Ana Sayfa Dünya Devrimi Latin Amerika’da Devrimci Program ve Siyasetler

Latin Amerika’da Devrimci Program ve Siyasetler

3401

Dr. Cüneyt AKALIN TEORİ Dergisi – Eylül 2006

Latin Amerika’da Devrimci Program ve Siyasetler

Latin Amerika’da esen devrimci rüzgâr gericileri, Amerikancıları önüne kattı, sürükleyip götürüyor. Halklar en “ABD karşıtı”, en “IMF karşıtı” partileri, liderleri bulup çıkartıyor, iktidarı onlara teslim ediyorlar.

Bolivya devlet başkanı Morales’in Ocak 2006’da La Paz’da düzenlenen yemin törenine katılan devlet başkanları devrimci dayanışma mesajları verdiler. Chavez o törenin bir dönüm noktası olduğunu dünyaya şöyle duyurdu:

“Evo’nun zaferini kutluyoruz, çünkü o, ABD emperyalizmine ve kapitalizme karşı mücadelede bize katılacak. Kapitalizm öldü. Onu, yeni tip bir sosyalizmle, bir Latin Amerika sosyalizmi ile değiştirmek durumundayız.”

Kısacası, Chavez devrim hedefini gösterdi.

Brezilya Başkanı Lula ise dönüşümün enternasyonalist niteliğine dikkat çekti: “Evo’nun zaferi sadece Bolivya halkı için değil, Latin Amerika’daki tüm solcu hareketler açısından büyük önem taşıyor”. Gerçekten de, iktidara geldikten birkaç ay sonra Evo Morales önce hidrokarbürleri millileştirdi, ardından Toprak Devrimi’ni başlattı. Venezüela, Küba ve Bolivya’nın oluşturduğu devrimci çekirdeğin çevresini Arjantin, Brezilya, Şili, Uruguay vb sol-orta sol hükümetler sarıyor. Latin Amerika devrim yolunda emin adımlarla ilerliyor.

Şu soru kafaları kurcalıyor: Bu fırtına neden 2000’lerin başında patlak verdi? Mazlum milletler dünyasının en çok örselenmişlerinden Latin Amerikalılar bunca yıl nice acıları sineye çektikten sonra neden 2000’lerin başında patladılar? Bu sorunun yanıtı hem genel hem de bölgesel tarihte gizlidir.

I. BÖLÜM

Latin Amerika’nın kanlı tarihi

Latin Amerika halklarının tarihi sömürgeciliğe, emperyalizme ve onların yerel destekçileri “yerel zorbalarda ve “işbirlikçiler”e karşı mücadele tarihidir. Bu “demokratik devrim” süreci devam ediyor.

Baştan alalım; Kristof Kolomb’un hemen ardından 16 yüzyılın başında Orta Amerika’ya ulaşan İspanyol ve Portekiz sömürgecileri yeni anakaranın güneyini aralarında paylaştılar. Araya giren Papalık, Brezilya dışında kalan L. Amerika’yı İspanyollara verdi. Yerli uygarlıkları (Aztekler, İnkalar) en kanlı yollara başvurarak yok eden İspanyol sömürgeciler kendi kültürlerini ve inançlarını Latin Amerika’ya dayattılar. Katolik Kilisesi zorba yönelimlere meşruiyet kazandırarak ve sosyal ve kültürel yaşamda düzeni sağlayarak İspanyol/Portekiz sömürge devletlerine arka çıktı.

Sömürgeciler, Latin Amerika’nın kıyılarında yeni limanlar/ticaret kentleri inşa ederken, içerlerdeki toprakları derebeylerine vererek feodal bir yapı (Latifundia)*, oluşturdular. Öte yandan madenleri, özellikle gümüş ve altın madenlerini yağmaladılar. İspanyol sömürge imparatorluğu yüzbinlerce zenciyi de köle olarak alt-anakaraya taşıdı.

Latin Amerika’daki ulus-devletlerin düşünsel öncüsü Fransız İhtilali’dir. Fransız İhtilali hem devrimci düşünceleri bu anakaraya ihraç ederek hem de Devrimin ordusu ile İberik Yarımadası’nin üzerine yürüyerek İspanyol ve Portekiz sömürgeci devletlerinin Latin Amerika üzerindeki otoritesini kırdı. Bu ise Latin Amerika’da bağımsızlık ateşini alevlendirdi. Fransız Devrimi ile Latin Amerika arasındaki düşünsel-eylemsel bağı Simon Bolivar kurdu.

Devimci tarihin dönüm noktası: Bolivar

Simon Bolivar’ın yaşam öyküsü başlı başına bir destandır. 1783’te Karakas’da İspanyol kökenli bir Venezüela soylusunun oğlu olarak dünyaya gelen Bolivar, öğrenimini tamamlamak üzere Avrupa’nın yolunu tuttuğunda Fransız Devrimi’nin alevlerinin içinde buldu kendisini. Devrimci düşüncelerden çok etkilendi. Hobbes, d’Alembert vb gibi usçu filozofları, Voltaire, Montesquieu, Rousseau gibi aydınlanmacı düşünürleri derinlemesine inceledi. İspanyol fatihlerin Latin Amerika’da kurdukları sömürge düzenini yıkmak için anakaranın güneyinde özgürlük meşalesini ateşlemeyi kafasına o günlerde koyan genç Bolivar, 23 yaşında İtalya’daki “Mounl Aventino”da Güney Amerika’nın bağımsızlığı uğrunda and içti. Atlantik’i aşarak mücadelenin başına geçti. Napoleon’un İberik’e saldırması sonrasında İspanyol otoritesinin zayıflaması Latin Amerika ülkelerinde bağımsızlık mücadelesini hızlandırdı.

Bolivar Ant Dağları boyunca mücadele ederek Kolombiya, Ekvador, Peru ve kendi adını taşıyacak olan Bolivya’nın topraklarının sömürge yönetimlerinden kurtuluşunu sağladı. Bu ülkelerde ulusal kongreler toplayarak, Anayasal hareketlere önderlik etli. Birçok bölgede İspanyollarla savaştı. Fransa, İngiltere ve ABD’nin, Latin Amerika’da bağımsızlığını kazanan ülkelerin içişlerine karışmalarına karşı çıktı.

Bolivar tarafından 1819’da kurulan ve günümüzdeki Venezüela. Kolombiya ve Ekvator’u kapsayan Büyük Kolombiya Cumhuriyeti, iç çatışmalar nedeniyle, Kurucusu’nun ölümünden sonra (1830) bütünlüğünü koruyamadı. Bu üç ülke günümüzde aynı renkleri taşıyan bayraklara ve birbirine çok benzeyen bayrak formlarına sahiptir: Sarı, mavi, kırmızı üç yatay bant. Bu tarihsel temel ilerideki bir birleşmenin zeminini oluşturuyor.

Tüm zamanların en büyük Latin Amerikan kahramanı olarak bilinen, Zapata’nın, Pancho Villa’nın ve Che Guevara’nın öncülü sayılan Simon Bolivar “kurtarıcı” (libertador) adıyla anılıyor.

Latin Amerika ABD’ye komşu oluyor!

Avrupa’daki ve kuzeyindeki ABD’deki gelişmelerden yakından etkilenen Latin Amerika 19. yüzyılı Avrupa’daki gelişmeleri geriden izleyerek geçirdi. İki partili siyasal sistem (muhafazakârlar-liberaller) geleneksel “yerel despotlar” (caudillos) sistemine koşul olarak yavaş yavaş filizlendi. Muhafazakârlar Kilise’yi arkalarına alırken, Liberaller daha özgürlükçü, daha laik bir politika arayışı içine girdiler. Ancak liberal burjuvazi demokratik devrimi zafere taşıyacak güçte değildi. Bolivar’ın tamamlayamadığı Devrim’in tasfiye edemediği arkaik düzen oligarşik siyasal-ekonomik yapılara dönüştü.

1823’te ABD başkanı Monroe’nin Avrupa’lı güçleri Amerika anakarasından uzak tutmak için ortaya attığı “Monroe Doktrini” başlarda Latin Amerika’ya, sonraları ABD’ye yaradı. ABD 1945’de Teksas’ı, 1948’de Kaliforniya’yı, Yeni Meksika’yı. Arizona’yı vb Meksika’dan kopararak Latin Amerika’nın fiilen komşusu olmuştu.

Orta Amerika’da Amerikan baskısı 1850’lerde Kaliforniya’da altının bulunmasına koşut olarak arttı. 1860’larda kimi Amerikalı işadamları ilk kez Panama Kanalı’nın açılması için girişimde bulundular. 1856’da eczacı ve gazeteci Walker bir gurup adamı ile birlikte Nikaragua’ya sızdı, kendini başkan ilan ettirmeyi başardı; İngilizceyi resmi dil olarak kabul ettirdi ve ABD Dışişleri Bakanlığı’nın kendisini resmen tanımasını sağladı.

Ancak Orta Amerika devletleri bu sarışın işgalciye karşı birleştiler. İngiliz Donanması’nın da yardımı ile Walker yakalandı ve Honduras’da kurşuna dizildi. Bu, “Yankee” emperyalizmine karşı ilk başarı olarak tarihe geçti.

Giderek palazlanan Amerikan kapitalizmi öncelikle Pasifik’i ve Latin Amerika’yı gözüne kestirdi, buraları münhasıran kendine ait saydı. Monroe Doktrini’nin “Amerika Amerikalılarındır” şiarı “Amerika Kuzey Amerikalılarındır” şeklinde saldırgan nitelik kazandı.

ABD’nin Güney Amerika’ya ilgisini kimi ekonomist anlayışların yaptığı gibi, dar ekonomik çıkarlara hapsetmek yanlıştır, çünkü emperyalizm salt “iş çevirmek” değildir. ABD emperyalizmi baştan itibaren Latin Amerika’da beyaz-anglo-sakson adamın üstünlüğünün mücadelesini verdi, oraya “uygarlık” götürdüğüne inandı. Ünlü Amerikalı stratejisi Amiral Mac Mahon denizlere egemenliğin gerekliliğine işaret etli. Pasifik’teki “Sarı Tehlike”ye dikkat çekerken Beyaz Adam’a ilerleme ve kalkınma görevini yükledi, ABD 1898’de Küba’ya müdahale etli. Küba ve Filipinler İspanya’dan koptular. ABD’nin Pasifik’te önü açıldı. Bunun hemen ardından Panama Kanalı açıldı. ABD Panama’nın Kolombiya’dan koparak “özerk bölge” olmasını sağladı ve yeni Panama’yı tanıdı. ABD o tarihten sonra “arka bahçe”sinde karışıklığa izin vermedi. Bölgede “sopa ve dolar diplomasisi” izleyerek çıkarlarını korudu. Haiti (1914) ve Dominik Cumhuriyeti (1916) bu politikanın ürünleriydi. 1920’lere kadar Latin Amerika’nın köylü karakteri ağır bastı, kentleşme bu tarihten sonra hızlandı.

Meksika Devrimi

Atlantik’in iki yakası Büyük Fransız Devrimi ile Amerikan Devrimi’nden yüz küsur yıl sonra bir kez daha bir başka Devrim tarafından birleştirildi. Devrim’in Demokratik niteliği değişmemişti ama menzili Pasifik’e kadar uzanmıştı. 1905’de Rusya’da patlak veren Devrim 1906’da Anayasa Devrimi ile İran’a, 1908’de Meşrutiyet Devrimi şeklinde Türkiye’ye ulaşmış, buradan 1911’de üçbin yıllık İmparatorluğu yıkmak üzere Çin’e sıçramış, arada 1910’da Meksika’nın kapısını çalmıştı.

10 yıl kadar süren ve yer yer kanlı bir iç savaş biçimine bürünen Meksika Devrimi 20. yüzyılın en önemli toplumsal olaylarından biridir. Devrim’de o sıralarda nüfusun % 80’ine ulaşan köylüler (1910’da toplam Meksika nüfusu: 15 milyon) ayaklandılar. Buna koşul olarak diktatör Diaz’a karşı bir demokratik haklar mücadelesi özellikle kentlerde gelişti. Devrimin sloganı “Toprak ve Özgürlüktü. Anti-feodal, ulusalcı, liberal, bir temelde gelişen Devrim’de kırlar sert çatışmalara da sahne oldu. Ünlü köylü liderleri Zapata, Pancho Villa bu mücadelelerde sivrildiler.

Meksika Devrimi 19. yüzyıldaki liberal, pozitivist, kilise-karşıtı devrim geleneğinin bir devamıdır. İç Savaş 1920’de sona erdi. Yeni Meksika’nın sahipleri 1929’da Devrimci Kurumsal Parti’yi kurdular.

Ekim Devrimi’nin etkileri

Sosyalist akım Amerika’nın güneyinde Sovyet Devrimi’nin ardından canlandı. 1919’da Buenos Aires’de, 1917 ile 1921 arasında Brezilya’da patlak veren grevler sert çatışmalara yol açtı. Gorki, Troçki, Sorel, Annunzio vb yazarların yazdığı Mariateguiu’nin Amauta adlı kültür dergisi anakara çapında geniş ölçüde dağıtıldı. 1929’da Montevideo’da ilk “Latin Amerika Komünist Konferansı toplandı.

Ancak anakara çapında bir ihtilal umutları çabuk tükendi. III. Enternasyonal’in kuruluşu sosyalist-komünist ayrışmasını hızlandırdı. Oniki ülkede yaklaşık 60.000 üyeyi kapsayan Latin Amerika Sendikalar Konfederasyonu kimi hükümetlerin baskıları ile boğuşurken 1929 Krizi sırasında ekonomik olarak da sarsıldı.

1929 Krizi’nin etkileri

1929 Krizi’nin Latin Amerika’da hissedilen yıkıcı etkileri oldu. Örneğin ihracatın kesilmesi, “ithal ikameci sanayiyi” geliştirdi, köylü nüfusun kentlere akışı hızlandı, köylü ayaklanmaları daha sert hale geldi. Askerler düzeni sağlamak için daha sık kışla’dan çıkmaya başladılar.

Latin Amerika iki dünya savaşı arasını kendi kabuğuna çekilmiş olarak yaşadı. Alt-anakarayı “arka bahçesi” gören ABD’nin baskıları ağırdı, ama Latin ülkeleri düşe kalka yollarını aradılar. Sovyet Devrimi’nin serpintileri Kilise’nin ve derebeylerin etkisini azaltmıştı. 1940’lı, 50’li yıllar arayış içinde geçti.

II. Dünya Savaşı’ndan sonra anakaranın belli başlı ülkeleri bir sanayileşme atağı içine girdiler. Ancak Soğuk Savaş bloklaşması ABD’yi Güney üzerindeki denetimini artırmaya yöneltince, bu atak gelişemedi. Arjantin’de sendikalara ve halka dayanarak iktidara gelen Peroncu hareket Latin Amerika’da etkiler yarattı ancak yaygınlaşamadı. Soğuk Savaş ortamında Washington, çoğu kez gizli ikili anlaşmalarla Güney Amerika devletlerine silah sağlamayı anti-komünist mücadele koşuluna bağladı; hammaddeleri ise öncelikle ABD’ye yönlendirdi. Panama’da kurulan Amerikalılar Okulu’nda onbinlerce subayın Panama’da konuşlanan “Güney Komutanlık” (Southern Command) tarafından eğitilmesini sağladı. ABD burada birçok üssü temel alan bir “ortak savunma” sistemi kurdu ama tüm çabalarına karşın bütünleşmiş bir Pan-Amerikan Ordusu kurmayı başaramadı.

II. Dünya Savaşı’ndan sonra sağda “liberal-muhafazakâr” sıfatlar bütünleşti, bu arada sosyal-demokrat partiler kuruldu. 1920’lerden itibaren kurulan komünist partilerin gücü ise sınırlı kaldı. 1957’de Parti kartı taşıyan Küba’da 30.000, Şili’de 40.000 ve Brezilya’da 50.000 komünist vardı. (Vaysiere, 1999,136). Sendikal hareket 1945’lerden itibaren yavaş yavaş kök saldı.

1960’lı yıllarda izlenen “ithal ikameci”, “devletçi” politikalar “ulusal burjuvazileri palazlandırdı. ABD’nin “tekelci eğilimleri “ne karşı rüşeym halindeki ulusal burjuvazi ender olarak sesini yükselişe de çoğu kez dış güçlere boyun eğdi. Her şeye karşın bu yıllarda bir ekonomik birikim sağlandı.

Küba Devrimi

Küba Devrimi Latin Amerika’nın kaderini değiştirdi. 1959’un son günlerinde Havana’ya giren Castro ve arkadaşları Latin Amerika’daki halk mücadelelerinin önünde yeni bir ufuk açtı.

Küba Devrimi sosyoekonomik olarak fazla güçlü değildi; çünkü Küba eninde sonunda Karayipler’deki 10 milyon nüfuslu bir küçük ülkeydi, ancak siyasal düzlemde ABD’nin hegemonyasını kırmayı başardı. Latin Amerika’nın ABD’siz de yapabileceğini kanıtladı. 1962 Küba Krizi bu arayışın ilk büyük işareti oldu. ABD, kriz sonrasında Sovyet silahlarını söktürebildi, ama Küba’nın kararlılığını kıramadı; Küba, alt-anakarayı boydan boya ışıklandırdı.

1968 olayları antiemperyalizmi canlandırdı, ABD karşıtlığı arttı. 1968 Ağustosunda Mexico-City’nin Anayasa Meydanı’nda özgürlük talebiyle toplanan ve Küba’yla Dayanışma’yı savunan binlerce gencin üzerine açılan ateş, ABD yandaşlarına karşı gelişen halk hareketini bastırma girişimiydi ama sonuç vermedi. 1970’de Şili’de devlet başkanlığına seçilen Allende’nin 1973’te katli ve yürütülen sindirme operasyonu on binlerce cana mal oldu.

II. BÖLÜM

Bugünlerin dünü

20. yüzyılın son çeyreğinde Latin Amerika’da devrimci politikaların önündeki belli başlı siyasal engeller şunlardı:

– Halkı ezen faşist darbeler.
– Halkı pasifize eden ve örgütsüzleştiren fokoculuk.
– Halkı dışa bağımlı çok uluslu şirketler önünde çaresiz bırakan liberalizm / Sosyal-demokrasi.
– Halkı aldatan, bilinci saptıran medyatik küresel propaganda.

Fokocu anlayışlar (1960’lı yıllar)

Küba Devrimi Latin Amerika’nın kaderini değiştirirken, başlarda kimi kolaycı eğilimlere yol açtı. Fidel Castro’nun önderliğindeki Küba’lı bir gurup devrimcinin Sierra Maestra Dağları’nda saklandıktan sonra Havana’ya inerek iktidarı ele geçirmesi kimi Sol çevrelerce yanlış yorumlandı. Sosyalizmin bilimine ters “küçük gurup eylemciliği” (Latin Amerika’daki adıyla “fokoculuk”) sendikal mücadeleye tepeden bakarak, kitle hareketini küçümseyerek, siyasal mücadeleyi dışlayarak aceleci ve kitleden kopuk eylemlerle (banka soyma, adam kaçırma vb) güç toplamaya çalıştı. Bu anlayışa göre “gerillero” devrimin bilinçli öncüsü, rehberiydi, halk savaşı veriyordu. Silahlı mücadele kitleleri uyandıracak devrime seferber edecekti! Komünist/İşçi Partiler kitleleri pasifızme itiyordu!..

Kır gerillacılığı alt-anakaranın kuzeyindeki dağlık bölgelerde ve ormanlık alanlarda etkili olurken kent-gerillacılığı özellikle alt anakaranın güneydeki büyük kentlerde yaygınlaştı.

Kır gerillacılığı

Kır gerillacılığını savunanlara göre kapitalizmin yumuşak karnı kırsal alanlardı; buralarda küçük silahlı guruplarca köylülerin içinde çıkartılacak ayaklanmalar dalga dalga ülkeye yayılarak devrime dönüşecekti.

Havana’da 1963 yılında düzenlenen ilk Latin Amerika Dayanışma Örgülü (OLAS) toplantısı “kır gerillacılığı”nı destekleme karan aldı. Kır gerillacılığı, eşkıya geleneğinin zaten varlığını sürdürdüğü And Dağları’nda ve Orta Amerika’da yaygınlaştı. Venezüela’daki MİR Harekeli (Devrimci Sol Hareket) iki eyalette gerilla kampları oluşturdu, ama girişim köylülerin kayıtsızlığı ile karşılaşınca gelişemedi. 1963’ün başında Venezüela Komünist Partisi’nin eski militanları (P. Marquez, Douglas Bravo, T. Petkoff vb) FALN’ı (Ulusal Kurtuluş Silahlı Kuvvetleri) kurarak kır gerillacılığını yaygınlaştırdılar, ancak hareket 1960’ların ortalarında geriledi. Guatemala’da benzer bir durum yaşandı.

Kır gerillacılığı en çok Kolombiya’da kalıcı oldu. 1966’da da solcu militanlar tarafından kurulan FARC ( Kolombiya Devrimci Silahlı Kuvvetleri) güneydeki köylülerin geçmişle kurduğu, geleneksel özellikler gösteren öz-savunma komitelerinin yerini aldı. Meksika’da gerillero güneydeki yoksul ve kıyıda köşede kalmış Guerrero eyaletinde sıkışıp kaldı. Peru’da hareketin militanlarının çoğu deneyimsiz öğrencilerden oluşuyordu. Bu ülkedeki MİR (Devrimci Sol Hareket) ve ELN (Ulusal Kurtuluş Ordusu) militanları sert çevre koşullarının yanı sıra askeri operasyonlarca yok edildi.

“Che”nin yeni mücadele alanı Bolivya’da da kır gerillası sürüyordu. Aylar süren takipten sonra, Che 9 Ekim 1967’de yakalandı ardından katledildi.

Kent gerillacılığı

Kent gerillacılığı daha çok Rio Bravo Irmağı’nın güneyindeki büyük kentlerde (Uruguay / Montevideo, Arjantin / Buenos Aires, Şili / Santiago) zemin buldu. Uruguay, başkenti Montevideo’da 1962 başından itibaren Küba yanlısı, adını XVIII. yüzyıldaki direnişin yerli lideri Tupac Amaru’dan alan Tupamaros direnişi ile yüzyüze geldi. Örgüt banka, şirket soygunları ile ve hapishane baskınları ile adını duyurdu. Başlarda devlet güçleri hazırlıksızdı, ancak devlet güçlerinin zaman içinde özerk birimler halinde örgütlenmiş kent gerillalarına karşı harekete geçmeleri 1970’lerin başında sonuç vermeye başladı.

Arjantin’de kent gerillacılığı hareketi radikal öğrenciler tarafından yürütüldü. En önemli şebekelerden biri eski Peronculardan oluşan Monteneros’lardı. Kimi sağcı politikacıları, polis şeflerini ve askerleri kaçıran ve bunları infaz eden kır gerillalarına ordu sert önlemler aldı.

Brezilya’da hem kır hem kent gerillası özelliği gösteren ALN (Ulusal Kurtuluş Ordusu) etkili olurken ve Amerikan elçisini kaçırarak silahlı propaganda yaparken, Şili’de Devrimci Sol Hareket (MIR) başkent Santiago’daki bankalara saldırdı. 1960’larda yükselen bu dalga 1970’lerin başında tümüyle yenilgiye uğrayarak yok oldu.

Kır-kent gerillacılığının yaşadığı başarısızlığın bir nedeni sayısal yetersizlikti. Solda büyük bir gürültü koparan bu örgütler sonuç itibarıyla birkaç yüz kişiden oluşuyordu. Bu militanlar, Kuzey Amerikalıların eğittiği, kendilerinden çok daha kalabalık, üstün donanımlı ve psikolojik savaşa hazırlıklı silahlı güçlerin saldırıları karşısında yok olup gittiler. Öte yandan bu gurupçuklar arasında sürekli didişme ve çekişme vardı. Dahası, bu guruplar sıkı sıkıya “Moskova’ya bağlı” militanlarla anlaşamıyorlardı.

Başarısızlıktaki en önemli etken ise, küçük gurup eylemlerinin köylülerden ve halk kitlelerinden kopukluğu idi. Silahlı müfrezelerin bol bol “fedakârlık” ve “can verme” sözleriyle dolu “mistik” söylemi halk arasında tepki yarattı. Köylüler bu militanları kendilerine sürekli ders veren yabancılar, yerlilere tepeden bakan Beyazlar olarak gördüler, onların söylediklerine kayıtsız kaldılar, uzak durdular.

Fokoculuk serüvenini 1970’li yıllarda “uzun süreli halk savaşı” teorileri izledi. Çeşitli ülkelerdeki “gerilla cepheleri” “uzun süreli halk savaşı” stratejisi çizerek kendilerini “fokocu”lardan ayırmaya çalışıyorlardı. Ancak örgütsüz, siyasal öndersiz, dağınık, halkın içinden çıkmayan bu hareketler umdukları gibi işçi-köylü kitlelerinin arasında değil, daha çok geçmişten beri büyük sorunlarla içice yaşayan yerli halkların arasında etkili oldular; özellikle Guatemala’da. Yoksullar Gerilla Ordusu (EGP) İksan yerlileri arasında siyasal-askeri üsler kurdu. Ancak bu hareketlerin büyük çoğunun liderleri yerlilerden kopuk, onlara tepeden bakan beyazlar ya da “ladino”lardı.

“Fokoculuk”un bir parçası olarak değerlendirilmesi gereken “uzun süreli halk savaşı” stratejisi benzer sonuçlar doğurdu. Guatemala’da, Salvador’da, Kolombiya’da, Peru’da şiddet iklimini artırdı, siyasal istikrarsızlığı derinleştirdi: sonuçta toptan ayaklanma hedefi başarısızlığa uğradı. Gerillalar 1980’lerde yenilgiyi kabul ederek “barış görüşmeleri”ni başlattılar. Halktan kopuk bu şiddet dalgasının sonucunda özellikle yerliler büyük acılar çektiler, katliamlara uğradılar.

Fokoculuk ve Türkiye

Fokoculuk, ne yazık ki, Türkiye Sol Hareketi’ni de etkiledi. 1960’ların ortalarında yükselişe geçen devrimci hareket içinde, özellikle TİP’in etkisini yitirmesinin ardından ortaya çıkan boşlukta kimi gençler Latin Amerika Modeli’nin kitleden kopuk aceleci yöntemlerini açık açık savunmaya başladılar. Türkiye Halk Kurtuluş Partisi Cephesi bu modeli yüceltti. Ant dergisi 1970’de Mariguella’nın Şehir Gerillası adlı kitabını yayımladı. O döneme tanıklık edenler kapağı kurşun delikli bu kitabın gençler tarafından, adeta kuramsal bir kitap gibi, çok okunduğunu üzülerek gözlediler.

THKO ve THKP-C böylesi bir ortamda “banka soygunları”, “adam kaçırma” vb eylemlere giriştiler. Sinan Cemgil Nurhak Dağında vuruldu. Deniz Gezmiş ve Yusuf Arslan dağa giderken yolda yakalandı.

Türkiye’de fiilen fazla etkili olmasa da, fokoculuk kuramsal-ideolojik planda özellikle gençliğin kafasını çok karıştırdı, halkın örgütlenmesinde dağınıklığa yol açtı. Latin Amerika Sol’una öykünme yaygınlaştı. Mahir Çayan Küba Devrimi’ni yücelten yazılar yazdı (Turhan Feyizoğlu, Mahir, s.233). Feyizoğlu’na göre Mahir Çayan THKP-C’nin kuruluşundan önce “SSCB konusunda hayal kırıklığına uğrayınca gerilla mücadelesinin teorisini ve pratiğini öğrenmek, daha sonra da Che ile birlikte savaşmak üzere Küba’ya gitmeyi” düşünmüştü (Mahir, s.84). Dev-Genç’le birçok genç birbirlerine Latin Amerikalı devrimcilerin adları ile hitap ediyorlardı. Kimi solcu subaylar bile Che’nin afişlerini duvarlara asıyorlardı (Sinan, s.201)

Askeri diktatörlük yılları (1965-80’ler)

1970’li yıllarda Latin Amerika’da askeri diktatörlükler hızla yayıldı. Yaygınlaşan Sol’u bastırmanın ve ekonomik krizi çözmenin yolu, hâkim sınıfların gözünde sendikal hakları kısıtlamak ve demokratik hakları gasp etmekten geçiyordu. Askeri diktatörlük Brezilya’da 20 yıl, Şili’de 17 yıl sürdü. Kimi ülkeler otoriter yönelimler altında farklı dönemler geçirdiler.

Askeri yönetimler kimi ülkelerde (Peru ve Ekvador) reformcu ve ilerici görünümler verdi, ancak çoğunlukla “kızıl tehlike” fobisiyle ve “Hıristiyanlık” değerlerini koruma kaygısıyla otoriter-muhafazakâr politikalar izlediler.

Peru’da “oligarşinin bekçi köpekliği”ni reddeden bir askeri cunta General Velasko Alverado’nun başkanlığında 1968’de iktidara geldi. Darbeci subayların büyük çoğunluğu orta sınıftan geliyordu. Velasko Alarado yönetimi toprak reformu yaptı, geniş bir millileştirme programı uyguladı. Karasularını 200 mile çıkartarak balıkçılık sanayisine sahip çıktı; Bloksuzlara katıldı. Ancak Yönetim kendini yenileyemedi, Velasko Alvorado’dan sonra eriyip gitti.

Ekvador’da da kendine “devrimci, ulusalcı, toplumsal-insancıl” sıfatlarını uygun gören bir darbe, ülkeyi 1961–1976 arasında yönetti. OPEC’e giren Ekvador, petrol kaynaklarını kullanarak toprak reformunu başlattı, altyapıyı ve yerel sanayiyi geliştirdi. Karasularını 200 mile çıkararak Amerikalı balıkçıları uzaklaştırdı. Ancak, Ekvador cuntası da zamanla eriyip gitti.

Faşist darbeler

“Sürekli darbeler ülkesi” Bolivya, 1964 ile 1982 arasında askeri yönetimlerce yönetildi. Asker kökenli 10 devlet başkanı birbirini izledi. General Banzer “düzen, barış ve çalışma” sloganını attı, ülkenin doğusuna beyazlardan kolonlar kurdu ve karşı gelenleri acımasızca bastırdı. Ardından gelen General Garcia Meza pek çok subayın bulaştığı “koka diktatörlüğünü” kurdu, Sol’u amansızca bastırdı.

Brezilya’da askeri yönetim 1964’de iktidara geldi. 1964 ile 1985 arasında beş general devletin başına geçtiler. Askerler “devletin yol göstericiliğinde” Brezilya’yı bir dünya gücü yapmaya çalıştılar. “Brezilya mucizesi” sosyal haklara, demokratik özgürlüklere yer vermeyen bir ekonomik büyüme modeline dayanıyordu. Gerçekten de 1960’lı yıllarda hızla büyüyen ekonomi zaman içinde geriledi. 1973 petrol krizi ekonomiyi vurdu. Ekonomik mucize” yaratan Brezilya 1980’lerde demokrasiye dönmeye çalıştı.

Uruguay’da Tupamaros’lara karşı mücadele devletin giderek askerileşmesine yol açtı. Yönetimin ekonomiyi serbest rekabete açması borçlanmayı artırdı.

Arjantin 1966–1983 yıllarını askeri diktatörlük altında geçirdi. Arjantin ordusu Peron’dan sonra katı bir diktatörlük uyguladı. General Videla “Hıristiyanlık” adına Anayasayı lağvetti, partileri dağıttı. Arjantinli askerler yabancı sermayeli ülkeye çekmek için önlemler aldılar, fakat 1980 krizi ekonomide büyük iflaslara yol açtı. Askeri yönetim Marksist olduğu varsayılan tüm guruplara yönelik büyük bir yok etme kampanyası yürüttü. Özellikle Peroncu Monteneros’lara saldırdı, onbinlerce kişi yok edildi. “Mayıs Anneleri” hareketi bu mücadele içinde doğdu. Büyük bir borçlanmaya ve askeri yenilgiye yol açan Falkland Savaşı, diktatörlüğün sonunu getirdi, 1983’te Radikal Parti iktidara geldi.

Şili’de General Pinoşe’nin iktidarı (1973–1990) kanlı başladı, baskılarla sürdü. 1973’de La Moneda Sarayı’nı basarak Marksist başkan Allende’yi öldürten Amiral Merino iktidara el koydu, son anda darbeye katılan Pinoşe başa geçti. Otoriter bir yönetim altında kanlı baskılar uyguladı, binlerce kişi öldürüldü. 1980’lerin başında kitle gösterileri ile geriletilen askeri rejim, demokrasiye geçişin yollarını aradı.

Pinoşe’nin, yönetimini “Şikago Okulu’ndan çocuklar”a terk ettiği ekonomi zaman içinde büyük bir buhrana sürüklendi. 1989’de Hıristiyan demokrat Alwyn iktidara geldiğinde nüfusun üçte biri aşırı yoksulluğun etkisi altındaydı. Santiago’da kamusal eğitim yok edildiği ve “Belediyeler”e teslim edildiği için çocukların dörtte biri okula gidemiyordu, fuhuş yaygınlaşmıştı.

Orta Amerika’da, Guatemala’da, Salvador’da, Panama’da benzer iktidarlar, benzer sorunlar yarattılar.

Liberal-sosyal demokrat model denemeleri (1980’lerden 2000’lere)

1980’lerde sola karşı büyük bir ideolojik saldırı başlatarak dünya çapında güç toplayan neoliberal siyasetler, Latin Amerika’da da yankılandı. Bu neoliberal yükseliş Latin Amerika’da yıpranan ve kitle mücadeleleri ile geriletilen “askeri diktatörlüklerin tasfiyesi” ve “liberal demokrasiye” geçişle koşut olarak yürütüldü. Askeri yönetimlerin uyguladığı dışa bağımlı aşırı monetarist politikaların yol açtığı büyük yoksullaşma Latin Amerika’da yeni siyasal arayışları gündeme getirmişti. O yıllarda “sol” Hıristiyanların mücadelelerinin yanı sıra Latin Amerika’nın kültürel alış veriş içinde olduğu iki Avrupa ülkesinde (Portekiz, 1974; İspanya, 1975) diktatörlüklerin yıkılması, 1980’den itibaren siyasal şiddette gerileme savaşlarda ve sınır çatışmalarında azalma, terörist saldırıların kesilmesi vb liberal düzene geçişte etkili oldu.

Liberal demokrasinin temelleri

Yukarda belirtildiği gibi, demokrasinin Latin Amerikandaki geçmişi uzun değildir, sistem henüz kök salmamıştır. Neoliberallerin Latin Amerika’daki yandaşları kimi sendikalar ve emek yanlıları değil, sosyal-demokrat kişiler, kurumlar ve varlıklı (işbirlikçi) kesimlerdir. “Temsili demokrasi ” düşüncesi zayıftır, kurumlaşma yetersizdir, yoksulluğun da körüklediği yozlaşma üst düzeydedir. Askeri rejimlerin başarısızlığı ve fokoculuğun iflası, liberal sistemin önüne 1980’lerde bir fırsat çıkarmıştı. Ancak bu sistem büyük ölçüde ithal bir sistemdi. Amerika Birleşik Devletleri tarafından dayatılmıştı. Dahası, 1980’lerin neoliberalizmi eski “siyasal partiler “rejimi’ni bir yana itiyor, teknokratlara dayalı bir “tekno-demokrasi”yi topluma dayatıyordu. Bu ithal sistemin ayakları, halkın depolitizasyonu ve kamu mallarının özelleştirilmesiydi.

Tarihsel bakımdan bir burjuva siyasal hareketi olan, Avrupa dışında gücü bulunmayan liberal-sosyal demokrat hareketler Latin Amerika’da dikkate değer bir toplumsal temelden yoksundu. Sosyal demokrasi sadece Porto Riko ve Venezüela’da belli bir güce sahipti. Ancak IMF politikalarını buraya taşımakta kararlı Washington ABD’den eğilimli bürokratteknisyenleri ve siyasetçileri (Meksika’da de Gortari, Brezilya’da Cardoso, Venezüela’da Carlos Andreas Perez, Arjantin’de Cavallo, Peru’da Toledo, Bolivya’da Sanchez de Losada/Carlos Mesa) Latin Amerika’nın çeşitli ülkelerinde iktidara getirerek, sosyal demokratların da içinde yer aldığı koalisyonların başına geçirerek ya da arasına yerleştirerek ekonominin çarkını neoliberal politikalarla döndürmeye çalıştı. Adı geçen uzmanların her biri, Kemal Derviş gibi, Amerika’nın en iyi okullarından mezun, Dünya Bankası/ IMF çevrelerinden destekli, birkaç yabancı dil bilen, liberal-sosyal demokrat eğilimli kişilerdir.

1980’lerde neoliberal politikalar, her yerde, Latin Amerika’da olduğu gibi Türkiye’de, uygulanan politikaların benzerleriydi. “Yapısal uyum” adı verilen bu spekülatif model, değişimlerin tümüyle serbestleşmesine, özelleştirmelere ve parasal sistemin dolarizasyonuna dayanıyordu.

Gümrüklerin kaldırılması sanayiyi geriletti, ulusal şirketler özelleştirilerek yabancılara peşkeş çekildi.
1990’ların başında Latin Amerika ekonomilerinin anlamlı bir sıçrama yapacağı öne sürülüyordu. Bu hayaller 2000’lerin başında tümüyle yıkıldı. Meksika krize girdi, Brezilya borç batağına battı, Peru içme suyunu kaptırdı, Bolivya, tarımına egemen olmaktan çıktı, gecekondularda yaşayanlar daha da yoksullaştı, sefalet tüm ülkelerde ağırlaştı. 2002’de Arjantin’de sokaklardaki insanların dükkânları yağmalaması bir istisna ya da tesadüf değildir.

Büyük kentlerde adi suçlar (hırsızlık, yankesicilik) ve ağır suçlar (saldırı, tecavüz, cinayetler) sürekli arttı. Buna kimi Batı’lı yazarların “demokratik gelenekleri daha yüksek” kategorisine soktuğu ülkeler (Arjantin, Uruguay) dâhildir. Şiddet dünyanın öteki köşelerine göre çok daha yaygındır ve üst düzeydedir, Meksika’da, Brezilya’da ve özellikle “şiddet beldesi” olarak ün yapan Kolombiya’da… Özel güvenlik güçleri zengin mahallelerini korurken, Meksiko’nun ve Rio’nun gecekondu mahallelerinde ordu giderek gırtlağına kadar yolsuzluğa batan, üstelik etkisiz kalan Polis’in yerini almaya başladı (Vaysiere, 1999, 213).

Ulusal ekonomilerde uyuşturucunun yeri

Bu sosyo-ekonomik tablo uyuşturucuya yer vermeksizin eksik kalır. Her yerde devletlerdeki anormallikler ve serbest değişimdeki serbesti tarafından kolaylaştırılan uyuşturucu ticareti yaygındır. 1970’lerin mariyuhanasının yerini önce kokain, ardından Kolombiya’da, Guatemala’da ve Peru’da yaygınlaşan eroin aldı. 1990’ların başında Kolombiya’da uyuşturucu ticareti toplam 5 milyar dolara ulaşıyor ve GMH’nin % 10’una yaklaşıyordu (Vaysiere, 1999, s. 227).

Kolombiya, Ekvador gibi ülkelerden “norko-demokrasi” olarak söz ediliyordu. Mafya’nın temelini oluşturan uyuşturucu trafiğinde kimi mafya gurupları, örneğin 1993’de öldürülen Eskobar, uyuşturucu gelirlerini okullar, sağlık ocakları, stadlar gibi toplumsal projelerin finansmanında kullanarak, toplumsal saygınlık sağlıyorlardı.

Neoliberal hayallerin yıkılması bugünkü devrimci dalgaya ebelik etti. Latin Amerika, 2000’li yıllara, neoliberal yıkıntıların arasında ayağa kalkan Chavez’le girdi.

Medyatik küresel aldatmacaların sonu

Batılı çevreler yıllar önce katlettikleri Guevara’nm adını kullanarak, devrimci efsanenin içini boşaltarak ideolojik bir yozlaştırma hareketi yürüttüler. “Che” tişörtlerini gençlerin üzerine giydirdiler, o da yetmeyince “Commandante Che Guevara” şarkısını barlara saldılar, CD’lere koydular.

Emperyalizmin kullandığı bir başka unsur Meksika köylülerinin eylemleri oldu. “Zapatista Gerillaları” adını verdikleri yerli halkın yüzü maskeli, ağzı pipolu lideri “SubCommandante Marcos” Che efsanesinin yanına yerleştirildi. “Markos” her gün bir TV kamerasına, bir yabancı gazeteciye demeç veriyor ama gizemli, yasadışı havasını sürdürüyordu. Batı medyasının kullandığı Markos söylemi ne kadar etkili oldu bilinmez, ama sorunlar orada duruyordu. İletişim “kuramcıları Zapatistalar”ın sırtına basarak kendi liberal “çokküllürlü masalları”nı anlatmayı sürdürdüler.

“Sub-Commandante Marcos” efsanesinin sahteliği zaman içinde ortaya çıkınca halk gerçek kahramanları aramaya yöneldi. Gerçek kahramanlar ise halkın içindeydi, sokaktaydı, fabrikadaydı, tarlada ve üniversitedeydi.
Küba’nın ve Venezüela’nın önayak olmasıyla kurulan ve tüm Amerika’ya (Kuzey Amerika dâhil) yayın yapan “Telesur” 2005’de yayına başladı. Latin Amerika Haber Ajansı “Prense Latina” bu alanda ön aldı.

III. BÖLÜM

Devrimci program: Bolivarcılık

Latin Amerika’da devrimci harekelin 2000’lerde yükselişe geçişinde Latin Amerika’nın aslına -kendi tarihi ve özgünlüğüne- dönmesi büyük etken oldu. Bunu başaran lider de Hugo Chavez’dir.

Hugo Chavez geçmişten dersler çıkardı. Muhafazakâr akımlar esas olarak ABD liberalizminin, otoriter düşüncelerin ve Kilise’nin etkisi altında idiler. Sosyal demokratlar dış güçlere bel bağlamışlardı. Çeşitli “sol” (anarşizan) hareketler ise kitleleri özellikle köylülüğü küçümsüyor, onları dışlıyorlardı.

Chavez, Latin Amerika’daki devrimci arayışı tarihsel temelleri üzerine oturttu. Latin Amerika’nın atası, “libertador” (kurtarıcı) Simon Bolivar’ın devrim programını bulup çıkardı ve onu yeniden uygulamaya koydu.

Buna göre devrimin hedefi gelişimin önünü tıkayan ve sömürüyü meşrulaştıran, ABD emperyalizmi ve işbirlikçileri idi. Devrimin sahibi ise işçilerden, köylülerden, aydınlardan, halktan oluşan ulustu.

Chavez’in ilk hedefi, Venezüela’da petrol sanayisini ve yıkıcı rol oynayan “sosyaldemokrat sarı sendika”yı denelim altına almak oldu. Bunları kısa sürede başardıktan sonra, işbirlikçi medyayı bir yasa çıkartarak zap-ü rapt altına aldı. Latin-Amerika çapında yayın yapan “Telesur” TV kanalının kuruluşuna önderlik etti. ABD’nin bölgesel işbirliği örgütü önerisine karşı Latin Amerika’nın kendi malı “Mercosur” projesine destek verdi. Ve son olarak da Latin Amerika çapında bir petrol bölgesi oluşturmaya yöneldi.

Sonuçta, ekonominin kaynaklarını ulusa yönelten, ulusal değerlere sahip çıkan Chavez, bu süreç içinde özellikle yoksulların (Venezüela’da “pabuçsuzlar”, Ekvador’da. Arjantin’de çulsuzlar anlamında “gömleksizler”) büyük desteğini ve dünya halklarının güvenini kazandı. Baş, gövde, kollar bacaklar bir araya gelmiş, devrim ordusu yönünü bulmuştu. Latin Amerika devrime koşmaya başladı.

Chavez ikinci adımda, devrimi kırsal alanlara taşımak için bir yandan toprak reformuna hız verirken, bir yandan da ulusal eğitim ve sağlık sistemini yoksullara ulaşmak için köklü önlemler aldı.

Yoksulluğa karşı mücadele, toplam nüfusun % 20’sinin günde 1 dolarla yaşamak zorunda bırakıldığı, nüfusun yarıya yakınının yoksulluk sınırında yaşadığı Latin Amerika’da büyük önem taşıyor. Brezilya devlet başkanı Lula göreve başladığı gün yaptığı konuşmada, “halkımın üç öğün karnını doyurmayı sağlarsam kendimi başarılı sayarım” derken bunu kastediyordu.

Chavez’in programı Latin Amerika’da Sol’un uyguladığı en köklü ve tutarlı programdır. Öteki Sol hareketler de az çok benzer programlara yöneliyorlar. Bu programların ortak özellikleri, ABD/ IMF karşıtlığı ve halkın gücüne dayanmayı esas alan ulusal yönelişleridir.

Brezilya’da iktidar gelen Lula, Chavez kadar köktenci bir uygulama içine girmemekle birlikle koşul bir program izledi, IMF ile arasına mesafe koydu, toplumsal önlemlere öncelik verdi.

Devrimci programın dış ayağı

Chavez öncelikle Küba ile yakın ilişki içine girdi. Kurulan ilişkiler aslında ilk mesajlardı. İkinci adımlar uzaklara yöneldi. Chavez Saddam Irak’ı, İran ve Libya ile ilişkilerini geliştirerek ABD karşıtı bir uluslararası cephenin kuruluşu için uluslararası dayanışmayı harekete geçirdi. Bu arada Chavez’in ve Lula’nın, sonraları Morales’in ve ötekilerin ilk yöneldikleri ülke Çin Halk Cumhuriyeti oldu. Venezüela Rusya’dan helikopterler ve uçaklar, Çin’den silah almaya başladı. Bolivya’nın çiçeği burnunda lideri Morales iktidara gelir gelmez önce Venezüela’yı ardından Çin’i ziyaret etti. Önde gelen bir ABD kaynağında yayımlanan rapor “Nüfusun % 90’ı ABD’den nefret ediyor” tespitini yaptıktan sonra şunları belirtiyor: “Latin Amerika’da önemli sayıda insan, Çin’i ABD hegemonyasına karşı siyasal ve ekonomik bir alternatif olarak görüyor” ( Peter Hakim, Foreign Affairs, Ocak-Şubat 2006).

Viva Alba

Chavez’in Küba ile işbirliği içinde yürüttüğü Bolivarcı program (kısaca ALBA deniyor, Amerikalılar için “Bolivarcı Seçenek”, anlamına geliyor) Latin Amerika’da hızla yankılandı. Bolivya 2006 başında bu programı uygulayan devrimci çekirdeğin içine girerken, Brezilya’da, Arjantin’de, Uruguay’da, Şili’de, Meksika’da iktidara gelen yönetimler, ABD’nin varlığını tehdit eder hale geldi.

ALBA’nın esasları şunlardır:

– Eşitlik, özgürlük, dayanışma,
– Emperyalizme karşı mücadele, dış müdahaleye hayır!
– Ulusal devletlerin korunması, ulusal kaynaklara sahip çıkması,
– Anayasal-demokratik rejimler,
– Aydınlanma düşüncesine dayanma, halkın eğitimine önem.
– Kiliseye karşı mesafeli tutum.
– Karma ekonomi,
– Komşu Latin Amerika devletleri arasında dostluk ve dayanışma

ALBA, değişik ülkelerde şöyle uygulandı:

– Küba’da sosyalist inşa derinleştirildi.
Venezüela’da;
– Petrol millileştirildi.
– Toprak reformu başlatıldı, yoksul köylülere sahip çıkıldı.
– Okuma-yazma seferberliği başlatıldı (Küba’nın desteğiyle).
– Yoksullara yardım programları devreye sokuldu.
– ABD’nin ideolojik hakimiyetine karşı TV kanalı ‘Tele-Sur” yayına başladı, “Prensa Latina” güçlendirildi.
– Bölgesel Pakt Mercosur’a Haziran 2006’da katıldı.
– Latin Amerika dayanışmasını pekiştirdi,
– Dış politikada özellikle ÇHC ile ve OPEC ile ilişkiler geliştirildi.
Bolivya’da;
– Okuma-yazma seferberliği başlatıldı (Küba ile birlikte).
– Toprak reformuna başlandı.
– Hidrokarbürler millileştirildi.
– Tele-Sur ve Prensa Latina’nın kurucuları arasına katıldı.
– Dış politikada Amerikan-karşıtı kampla özellikle ÇHC ile ilişkileri geliştirdi.

Latin Amerika’da devrim Bolivar’ın ve onu izleyenlerin bıraktığı yerden devam ediyor. Latin Amerika bu süreçte ABD’nin “arka bahçesi” olmaktan çoktan çıktı.

Tarihi yazma fırsatı şimdi Bolivar’ın çocuklarının eline geçti.

Ekler

Pablo Neruda’nın Bolivar Şarkısı

Cennetteki babamız.
Havadaki ve sudaki
Sessiz ve engin topraklarımız
Her şey senin adını taşıyor.
Babanınsın yuvamızdaki
Senin isminle tadi anıyor şeker pancarımız
Seninle parıldıyor Bolivarcı aydınlığımız
Bolivar kuşları uçuşuyor Bolivar volkanlarının üzerinde
Patatesimiz, güherçilemiz, gölgeli ormanlarımız
Derelerimiz, çaylarımız; damarları fosforlu o büyük kayalarımız
Her şey senin sonsuz ömründen akıp gidiyor
Mirasın nehirlerimizde, ovalarımızda, tepelerimizde
Mirasın günlük aşımızda, ekmeğimizde
Mirasın içimizde yaşıyor.
Babamız.

Bu da Venezüela liberali

Çok güçlenen Latin Amerika devrimi, 2006 itibarıyla önüne çıkanı sağa sola savuruyordu. Bu rüzgâr özellikle Chavez’e karşı dünya çapında büyük bir sempati yarattı. Ancak bunun baştan beri böyle olduğu sanılmamalı.

Chavez karşıtı ”Demokratik Koordinasyon” adını taşıyan örgütün içinde sağlı “sol”lu örgütler yeralıyordu. Bunlardan birinin lideri olan Theodoro Petkoff ile Le Monde’un 4 Şubat 2003 tarihinde yayımlanan röportaj, bu açıdan anlamlıdır. (Petkolff eski bir ”gerilla”, sonradan sosyal demokrat olmuş; eski planlama bakanı, günümüzde Talcual adlı gazetenin sahibi):

– Bu nasıl bir devrim? (Chavez’i soruyor)

– Devrim diye birşey yok ortada… Bu ülkede dört yıldan beri (Chavez’in iktidara gelişi kastediliyor) görece dikkat çekici bir reform bile yapılmadı. Ne ekonominin yapısında ne de kurumlarda bir değişiklik oldu. Laf ön plana çıktı. Öte yandan Muhalefet güçlendi, küçük gurup hareketleri büyük bir kitle harekeline dönüştü. Ancak bu kitle hareketinin de zayıf, güçsüz olduğunu kabul etmek gerek. Chavez devrimin olmadığı bir yerde karşı-devrim yaratmayı başardı.

– Bu bir diktatörlük rejimi mi?

– Bu bir diktatörlük rejimi değil, ifade özgürlüğü nerdeyse sınırsız. Chavez baskıcı değil, ama otoriter eğilimler mevcut. Bunlar da esas olarak asker çevrelerden geliyor.

– Chavez in belirgin başarısızlığı ne?

– Etkisizliği… Dahası, kamusal ahlakı düzeltmek için mücadele sözü verdi, ama bunu tutmadı. Aradan dört yıl geçti, ama yozlaşma, ahlaki çürüme sürüyor.

– Kısa vadede siyasal krizden çıkış yolu ne?

– Bir yol ayrımındayız, bir anlaşma zemini bulmak imkânsız değil. Uzlaşma çuvallarsa, şiddet kentlerde, kırlarda inanılmaz boyutlara ulaşır. Ateşli silahların yaygınlığı çok fazla bu ülkede.

Kaynakça

– Hugo Chavez, “Bu dünyada Güney de Var”, G–15 Zirvesi Açış konuşması, 1 Mart 2004.
– George Couffignal (yön.), Amerique Latine, Editions La Decouverte & Syros, Paris, 1997.
– Alain Rouquie, Latin Amerika’da Askeri Devlet, Alan Yay., İstanbul 1986.
– Turan Feyizoğlu, Mahir, Gökkuşağı Yayınları, İstanbul 1996.
– Turan Feyizoğlu, Sinan, Ozan Yayıncılık, İstanbul 2000. – Pierre Vayssierre, L’amerique Latine de 1890 a nos jours, Hachette, 1999.

* Latifundia: Toprağının üzerinde yaşamayan, rantçı toprak sahipliği sistemi