Ana Sayfa Türk Devrimi JÖN TÜRKİZM: DOĞU BİRLİĞİ

JÖN TÜRKİZM: DOĞU BİRLİĞİ

2059

JÖN TÜRKİZM: DOĞU BİRLİĞİ
Yalçın KÜÇÜK TEORİ DERGİSİ – TEMMUZ 2001

Kabataş Lisesi’nde tarih Hocam
Teşkilatlı Mahsusa’nın unutulmaz isimlerinden
Galip Vardar’ın anısına* yk.

Kendilerini yengiye şartlayanlar

Jön Türkler’i nasıl anlatabiliriz, “Türkiye’nin ilk jakobenleri” demek mümkündür, ancak eksik kalacağını sanıyorum ve belki de “pofesyonel devrimci” denebilip düşünebiliriz, yalnız yetersiz olmasının yanında bir de çok eskitilmiş bir nitelemedir. Araştırmayı sürdürebiliriz, ama daha ileri gitmeden, Jön Türkler için, “yenilgiyi tanımayanlar” diyebiliriz, başka işaretler arasında, İttihat ve Terakki triumvirasından Cemal Paşa’nın, 3 Haziran 1920 tarihli ve “Kardeşim Mustafa Kemal Paşa” hitaplı mektubu, bizi, böyle düşünmeye zorluyor, çünkü hemen şöyle başlıyordu: ‘Talat Paşa ile sebk eden muhaberatınız neticesinde takarrür etmiş olduğu üzere Bolşevik Rusya Hükümeti ile Türkiye arasında bir ittifak esaslarını müzakere etmek ve Rusya’nın Türkiye’ye muavenatını temin eylemek ve alelhusus İran ve Hindistan dahilinde ihtilaller ika ederek İngilizleri son derece müşkilata uğratmak üzere Moskova’ya geldim.”1 Dikkat çekicidir, bu mektubun hiç bir yerine imparatorluğun çöküşü haberinin sinmediğini görüyoruz, yazarının bir yenilgiden habersiz olduğunu hissediyoruz ve yeni Sovyet iktidarı dirijanları karşısında eşitlik iddia ve tavırları var, ayrıca, Kemal Paşa’ya da yeni konumu dolayısıyla saygılı olmakla birlikte bir “ağabey” yaklaşımı içindeler. Demek, yenilgiyi kavrayamayan ve duyamayan bir akıl ve ruh halindeler. Diğer yandan, zamanın da dışına çıktıkları izlenimini veriyorlar, bu mektubu yazdıklarında o zamanki ortalama ömrün yarısını çoktan geçmiş durumdalar, Cemal’in daha önce ve Büyük Savaş sırasında Arap Elleri’nde yeni bir devlet kurmak üzere olduğunu biliyoruz, “kral” sayılıyordu ve şimdi Kemal Paşa ile muhaberatını sürdürmek istiyor, buradan aldığı yeni ismi öğreniyoruz, yeni adı “Taştimurof” idi, şimdi on sekiz yaşında bir genç devrimci heyecanı taşıdığından kuşku duyamıyoruz.

Burada kalmamaktadır, Cemal Paşa’nın mektubunu tamamladıktan sonra bazı gelişmelerin olduğu anlaşılıyor, çünkü mektubunun bir zeyli var ve burada şunlar yazılıdır: “İşte kardeşim buradaki ahval bunlardan ibarettir, Ruslar bana, Afganistan ve Hindistan ihtilal

* O zamanlar tarihini bilmezdik, yalnızca “ulu” bir kişi sayardık, tarih öğretmenimizdi, ama derslerde tarih anlatmazdı, tarih bilmediğini bilirdik, bir de tarih yazmış olduğunu biliyorduk, bu nedenle Galip Hoca’mızı ve tarihi seviyorduk, biz leyliler Okul’a geleceği günü heyecanla beklerdik, Boğaz’a giden cadde kapısında göründüğünde sanki bir bomba patlardı, salına salına yürürdü, bir kolunu yere paralel uzatırdı, parmaklarını yere dik bükerdi, bütün yatılılar, gelmişlerse gündüzlüler ip olur sıraya girerdik, Galip Hoca dik yürürdü, biz elini öpüp çekilirdik, Galip Hoca öpenlerin yüzüne bakmazdı, Boğaz’a kadar yürürdü ve her gelişinde böyle olurdu, bu bir laik ayindi. Ben mezun oldum, bir gün gazetelerde okudum, bir 10 Kasım gününde yine bizim Lise’de, konuşurken ve yazdığı tarihi anlatırken, kalbi durmuş ve göçmüş, sevgiyle anıyorum. Galip Vardar, anlatan, Semih Nafiz Tansu, yazan, İttihat ve Terakki içinde Dönenler, İstanbul, 1990.teşebbüsatının idaresini tevdi etmeyi bugün kabul ettiler. Zannediyorum ki bir hafta, on güne kadar Taşkent’e hareket edeceğim. İran ihtilali işini de Halil Paşa’ya tevdi edecekler. İşlerimiz çok yolunda gidiyor. Ve bana büyük ümitler bahşediyor.” Ne acı, umudunu hiç kaybetmeyen Cemal Paşa, çıktığı yolun hemen başına bir ölüm tuzağı kurulabileceğini aklına hiç getirmiyor; çok gizli olan bu ihtilal yolculuğunu, birilerinin birilerine ihbar etmiş olduğundan artık eminiz. Yalnız, burada bununla ilgilenecek durumda değiliz, başka bir kumaştan insanlardır, bu olguya işaret etmek istiyoruz. Doğu’yu değil, sanki bir konağın odalarını paylaşıyorlar; Afganistan ve Hindistan ihtilalleri Cemal’e, İran ihtilali Halil’e, Irak ihtilali daha önce Süleyman Askerî’ye verilmişti ve olumsuzluklar özerine yaşamına kıydığını biliyoruz, İç Asya ihtilallerini de Enver’in üzerine aldığını hep hatırlıyoruz. Görülüyor, büyük yenilgiye karşın kendilerini çok güçlü hissediyorlar ve paylarına düşen toprakları da ihtilalleri için çok verimli sayıyorlar, burası nettir.

Yalnız Cemal değil, diğerleri de ve bu arada Enver de yenilgiyi anlamamaktadır; hepsi, o tarihlerdeki konumu ancak bugünkü Amerikan emperyalizmi ile karşılaştırılabilen İngiliz emperyalizminden nefret ediyorlardı ve bu emperyalizme, en küçük darbe indirebilmek için hiçbir ittifaktan kaçınmıyorlardı. Bu kapsamda Almanya ile ittifak yaptılar, ama, hiçbir kaynakta Almanya’dan emir aldıklarını gösteren bir işarete rastlamıyoruz; ittifaklarına teslim olmadılar ve Almanya kaybedince yükselen güç olan Sovyet Rusya ile ittifak arayışına girdiler. Tesadüfen bulabildiğimiz ve güvenilirliğinden hiç kuşku duymadığımız bir kaynak * bu görüşmeler sırasında Enver’in, yaşamına mal olan politik hatalar yapmakla birlikte, hiçbir protokol eksikliği göstermediğini ve nerede ise büyük bir imparatorluğun başkomutanı türünden davrandığına işaret etmektedir; bunlar kayıplarını önemsemeyen bir tür oldular.

Nasıl oldular, hangi potadan geçtiler, nerede arındılar, her halde bu soruların cevaplarını burada arayamayacağız, yalnızca sürekli bir arınma içinde olduklarını tespit edebiliyoruz. Öte yandan, süreklilik halinde bir arınmadan söz ediyorsak mutlaka zamanı parçalara ayırmak durumundayız, buna peryodizasyon diyoruz ve tarihçiler için benim önerdiğim peryodizasyona bağlı olursak biz hâlâ, 1826 yılında Vaka-i Hayriye ile başlayan dönem içindeyiz. Eğer böyleyse, daha öncesi, yenilik hareketlerimizin ön tarihidir ve buradan itibaren modern tarih başlamaktadır. Demek, Vaka-i Hayriye’nin hazırlayıcıları olarak gördüğümüz ve benim çok önem verdiğim Rusçuk Yaranı’nı ön tarihe koyuyoruz ve modern dönem içinde ilk üç kuşağı görebiliyoruz, bunlar, Tanzimatçılar, Genç Osmanlılar ve Jön Türkler olmaktadır.

Kuşkusuz Jön Türkler, kendilerinden önceki iki kuşağın ürünüdürler ve bir yandan, birinci kuşaktan Reşid Paşa’ya ve ikinci kuşaktan Kemal Bey’e büyük hayranlık ve diğer yandan, zaman zaman acımasız da olsa, yoğun eleştirilerle yetiştiler. Kuşkusuz hayranlıkları çok daha zengindi, ben burada Reşid ve Namık Kemal’i temsili olarak kaydediyorum; Kemal’in adı yasaktı, ama Kemal’in yazı ve şiirleri, potansiyel ihtilalcilerin birbirlerini teşhis etmelerine yarıyordu, bir tür parola oldu ve bir tür gizlilik eğitimi de sağlıyordu. Jön Türkler, gizlilik içinde doğdular.

* Enver’in Rusya dönemi hep karanlıkta kaldı. “Sırlar” çalışmamda su yüzüne çıkardığım bu kaynağa dayalı analizlerin şaşırtıcı bulunacağını biliyorum. Sırlar’ın yayımlanmasını ertelemem okuyucularımızın bu tür tartışmalara hazırlıklı hale gelmelerini beklememden kaynaklanmaktadır. Çok gecikmeyeceğini umuyorum.

Tanzimatçılar’ın kavramları ve hatta ilgi alanları içinde “halk” yoktu, ama bilmeden halk’ı “yurttaş” yapma yoluna girdiler ve yaşadıkları topluma tümüyle yabancı, halk tarafından istenmemek bir yana hiç tahayyül edilemeyen kurumları ithal etmeye kalktılar; halkı ansızın gelebilecek ölümden kurtarmayı planlıyorlardı ve bunun için yeni bir sözleşmeyi okumak üzere Gülhane Parkı’na inen Başbakan Reşid Paşa, en çok halkı tarafından linç edilmekten korkuyordu. Kendilerini koruyacak ne zenginler, ne yoksullar ve ne de sultan vardı ve yalnızca büyük devletlerin büyükelçiliklerine sığınabiliyorlardı; aslında asıl hedefleri bu büyük devletler karşısında güçlenmek ve bir başka söyleyişle büyüklüklerini restore etmek idi ve karşıtlarında himaye arıyorlardı. Türkiye tarihinin halktan en uzak ve ayrıca, şimdiye kadar kaydedilmiş en radikal modernizatörleriydiler ve muhtemelen de halktan uzak oldukları için daha radikal olabildiler.

Halk’ı siyasal bir kurum yapma yolunu açanlar, Genç Osmanılar’dır; “kamu” veya “amme”, daha doğrusu “amme efkârı”, opınıon publique, sözünü bunlara ve en başta Kemal’e* borçluyuz. Tanzimatçılar, “okuma” kurumlarını icat ettiler, “Harbiye”, “Mülkiye”, “Tıbbiye” Tanzimatçıların marifetidir; ama “okunacakları” ise Genç Osmanlılar sağladılar. İlk gazeteyi, ilk tiyatroyu, ilk romanı, ilk şiiri, çağdaş insanın beynine hitap eden ne varsa hepsini, Genç Osmanlılar ve başta da Şinasi, Agâh, Ziya Paşa ve kuşkusuz Namık Kemal verdiler.

Roman mı, şiir mi, tiyatro mu; yaratıcısı kadar bir de alıcısına muhtaçtır, işte bu, sözcüğün en iyi anlamında halklaşma demektir. Göz, gördüğünden ve şiir okuyucusundan etkilenmek durumundadır; halklaşma ise, ilk süreli yayınlarının adlan “Hürriyet” veya “İbret” türünden son derece laik olsa da, burada Tanzimat’ın süren etkisini saptayabiliyoruz, dindar olduğunu sanan bir toplumda, dinselleşmek demektir. Bu nedenle, Genç Osmanılar’ın Tanzimatçılardan ve Jön Türkler’in de Genç Osmanlılar’dan daha dinsel olmalarına şaşırmıyoruz. Bu sonuncuların süreli yayınlarının ve bunların en etkili ve tanınmış olanlarının “Meşveret” veya “İçtihat” türünden İslamik anlam yüklü isim taşımaları, bu saptamamızı destekleyen pek çok işaretten sadece birisidir.

Genç Osmanlılar ile Jön Türkler arasında bir köprü var; buna “Mithat Paşa” diyoruz. Ne yazık, ülkemizde henüz layık olduğu halde yazılmamıştır, bunun belki tek masum nedeni yeniliklerinin en önemlilerinin bugünkü Türkiye sınırları dışında kalmasıdır; modern Bulgaristan ve modern Irak, Mithat’ı, tarihlerinin büyük modernizatörleri arasına koyuyorlar ki çok yerindedir. Bir müstesna yenilikçidir, çok şakacı, kurgucu, kurucu ve kurtarıcıdır; sultan indirme ve sultan yapma uzmanıdır, Aziz’i indirmiş ve Murat’ı çıkarmıştır ve olmamış, Murat’ı indirmiş, Hamid’i tahta oturtmuştur. Yalan tarihimizde gençliği güçlü bir aktör olarak siyasete sokan Mithat’tır. Jön Türkler, hem Mithat’ın çocukları ve hem de çoğalmış Mithat’tırlar; Mithat, kendisine aşırı ölçüde güveniyordu ve bu güvenle, boğulmasıyla son bulan yargılamaya razı oldu, fakat çoğalmış ürünleri, bu acıklı episoddan hem daha çok güvenmek gereğini ve hem de muhtaç oldukları Martir’i çıkardılar. Martirlerinin hatalarından, açık olmamayı, katı ve disiplinli olmayı ve sadece örgüte güvenmeyi öğrendiler; Mithat’ın şakacılığından umudu yükselttiler ve biz şakacılık ile umut ve hülyanın hep yan yana gittiğini biliyoruz.

* İlk siyasi sürgünlerimizden Kemal Bey kaçarken çok hüzünlü imiş, önce kayıkla Boğaz’ı geçiyormuş, kayıkçı tanımış ve “Üstad ne üzülüyorsun, kayık batarsa nihayet bir candır, üzülmeye değer mi?” demiş, denizden ve ölümden korktuğunu sanıyormuş ve rivayete göre Kemal, “Kendi ölümüme ağlamıyorum, ben ölürsem efker-ı umumiye de ölecektir, buna ağlıyorum” cevabını vermiş; doğru mu, söylemek zordur. Fakat eğer uydurulmuşla, gerçekten çok daha doğru olduğunu söyleyebiliyoruz; gerçekten Kemal Bey, tarihimizin bir kesitinde nerede ise tek başına hem kamuoyunu yarattı ve hem de tek başına temsil ediyordu.

Bazı sözcükler var, gezgindirler; “budget”, bütçe, sözcüğünün, İngilizce olduğu ve Fransızca’ya da buradan geldiği düşüncesi çok yaygındır. Yaygın olmakla birlikte Fransız etimolog A. Hamon, aslının “bougette” ve Gal kökenli olduğunu gösteriyor;2 küçük kese anlamına gelmektedir ve “bougette” olarak İngiltere’ye gitmiş ve “budget” olarak geri gelmiştir, öğreniyoruz. Jön Türk de böyledir, “Young France” veya “Young Italia” olarak vardı, biz onlardan aldık, ancak sonunda bizim modellerimiz unutuldu ve biz model olduk, şimdi bütün dillerde, uzman çevreler hariç, bilenen sadece Jön Türk’tür. Deyişi önce ithal ettik ve sonra ihracatını yaptık; bu arada, “obje”yi, süje haline dönüştürüyorduk, ülkelerin gençleştirilmesi, ya da yenilenmesi yerine, bu durumda “Genç Türkiye” denilebilirdi, yenileştirecek olanları ön plana çıkarıyorduk. Buradaki ton değişimi dikkatleri, sosyolojik bir plandan örgütsel bir platforma aktarıyor ki önemlidir.

Modellerin unutulup Jön Türk’ün tek model olması, türünün en yüksek pratiğini sergilemesinden kaynaklanmaktadır ve par excellenece bir durumu var ve adeta, yeni bir kategori olmaktadır. Bu açıdan, “intelligentsiya” kategorisinin çıkışını hatırlıyoruz, Rusya’da narodnikler ve on dokuzuncu yüz yılın ikinci yarısında Rusya’da istibdata ve gericiliğe karşı bu muazzam özverili başkaldırı olmadan önce hiçbir dilde, bir kurum olarak aydın ve böyle bir sözcük yoktu; “intelijansiya” sözcüğünü, bütün dillerde, hemen hemen hepsi yüksek katmanlardan gelen ve çoğu üniversite öğrencisi gençlere borçluyuz. Jön Türkler de Osmanlı yüksek sosyetesinin çocuklarıydı, gözleri onlar kadar ve belki daha da pekti, kariyer hesapları ve ölüm kaygıları yoktu, narodniklerden yalnızca iki farkları oldu; Jön Türkler’in bir-iki açıkça düşman teşebbüsün dışında romanları yazılmadı, filmleri çekilmedi ve ikinci olarak, Jön Türkler hiç yaşlanmadılar.

Derin olamayan ayrılıkların şiddetli kavgacısı oldular ve sürekli ayrıştılar, şiddet uygulamadan ayrışmayı bilemediler. Yöneten çevreler içinde yer almaları, programlarını sürekli ayrışarak geliştirmeleri, şiddet uygulamayı bir dil kabul etmeleri, bütün dillerde yazılı politika kitaplarında, Jön Türkler için verilen en yaygın tanımlar arasındadır. Aslında burada ayrışma sürecini nihai tanım saymaktan kaynaklanan bir eksiklik ve haksızlık var.

En sonunda Prens Sabahattin’in adem-i merkeziyet programıyla kanlı bıçaklı olmaları ve Sabahattin’in pek çok kez Jön Türkler tarafından tutuklanmak istenmesi ve tutuklanmasına bakarak başından itibaren ayrı olduklarını düşünmek yanılgısına düşmemeliyiz; başında beraberdiler. Sabahattin’in bu programının bugünkü enco-ımf teslimiyetçi yolunun ilk formülasyonu olduğunu gördükleri andan itibaren ayrışmaya başladılar, Prens, en yumuşak muamale görenlerden birisidir; burada nedenlerini araştırmak durumunda değiliz. Jön Türkler’in bir tür bete noire’u olan Ali Kemal de başında ve uzun süre bir Jön Türk idi; Ali Kemal’in, Kurtuluş şafağında Pera’da berberinden kaldırılarak * linç edilmek üzere İzmit’e götürülmesi, Kemalist döneme denk düşmekle birlikte, bir Jön Türk dilini yansıtıyordu.

Ayrışma, kendilerinin tanımı oluyordu ve başka bir biçimde söylersek, programlarını ayrıştıklarına göre yazıyorlardı ve dolayısıyla, kendilerini anlamalarının da en iyi yolu eski yol arkadaşları idi. Tekrarında bir sakınca görmüyorum, bu bir süreçtir ve devamlı ayrışma kural olduğuna göre tarihlerinin belli bir noktasında Jön Türkler’in ne olduğunu söylemeye çalışmak pek de anlamlı olmamalıdır; yalnız, hep bağımsız olmak istedikleri ve bunu başaracaklarından da hiç kuşku duymadıkları, belki de en son ve en belirleyici iki karakterleridir.

Tanzimatçılar, Reşid, Fuad ve Ali, üç diktatör ve her üçü de paşaydılar ve başbakanlık yaptılar, Genç Osmanlılar, Şinasi, Ziya Paşa ve Kemal, sürüldükleri zamanda da memurdular veya memur olmadıkları zamanda da, Mısır Hidivi olamadığı için muhalefeti destekleyen Mısırlı Prens Mustafa Fazıl tarafından finanse ediliyordu, demek ödenekliydiler; peki Jön Türkler ne yapacaklar, bu soru, Jön Türk Destanı’nın en acıklı, en gülünçlü ve en yaratıcı sayfalarını oluşturmaktadır. Unutulmamalıyız, bu üç kuşaktık zaman içinde, yenilikçi hareket, halklaşmış, gençleşmiş ve devrimcileşmiştir; bu o kadar öyle ki, bir tek 1879 yılında, yalnızca “Şeref”* Vapuru ile Kuzey Afrika’ya sürgüne gönderilen Harbiye ve Tıbbiye öğrencisi gençlerin sayısı yetmiş sekizi buluyordu. Bunlar nasıl yaşayacaklar, devrimci burjuvazisi ve köylülüğü olmayan topraklarda bu temelli bir soru ve sorundur.

Bu soruna buldukları çareyi, kendilerini teslim etmek olarak formüle edebiliriz; çok maddi sıkıntı içine düştükleri zaman Sultan Hamid’in görevlendirdiği ser hafiye paşa ile anlaşarak, devrimciliğe ara verme karşılığında kamu görevine giriyorlar ve bunlar genellikle Avrupa’da diplomatik postlar olduğu için geliri yüksekti. Ayrıca yüksek gelirli yerler için ser hafiye paşa ile sıkı pazarlık yapmaktan da geri kalmıyorlardı ve bazan finansman zorluklarıyla, önemli bir fiyat karşılığında devrimci yayınlarını da tatil ediyorlardı; kuşkusuz böyle bir yol yeni keşiflere açıktı ve bazı kaynaklar, bu yolun verimini keşfeden Jön Türkler’in zamanla, Sultan’a satmak için işe yaramaz devrimci yayın çıkardıklarını da kaydediyorlar, bu yolların benzerlerini başka tarihlerde göremiyoruz.

Kuşkusuz bunlar, yazarken de okurken de gülümseten keşiflerdir, ayrıca insan olarak da şakayı seviyorlar; fakat yaptıkları işlerin çoğu şakaya gelmemektedir. En güçlü oldukları Selanik’teki Jön Türkler’i çok zorlayan Merkez Komutanı Nazım Bey’e düzenlenen suikastı, bu çerçevede hatırlayabiliyoruz; Nazım Bey, Enver’in eniştesi oluyordu ve daha sonraki yılların Enver Paşa’sının kurşunu sıktığı tartışmalı olmakla birlikte suikast anında suikast mahallinde olduğu konusunda kuşkumuz yoktur. Daha sonraki yıllarda gerçekleştirilen ünlü Bab-ı Ali Baskını’nı da burada anabiliriz; Başbakan Talat’ın bu suikastta gözcülük ve Enver’in de tetikçilik yaptığını biliyoruz. Suikast ile başbakanlık ve savunma bakanlığı arasında zaman ve mesafe aralığı gerçekten çok kısadır.

Sultan Hamid’e, esasında, çok ciddi bir itirazlarının olmaması gerekmektedir; ülkeyi gençleştirecek reformları yapmak ve kurumlan yerleştirmek üzere Hamid’i tahta oturtan, Jön Türkler’in büyük şehidi Mithat idi ve Hamid de Ermeni başkaldırıları başlayıncaya kadar hem Büyük Devletler’in ve hem de ülkedeki Genç Osmanlılar’ın gözünde bir modern prens sayılıyordu. Ermeni politikaları nedeniyle Londra’da ve yavaşlığı ve tereddütlü politikaları nedeniyle de içerde eleştirilmeğe başlandı; bu hem Hamid’in özgürlüklerden korkusunu artırdı ve hem de monarkı baskıcı yola daha çok sarılmaya itiyordu, kısa bir süre için askıya alınan anayasal rejimi bir daha tekrar yürürlüğe koymuyordu. İşte Genç Osmanlı yöntem ve üslubunu yetersiz kılan Hamidiye Dönemi’nin bu ikili yapısıdır; Jön Türkler, gizlilik dünyasına ve şiddeti bir politik dil olarak kullanacak bir biçimde doğdular.

* “Şeref sürgünleri, Türk yenilik hareketleri tarihinde ayrı bir yere sahiptir, bu nedenle İttihat ve Terakki, İstanbul’da genel merkezinin bulunduğu sokağa “şeref” adını vermişti, genel merkez binası daha sonra Yunus Nadi’yi ve Cumhuriyet gazetesine geçmişti. Değiştirilmediyse, adı geçen gazetenin bulunduğu sokak hâlâ bu sürgünleri hatırlatmaktadır.

* Semih Nafiz Tansu’nun yazdıklarına göre. Galip Vardar hocamız, Ali Kemal’i kaldıranlar arasındaydı. S. N. Tansu, İttihat Terakki İçinde Dönenler, İstanbul, 1960, s.3.

Teşkilat-ı Mahsusa

Jön Türk, diyoruz ve politik örgüt olarak hep İttihad ve Terakki’yi aklımıza getiriyoruz; ancak şiddet bir dil ise, bunun için özel bir araca ihtiyaç doğmaktadır ki bu, Teşkilat-ı Mahsusadır, “Özel Örgüt” anlamına gelmektedir. Teşkilat ile ilgili iki teorik soru, benzer örgütlerin hepsinde olduğu üzere hemen karşımıza çıkıyor; bunlardan ilki ne zaman kurulduğu sorusudur. Bu soruya verilecek en kestirme cevap, bu tür örgütlerin önce oluştuğu, sonra çalıştığı, bu yolla yararlı olabileceğini gösterdikten sonra şeklen de kurulduğudur. Teşkilat-ı Mahsusa bu modele tam uymaktadır; Balkan yenilgisinden sonra İttihad ve Terakki yönetimine Trakya’dan da sökülme tehlikesi bir kabus benzeri çöküyordu, Edirne kaybedilmişti ve işte bu sırada Süleyman Askeri’nin öncülüğünde, Kuşcuzade Eşrefin de ön planda olduğu bazı fedakar subaylarca Batı Trakya Geçici Cumhuriyeti’nin kurulduğunu görüyoruz. Benim çalışmalarımın dışında bu model oluşumun hak ettiği önemin belirtilmemesi gerçekten şaşırtıcıdır; çünkü, bugünkü sınırlarımız içinde ve ilk “cumhuriyet” oluşumudur ve ayrıca o tarihte şeklen bir Teşkilat-ı Mahsus olmasa da de facto var olduğunu düşünmek durumundayız. Böyle düşünmek için zorlayıcı iki nedenimiz var; bir kez, Süleyman Askeri’nin daha sonra şeklen de kurulan bu Özel Örgüt’ün ilk başkanı olduğunu biliyoruz ve Eşref Kuşcubaşı da gerçek kurucusudur, ikincisi ise, Teşkilat’ın hep böyle işler yapmış olduğudur.

Buradan ikinci soruya geliyoruz, bu Örgüt’ün mensuplarının kimler olduğu sorusudur ki buna da kesin bir cevap bulmak imkânımız bulunmamaktadır. Gizli bir örgüt olduğu için bütün üyelerin birbirini bilmesine imkân olmamaktadır; ayrıca İttihad ve Terakki asıl Ordu içinde örgütlüydü, bunlar da gizliydiler ve üstelik Teşkilat-ı Mahsusa’da kayıtlı olmak da bazı özel durumlar dışında anlamlı olmamaktadır. Ordu içinde var olan Fedakaran-ı Zabitan Grubu da benzer ve gönüllü işler yapıyordu, iç içe sayabiliriz.

İki isim bu tartışmayı daha da netleştirebilir; Teşkilat-ı Mahsusa ile adı özdeşleşen efsanevi ihtilalci Kuşcubaşı Eşref, bildiği örgüt üyeleri arasında Mustafa Kemal’i göstermemektedir, ancak Teşkilat’ın son başkanı Albay Hüsamettin’in anlatımı olumludur. Ayrıca bu alandaki tek bilimsel çalışmanın sahibi Doktor Stoddard hem Mustafa Kemal’i3 ve o zamanlarda da yakın arkadaşları Ali Fethi (Okyar) ve Fuad’ı (Bulca) Teşkilat’tan saymaktadır. Diğer yandan Doktor Stoddard’m derlediği listede Galip Vardar yer almıyor ki, Karakol Cemiyeti ve diğer çalışmalarını göz önüne aldığımızda mensubiyetinden kuşku duymamak zorundayız Demek bu iki sorunun da kesin cevapları yoktur ve ayrıca buradaki bu eksikliği önemli görmüyoruz.

Ama kendisi çok önemlidir ve sadece yaptıkları açısından değil, bunlara değinmek durumundayım ve bir de Jön Türk Hareketi’nin bir önemli eğilimini gözler önüne serdiği için de önem taşıyor; resmi adı, “Umur-u Şarkiye Dairesi” idi ki, İmparatorluğun Avrupa’dan söküldüğü ve ikinci Pay-i Taht Edirne’nin elden çıktığı bir sırada, Ordu içinde “Doğu İşleri Dairesi” adıyla bir bölüm kurulmuş olmasını her halde önemli görmek zorundayız. Yan yana getirebileceğimiz diğer bilgiler, bu adın tesadüfen seçilmediği yollu tahminimizi doğrulamaktadır; Süleyman Askeri’den sonra Teşkilat’ın başına getirilen Eşref, Birinci Dünya Savaşı başladığı sırada, ihtilaller yapmak üzere Hindistan yolunda olduğunu, ölmeden önce, Doktor Stoddard’a anlatmış durumdadır, Savaş başlayınca Enver’in, Eşrefi İstanbul’a çağırdığını öğreniyoruz.

Bundan ayrı olarak Enver, Birinci Dünya Savaşı yenilgisiyle ülkeyi terk ederken Teşkilat’ın başına getirdiği Albay Hüsamettin’e, Teşkilat’ın bundan sonraki adını “Umum Alem-i İslam İhtilal Teşkilatı” 4 olarak dikte ediyordu; bunu, bir devlet legalitesinin sınırlamalarından çıkıldığı bir zamanda gerçek amacı açıkça deklare etme saymak zorundayız. Çok ilginç, Enver, Harb’in sonunda Kırım’da kurulan İslam Cumhuriyeti’ni Teşkilat-ı Mahsusa’ya mal ediyor ve “onun değerli reisi Seyid Cafer Bey’e de talimat gönderdik” diyordu. Bu durumda, hem Cemal ve hem de Enver’in, hiçbir zaman Osmanlı mülkü olmamış yerlerde, Afganistan ve Fergana’da ihtilal hazırlar veya yaparken bu dünyadan göçtüklerini de eklersek, Jön Türk programının, “Doğu Birliği” olarak netleştiği konusunda kuşkularımızın kalmaması gerekmektedir.

Fakat yalnızca Teşkilat mensuplarının tanıklıklarıyla yetinmiyoruz, Ahmed Bedevi Kuran, İttihad ve Terakki’nin çağdaşı olmasının yanında hep İttihad ve Terakki’nin karşısında mevzi tutmuş bir politikacıydı; anılarını da içeren önemli kitabında 31 Mart Vakası’nı müteakip Harbiye’den tart edildiğini de kaydetmektedir. Hep karşı mevzide yer aldı, bu açıdan tanıklığı değerlidir ve şunları yazıyordu: “Ezcümle, Bab-ı Ali Vak’asından kısa bir müddet sonra, Harbiye Nazın olan Enver Paşa ‘Teşkilat-ı Mahsusa’ namıyla bir grup vücude getirmişti. Bunda takip edilen gaye, bütün İslamları bir bayrak altında toplamak, aynı zamanda Türkleri, yeni bir siyasi birliğe ulaştırmak ve bu suretle, Ziya Gökalp’in ötedenberi İttihad ve Terakki rüesasına aşıladığı ideal ile pan-Islamizm ile pan-Türkızmi kuvveden fiile çıkarmaktı.”5 Biraz daha ilerde Ahmed Bedevi, beğenmeyerek, Ittihad ve Terakki, “Türk vahdetini korumak ve İslam camiasını birleştirmek hülyasına kapılmış ve o yolda faaliyete başlamıştı” diye yazıyordu; bütün bunlar da, Jön Türkler’in programının Doğu Birliği’ni kurmak üzerinde düğümlendiğini göstermektedir. Bunu, önemli bir açıklık kabul etmek durumundayız, Batı’ya yöneliş vurgusunun çok abartıldığı analizleri dengelemesi mümkündür.

Biz Türkler’i, uygulamacı ve hatta hızlı eylemci kavimlerden saymak yerindedir; Türkler’in Türklüğünün farkında oluşu ve bu yolda ilk dernek kuruşu ile adında “Türk” olan bir devletin ortaya çıkışı arasındaki mesafe nerede ise on beş yıldan daha kısadır. Bu nedenle uzun bir garplılaşma edebiyatı ve politikası döneminden sonra, pan-türkist ve pan-islamist ayaklara oturtulan bir “Doğu Birliği” Projesi ya da benim zaman zaman kullandığım formülasyonla imparatorluğu büyük bir tepsi misali Doğu’ya kaydırma programı şaşırtıcı olmamalıdır; Türkler hem aşırı pratisyen ve hem de entegrasyon tutkulu sudur. Bölme’nin bu ölçüde aşağı görüldüğü veya suç sayıldığı başka bir toplum bilmiyorum.

Böyle olmakla birlikte tümüyle teorik- ideolojik temelden de yoksun olduğunu düşünemeyiz; pan-türkizm’de ve Firdevsi’den aldığı ‘Turan” edebiyatında Ziya Gökalp ve pan-islamizm alanında da, çapsız ve kuşku uyandıran, ancak bir ara Hamid’in yanında çok etkili olan Cemaleddin Afgani var.* Ama Türkler, en çok eylemden öğreniyorlar ve bunların da bu kadar hızlı etkili olabilmelerini Türkler’in bu çizgisine bağlamak isabetli görünmektedir.

*Aslen İrani olmasına karşın Şii bir ülkeden çıkan bir teorisyenin İslam birliğini vaaz etmesinin sakıncası kabul edilerek “Afgani” soyadını aldı. Hakkında deli toplu bilgi için bakılabilir; efganî maddesi var: İ. Goldzıher, İslam Ansiklopedisi, cilt 3.

Jön Türk hareketi ve Kurtuluş Savaşı

Bu çerçevede, bir yanda, Teşkilat-ı Mahsusa ve genel olarak Jön Türkizm ve diğer yanda, Kurtuluş Mücadelesi arasında köprüleri kurmak zor olmamalıdır; bağlantıyı iki aşamada bina edebiliyoruz. Birincisi kurumlar aşamasıdır, “cumhuriyet” fikrinin bir ön tarihi olduğunu artık söyleyebilecek durumdayız. Gerçi Reşid Paşa veya Mithat Paşa’nın zaman zaman cumhuriyeti getirmekle suçlandıklarım biliyoruz; ancak bunlar eninde-sonunda suçlamada idiler ve model olmaları zordur. Halbuki, merkezi Kars olan ve İngiliz emperyalizmini pek rahatsız eden Güney Kafkasya Şura Hükümeti’ni saymasak bile Teşkilat-ı Mahsusa’nın iki efsanevi ismiyle, S. Askeri ve E. Kuşcubaşı ile, özdeşleşmiş Batı Trakya Geçici Cumhuriyeti çok ciddi bir model oluyordu. Demek, bugünkü Cumhuriyet’ten önce “Cumhuriyet” denenmişti ve biliniyordu.

Yazılı tarihimizde gerekli yeri bulamamış kurumlarımızdan birisi de Yeşilköy’deki “Meclis-i Milli” deneyimidir; Mahmut Şevket Paşa Komutasında, 31 Martçıların eline geçmiş olan İstanbul’u yeniden almak üzere gelen Hareket Ordusu, karargâhını Çatalca’da kurmuştu ve kurmay heyetinde genç subaylar, başkalarıyla birlikte, Mustafa Kemal ve Kazım Karabekir de yer almıştı, İstanbul’dan kaçan yenilikçilere de koruma sağlıyordu. Mebusan ve Ayan üyelerinin çoğu can güvenliği nedeniyle işgal altındaki pay- i tahtı terk etmişti ve işte bunlar, Yeşilköy’de gelişi güzel bir araya geldiler, anayasada böyle bir toplantı yoktu ve ayrıca sadece gelebilenler katılıyordu, formel hukuka uymuyordu; kendilerine “Meclis-i Milli” dediler ve Sultan Hamid’i tahttan indirme kararını aldılar. Tam bir ihtilal meclisiydi, “kurucu meclis” diyebiliriz; meşruiyetini, ihtilalci Hareket Ordusu’ndan alıyordu. Kuşkusuz bir süre sonra Ankara’da toplanan “Millet Meclisi” ile arasında büyük benzerlikler saptayabiliyoruz; katılan veya hazırlayanların bir bölümü ortak idi ve birincisini bilmek ikincisini anlamayı çok kolaylaştırıyor.

Şunu söyleyebiliriz, bir ihtilal örgütü olarak Teşkilat- ı Mahsusa en büyük başarısını Anadolu’da elde etmiştir, her yerde direniş ve hükümetleşme adımlarını attılar; kurulan cemiyetleri ve kongreleri hükümetleşme yolunda atılmış adımlar sayma artık bilimseldir. Kurtuluş Mücadelesi’nin başında çok önemli işler gören ve çok acil bir ihtiyaç olan moral sorununu kısmen çözen Kuvva-ı Seyyare’yi, bugünkü terminoloji ile gerilla kuvvetlerini, tümüyle Teşkilat-ı Mahsusa’ya bağlamak çok yerindedir. Başındaki Çerkez Ethem ve kardeşleri Teşkilat-ı Mahsusa mensubuydular ve kendisi de Çerkez olan Kuşçubaşı’na yakındılar. Diğer yandan, ilk kurşunun İzmir’de değil daha önce, İskenderun’a bitişik Dörtyol Beldesi’nde atılmış olduğu yollu ısrarımız sonuçlandığı ve bu görüşlerimiz Genelkurmay Başkanlığı tarafından kabul edildiğine göre bir adım daha atarak, bunun da Teşkilat-ı Mahsusa’nın marifeti sayılması gerektiğini ileri sürebiliyoruz. Erzurum’a gelince, Doktor Stoddard’ın çıkardığı ancak tam olmadığına işaret ettiğimiz listede bir “Erzurumlu Necati” ismi yer alıyor ki bunun, Erzurum Kongresi sırasında çok aktif ve o zaman milletvekili Süleyman Necati olması mümkündür. Necati veya başkaları, Erzurum’daki On Beşinci Kolordu Kurtuluş Savaşı’nın başlarında, nerede ise tek düzenli kuvvetti ve burada Teşkilat-ı Mahsusa üyeleri ile İttihad ve Terakki mensubu subay ve komutanlar hâlâ hem etkili ve hem de görev başındaydı. Bu arada şunu kaydetmek gerek, Şark Ordusu’nu yalnızca Sarıkamış Felaketi ile tanıtmak hem bilim dışı ve hem de büyük haksızlıktır; Şark Ordusu, Büyük Savaş’ta çok büyük başarılar sağlamış ve Mütareke şartlarının emrettiği, silahları müstevlilere teslim etmeyi reddederek direnişçilere aktarmıştır.

Şark Ordusu deneyimli ve güçlü idi, Kazım Karabekir’in Kurtuluş Savaşı’nın başında çok etkin bir konumda olması, tutucu ancak seçkin bir komutan olan Kazım’ın kişiliğinden daha çok komuta ettiği kuvvetlerin niteliğinden de kaynaklanıyordu. Kazım güçlüydü ve ayrıca, muhaliflerinin çok olduğunu ve değerinin takdir edilmediğini varsaydığı Mustafa Kemal’in liderliğinin kalıcı olmadığını hep hesapladığını da varsayabiliriz. Belki böyle bir varsayımlar paketi hemen sonraki gelişmeleri daha iyi anlamamızı kolaylaştırabilir; pek çok gelişmeyi kişisel nedenlere bağlamadan önce daha nesnel ve zorunlu mekanizmalar aramanın verimine inanmak zorundayız.

Kazım’ın bu tarihteki telgraflarında, bir olumsuzluk ve hatta tehlike olarak “Enverci” kadrolardan ve “Envercilik” kavramından sık sık söz ettiğini görüyoruz. Teşkilat-ı Mahsusa mensubu olduğunda en küçük bir kuşku bulunmadığına göre, direnişlerin niteliğini teşhiste güçlük çekmeyeceğini tahmin edebiliyoruz, kaygılarının bir nedenini burada arayabiliriz.

Diğer yandan, Kazım’ı bir kenara koyduğumuzda, Ankara’da oluşmakta olan yeni Üç Paşa’lı güç dengesinde, İsmet’in mücadeleye katılmakta çok tereddüt ettiği ve hatta Ankara’ya bir kez gelip geri döndüğü biliniyordu. Fevzi’ye gelince, İstanbul’da Harbiye Nazırı olduğu dönemde, mücadeleye katılanların yakalanarak cezalandırılmaları için emirler çıkardığı da malumdur. Dolayısıyla, güven eksikliği için objektif nedenler bulabiliyoruz.

Böyle olmakla birlikte ben bu kuşağın kişisel kaygılarını aşabilecekleri konusunda çok net düşüncelere sahibim, ciddi ve programatik ayrılıklar olmasa bunların önemli sonuçlara yol açmayacağını düşünebiliyorum. Bu nedenle kişisel olmayan dinamiklere bakmak zorunluluğuna hep inanıyorum; gerçekten de Kazım’ın bu döneme ait bir tespiti var ki bir değerlendirme ayrılığına işaret ediyordu. Şöyle söylüyordu: “Anlaşılıyor ki, maksada varmak için hükümeti halk eline vererek inhilale uğratacaklar ve orduyu milis yapacağız, diye dağıtacaklar. Badehu külliyetli para ile Enver Paşa’ya çapulculardan mürekkep bir Kızılordu teşkil ettirecekler.” Kazım, ideolojik nedenlerle Sovyet Rusya ile her türlü iş birliğinden ürkmekte ve bunu, tehlikeli saymakta idi.

Mustafa Kemal ise bir koalisyonlar üstadıydı ve gerekliliğini koruduğu sürece ittifaklarına son derece sadık olmuştur. Nitekim Doğu İhtilalleri için Enver’in kendisine yazdığı mektuplara hep olumlu ve özendirici cevaplar yazıyor, ancak pan-islamist programın kullanılmasında temkin tavsiye ediyordu. Bunun nedeni, pan-islamizmin genç Sovyet yönetimini rahatsız edeceğine inanmasıdır. Paşa, Sovyet ittifakı ve sağlayacağı destek olmadan Kurtuluş Mücadelesi’nin kazanılamayacağına inanıyordu. Bu noktada Kazım’dan kökten bir biçimde ve Enver’den de yol ve yordam konusunda ayrılıyordu; ayrılık programdadır ve şimdi buraya geliyoruz.

Enver, ülkeyi terk ederken son olarak konuştuğu ve emirlerini tebliğ ettiği Teşkilat-ı Mahsusa’nın yeni başkanı Albay Hüsameddin’e, Örgüt’ün lağvedildiğinin ilan edileceğini, ancak, asla lağvedilmeyeceğini de bildiriyordu. Bu bildirimin Kemal ve Kazım Paşalar tarafından da bilindiğinden kuşku olmamalıdır; demek, bu ocağın katkısı konusunda bir ihtilaf olduğunu düşünmüyoruz. İhtilaf yine programdadır; çok temkinli Kemal Paşa’nın Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olmamanın hesabını yaptığını düşünmek isabetli ve verimlidir.

Enverizm’in, sonradan kurabileceğimiz ideolojik planı, bazı tarihsel saptamalara dayanmaktadır; bunlardan ilki, Anadolu sınırları içinde kalabilen devlet örneğinin kıt olmasıdır. Bizim “Selçuklu İmparatorluğu” dediğimiz oluşum her halde bir abartmadır, çünkü, kuruluş ve yıkılış tarihlerini bile netlikle bilemediğimiz bu devlete, tarihte olduğu üzere “Konya Sultanlığı” adı çok daha fazla yakışıyordu. Halbuki İskender, Doğu Roma ve Osmanlı oluşumları, buralarda yaşayabilmek için Anadolu’nun sınırlarını aşmak zorunda kaldılar ve şu ya da bu biçimde büyük birliklere yöneldiler. Bunları, önlerindeki tarihsel olan bilgiler sayabiliriz, toprağın pratikleri diyebiliriz, ve her inatçı tarihselliğin, hemen bulunup açıklanmasa bile, bir güçlü mantık gizlediğini ekleyebiliriz.

Analizleri derinleştirirken, Kemal Paşa’nın temkinliliği bir anahtardır, ancak tarihte bu temkinliliği ölçecek bir cetvele sahip değiliz; bildiğimiz eğer Darwinizm bir bilimse tarihin en çok Darwinist olduğudur. Bunu, Enver Paşa başarısız ve Kemal Paşa başarılı olduğuna göre, Kemal Paşa’nın doğru çıktığı yollu anlayabiliriz. Temelde de böyle bir anlayışa yatkınlık gösteriyoruz, ama yine de iki yumuşatma gerekmektedir. Birincisi, Kemal Paşa’nın sağlığında Anadolu’yu güçlendirme temel alınmakta ve içeriye doğru göçler özendirilmekle birlikte Kemalizmin tarih ve dil teorileri bu sınırları çok aşıyordu. Tarih teorisinde Sümerler’i ve Hititleri, Türklük’e asimile etmek ve dil teorisinde geniş mekânlara açılmak, yakın politik nedenleri ve bilimsel güçlükleri ne olursa olsun, Kemalist bakışın ilk izlenimdekinden daha geniş olduğunu düşünmemizi özendirmektedir.

İkincisi, Kemal Paşa’nın ölümünden kısa bir zaman sonra, İkinci Dünya Savaşı’nın hemen arkasından, ilan edilen Truman Doktrini’ni zaman zaman “İkinci Adam” da denilen halefi İsmet Paşa’nın, yakın zamanlarda yayınlanan Faik Ahmet Barutcu’nun anılarından öğreniyoruz, bir kurtuluş müjdesi olarak kabul etmesi çok düşündürücüdür. 1947 tarihli bu ilan ile Türkiye, Amerikan himayesi altına girmeyi kabul ediyordu; bugün, Avrupa Birliği’ne girmeyi de varlığını sürdürme şansı olarak görenler çoğunluktadır ve İsmet Paşa’nın oğlu Erdal İnönü de bunu bu açıklıkla formüle etme cüretini göstermektedir. Bu, varlığı sürdürmek adı altında intihar demektir ki, Avrupa Birliği, girişle birlikte egemenlik haklarından vazgeçileceğini her fırsatta duyurmaktadır. Demek, şu veya bu şekilde, geçen yüz yılın başındaki kapalı tartışma bugün açık olarak önümüzdedir. Amerika’nın mandası veya Avrupa Birliği’ne giriş olmaksızın varlığın sürdürülemeyeceğini savunmak, önceki soruyu canlandırma anlamındadır.

Bu içerdeki değerlendirmenin özeti sayılabilir ve bir de dışardan bakışı soğukkanlı bir biçimde ele alabiliriz. Birincisi, iki yıl kadar önce Türkiye’yi ziyaret ettiğinde Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Clinton, Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılmasından sonra bölge haritasının yapılmadığını ileri sürmüştü, bu sözün içerdiği tehdidi görmemeyi tercih ediyorduk, ikincisi Amerika Birleşik Devletleri’nin etkin stratejlerinden Brzezinski, yakın zamanda yayınladığı bir incelemesinde, Rusya ile birlikte Türkiye devletlerinin bugünkü sınırları içinde has Rus ve has Türkler’in yaşadıkları yerlerin sınırlarının belirsiz olduğunu ileri sürüyordu.6 Bu, Amerikalı stratejin, daha önce ima yollu telaffuz ettiği görüşlerinin netleştirilmesidir.

Profesör Brzezinski, üçüncüsü, daha önce yayınladığı bir kitabında “Avrasya Balkanı” kavramını ortaya atıyor ve “Balkan” kavramını, bir bölgede yer alan devletlerin sınırlarının veya tümüyle bu devletlerin istikrarsız olması ve bölgenin yapısının güçlü devletleri müdahaleye özendirmesi hali olarak tanımlıyordu.7 Çok güzel de, şimdi ben buraya, tanınmış stratejisttin bu çalışmasından iki harita aktarıyorum. Bu haritaların birincisi, Brzezinski’nin tanımıyla “Avrasya Balkanı” bölgesini resmediyor ve bizi iki açıdan ilgilendiriyor, biri, Türkiye artık “Avrasya Balkanı” içindedir ve diğeri ise, buna göre, Türkiye bölünmektedir. İkinci harita, yeni durumda, Amerika Birleşik Devletleri açısından yeni stratejik alanları gösteriyor, bundan anlaşılan, artık Türkiye’nin bütünü değil sadece bölünen bir bölgesi stratejik olmaktadır.

Ben burada bu meşum analizi genişletmek istemiyorum, ancak artık Batı basınında Türkiye ile ilgili çıkan en sıradan değerlendirmelerde de, Osmanlı’dan sonra haritaların çizilmediği veya Türkiye’nin sınırları içinde Türkler’in yaşadığı toprakların sınırlarının net olmadığı iddialarının bir türevi olarak sık sık “işgalci” sözcüğüyle karşılaşıyoruz. Birbirinden ilgisiz olduğunu söylemek zor ve hafife almak ise bir hafiflik olmalıdır. Öyleyse ciddi bir birlik tartışmasıyla karşı karşıya gelmiş durumdayız. Çözüm için de önce “yenilgi tanımaz” insanlara dönüşmek zorundayız.

1 Kazım Karabekir, İstiklal Harbimizde Enver Paşa ve Erkanı, İstanbul. 1990, s. 16.
2 A. Hamon, Les Mot du Français, Paris, 1992, s.426.
3 Ph. H. Stoddard, The Ottoman Government and ihe Arabs 1911 to 1918; A preliminary Sudy of Teşkilat-ı Mahsusa, Princeton Üniversity, Ph. D. thesis, 1963, s. 175.
4 Hüsamettin Ertürk, anlatan, Semih Nafiz Tansu, yazan, İki Devrin Perde Arkası, İstanbul, 1969, s. 178. 5 Ahmet Bedevi Kuran, Osmanlı İmparatorluğunda ve Türkiye Cumhuriyeti’nde İnkılâp.
6 Z. Brzezinsky, “The boundaries of what w as spesifically Russian or Turkish territory were not precise”, Living with Russia, National İnterest, Sonbahar 2000.
7 Z. Brzezinsky, The Grand Chessboard, Basic Book, s.123.