
uzlaşmalar yayılırken etkin bir biçimde ekonomik feragatin ve kutuplaşmanın tahrip edici
etkilerini yumuşattı. Fakat bu dönem şimdi tamamlandı. Sürekli olarak bir parça tanımla bile
olsa başarılarıyla kemirildi, uzlaşmanın mantığı meşruluğunu aldığı sistemlerin çökmesiyle
sönümleniyor. Yalnızca şu sorulabilir: Tarihin sonunun geldiğine inanan bu son liberalizmin
zaferi tezi, daha önceki dramanın başarılı sahnelerinin trajik bir tekrarını mı ilan ediyor? Bu
yeni-liberalizm ideolojik boşluktan mı yaratılıyor ve kutuplaşmayı güçlendirecek şartları bir
araya mı getiriyor?

Bu sistemin kurbanları kesinlikle tepki gösterecektir. Onlar halen tepki gösteriyorlar.
Fakat sermayeye karşı çıkarlarken hangi mantığı geliştirecekler? Sermaye üzerine ne tür
uzlaşmaları uygulayacaklar? En radikal seçenekle ifade edilirse, kapitalizmin yerine hangi
sistem konulacaktır? Kapitalizmin sürekli meydan okumaları karşısında, tepki
geliştirememeler nedeniyle geçmiş dönemin halk hareketleri etrafındaki stratejiler prestijlerini
kaybetti. Hangi temaların bir ikame olarak öne çıktığı görülebilir: Demokrasi (daima bazı
ayrıcalıklı gruplarla sınırlanmıştır), (genellikle etnik) cemaatçiliğin çeşitleriyle birleşme,
farklı olma hakkının tanınması, bazen ekolojizm ile kültürel ve özellikle dini özgünlüğün
tanınması.

Huntington’un kültürcülüğü, Batı merkezli ırkçılıktır

Kültürel farklılıkların yalnızca gerçek ve önemli değil, fakat temel, sürekli ve istikrarlı
olduklarını ileri sürmek; bu kültürel farklılıkların tarih ötesi olduğunu söylemektir ve yeni bir
fikir değildir. Tam tersine bu, tüm zamanlarda insanların ortak önyargısıdır. Tüm dinler
kendilerini bu yolla tanımlamıştır. Fakat eleştirel gelişmenin sosyal ve tarihi yansıması
(evrensel bir ilerleme) ile sosyal bilimlerin inşası, daima bu kültürel değişmezlik önyargısına
karşı mücadeleye ihtiyaç duymuştur. Kültürler ve dinler sürekli olarak değişiyor ve değişim
açıklanabiliyor. Öncelikle bugün tarih dışı kültürlerin çok fazla bir çaba ve ısrar ile sunulduğu
saçma fikrini bilmeli.

Kültürel özgünlük teorileri genellikle hayal kırıklığına uğramaktadır; çünkü onlar,
benzerliklerin yalnızca iç içe geçmelerin sonucu oluştuğunu söylerken farklılıkların daima
belirleyici olduğu önyargısı üzerine temellenmektedir. Girişimin istenen sonuçlan, a priori bu
temel üzerinde açığa çıkmaktadır. Samuel Huntington, “Uygarlıkların Çatışması” adlı ünlü
makalesinde bu farkları temel alır; çünkü onlar insanoğlu ve tanrı, doğa, güç arasındaki
ilişkilerin tanımlandığı alanı içerir ve her kültürün Huntington tarafından önceden belirlenen
kategoriler içindeki sorunlardaki ilişkilerin sabit özel kavramlar geliştirdiğini kabul eder.
Fakat tarih bu kavramların daima inanıldığından daha esnek olduğunu gösteriyor.

Konfüçyüscülük, dün Çin’in geri kalmışlığını açıklıyordu, bugün ise onunla hızlı gelişme
açıklanmaya çalışılıyor. 10. yüzyılda İslam dünyası pek çok tarihçiye yalnızca daha parlak
görünmekle kalmıyor; fakat aynı zamanda aynı dönemdeki Hıristiyan Avrupa’ya göre gelişme
için daha fazla potansiyel taşıdığına inanılıyordu. Bundan dolayı durumun, daha sonra tersine
çevrilmesini açıklamak için ne değişti? Din ( daha dikkatli, onun toplum tarafından
yorumlanışı) mı, başka bir şey mi ya da ikiside mi? Hangileri motor kuvvetlerdir.
Buna ek olarak biz hangi kültürler hakkında konuşuyoruz? Bunlar, dinî, ulusal,
homojen ekonomik bölgeler ya da politik sistemler tarafından tanımlandılar. Huntington,
Batılı (Katolik ve Protestan), Müslüman, Konfüçyen (Konfiçyusçuluk bir din olmamasına
rağmen), Japonluk (Şintoist ya da Konfüçyen), Hindu, Budist ve Ortodoks Hıristiyan olarak
tanımladığı yedi grubu için, açık bir biçimde dini temel almıştır. Huntington bugünün
dünyasındaki belirgin bölünmeleri potansiyel olarak açıklayan kültürel boşluklarla
ilgilenmektedir. Örneğin, Japonları diğer Konfüçyanlardan ve Ortodoks Hıristiyanlarını
Batıdakilerden (occidentals) ayırma gereği duymasının nedeni hakkında hiç bir şüphe yoktur
(Huntington’un açıkça ve kapalıca ilgilendiği dışişleri stratejisinde, Rusya’nın Avrupa’ya
potansiyel entegrasyonunun gerçek bir kâbus olarak algılanmasından dolayı mıdır?). Onun;
Hıristiyan, Müslüman, animist ve hâlâ kendine özgü dini olan Afrikalıları ve hatta Hıristiyan
olmalarına rağmen Latin Amerikalıları önemsemem esinin nedeni, “onların” Batılılar
tarafından “Batılı” olarak kabul edilmemeleri hakkında pek çok soru yok mudur? Ve şayet
öyleyse, neden bunlar gelişmemişlerdir? Bu, kötü yazılmış üçüncü sınıf Avrupamerkezci
yazının diğer saçmalıklarını göstermek zor olmayacaktır.

Yedi gruptan altısının Batılı değerleri tamamen reddettiği şaşırtıcı sonucuna varmak
için. Huntington bu kusursuz sınıflamayı yapıyor: Kapitalizmi açıklayan (piyasa) kavramlar
ve (tarihi gerçeklere bakmaksızın kapitalizmle a priori beraber olan) demokrasi. Ancak,
piyasa, Batılı olmayan Japonya’ya Latin Amerika’dan daha mı uygun? Piyasa ve demokrasi
Batı’da yeni ortaya çıkan fenomenler değiller midir? Ortaçağ Hıristiyanlığı kendisini bu tarihötesi

Batılı kavramlar çerçevesinde mi tanımladı?

İdeolojiler, özellikle dinler, şüphesiz ki önemlidirler. Ancak iki yüzyıldır toplum
içindeki ideolojinin bir analizini geliştirmekteyiz ve bu, benzer tarihi şartlara tabii olan farklı
toplumlardaki fonksiyonel özellikleri tanımlayabilir. Dini ideolojilerin toplumsal işlevleri
arasındaki benzerliklerin, bunların özgüllüklerinden daha önemli oldukları açıkça görülebilir.
Bu çerçevede, farklı geleneksel kültürel boşluklar göz ardı edilmiyor. Ancak bunlar, esas
olarak (Huntington’un yanlış bir şekilde “Batılı kültür” olarak adlandırdığı) modem
kapitalizm tarafından içine ve dışına dönüştürüldüler. Kapitalizmin (bu Batılı olmayan)
kültürünün küresel olarak baskın olduğu ve eski kültürün içinin boşalmasının nedeninin bu
baskınlık olduğu sonucuna vardım. Kapitalizmin daha çok geliştiği modern kültürler, var olan
eski kültürlerle yer değiştirdiler: Avrupa ve Kuzey Amerika’daki ortaçağ Hıristiyanlığında ve
buna paralel olarak Japonya’nın kendine özgü Konfüçyan kültüründe olduğu gibi. Diğer
yandan, çevre (periferi) ülkelerde, kapitalist kültürün baskınlığı, eski yerel kültürlerin
köktenci bir biçimde dönüşümünde tam olarak işe yaramadı. Bu farklılığın nedeni sapkın
geleneksel kültürlerin özel karakterlerinde değil; merkezdeki ve periferideki kapitalist
genişlemenin farklı biçimlerindedir.

Kapitalizm, küresel genişlemesi sürecinde evrensel fikirleri ve somut gerçekliği
içerisinde Ürettiği kutuplaşmalar içindeki çelişmeleri ortaya çıkardı. Evrensellik adı altında
(bireysellik, demokrasi, özgürlük, eşitlik, sekülarizm, hukuksallık vb) kapitalizm tarafından
ortaya çıkarılan tüm değerler, sistemin kurbanlarına yalanlar veya sadece Batı kültürüne
uygun değerler olarak sunuldu. Bu çelişmeler çok açık bir biçimde süreklidirler; fakat
küreselleşmenin derinleşmesinin (yaşadığımız şeyi de kapsayarak) her aşamasında
çelişmelerin şiddeti çıplak olarak görülür. Daha sonra sistem, onu karakterize eden
pragmatizme teşekkür ederek, çelişmeyi yönetmenin araçlarını keşfeder.

Her birini farklı kabul etmesi için, ezilenin genellikle tamamen aksi olan uygun
değerleri geliştirmek için, demokrasi, kişisel özgürlük ve eşitlik talep etmekten vazgeçmesi
yeterlidir.

Bu “faydalı” modelde kurbanlar, kapitalizmin herhangi bir engelle karşılaşmadan
yayılmasına izin vererek alt statülerini içselleştirirler.
Emperyalizm ve kültürcülük her zaman iyi dostlar olmuşlardır. Emperyalizm;
ekonomiyi (özel mülkiyet, piyasa), politik hayatı (demokrasi), toplumu (kişisel özgürlük)
yönetme formülünü ve Batı’nın, tarihin sonuna geldiğini kibirli, kesin ve geçilmez olarak
ifade eder. Ortaya çıkan gerçek çelişmeler hayali olarak açıklanır veya kapitalist mantığa
boyun eğmeye karşı saçma bir direnişten türediği suçlaması yapılır. Tüm diğer insanlar için
seçim basittir: Batı’nın yanlış değerler bütününü kabul etmek ya da kendilerini kendi kültürel
özelliklerine kapatmak. Pazarın ve emperyalizmin kaçınılmaz olarak ürettiği kutuplaşma
sunulduğunda, bu iki seçenekten birincisi imkânsızdır (tüm dünyada olduğu gibi), çünkü o
zaman kültürel karışıklık ön planda yer alır. Ama bu karışıklıkta zarlar hilelidir; Batı her
zaman kazanacaktır, diğerleri de her zaman yenilecektir. İşte bu yüzden diğerlerinin kültürcü
seçenekleri yalnızca tolere edilmez, aynı zamanda cesaretlendirilir. Bu kurbanlar için sadece
bir tehdittir.

Dünkü faşizm gibi bugünkü kültürcülük de yalanlar üzerine kurulmuştur

Bu durumda ve tarihin sonundaki mitolojik tartışmanın ve uygarlıklar çatışmasının
tersine, eleştirel çözümleme gerçek destek ve meydan okuyuşları tanımlamaya çalışır. Kendi
mantığını aşamayan çelişmelerle örülmüş kapitalizm, tarihte yalnızca bir sahnedir ve ilan
ettiği değerler, tarihi bağlamlarından, sınırlarından ve kapitalizmin çelişmelerinden yoksun
olarak sunulmuştur ve böylelikle içleri boşaltılmıştır. Batının tatmin olmuş tartışması bu
meydan okumalara tepki vermez, onları bilerek görmezden gelir. Ancak kurbanların kültürcü
tezleri de kendisini onarır, çelişkiyi gerçek alanın dışına atar, düşmana kültürün hayali
boşluğuna sığınması için izin verir. Eğer İslam, yerel toplumun kontrolüne alınırsa ve eğer
dünya ekonomisi hiyerarşisi içerisinde sistemin kuralları. İslam toplumlarını piyasanın
komprador statüsü içine kilitlerse ne olur? Dünkü faşizm gibi, bugünün kültürcülüğü yalanlar
üzerine çalışır: Bunlar çözüm oluşturuyorlarmış gibi görünseler de, aslında kriz yönetim
araçlarıdırlar. Ancak geriye değil ileriye bakmak, gerçek sorularla karşı karşıya kalmak
anlamına gelir. Ekonomik yabancılaşma ve genişleyen küresel kutuplaşmayla nasıl
savaşmalı? Tarihi kapitalizmin formülünün ötesinde evrensel değerlerin gerçek gelişimine
izin verecek koşullan nasıl yaratacağız?

Aynı zamanda bir kültürel miras eleştirisi de kendisini önerir. Avrupa’nın
modernleşmesi, Avrupalıların kendi geçmiş ve dinlerine yönelttikleri eleştiri olmadan
düşünülemez. Çin’in modernleşmesi, geçmişin ve özellikle de Konfüçyüsçülüğün eleştirisi
olmadan başlayabilir miydi? Sonrasında, miras (bir durumda Hıristiyan, bir başka durumda
Konfüçyüscü) yeni kültüre tekrar entegre olmuş, bu da ancak geçmişin devrimci eleştiriyle
köktenci bir biçimde dönüştürülmesinden sonra gerçekleşmiştir. Diğer yandan, İslam
dünyasında, geçmişi eleştiren inatçı bir reddediş, dünya sisteminin hiyerarşisindeki bu
kültürel boşluğu oluşturan ülkelerin devamlı azalmasıyla birlikte yok olur.
Kültürcülüğün stratejik hedefi: Küreselleşmeye karşı direnişi kırmak

Genellikle bir durum analiz edildikten sonra, bu, gelecekteki olası gelişmelere
yansıtılır. Savaş sonrası kapitalist yayılmanın üzerindeki uzlaşmanın yavaş yavaş aşınması,
her tür kısıtlamadan bağımsız sermayenin kendi ekonomik çıkarlarının tek yanlı mantığına
uygun bir dünya yönetim ütopyası empoze etmeye çalıştığı yeni bir safha açmıştır. Bu ilk
çıkarım, baskın güçlerin stratejisinin yeni ikili amaçlarının tanımına götürür: Ekonomik
küreselleşmeyi derinleştirmek ve direncin politik kapasitesini yok etmek. Dünyanın bir piyasa
gibi yönetilmesi politik güçlerde azami bir parçalanmaya işaret etmektedir. Yani diğer bir
deyişle, devlet güçlerinin yok edilmesi (devlet karşıtı ideolojinin meşrulaştırmaya çalıştığı bir
amaç), ancak toplulukların etnik, dini ve diğer köktendincilik gibi ilkel ideolojik
dayanışmaların lehine olarak yapılabilinir. Küresel yönetim projesi için ideal olan, tek küresel
polis haline gelmiş ABD dışında, hiçbir başka ülkenin, özellikle bağımsız olan hiçbir askeri
gücün yaşamamasıdır. Diğer tüm güçler en mütevazı günlük piyasa yönetimi işleriyle
sınırlandırılacaktır. Avrupa Projesi’nin kendisi, sınırları ötesinde azami bölünme yaşanırken
(Slavlar, Makedonlar, Çekler vb) pazarın toplu yönetimi olarak tasarlanmaktadır.
Demokrasi ve insan hakları konuları, demokrasi ve insan haklarından insanların
faydalanmasını önlemek için silah altına alınmıştır. Etnik ya da kültürcü amaçların etrafındaki
ideolojik silahlanma ve belirginlik ve fark metni, etkisiz cemaatçiliğin motorudur ve
mücadeleyi etnik temizlik ve dini totalitarizm tabanına kaydırmaktadır.

Bu mantığın çerçevesinde uygarlıkların çatışması olası ve arzulanır hale gelmiştir.
Buna göre, Huntington’un konuya müdahalesi bu şekilde okunmalıdır. Huntington, geçmişte
gelişme adına Üçüncü Dünya diktatörlüklerine desteği meşrulaştıran metinler yazardı. Bugün
ise, krizlerin, kültürel uyumsuzluklar etrafındaki çelişkilerin kutuplaşması yoluyla
yönetilmesini meşru kılan bir metin yazmaktadır. Bu, Batı’nın zaferini garantileyen bir
stratejiden başka bir şey değildir.

Orta vadede, etnik ve dini çatışmaların artırılmasıyla, olayların bu stratejinin
etkinliğini doğruladığı görülmektedir. Fakat böylece doğal kültürel çatışma tezi ispatlanıyor
mu? Bu konuda güçlü kaygılar belirttim. Kültürcülüğün şiddetle onanması, nadiren katılan
insanların ürünüdür. Her zaman neredeyse iktidardaki ya da liderlik isteyen azınlıklar
tarafından formüle edilmişlerdir. Hâkim sınıfların, sistemin küresel evrimi nedeniyle kırılgan
olan bu kültürcü ve etnik stratejilere başvurdukları açıktır. Bu, felaketin farklı oranlarda
yaşandığı Doğu Avrupa’nın durumudur. Bu ayrıca, İslami Dünya ve Sahra-altı Afrikası’ndaki
durumdur. Bu bölgedeki rekabetçi endüstriyel güçler marjinal hale getirilmiştir. Sözkonusu
olumsuz milliyetçilikler kapitalist kriz yönetimi açısından tamamen işlevseldirler.
Huntington’u rehber alan ABD dış politikası ve istihbarat topluluğu, sermayenin
yayılmasına direnç gösteren halk hareketlerini kültürel farklılıkları kullanarak bölmede
başarısız oldu. Angola’daki Savimbi, Afganistan’daki Hikmetyar ve Yugoslavya’daki
Tudjman’a yapılan yardımlar kültür çatışmasının doğal bir sonucu olarak görülemez.
Kültürcülüğün öngördüğünün aksine; yerel kültürlerin özgüllüğüyle egemen kapitalist kültür
ve dünya sistemi arasındaki ilişkileri açıklamak olanaklı değil. Dünyanın değişik bölgeleri
arasındaki farkları açıklayabilecek doğru anahtar, kültür alanının dışında bulunmaktadır.
Sistematik bir kültürler çatışması yok. Çatışmaların çok daha başka ve derin nedenleri var.
Bunun ancak bir kısmının kültürel boyutu var. Bir kitle mücadelesinin stratejisini belirlemek
için, işe içinden geçtiğimiz tarihsel dönemde kapitalizmin çelişmelerini analiz ederek
başlamak zorundayız.