Savaş Emek‘le bu söyleşiyi 2005’de, Üç Ekoloji’nin 5. sayısı için Karaburun’daki evinde yapmıştık. Savaş’la bu söyleşiyi yapmak önemliydi, çünkü o, Türkiye’deki yeşil hareketi yaratan en önemli birkaç isimden biriydi. Sadece 1991 Aliağa zaferindeki katkısı bile tek başına bunu anlamaya yeterdi. Doksanlı yıllarda, Akkuyu’daki nükleer santrala karşı hareketin tartışmasız öncüsüydü. Yeşil düşüncenin ve yeşil hareketin öncü dergisi Ağaçkakan’ı o yaratmıştı. Savaş Emek’le söyleşmek yeşil hareketin ve nükleer karşıtı mücadelenin tarihini ve fikir dünyasını anlamak için vazgeçilmezdi.
Üç Ekoloji’nin 5. sayısında yayınlanan bu söyleşiyi, Savaş Emek’i kaybetmemizin ardından anısı ve mücadelesi önünde saygıyla eğilerek, Yeşil Gazete‘de tekrar yayınlıyoruz.
Ümit Şahin
—
Savaş Emek ile Söyleşi:
Yeşil Hareket, Emperyalizm ve Ekoloji
Söyleşi: Ayşem Mert, Ümit Şahin
Türkiye’de yeşil hareketin 20 yıllık tarihindeki en önemli isimlerden ve kapatılan Yeşiller Partisi’nin öncülerinden olan; bir dönem Yeşiller Partisi İzmir il başkanlığı yapan; SOS Akdeniz’in kurucularından ve yıllarca nükleer karşıtı hareket içinde mücadele veren Savaş Emek, Üç Ekoloji’nin bu sayısındaki söyleşi konuğumuz. Türkiye’nin en uzun ömürlü bağımsız ekoloji ve politika dergisi olan Ağaçkakan’ın da yayın yönetmeni olan Savaş Emek’le İzmir Karaburun’da, kedisi Jorjet ve köpeği Kıtmir ile birlikte yaşadığı evinde bir söyleşi yaptık. Bu uzun, ama keyifli söyleşide Savaş Emek’in kişisel tarihiyle Türkiye yeşil hareketinin bir döneminin tarihini paralel olarak dinleme ve Savaş Emek’in bugün üzerinde önemle durduğu konulardaki görüşleriyle, emperyalizm, ulusalcılık, ekoloji ve yeşil hareketin geleceği konularını tartışma fırsatını bulduk.
Ayşem Mert: Kimdir Savaş Emek? Nasıl tanışmıştır ekoloji düşüncesiyle?
Savaş Emek: Savaş Emek İzmirli, 1948 doğumlu, orman fakültesi mezunu, yaşamının çoğunu İzmir’de geçirmiş, 68 kuşağından, 71’de aranmış, hapis yatmış birisi. Ekoloji ile ilk tanışıklığım, orman fakültesinde gördüğümüz orman ekolojisi dersiyle başlar. O derste anlatılanları, o yıllarda okumuş olduğum Engels’in “Diyalektik Üzerine” adlı kitabında anlatılanlarla çok benzer bulmuştum. Orman ekosistemleri, canlı ve cansız ortamın birbirine bağlılığı, bana hep Engels’in yazdıklarını çağrıştırmıştı, dolayısıyla çok hoşuma gitmişti. Mezun olduktan sonra yaptığım iş ise tam tersine, “orman zararlılarıyla mücadele” idi. Bu işte çalışmak zorundaydım çünkü “sabıkalı” olduğum için bakanlıkta başka bir yer beni kabul etmiyordu, Orman Bölge Şefi falan yapmazlardı yani beni. O işte çalışmaya başladım ve yine ekolojiyle ilgilenmek durumundaydım. Şöyle bir şey oluyordu mesela, belli “zararlılar” var ormanda, yani tabii zararlı lafı tırnak içinde, diyelim ki yaprak arısı ya da çamkese böceği var, fakat bunların düşmanları da var doğada. Biliyorsunuz hep örneklenir, “dinamik popülasyon” konusu, yani belli bir ekosistemde bir populasyon çoğalırsa zararlısı çoğalır, zararlısı çoğalınca o azalır tekrar öbürü çoğalır gibi. Bunu ormanda da izleyebilirsin, ormanlara yapılmış bunca kimyasal müdahaleden sonra, izleme şansınız var en azından. Unutmuyorum, 1979 yılında belli bölgelerde ilaçlamaya karşı raporlar yazdım, ilaçlama yapılmadı o bölgelerde.
Yine o yıllar, ben bunları savunuyorum, bir gün hiç unutmuyorum, bir arkadaş geldi eve, evde de böcekler, hamamböcekleri var, “niye bu böcekleri öldürmüyorsun” dedi. Dedim niye öldüreyim, o böcekleri yiyen bir sürü zararlıları var. “Oğlum”, dedi, “bir gün geleceğiz evin baş köşesinde koca bir yaratık, o onu yemiş öbürü öbürünü yemiş, derken, bu hepsini yemiş”… (gülüşmeler). Bu anlattığım yıllar daha 70’li yıllar, ekolojiyle ilgimi söylemek istiyorum. Sonra 1980, 12 Eylül. Türkiye’ de her şeyin yasaklanması, 1402 sayılı yasayla görevden alınmam, mobilyacılık yapmak zorunda bırakılmam, o işten de hiç anlamam ama yapacak başka bir işim de yoktu. O yıllar içinde “parti” kavramını sorgulamalarımız, o güne kadar yaptığımız işlerin sorgulamaları, ondan sonra da 1986 gibi “Yeşil Parti kuralım mı” muhabbetleri başladı.
Ümit Şahin: Nereden geldiniz o noktaya?
S. Emek: Sözünü ettiğim sorgulamalardan geldik. 1980’den sonra, o karanlık günlerde, bizler ısrarlı bir şekilde her Perşembe akşamı toplanıyorduk. Bu toplantılarda giderek 80 öncesi kavga ettiğimiz insanlarla, yani sol içindeki zıt kutuplarda yer alan insanlarla sohbetler de başladı, onlarla birlikte oturup aynı sofrayı paylaşmayı öğrendik. 1980’in bütün o kötülüklerinin yanında böyle bir iyiliği vardır; başka bir iklim, bir konuşabilme ortamı yarattı aramızda. Bir sürü TKP’li dostum oldu mesela. 80 öncesi, bir TKP’liyle bir TİKP’linin değil oturup rakı içmesi, yolda birbirlerini gördüklerinde selamlaşmaları dahi mümkün değildi. Giderek bu iklimden kaynaklanan bir arayış başladı bizde. Artık o eski parti yapılarından kurtulup yeni bir şey yaratmak gibi…
Ü. Şahin: Peki yeşil politikayı düşünmenizi ilk tetikleyen şey, ekolojiye ilginiz dışında, ne oldu 86’da?
S. Emek: Bazılarımızın ekolojiyle hiç ilgisi yoktu, hatta kaplumbağalara kurbağa diyenler bile vardı aramızda, 86’larda.. Yani bu ekoloji ilgisinden kaynaklanan bir şey değildi. Mesele politik bir çıkış noktası yakalamaktı.
Ü. Şahin: O halde neden başka bir şey değil de Yeşiller?
S. Emek: Avrupa’da Yeşillerin estirdikleri rüzgar o zaman bize çok yakın geldi. Söylemleri bize çok yakın geldi: hem radikal, hem karşı çıkıyor, hem sisteme muhalefet ediyor, ama muhalefeti başka türlü yapıyor, başka araçlarla.. öyle bir yanı var.
Ü. Şahin: Yani sadece ekoloji değildi orada Yeşillere yönelmenizin nedeni…
S. Emek: Tabii ki. Hepsi var içinde. Yeşilleri kurma fikri ilk ortaya çıktıktan sonra bazı arkadaşlarımız bunu ciddiye aldı ve hayata geçirdi. İlk toplantılar otel salonlarında yapıldı İzmir’de. İlk başlarda toplantılara gelen insanlar politik geçmişi olan insanlar değildi. Toplantılarda eski gelenekten gelen, bizden başka kimse yoktu kısacası. Biz toplantılarda hep eğreti oturuyorduk. Düşünebiliyor musunuz, Yeşillerin tarifi “ne sağdayız, ne solda” diye yapılıyor. Sene 86-87. Tabi ilk ivme veren Dalyan’da kaplumbağalar için yapılan açlık grevidir. Sonra Güvenpark geldi. Yani Türkiye’deki hareketin başlangıcını şöyle düşünebiliriz: Birincisi Gökova’da köylülerin direnişi, ki o direniş daha sonraki yıllarda basını yanımıza çekmekte büyük etken olmuştur. Biliyorsunuz başaramadılar köylüler. Ama o dönem Gökova çok tartışıldı. Özal zamanıydı ve Özal basına rağmen Gökova Termik Santrali’ni yaptı. Gazeteler, hangisi olursa olsun, bütün köşe yazarları karşıydı neredeyse. Köylü istemiyordu, aklı başında hiç kimse istemiyordu bu cennet köşeye bu yapılır mı diye. Basının yeşil hareketin ilk döneminde bizlere sempati göstermesinin sebebi Özal’ın Gökova’da onlara ve halka rağmen atmış olduğu adımdır.
Ankara’daki Çevre Duyarlılığı grubunun ortaya çıkışı Güvenpark eylemi iledir. Onlar başka bir damardan gelirler, bambaşka bir damar ve bambaşka bir biçim. Bugünkü Yeşillere çok benziyorlar. Yani sizin savunduğunuz şeyleri ilk söyleyen onlardır. Bizler o sıralar İzmir’de, artık otellerden taştık, Kültürpark’ta yer kiralıyor ve halka açık toplantılar yapıyoruz. Muhtarlar falan geliyor, herkes ilgili ve bu anlattığım yıllar daha 1986-87, yani daha parti yok ortada. Ama dediğim gibi o hareketin içinde benim geçmişteki ekolojiye ilgim dışında ekolojiyle ilgilenen kimse yoktu, diyebilirim. Bu hareketin ekseninin ekoloji olacağı konusunda da kimsenin bir fikri yoktu. Dalyan’daki kaplumbağalarla ilgili açlık grevi, İzmirli Yeşiller’in gidip onları ziyaret etmesi ve o açlık grevi yapan arkadaşların dönüşte İzmir’e uğraması bunu ciddi şekilde değiştirdi.
Ü. Şahin: Onlar kimdi?
S. Emek: Mesela bir tanesi Kağan Güner. Ben Kağan’la orada tanıştım. O zaman Gökyüzü adlı bir dergileri çıktı. İlk ekososyalist dergi odur. Bir düşünce olarak ekolojiyi biz ilk defa onlardan duyduk. Onlar da karışık bir gruptu, anarşistler de vardı içlerinde. Ama önemli bir hareketti kaplumbağa direnişini ve Dalyan’da açlık grevini yapanlar. İzmir Yeşilleri oraya gidip de bir destek eylemi yapınca, yeşiller adı ilk kez geniş bir şekilde duyuldu. Yani Türkiye’de de Yeşiller.. Nokta dergisi Melih Ergen’le röportaj yaptı bu eylemden sonra.
Yine 86-88 arasında parti kuruluşu için çalışılırken, Dalyan’dan sonra Tuzla Kuş Cenneti, (Çamaltı Tuzlası) kampanyası var. Bu kampanya da çok önemli, çünkü bu kampanyada da sergiler açılıyor, gitarlar çalınıyor, imza toplanıyor sokaklarda, meydanlarda. Ve bu sırada kendilerine “Radikal Yeşiller” diyen bir grup var. Hatırlayacaksınız, İbrahim Eren adını… işte onlar. İzmir’de de, 8–9 kişilik “komün hayatı” yaşayan, Radikal Yeşiller’e yakın duran bir grup var. O grupla ortak Çamaltı Tuzlası kampanyası yapılıyor. Daha parti yok ortada. İbrahimler İzmir’e geliyorlar ve birlikte otobüs tutulup geziler yapılıyor yöreye.. İbrahim Eren, “yeşil harekete tepeden müdahale ediyorsunuz, yeşil hareket tabanda oluşacaktı, ama siz her yerde kaplumbağa olayında da, burada da her yerde gelip politik olarak ağırlığınızı koyup bu işe sahip çıkıyorsunuz” noktasında eleştiriyor İzmir Yeşillerini. Daha o zamanki gazetelerde dergilerde de vardır bu mesele ve gerek parti kurulma süreci içinde ve gerekse parti kurulduktan sonra da devam etti bu eleştiriler. Bu belki bugünkü tartışmalara ışık tutacak bir şeydir. Yani ben de listelerden izliyorum sizi, zaman zaman tartışılıyor, bu parti nasıl kurulacak, otonomların birleşmesi şeklinde mi olacak, yoksa birileri “hadi parti kuruyoruz” deyince mi olacak diye. Bu tartışma sorun olarak bizim önümüzde de durdu. İki tarzın ilginç bir kapışmasıydı bu. Aslında Ankara grubuyla yaşanan sorun da buydu. Bizim tarzımız belli, geçmişten gelen. Celal (Ertuğ) hoca da ne derse desin aslında bu tarzdan geliyor. Aynı gelenekten geliyor yani parti kurma konusunda. Parti kurma ve partiye bakış konusundaki gelenekten bahsediyorum. Dolayısıyla parti tepeden kuruldu. Parti o grupların hepsini kapsamadı.
İbrahim Erenlerin bir gazetesi de vardı “Yeşil Barış”, o gazetede bu konuda bindirmeler yaptı, yazılar yazdı… Sonra da “bunlar Maoculardır, Maocular ikinci el parti kuruyorlar” noktasına vardı. Tabi bu tez yalnızca onlardan kaynaklanmadı, bizim geçmişimiz Aydınlık hareketi olduğundan o dönem bizim için “bunlara Doğu Perinçek talimat verdi, bir tane yedek parti kurdurdu” diyenler de vardı. Böyle bir propaganda yapıldı bir dönem.
Neyse, 1988’de parti kurulduğunda ben parti kuruluşuna katılmadım. Eylül, Ekim ayı gibi İzmir il teşkilatının oluşturulması gündemde..Bir yönetim atanacaktı ve Melih geldi Senih Özay’a ve bana: “Biz partiyi kurduk, bir de kadro oluşturduk, ama bu kadronun içinde politik insanlar yok. Yani, halktan insanlarla kurulmuş bir kadro. Bu partiye katılır mısınız, size ihtiyacımız var” dedi ve biz de katıldık. Ben gene de bir süre uzak durdum, yani çok sıcak durmadım, alışmaya çalışıyordum. Çok da hoş bir eylem olmasına rağmen, Melih’in kitabına[1] kapak olan Selçuk eyleminde ben yoktum örneğin. Selçuk-Pamucak yolundaki agaçların kesilmesine karşı eylem.. Neyse, atamayla gelen yönetimdeyiz bizler de… İl başkanlığına atanan bayan istifa etti bir süre sonra ve beni il başkanı yaptılar. O zaman biliyorsunuz daha kongre yok. Parti binası tutuldu, değişik bir parti tabii ki, klasik partiler gibi değil. Yönetim kurulu toplantıları herkese açık. Duvarlar kağıt kaplı ve her isteyen istediği şeyi yazıp, istediğini asabiliyor. Her Cumartesi söyleşiler, akşamına yemek, eğlence.. Bu arada hemen not düşeyim -Siyasi Partiler Yasası’nda, partilerde içki içilemez diye bir hüküm yok, yasayı yapanların akıllarına bile gelmemiş çünkü- biz de bundan yararlanıyoruz. Akşamları sohbet etmek, bir iki kadeh içki içmek, onun yanında evde yapılmış, arkadaşlarımızın yaptığı, mezelerden atıştırmak isteyen insanlar da gelmeye başladılar. Giderek çevremiz genişlemeye, yeni yeni insanlarla tanışmaya başladık. İlk küçük eylemler, İnciraltı’nda çöp toplama kampanyası, falanca yerdeki park, yeşil alan savunması… Bunlar ilk eylemler.. O sırada Nif Çayı konusu gündeme geldi.
Ü. Şahin: İlk başkan Celal hocaydı değil mi? Yani Yeşillerin tarihine daha çok girmeyelim diyeceğim ama, yine de merak ettim, sen burada il başkanı olarak aktif çalışırken ilk dönemde İstanbul’daki Celal hoca’yla nasıldı ilişkiler? Yani otonom mu davranıyordunuz?
S. Emek: Oraya geleceğim. Başlangıçta Celal hocayla İzmir grubu arasında bir tartışma yaşandı. O tartışma daha çok mali kurullarla ilgili bir şeydi. Ben anlamadım, daha bu işlere pek sıcak değildim. Daha ne yapabileceğimi de pek kestiremediğim bir yerdi. Ben il başkanı oldum Celal hocanın imzasıyla. Nif Çayı meselesi başladı. Bizim küçük park eylemleri dışında ilk kampanyamız Nif Çayıdır. Oraya neredeyse her hafta gittik. Kemalpaşa’da köylülerle toplantı yaptık. Celal hoca da geldi oraya. Benim Celal hocayla aram, ilk kongrede karşısına çıkmış olmama rağmen hep iyi gitmiştir. Bu arada bir fırsat doğdu, Nif Çayından sonra 89 sonbaharında o zamanın Enerji Bakanı Aliağa’ya termik santral kurulacak dedi. Eylül ayında küçük bir haber olarak Hürriyet Ege’de ve Cumhuriyet’te çıkmıştı. Bu haber üzerine biz Gencelli’yi ziyaret ettik. Orada bir otonom hareket varmış meğerse. Genellikle yazlıkçılardan, emeklilerden oluşan bir grup. Gencelli dedikleri yer santralın kurulacağı yerin hemen yanı. Onlar bir şeyler yapmışlar o güne kadar, hatta liman kurma projesi vardı, liman kurulmasın diye çalışmışlar. Onlarla bağ kurduk. Hesap kitap yaptık, yani tartıştık ve şu çıktı ortaya ki, biz bu konuda çok avantajlıyız. Ve benim il başkanı olarak ilk beyanatım “yapamazsınız” dır. Bu kadar kendinden emin. Bir de şartlar çok elverişliydi, Gökova’daki gibi değildi. Nitekim ondan sonra eylemler başladı. Yaklaşık otuz kişilik bir çalışma grubu kuruldu parti içinde ve yine Celal Ertuğ’un büyük katkısı vardır. Örneğin bir Aliağa dönüşünde geldik İzmir’e, parti binasına gitmek için sokaklardan geçiyoruz. Sonradan Yeşil Ev dediğimiz yer, tek katlı eski bir Rum evi. Ev sahibi de Almanya’da yaşıyormuş,Yeşillere de sempatisi varmış, geçerken tesadüfen gördük, konuştuk. Kiralamak istedik, kabul etti. Celal hoca’dan istedik hemen bize para gönderdi, yeşil evi kurduk. Bu da o dönem imkanlarımızı arttırdı tabii ki. Parti içinde otuz tane aktif insan. Artı TKP’den kopmuş –TKP dağılmış- oradan gelmiş, bu konuda çalışmak isteyen, çaba göstermek isteyen bir grup vardı, onlarla buluştuk. O eylemler sırasında tanıştık ve ortak eylemliliklere başladık. Ve biliyorsunuz Aliağa yeşil hareketin Türkiye çapında duyulması anlamında bayağı ses getirdi. Günlerce manşetlerden düşmedi. Cumhuriyet’in arka sayfası haftanın iki üç günü Aliağa’ydı,Yeşillerdi. Yeşil hareketi duyurduk. Her hafta eylem yapıyorduk. O dönemin Aliağa Belediye Başkanı, dostumuz, Hakkı Ülkü, şimdi milletvekili, yakınıyordu, “yahu yeter artık, sizin eylemleriniz yüzünden kendi belediye işlerimizi bile yapamaz olduk” diyordu. Eylemlerimizi takip etmek zorunda, çünkü sonuçta onların bölgesinde politika yapıyorsunuz. Bu arada unutmamak gerekir: “Adam yarın bu bölgeden milletvekili adayı mı olacak acaba”, “Belediye başkan adayı mı olacak acaba” diye bir kuşku da duyulmuyor değil. Oysa ki Yeşillerin o dönemde böyle bir tarzları yoktu bliyorsunuz, şimdi de yok ya… Kimse böyle işlere oynamadı. Bu hareketin en sonunda elele eylemi yapıldı, İzmir’den Aliağa’ya binlerce insan katıldı. Türkiye tarihinin belki de en kitlesel eylemlerinden bir tanesidir bu. Avrupa’dan gelenler de vardı. Karitas Hensel gibi, Alman Yeşiller Partisi’nin Türkiye masası sorumlusu da vardı. Sanatçılar katıldı, Cem Karaca, Nejat Yavaşoğulları, vb. Biliyorsunuz, bir yeşilçam filmi bile çekildi o dönem. Ama dediğim gibi adım adım yapıldı bu eylemler, planlayarak. Hepsi bir anda yapılmadı. Bu, eski sosyalist gelenekten gelmenin, planlı programlı çalışmayı bilmenin, adım adım yükseltmeyi bilmenin bir avantajı benim için. Bu avantajı kullandım, çünkü bizim gençliğimiz eylemlilik içinde geçti. İstanbul’da öğrenciyken, nerede bir fabrika işgali var, nerede bir gecekondu yıkımı var, nerede bir köylü toprak işgali var, hep oralarda geçti, oralarda büyüdük. Aliağa, Türkiye’de Yeşillerin tanınmasında önemlidir, hatta ilginçtir bazıları, o dönem bizi SHP’ye karşı ciddi ciddi rakip olarak gördüler. Aliağa eylemlerine SHP’li belediyeler de katıldı başından beri. İzmir Büyükşehir Belediyesi de katıldı. O zaman büyükşehir belediye başkanı Yüksel Çakmur… Çakmur diyor ki “eylem Karşıyaka’dan başlayacak”. Biz eylemi Cumhuriyet Meydanı’ndan, heykelden başlatıp devam ettirmek istiyoruz. Neyse Cumhuriyet Meydanı’ndan başlattık eylemi, onlar Karşıyaka’dan başlatmaya çalıştılar bizi engellemek için. Basın iki yönlü izlemek zorundaydı eylemi, TMMOB Koordinasyon Kurulu eyleme Karşıyaka’dan başlama kararı aldı, SHP’lilerle elele… Biz Heykel’de toplandık. Masalarımızı kurduk, gelenleri karşılayıp, zinciri tarif ediyoruz. Zabıta geldi engel oldu bize. Önlük dağıtamazsınız dediler, heykelin önünü tamamen belediye otobüsleriyle kapattılar biz görünmeyelim diye, ama her yerden insanlar gelmiş. Örneğin Adana’dan Hilmi Çamurdan gelmiş, ben Hilmi’yi ilk defa o zaman gördüm, İstanbul’dan, Ankara’dan, Bodrum’dan. Denizli’den her yerden insanlar gelmişti. TBKP diye bir parti vardı ya o zaman, onlar da Heykel’e geldi bize katıldı, şimdiki İşçi Partisi o zaman Sosyalist Parti’ydi, onlar da bize katıldı. SHP’liler ve TMMOB, odalar Karşıyaka’dan topluyorlar. Basın bizi izliyor ama zincir kurabileceğimize de pek ihtimal vermiyor. Biz zinciri kurmaya başladık. Zincir kuruldu gidiyor. Limana kadar gitti.
Celal Ertuğ da geldi eyleme. Celal hoca eylemden hiç kaçmaz. Gençler kadar eylem yapar yeter ki gel de, atlar gelir. Öyle bir insandı. Bu arada Celal hoca ile Yüksel Çakmur bakanlık arkadaşı. Yüksel Çakmur, Celal hocayı gördü. Celal hoca benden izin istedi. Bu kadar da politik terbiyesi olan bir insandır. Ben il başkanıyım, o genel başkan. “Savaş, izin verirsen Çakmur’la konuşabilir miyim, bu tatsızlığı sona erdireyim mi?” dedi. “Hocam tabii ki izin senin” dedim. Gitti Çamkur’la konuştu, zabıtanın engellemesi kalktı ve eylem oradan başlamış ve bizim dediğimiz olmuş oldu.
Bu eylem bizi bir yerlere götürdü. Bu arada deminki soruyla bağlantılı olarak, başlıklı kağıt, zarf filan bastırıyoruz, bizim ismimiz matbaada “yanlışlıkla” İzmir Yeşiller Partisi olarak yazılmış ve biz bunu benimsedik. “Biz, İzmir Yeşiller Partisi’yiz” dedik. Otonomlar diyorsun ya… Biz de parti içinde başka bir otonom olduk. İşin ilginci, Aliağa olayları sırasında bütün dünyadan büyük bir ilgi vardı. Adımız İzmir Yeşiller Partisi olarak duyulduğu için Mart 1990’da Atina’da Balkan Yeşilleri, arkasından Akdeniz Yeşilleri toplantısı yapılacak. Türkiye’deki Yeşiller Partisi’ne iki tane çağrı gidiyor. Biri İzmir Yeşiller Partisi’ne, diğeri Türkiye Yeşilleri Partisi’ne. O toplantılara katıldık. Gittik orada anlattık aslında aynı parti olduğumuzu. Çünkü onlar şöyle düşünüyorlar: İspanya’da iki yeşil parti vardı ya…
Ü. Şahin: Hala da öyle…
S. Emek: Yani bir yerde bir azınlık varsa onların bir partisi var. Büyük bir ihtimalle dediler ki: İzmir’de Yeşiller var, bir de İstanbul’da. Ayrı iki davetiye gönderdiler. Demin sorduğun sorunun cevabı bu. Bir yanlışlıktan başladı ve uzun süre ayrı bir damar olarak İzmir Yeşiller Partisi gitti.
Ü. Şahin: Sen ne kadar il başkanlığı yaptın ?
S. Emek: 88 sonundan 90’da Aliağa’dan sonraki kongreye kadar.
Ü. Şahin: Büyük parti kongresi mi?
S. Emek: Hayır, il kongresi. İl Kongresi yapılıyor, biliyorsunuz partide bir rotasyon ilkesi var ve kongrede adaylığımı koymadım. Üç aday çıktı ortaya: Ayşe Tosuner, Erdoğan Acarlar, bir de Sinan Alasya. Ayşe Başkan oldu. Sonra Haziran’da Genel Kongre ve benim genel başkan adayı olma öyküm. Kongreye biz İzmir kanadı olarak çoklu genel başkan önerisi ile geldik. Bu partide en az 4-6 tane genel başkan olsun, tek genel başkan olmasın önerisiyle. İstanbul grubuyla anlaşılamadı. Onlar çoklu genel başkan önerisini erken buldular. Kongrede çoklu genel başkanlık önerisi reddedildi. Seçimlere geçildi, adaylar belirlenecek. Adaylardan bir tanesi Celal Ertuğ. “Rotasyon kuralı uygulanmaz, çünkü ben kurucu genel başkanım, rotasyon ilkesi bu seçimden sonra işlemeye başlayacak” dedi. Şunu hesapladım: İnsanların bana Aliağa’dan kaynaklanan bir sempatileri var, aday olup seçilirsem, yeni bir genel kurula gideriz Ekim ayında diye düşündüm. Çoklu genel başkanlık sistemine o zaman geçeriz diye düşündüm. Seçimler sonucunda Celal hoca, az bir farkla yeniden genel başkan oldu.
Bu arada Mart ayında Atina’da yapılan toplantıda Akdeniz Yeşilleri arasında SOS Akdeniz düzleminde bir iletişim ağı kurulmasına karar verilmişti. Atina’dan döndükten sonra 1990’da parti içinde bir çalışma başlattık. Bu çalışma sadece parti içindekileri değil, parti dışındaki insanları da kapsayacak ve bir çalışma ağı oluşturulacaktı. Mart 1990’da SOS Akdeniz Çalışma Grubu kuruldu. Bu çalışma grubu ilk olarak tepeli pelikanlarla ilgili Didim-İmece grubuyla (Nilgün ve Özcan Yurdalan’ın grubu) ortak bir kampanya başlattı. Sonra, SOS Akdeniz olarak “Biz Kimiz?” diye bir bülten çıkarttık. Daha parti içindeyiz, bir odadayız, şunu anlatıyorduk: Bu sadece partilere değil, bütün gruplara açık bir şeydir. SOS Akdeniz çalışma grubu taslak programı vardı, “nelerle uğraşacağız” diye. İkinci etkinliğimiz Akdeniz Fokları kampanyasıdır. Akdeniz fokları kampanya olarak çok ses getirdi, yani basında köşe yazıları yazıldı. Yazgülü Aldoğan’dan, Derya Sazak’dan, Hasan Pulur’a kadar… Arkasından Gökova’da çadırlı kamp yapıldı 1990’da. Aliağa bittikten sonra Gökova’ya gidildi. Sonrasında 1 Eylül’de Sakız’dan Çeşme’ye kadar barış zinciri kurulmasına çalışıldı. 1 Ekim 1990’da büro tutuldu ve SOS Akdeniz partiye bağlı bağımsız bir büro olarak çalışmaya başladı.Ondan sonra parti içindeki anlaşmazlıklar, genel başkanlık kapışmaları bizim tamamen kopmamıza yol açtı.
Ü. Şahin: Kaç yılında tamamen koptunuz?
S. Emek: 91 olması lazım. 91’de turizm toplantısı yaptık, herhalde o sıralar. Partiden ayrılınca, yani “şemsiye” kalkınca üzerimizden, büroyu bir işyeri olarak gösterdik, maliyeye kayıt filan..
Ü. Şahin: Siz il başkanlığından ayrıştınız?
S. Emek: Ayrıştık. Ayrı binadaydık. Ancak 1992 yılının başında, Pamukkale kampanyası sırasında parti de bizim büroya taşındı. Aynı binayı kullanmaya başladık yine. Ben o sırada Danıştay kararıyla memuriyete dönmek üzereydim. Pamukkale kampanyası büyük bir kampanyaydı. Pamukkale’de Uğur Dündar’ın meşhur Arena programı vardı ya, onun çekimlerine katıldım, ertesi gün de “birliğe teslim olmak için” Kastamonu’da memuriyete gittim. Son dönemde İzmir’de il başkanlığı ile SOS Akdeniz birlikteydi. Ben partiden ayrıldım ama aynı yerde çalışıyorduk. Ayşe Tosuner orada il başkanlığını yürütüyordu. Aynı zamanda orası S.O.S. Akdeniz’in bürosuydu.
Ü. Şahin: Peki partinin kapandığı ya da kapanmaya terk edildiği dönemde sen parti içinde aktif değil miydin?
S. Emek: Değildim. Kongrelere gitmemeye başlamıştım. Son kongreye gitmedim. Aydın’ın genel başkan olduğu kongredir en son gittiğim kongre. Zaten 94’te parti kapandı. Şubat’ta Parti kapandıktan sonra biz derneğimizi kurduk. Mart 94’te.
Ü. Şahin: Bu noktadan sonra nükleer karşıtı hareketin tarihine geçiyoruz herhalde…
S. Emek: 90 büro kuruluşu, 1 Eylül 92’de Ağaçkakan’ın yayınlanmaya başlaması. Politikamız şuydu: Parti içinden, parti dışından farklı, her yerden insanlarla ortak bir dergi. Herkesin bir editörlüğü vardı. Arif Künar enerji sayfaları editörü, Akın Atauz kent sayfaları editörü, Şenel Ergin kadın, Timur Danış karga… Partinin yapamadığını Ağaçkakan yapmaya başladı. Yani parti kurulurken otonomlar olsun dediğimiz şey var ya… Bu tartışmalardan sonuç olarak Ağaçkakan, yani biz ders aldık. O dersin sonucunda parti dışında ama yeşil hareketle ilgili insanları Ağaçkakan’da bir araya topladık. Nasıl becerdik? Konuşarak, tartışarak. İlk sayılar 2000 sattı. İlk sayımızın kapağı nükleer santraldi, çünkü o sırada nükleer santral kurulması gündeme gelmişti. Ağustos ayında Türkiye ile Arjantin arasında bir nükleer enerji protokolü imzalandı. Bu protokolden sonra biz bu sayıyı yaptık. Kasım-Aralık gibi de, o zaman dönemin Enerji Bakanı Ersin Faralyalı “Türkiye’de nükleer enerji santrali kurulacaktır” dedi. Biz de onun üzerine Ocak’tan itibaren Türkiye çapında bir antinükleer kampanya örgütlemeye başladık. Bütün herkese mektup yazdık. Bir milyon imza ve kongre hedefi vardı, yani iki hedefli bir kampanyaydı bu, ama yanılmıyorsam 400 bin civarı toplandı. Bütün dernekleri, oluşumları çağırdık katılsınlar diye ve bunlarla ortak 93 kongresini yaptık.
Ü. Şahin: Bu kongre fikri senden mi çıktı?
S. Emek: Bizlerden çıktı sonuç olarak.
Ü. Şahin: İzmir’den?
S. Emek: Yani Ağaçkakan çevresinden çıktı. Arif’ten, Timur’dan, Nesrin’den, Aytek’den, benden… Arif’siz kongre yapamazsın. Enerji konuşacaksan Arif bu işin temel direğidir. Bu tek başına bana mal edilecek bir şey değildir, yani böyle bir kampanyanın örgütlenmesi, arkasından böyle bir kongre yapılması… Kongre önemli, çünkü ilk kez böyle bir amaç uğruna kongre toplanıyor. Antinükleer kampanya sırasında Türkiye’nin her yerinden “çevreciler”le tanıştık. Bunlarla ortaklaşa bir şeyler yapabilir miyiz diye düşündük. Birinci gün nükleer karşıtı kongre, ikinci gün gönüllü kuruluşlar kurultayı, ikisi de başarıyla yapıldı, ama Yeşiller Partisi’ndeki arkadaşlardan bazılarının o günkü bakışı çok olumsuzdu, garip bir biçimde. Ben anlatmaya çalıştım arkadaşlara: Bütün partilerin, sol partilerin de, -yani ben sol parti geleneğinden geliyorum- kitle örgütleriyle yoğun bir ilişkisi vardır. Ya bizzat kendi örgütleridir, ya da kitle örgütlerinin içine girip çalışırlar. Çünkü partinin kitle örgütü çalışması yapmaya ihtiyacı vardır. Siz de bundan sonra parti kuracaksanız, kitle örgütlerine girmeden hiçbir şey yapamazsınız. Bu bir temel kuraldır. Bütün partiler kitle çalışması yapmak zorundadır. Sendikada çalışacak, gençlik içinde, kadınlar içinde, bunu yapmak için ya kendi örgütünü kuracak, yani ipler elinde olacak ama kendisi geri planda kalacak, ya da varolan kitle örgütüne girip çalışmaya başlayacak. Niye? Orayı görüşlerini açıklamak, insan kazanmak için bir zemin olarak göreceksin. Parti olmanın kuralıdır bu. Alman Yeşiller Partisi’nin gençlik örgütü de var, çevre örgütü de var. Yani her zaman senin kurallarının daha dışında, daha gevşek kuralları olan bir örgüte ihtiyacın var. Sol siyasette buna cephe siyaseti deniyor, yani senin yeşil parti olarak “katı” kuralların var, ama senin bundan bir adım daha öte bir politikan olmalı ki gelen insanları kazanabilesin. Ben bunu o dönemde İstanbul’daki Yeşiller Partisi’ne anlatamadım ve onlar Dünya Dostları Derneği’ne başından beri soğuk davrandılar. Halbuki tam tersi, orada bir kitle örgütü kuruluyor sonuçta. Orada yer al, orada politikanı yap ve oradaki insanları kazanmaya çalış. Doğru bakış tarzı bence bu olmalıdır.
Ü. Şahin: Ama 94’te Dünya Dostları Derneği kurulduğunda parti zaten kapanmıştı… Benim asıl soracağım soru neden bu antinükleer hareketin içinden yeni bir Yeşiller Partisi örgütlenemedi?
S. Emek: Antinükleer hareket başından itibaren bir ittifak hareketiydi.
Ü. Şahin: Bütününü demiyorum ama onun içinden bir parti çıkarma ihtimali yok muydu?
S. Emek: Başından itibaren çevrecilerle, sol gruplarla ittifak vardı. O ittifak içinden bir parti arayışı bence çok mantıklı değildi.
A. Mert: Taban oluşturma anlamında soruyorum.
S. Emek: Ağustos 94 ütopyalar toplantısında, hatırla, ne kadar kalabalıktık. 178 kişiydik. Belki de en kalabalık toplantımızdı o! 178 kişi üç dört gün tartıştık. Ne kadar güzel tartışmalar oldu. Eski isimler, sol gelenekten gelenler, hepsi biraraya gelmişlerdi. Onlarla bir parti kurulamaz mıydı? Kurulamazdı. Oraya kimse ortak bir parti kurmak düşüncesiyle gelmemişti. Datça (ütopyalar toplantısı) yapıldı arkasından Akkuyu ’ya gidildi. İlk Akkuyu’ya Datça’da karar verilmişti. Datça’nın gündemlerinden bir tanesi de Akkuyu’ydu çünkü. Feministler de vardı, anarşistler de vardı aramızda, onlar da geldiler ilk kampımıza. Bu bizim ilk Akkuyu eylemmizdi.
Ü. Şahin:Peki 90’lı yıllarda, 94-95’te anti nükleer hareket en büyük noktasına geldiğinde o dönem tekrar Yeşiller Patisi’nin kurulmasını düşünüyor muydunuz?
S. Emek: Ben 90’dan sonra ciddi biçimde bir ‘ekoloji partisi’ kurulması gerektiğine inandım. Yani Yeşiller değil ekoloji partisi. Ekoloji eksenli tamamen. Hatta isimler bile buluyorduk kuracağımız partiye, “Ekolojik Halk Partisi” gibi…
Ü. Şahin: Peki hiç uygulamaya geçirdin mi bunu?
S. Emek: Bu bir istekti sadece. Hayır, bunu uygulamaya geçiremedik.
Ü. Şahin: Toplantı yaptın mı bu konuda?
S. Emek: Yapıldı. Ekoloji gündemli toplantılar yapıldı. Bir dönem Bilim ve Ütopya’da her hafta yazı yazdım. 49 hafta sürdü. Almanya’daki gibi ekolojik sol bir parti oluşturmaktı amacım. Böyle bir şeyi amaçladım ama olmadı.
Ü. Şahin: Neden olmadı?
S. Emek: Çünkü 90’lardan itibaren Türkiye’nin ve dünyanın gündemi değişti. Ama biz o yıllar kendi gündemimizle o kadar yoğunduk ki fark edemedik. Berlin duvarını yıkıldı ardından Birinci Körfez Savaşı geldi, gündem değişti. Sovyetler Birliği’nin ortadan kalkması, ABD’nin tek başına süper güç olarak ortaya çıkması, Avrupa’nın ABD ile zorunlu bir ittifak içinde olması… Birdenbire dünyadaki gündem değişti. Biz bunu çok geç fark ettik. Ne zaman fark ettik biliyor musun? Yugoslavya Savaşı sırasında fark ettik. Ben kendi adıma belirteyim, Birinci Körfez Savaşı’nda fark edemedim. Biz o sırada başka şeyleri yaşıyorduk kendi halimizde. Pamukkale, antinükleer falan derken biz başka bir gerçeği yaşıyorduk, ama dünya başka bir gerçeği yaşamaya başlamıştı. Bizim fark edemediğimiz bir gerçeği yaşamaya başlamıştı. Bu gerçek geldi, geldi, 90’ların sonunda hem Türkiye’ye hem de bütün dünyaya kendini dayattı. Yugoslavya bunun dönüm noktasıdır. İlk Irak bombalaması; “Saddam delidir, diktatördür, Kuveyt’te saldırdı da ondan oldu, saldırmamalıydı, hata mı etti” filan falan muhabbeti ile geçti. Fark edilmedi ne olduğu, o esnada Körfez savaşı’nda Kürtlerin Türkiye’ye gelmesi, Türk ordusunun birden tutum değiştirmeye başlaması, Türkiye’de birtakım şeylerin yerinden kıpırdaması. Sadece Türkiye’de kıpırdamadı aslında, dünyada bir şeyler kıpırdadı. Sovyetlerin ortadan kalkmasıyla ABD’nin karşısında onu dizginleyebilecek bir güç kalmadı, askeri açıdan söylüyorum bunu. Sovyetler, askeri açıdan ABD için ciddi bir caydırıcılıktı. 91 dönüm noktasıdır, bizim fark edemediğimiz geç fark ettiğimiz bu dönüm noktasından sonra ben giderek başka bir yere gelmeye başladım o son soruyla bağlantılı.
Ü. Şahin: Ekoloji Partisi fikrin devam ediyor mu ve vazgeçtiysen neden? Tabii neden burada, Karaburun’dasın, neler yapıyorsun diye de sorabilirim?
S. Emek: Zaten Karaburun’a gelip burada kedilerle köpeklerle birlikte bu hayatı sürdürmem parti fikrinden vazgeçmemden dolayıdır. Emperyalizm meselesi. 91’den sonra değişen dünyanın geç farkına vardım. Bir çok insanın da geç farkına vardığını düşünüyorum. Bu tablonun değişmesi beni başka bir noktaya sürükledi. O noktada Ekoloji Partisi’nin bir şansı olmadığını ve gereği de olmadığını fark ettim.
A. Mert: Şu anda hayatın nasıl geçiyor ?
S. Emek: Şu anda kedilerler, köpeklerle, yılın altı ayı İzmir’de, altı ayı Karaburun’da, bir kitap yazmayı hayal ederek geçiyor hayatım… Fırsat bulursam “Yeşil Günler” diye bir anı kitabı yazmaya başlayacağım.
Ü. Şahin: Anılarını mı yazacaksın?
S. Emek: Evet ama bu anıları birilerini suçlamak için, birilerini eleştirmek için yazmayacağım. Bir tarihi anlatmak amacıyla yazacağım, kendi tarihimizi. Eğer birileri bu anlattıklarımdan bir sonuç çıkarmak isterse, çıkarsın varsın. Yeşiller Partisi’nin o günlerinde biz gerçekten de güzel şeyler yaptık ve yaşadık. “Hem eylem, hem eğlen” diye yola çıkmak bile çok şeyi anlatmıyor mu? Şunu da söyleyeyim, ben esas olarak yaşadığım şeylere sahip çıkıyorum. İyi ki o günleri yaşamışım, hiçbir şekilde o günleri yaşadığım için pişman değilim. Hiç bir zaman geçmişimden pişman olan bir insan olmadım. İyi ki onların hepsini yapmışım.
Ü. Şahin: Ağaçkakan niye bitti?
S. Emek: Parasızlıktan bitti. 91’den sonra bir şey daha değişti Türkiye’de, yalnızca dışsal değil, sadece dünyanın dengeleri değil anlatmak istediğim. Türkiye’de büyük sermaye “çevrecilik” işine el attı, Avrupa Birliği’nden de önce bu “sektöre”. Onlar için bir sektör çünkü. Dikkat edelim neler kurulduğuna? TEMA kuruldu. Çekül zaten vardı. Arkasından Turmepa kuruldu. Koç Holding bu işe girdi. Daha bunun gibi niceleri kurulmaya başlandı. Çevko kuruldu. Üniversiteli çocuklara Çevko yazılı fanilalar giydirip çöp toplattılar. Arkasından Habitat Konferansı yapıldı. Yerel Gündem 21’ler kuruldu. 1990’lı yıllar SOS Akdeniz Derneği’ndeyim. Her gün bize bir sürü faks gelirdi. Örneğin, Dünya Bankası Türkiye Bürosu soruyor, derneğiniz kaç kişi? Arkasından Türk Tarih Vakfı çok masumane gibi gözüken STK envanterini yaptı. Yani önce bir envanter yapıldı Türkiye’deki durumun tesbiti için. Zaten biliniyordu ki, Türkiye’de, özellikle “taşrada” sözü geçen, aydın olan, geçmişte sol hareketlere bulaşmış, okuyan yazan ve düşünen insanların hepsi genellikle çevre derneklerinde çalışıyorlar, “malumun tesbiti” yapıldı yani. Gidin Adana’ya, Marmaris’e, sorun geçmişlerini, hepsinin benzer geçmişleri çıkacaktır. Bir şekilde oralara yerleşmiş, kitle önderliği yapabilecek insanlardır. Bu insanların önce “kazanılması” ve “devşirilmesi” söz konusuydu. Burada AB devreye girdi. Şimdi ilginç bir tespiti daha söyleyeyim. Bizim geçmiş sözcük dağarcığımızda “STK” lafı yoktur, onlar yerleştirdiler, bizde demokratik kitle örgütleri vardı, STK sözcüğünü ve onun edebiyatını da beraberlerinde getirdiler. Ve bu sözcüklerle birlikte bir şey daha geldi: “Fonlama”. Önce envanter çıkardılar, sonra fonladılar. Bugün Türkiye’de bu tip kuruluşları, insanları fonlayan esas olarak AB’dir. Onlar STK’lar ile çalışır, ABD daha üst düzey çalışır: Üniversiteler, hükümetler ve işadamları ile, örneğin TÜSİAD ile çalışır. ABD burada gelip de STK’larla çalışmaz. Özetle neden Ağaçkakan’ı kapattık sorusunun cevabı: Bu alan büyük sermayenin ve Avrupalılar’ın eline geçti. Zaten dergi basmak, dağıtmak kolay bir şey değil. Dağıtım tekelleşti. Artık öyle parasız yapamazsın, 92’lerdeki gibi. O günkü şartlar içinde bir şeyler yapabiliyorduk ama giderek bu iş de büyük sermayenin eline geçti. Büyük sermaye kitle iletişim araçlarının desteğiyle, reklamla, her şeyiyle kitleleri yanına çekti. TEMA nedir? Binlerce gönüllüsü olan bir kuruluş. Türkiye’nin en büyük şirketleri, en büyük holdingleri, yani Türkiye’nin doğasının, Türkiye’nin ekolojisinin içine edenler sonradan onu kurtaracağız diye “yalandan” vakıf kuruyorlar. Greenpeace nedir? Şirket değil mi? Vakıf mı, dernek mi? Hangi statüde? Resmen bir yabancı şirket. O da geldi burada çalışıyor. İnsanlardan para topluyor. Bakın bu olay, Türkiye’de sadece saygınlık filan değil, para kazanan bir sektör haline geldi. Organik tarımı bir düşünün… Sonuçta “Çevre” dedikleri şey büyük sermayenin ilgi alanına girmiştir ve bu alanda yatırım yapmaya başlamışlardır. O yüzden Yeşiller hareketinin de Türkiye’de çok fazla şansı olduğunu sanmıyorum. Avrupalıların da çok fazla “yüz verecekleri”ni de zannetmiyorum. Türkiye şartlarında, sizin çizginizin eleştirisini de sonra yapayım orada bitirelim. Sorunun net cevabı: Ağaçkakan’ın öyküsü Türkiye’nin öyküsüyden ayrı değildir. Bu öykünün içinde küçük bir ayrıntı desek daha doğru aslında.
Ü. Şahin: Ben Yeşil değilim diyorsun. Ne zaman dedin?
S. Emek: 90’ların sonunda.
Ü. Şahin: Neden?
S. Emek: Önce şunu düşünmüştüm. Yeşiller içinde farklı gruplar var, ben de bu gruplardan bir tanesinin temsilcisiyim. Ama ben bir şeyi daha fark ettim. Ne zaman Yugoslavya bölündü ve Alman Yeşilleri burada öncü rolü üstlendiler, bunu yazdık hep Ağaçkakan’da, yani örneğin Cem Özdemir’in söylediklerini, gazetelerdeki beyanatlarını…
A. Mert: Senin savunduğunu söylediğin grup hangi gruptu bu arada?
S. Emek: Benim gibi düşünen insanlardan oluşan bir grup…
A. Mert: O grubun ismi neydi?
S. Emek: Ekolojistler diyelim. Zaten ben hiçbir zaman ekososyalistler falan demedim. Yani hiçbir zaman öyle tanımlamalara yanaşmadım.
Ü. Şahin: Yani sen kendini ekolojist olarak tanımlıyorsun?
S. Emek: Halen de öyle.
Ü. Şahin: Peki arada ne fark görüyorsun?
S. Emek: Ona geleceğim ama önce şu neden yeşil değilim sorusunun cevabını vereyim: Yugoslavya müdahalesidir. NATO kuvvetlerinin Yugoslavya’yı bombalamasıdır. Ve bunun da Alman Dışişleri Bakanı’nın Yeşil olduğu bir dönemde yapılmasıdır. Ve Cem Özdemir’inden Joschka Fischer’ine Alman Yeşillerinin politikalarıdır. Benim için artık Yeşil olmanın imkanı kalmadı.
Ü. Şahin: Peki ama bütün dünyadaki yeşil hareketi Alman yeşillerine indirgemiş olmuyor musun? Avrupa Yeşillerinin içinde Alman Yeşillerine muhalefet eden bir sürü parti var mesela. Yeşilleri sadece Alman Yeşilleri mi temsil ediyor?
S. Emek: Ne kadar muhalifler, ne kadar seslerini duyurabiliyorlar. AP’de çoğunluktalar, ne yapabiliyorlar, esas olarak evet. söz Alman Yeşillerinde. Bu onların ilk büyük parti olmalarından kaynaklanıyor. Bir de işin felsefi, siyasi, ideolojik bölümü var. Oraya geleceğiz. Kendime söylediğim şudur; artık böyle bir politik tanımlama içinde olamam. Dönüm noktası dediğim gibi Yugoslavya’dır. Yeni bir dünya düzeni ve yeniden bazı kavramları gündeme getirme. Neydi bunlardan bir tanesi: Antiemperyalizm. Şimdi Yeşillerdeki tartışmaları izliyorum. Vatan, yurtseverlik, antiemperyalizm, millet ve milliyetçilik konusunda birçok şeyler konuşuluyor, ama oturmuş değil yerli yerine. Bir şey soracağım çok ciddi. Yeşil politika ile ilgili Türkçeye çevrilmiş kitapların birçoğunu okudum. Bahro’dan Bookchin’e kadar. Bahro’da bunu Kuzey-Güney olarak görüyorsun, yakıştırıyorsun, ama sonuçta hiç birinde antiemperyalizm diye bir kavram yok. Var mı? Illich de…, diğerlerinde? Onlar başka bir yerde, emperyalist metropollerde yaşıyorlar. Onların böyle bir dertleri yok. Dünyaya oradan bakıyorlar, bizim gibi bakmıyorlar. Bookchin ciltlerce kitap yazmış. Türkçe’ye çevrilmiş ne kadarı varsa hemen hepsini okudum. Dedim ya bir tek Bahro’da kuzey-güney olarak var, diğerlerinde o da yok. Bu başka bir şeyi gösteriyor. Yeşil politikada, ekoloji hareketinde politik düşünce olarak eko-anarşistler mi diyorlar?..
Ü. Şahin: Sosyal ekolojistler…
S. Emek: Sonuçta hepsi emperyalist metropollerde üretilmiş teorilerin peşinden gidiyorlar.
Ü. Şahin: Peki 80’li yıllarda böyle olduğunu düşünmüyor muydun?
S. Emek: Düşünmüyorduk. Biz tıpkı sosyalizmi algılar gibi yeşil hareketi de evrensel, Batı’dan çıkmış, ama bize uyarlanabilecek bir politika, bir teori olarak algılıyorduk.
Ü. Şahin: Yani evrensel olmadığını düşünüyorsun şu anda?
S. Emek: Evet, bir de esas olarak Avrupa’dan çıkmış düşüncelerin evrensel olmadıklarını, olamayacaklarını, onların giderek bizim dünyamızda ezilenlerin dünyasında parçalandıklarını, başka bir biçime dönüşmek zorunda olduklarını düşünüyorum.
A. Mert: Peki uygulanabilirliği yok mu?
S. Emek: Uygulanabilirliği var. Mesela Çin’de sosyalizm uygulandı. Küba’da uygulanıyor. Avrupa dışında.
A. Mert: Hayır, uyarlanamaz mı?
S. Emek: Uyarlanabiliyor. Uyarlanmaya çalışılıyor, ama bak geldikleri yerler çok farklı. Ya kendi özgün modellerini geliştirmek zorunda kalıyorlar, ya da başka bir yere gidiyorlar. Şimdi sorun şurada başlıyor: Avrupalı, Amerikalı yeşil “teorisyenler”in gerçekten de yok böyle bir tahlilleri. Sanki emperyalizmin olduğu bir dünyada yaşamıyoruz. Biz bu kavramları yeşil hareketin içinde gerçekten unutmuştuk. Benim yazılarımda en fazla kuzey-güney muhabbeti geçerdi. Hatta dergimizin bir sayısı kuzey-güney üzerinedir.
Ü. Şahin: Peki, bu tartışma şu anda tekrar çok yoğun bir şekilde yapılıyor küreselleşme karşıtı hareket içinde. Kendini onlara yakın hissediyor musun?
S. Emek: Hayır. Oraya da geleceğim. O başka bir şey. Şimdi şunu konuşuyoruz, o da başka bir oyun. O oyunun arkasında da kimlerin olduğunu söyleyeceğim. Şimdi 1890’lardan beri dünyada emperyalizm diye bir olgu var. Sizinkilerin yazılarını okuyorum, herşey birbirine karışıyor. Kolonyalizm, sömürgecilik başka bir şey, emperyalizm başka bir şey. Lenin “Emperyalizm: Kapitalizm En Yüksek Aşaması” adlı yapıtında emperyalizmi kapitalizmin tekelci aşaması olarak tanımlar ve beş karakteristik özellik sıralar. Nedir bunlar? Bir, üretimin ve sermayenin yoğunlaşması, ekonomik yaşamı tayin eden tekelleri doğuracak kadar yüksek bir seviyeye ulaşır. İki, banka sermayesi sanayi sermayesiyle iç içe geçerek bu “mali sermaye” temelinde bir “mali oligarşi” oluşturur. Üç, sermaye ihracı meta ihracından ayrı olarak büyük önem kazanmış durumdadır. Dört, dünyayı aralarında paylaşan uluslararası kapitalist tekeller oluşmuştur. Ve beş, en büyük kapitalist devletler dünya topraklarını paylaşmıştır.
Nedir sömürgecilik, gidiyor bir yere, silah zoruyla oturuyor üzerine, orayı sömürgeleştiriyor. Onun doğasını, madenini, insan gücünü sömürüyor. Alıyor bu sömürdüklerini kendi ülkesinde işliyor ve satıyor. Sonra sanayi devrimi ve ardından da emperyalizm çağı… Emperyalizm çağında sadece bunu yapmıyor. Burada başka bir ilişki var. Şimdi dünya tarihine baktığımız zaman çok net görüyoruz. 20. yüzyılın başına baktığımız zaman dünyada sömürgeler var, bir de Çin, Osmanlı gibi kapitülasyonlarla bağlanmış yarı sömürgeler var ve kapitalist-emperyalist metropoller… 1917 Sovyet devrimi, arkasından Kurtuluş Savaşı, arkasından özellikle İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra çorap söküğü gibi gelen, ardı ardına milli kurtuluş savaşları genelde milli burjuvazinin önderliğinde ve halkın da katılımıyla gerçekleştirilen emperyalizme karşı savaşlardır. Cezayir, Latin Amerika, Asya, Afrika.. birçok ülke göreceli de olsa emperyalizmden bağımsızlığını ilan ediyor ve birer toprak parçasına sahip oluyorlar. Şimdi burada şu çok önemli: Dünya üzerinde emperyalizmden kurtarılmış yerler var. Yani eskisi gibi doğrudan müdahale edemediği, doğrudan sömüremediği, sömürge olmayan, sonuçta elinden çıkmış olan yerler var. Bu bir defa iyi bir şey mi değil mi, önce orada anlaşalım, yoksa bu tartışmayı sürdüremeyiz. Yani vatan kavramına geleceğim ve ekoloji ile ilişkisine.
Ü. Şahin: Yani buradan da ulusalcılığa bağlayacaksın…
S. Emek: Tabii hepsi iç içe geçecek. Emperyalizm bir olgu. Bu olguya örneğin sadece Bookchin okuyarak, dünyaya Avrupa’dan, ABD’den, vb., bakarak varamayız. Emperyalizm ciddi bir olgu, yüzyılı aşkın bir süredir var. Irak savaşı, işte Yugoslavya… Tekrar tabloyu başa alalım. 20. yüzyılın başındayız. Emperyalist devletler var. Almanya gibi yeni yükselenler diyorlar ki “Biz bu dünyanın yeniden paylaşılmasını istiyoruz. Bizim hiç sömürgemiz yok. Bütün sömürgeler sizin”. Kimin? Hollanda’nın, Belçika’nın, İngiltere’nin, ABD’nın, İspanya’nın, Portekiz’in. “Peki biz? Sanayim var, işgücüm var, sermayem var. Her şeyi yapıyorum. Ben de sömürgelerden pay istiyorum”. 1914, Birinci Dünya Savaşı. Aslında bu savaşın temel amaçlarından bir tanesi de Osmanlı’nın sömürgeleştirilmesidir. 1917 Devrimi ne yaptı? Dünyanın çok önemli bir coğrafyasını emperyalizmin elinden kurtardı. Çanakkale’de bizim direnmemiz Sovyetler’de devrimin ayakta kalmasına neden oldu. İngiltere ve Fransa buradan geçip Karadeniz’e çıkıp yardım edeceklerdi Beyazlara. Yani orayı eski haline getirmekti asıl dertleri. Osmanlı zaten bitmişti. Osmanlı’yı paylaşacaklardı. Nitekim Osmanlı parçalandı. Türkiye’nin Kurtuluş Savaşı’na bakalım, bağımsızlık uğruna verdiğimiz savaşa yani. Burada “bağımsızlık” dediğimiz şeyi açarsak, göreceli olarak da olsa kopmuştur onların elinden. Eski statüsünde değildir artık. (A) iken (B) olmuştur. Şimdi (B) halini konuşalım. Emperyalizm olgusunu ortaya koymazsak tartışma havada kalıyor. Sen emperyalizm olgusuna inanmazsan her şey mubahtır ve o zaman dünyayı anlayamazsın. Ben “yeşil-ekolojist teorisyen”lerden çok yararlandım, çok şey öğrendim. Bahro’dan da çok temel şeyler öğrendim, çok fazla yerde örtüştü fikirlerim. Ama sanki aynı zaman diliminde yaşamıyoruz. Oysa bu dünya ve bu dünyanın kendi gerçekleri var. Bu gerçekler içinde konuşmamız lazım her şeyi. Şimdi o zaman bir şey çıkıyor ortaya “ben yeşil değilim” dediğim zaman: Alman yeşillerinin –bütün dünyada önderlik etmiş bir yeşil harekettir, hala ağabeydir, ilk kuruluşu orada gerçekleşmiştir, ideolojik önderler onlardır- Alman emperyalizmine vermiş olduğu hizmet. O deyişi yazmıştım, ama şimdi yine söyleyeyim. Lenin’in Alman sosyal demokrasisi için söylediği bir söz var: “Alman emperyalizminin yedek lastiği”dir der. Ben daha ağır bir şey söyleyeyim: “Alman Yeşilleri Alman emperyalizminin ön tekerlekleridir”. Çünkü onlar gidiyorlar ve kitleleri kazanıyorlar. Yeşil sempatisiyle. Çükü yeşiller çok sevimli bir hareket, çok da güzel bir hareket. Herkese sempatik geliyor. Bu birinci sebep. İkinci sebep şudur: Artık ben Avrupa merkezli, Avrupa’yı merkez alan, özetle Batı merkezli diyelim, hiçbir politik söylemin, dünyaya oradan bakarak, dünyayı kapsayamayacağını düşünüyorum.
Ü. Şahin: Peki, ekolojizm?
S. Emek: Aynen, yani onların koyduğu kurallarla…
Ü. Şahin: Peki ekolojist olduğunu nasıl söyleyebiliyorsun?
S. Emek: Ne diyeyim peki? “Çevre Duyarlılığı” olan bir insanım mı diyeyim? Benim derdim deyimlerle değil, tanımlarla değil. Kuramlarla… yani teoriyle.
Ü. Şahin: Ama sen ekolojist olduğunu her yerde söylersin. O da Batı merkezli değil mi?
S. Emek: Ama bu başka bir şey. Ekoloji temelli bir kuramı inşa etmeye başladığımız anda öne çıkan bir tablo var. Yani bir şeyler koyacaksın kuramın içine. Ekolojistim demekle bitmiyor ki iş. Onu kuramlaştırıyorsun. Örneğin Bookchin kuramlaştırıyor bunu. Ciddi önerileri var, bütünlüklü bir kuram halinde sunuyor. Nasıl olacak? Konfederasyonlar. Abdullah Öcalan bile Bookchin’in kitabını okuyormuş, konfederasyonlar konusunda ondan esinlendiği söyleniyor. Şimdi bunu kuramlaştırdığın zaman eğer o kuramın içinde emperyalizme değinilmiyorsa, “bir dakika burada bir yanlışlık var” diyorsun. Bu kuramda bir yanlışlık var. Kuramın tamamı yanlış demiyorum. Temel kurgusunda bir yanlışlık var. Bu yanlışı ne yapabilirsin?
Ü. Şahin: Sen kuramsal olarak ulusalcılıkla antiemperyalist bağlamda mı uzlaşıyorsun?
S. Emek: Şimdi ulusalcılık lafını ben çok anlamıyorum.
Ü. Şahin: Ne anlıyorsun? Ben de onu sormak istiyorum aslında.
S. Emek: Ulusalcılık, ulusçuluk gibi yeni Türkçe kelimeleri pek anlamıyorum. Emperyalizme karşıyım ve bu anlamda milliciyim. Ama milliyetçi değilim. Milliyetçiyim dediğin zaman “Rahmi Koç’larla Sabancı’larla aynı millettenim, onlarla tasada kıvançta ortağım” diyorsun.. Yok arkadaş, ne alakam var benim onlarla. Milliyetçilik eninde sonunda bir burjuva ideolojisidir. Benim ne ilgim var böyle bir ideolojiyle. Onlarla aynı milletten olmayı nasıl savunabilirim. Ben yurtseverim, emperyalizme karşı da milliciyim. Ben yaşadığım üzerinde yaşadığım yurdumu, yurdumda yaşayan insanları seviyorum. Bu insanları, bu yurdu emperyalistlerden bağımsız kılmak için elimden gelen her türlü çabayı göstermeye hazırım.
A. Mert: Peki bu noktada “ulus devlet” gibi var edilmiş bir kurumun içerisinde mi savunuyorsun bunu? Çünkü ekolojizmde böyle bir takım yapıların içinde kalma mecburiyeti yoktur.
S. Emek: Bookchin’den ya da başka birinden kuramı koyduğun zaman “ulus devlet” meselesi güme gidiyor, ama ne dedik baştan? Önce emperyalizm kuramını tartışalım. Bu adamlarda emperyalizm kuramı yok ki ulus devlet kuramı olsun. Peki, tek bir ulustan oluşmayan devletler var. Çin tek bir ulustan oluşmuyor. Sovyetler Birliği vardı, tek bir ulustan oluşmuyordu. Yugoslavya vardı slavlardan oluşuyordu ama farklı dinlere inanan slavlardan oluşuyordu. Yugo-slavya yani birleşik slavya idi.
Ü. Şahin: Yani ulus devlet olmasa bile sonuçta sınırların belirlendiği bir dünyadan bahsediyoruz.
S. Emek: Elbette, şimdi oraya gelelim. Çin diye bir millet yok. Han milliyeti var. Bunun yanında Uygurlar, Moğollar, vd.leri var. Onlar hiçbir zaman “Hancı”yız demediler, Çin Halk Cumhuriyeti dediler yani coğrafi adlarını kullandılar. Farklı milliyetlerden Çin Halkı dediler.
A. Mert. Sen ne diyorsun?
S. Emek: Aynı şeyi söylüyorum.
Ü. Şahin: Ben anlamadım. O zaman Türkiye ne?
S. Emek: Türkiye’ye geleceğiz. Önce sınırlardan bahsedelim. Emperyalizm varsa sınırlar olmak zorunda. Kendini korumak zorundasın.
Ü. Şahin: Yani emperyalizme karşı sınırları korumak zorundasın…
S. Emek: Tabii… 1838 ticaret sözleşmesi. Bir anda Bursa’daki ipek imalathanelerinin hepsi kapanıyor. Avrupa’dan mal girişine karşı gümrük duvarları kalkıyor, ithalat serbestliği başlıyor. Avrupa’dan ithalat serbest olunca Türkiye’deki bütün yerli imalat bitiyor. Yaşadığımız şey bundan çok farklı şeyler değil. Yani sınır dediğin şey de ulusal burjuvazinin diğer ülke burjuvazilerine karşı kendini korumak için belirlediği bir coğrafya parçası. Burada, bu coğrafya parçasında insanları bir arada tutmak için oluşturduğu kavram da millettir. Millet bir kurgudur. Dünyanın bütün milletleri bir kurgudur. Dünyanın hiçbir yerinde asırlardan beri var olan bir millet yoktur. Yani sosyolojik ve tarihsel bir kurgudur millet. Yoksa başlangıçta ne Alman milleti vardı ne Fransız.
Ü. Şahin: Bu konuda gayet iyi anlaşıyoruz da…
A. Mert: Ben senin korumak istediğin şeyin ne olduğunu anlamak istiyorum. Yani o yurdum diye tarif ettiğin şeyin…
S. Emek: Emperyalizmden koparılmış olan şey. Emperyalizm ve kapitalizm yeryüzünden kalkıncaya kadar vatanım diye tanımladığımız şey olacak. Ondan sonra bütün dünya bizim olacak. Ama önce o beni yok etmek isteyen, her şeyi yıkmak, benim halkımı açlığa ve sefalete mahkum etmek isteyen o sistemden kurtulmak lazım.
A. Mert: O zaman amaçladığın korumak değil, karşı durmak…
S. Emek: Ama aynı zamanda korumak, kime karşı? Onlara karşı korumak.
Ü. Şahin: Şimdi çok pratik bir soru soracağım o zaman. Antiemperyalist bir söylemle sonuçta sen Ağaçkakan’da da, çeşitli yerlerde de ulusalcılık lafını kullandın; ulusal lafını kullandın en azından. Ne kastediyorsun ulusal ekoloji, ulusalcılık ve ekoloji gibi kavramlardan?
S. Emek: Ben o kavramlarda şunu söylemeye çalışıyorum: “Millici”. Yani bizim eski deyimle “millici” olmak ile “milliyetçi” olmak farklı şeylerdir. “Yurtsever” olmak ve “milliyetçi” olmak da birbirinden farklıdır. Ki bunların yabancı dildeki karşılıkları da farklıdır (Nationalism ve Patriotism).
Ü. Şahin: Doğal olarak AB’ye de emperyalist olduğu için karşısın?
S. Emek: Tabii ki AB emperyalist bir birlik ama ben AB’ye karşı değilim. Türkiye’nin AB’ye girmesine karşıyım. Geçenlerde mesela bir listede AB yıkılsın diye bir tartışma yaşandı. Hayır, ben tam tersine AB kalsın diyorum. AB yaşasın, çünkü AB giderek ABD karşısında ikinci bir kutup olmaya çalışıyor. AB buna mecbur, yani AB’nin nesi eksik? Her şeyi var. Sadece ABD ile baş edebilecek silahlı gücü yok. Dünyada 91’e kadar Sovyetler Birliği vardı. ABD karşısında bir silahlı güç vardı onunla hesaplaşabilecek. Bak Çin de var ekonomik olarak hesaplaşabilir. Önümüzdeki yıllarda Çin ABD’ye yetişecek diyor yapılan hesaplar. Ama Çin’in de ABD gibi bir silahlı gücü yok. Dünyanın her tarafında aynı anda bulunabilecek donanmaları, dünyanın her tarafını aynı anda bombalayabilecek uçakları yok. Ne AB’nin, ne de Çin’in…
Ü. Şahin: ABD’nin de o kadar başarılı olduğu söylenemez…
S. Emek: Var ama, 6. filosu burada konuşlanıyor, bilmem kaçıncı filosu Pasifik’te. Dünyanın jandarması derdik ya aynen öyle, dünyanın her yanında silahlı kuvvetleri var. Irak’a çıkıyor, Afganistan’a çıkıyor, her yere yetişiyor. AB’nin ise böyle bir şeyi yok ve AB ile ABD arasında bir çelişme var. Bu çelişmede de Türkiye harcanıyor. Bütün mesele burada.
Ü. Şahin: Türkiye’nin AB’ye girmesine neden karşısın?
S. Emek: Girmeyecek ki Türkiye AB’ye. Bu bir yalan!
Ü. Şahin: Peki girmeli mi?
S. Emek: Girmemeli, ayrıca zaten almayacaklar.
Ü. Şahin: Ama ikisi farklı şeyler.
S. Emek: Önce bunu neden yaptıklarında anlaşalım. Şimdi ABD, AB’yi sulandırmaya çalışıyor bu bir. Çünkü AB esas olarak Almanya-Fransa eksenli bir hareket. Yani iki emperyalist metropolün ortak başlattıkları bir hareket bu. Nasıl sulandırdı ABD? Bir kere İngiltere girdi ve daha baştan sulandırdı. Ve İspanya, İtalya, Polonya girdi, sulandı AB. Neden sulandı? Dikkat edin, Irak işgalinde kimler var: İtalyanlar, İspanyollar, Polonyalılar ve İngilizler var. Türkiye’nin girmesini kim savunuyor şu anda? Müzakereler başlayacak diyenler kimler? İngilizler, İtalyanlar. ABD neden savunuyor? Çünkü çift yönlü politikası var: Birincisi AB’yi sulandıracak, AB içindeki o çelik çekirdeği, yani Almanya-Fransa eksenini yalnız bırakacak. Türkiye’yi sokarsa, ki niyeti o… İkincisi Türkiye’ye “AB’ye giriyoruz” deyip Sevr Anlaşması’nda geçen bütün maddeleri tek tek, yavaş yavaş kabul ettirecek.
Ü. Şahin:Ben de aslında buraya gelmek istiyorum. Türkiye açısından düşünüp, Dünya politikası değerlendirmesinin biraz dışına çıkmaya çalışırsak, Türkiye için, bizler için, antiemperyalist mücadele anlamında da düşünebilirsin, AB’ye girmek neyi değiştirir, AB’ye girmek harekete nasıl zarar verir? Bunu tabii ekolojiyle de bağlayabilirsin.
S. Emek: Bir kere kurguyu böyle kurarsak, yani AB’ye girecekmişiz gibi, olmaz. AB’ye gireceğiz, ama nasıl? Onların hesabı şu: Büyük ihtimalle AB’ye Ege, İstanbul ve civarı girecek, bir de onların Kürdistan dediği yer. Ama Orta Anadolu dediğimiz yer girmeyecek..
Ü. Şahin: Bunu bir parçalama stratejisi olarak mı görüyorsun?
S. Emek: Tabii ki… Biz zaten girmiştik ki AB’ye, 1919’da. Niye çıktık ki AB’den onu anlamıyorum. Girmiştik, bizi AB yapmışlardı zaten. Her tarafımız bölünmüştü. Yunanistan, İngiltere, İtalya, Fransa.. bunlar değil mi AB. O haritaya hiç dokunmasaydık, Haymana civarı hariç AB’ye girmiş olacaktık. Boşu boşuna uğraştık, kan döktük. Niye uğraşıyorsun girmişken? Nasıl olsa yarın birleşeceklermiş. Uzağı görmek bu demek herhalde… Gırgır bir yana, politikanın ne olduğunu görürsek adamların bütün olarak Türkiye’yi AB’ye almak gibi bir niyetleri zaten yok. Bak müzakere süreci başlayacak bugün, bekliyorlar, borsalar falan herkes…Ya bu müzakere süreci dediğin ne? Ermeni soykırımını tanıyacaksın, daha fazla özgürlük vereceksin Kürtlere falan… Ne diyor Alman ideologları senin için, “Türk milleti” yoktur, uydurmadır, Mustafa Kemal uydurmuştur diyor. Ben de ona diyorum ki bütün milletler “uydurmadır”, senin Alman diye bir milletin var mı? Sen Bismarck zamanında Prusyalılarla az mı kavga ettin? Sen Almanya’yı nasıl oluşturdun, Bavyera’dan falan, sen İtalya’yı nasıl oluşturdun? Adam diyor ki İtalya’da parlamentoda İtalyanca konuşanların oranı %2,1. Fransa’da farklı mı durum? Aynı dili mi konuşuyorlardı sanıyorsun Fransızlar kuruldukları zaman? Mesele şudur: Ulus, sosyolojik ve tarihsel bir kategoridir. Bir dönem hiç yoktu. Bir dönem sonra yine olmayacak. Bir zorunluluktur, oluşturulur ve sonuçta sen bugün kendine Türk demiyor musun? Bu kadar basit. Ben kendime Türk diyorum, yani şimdi ne diyeyim kendime başka bir şey mi diyeyim? Türküm ben çünkü. Türkçe konuşuyorum, kültürüm var, ama şunu hiç unutmayacağım ki ulus tarihsel bir kavramdır. Bir süre sonra dünya üzerinde ulus diye bir kavram olmayacak.
Ü. Şahin: Bugün bu tür bir ideolojiyi savunduğun, bunun politikasını yaptığın zaman, özellikle de AB süreci bağlamında, senin karşı olduğun milliyetçiliğin de güçlendiğini kabul ediyorsak eğer, o aradaki ayrımı, yani “millicilik” ile “milliyetçilik” arasındaki ayrımı politik olarak nasıl çizeceksin?
S. Emek: Çevrecilik mi Ekoloji mi? başlıklı yazılarım üzerine, beni İstanbul’a davet etmişti arkadaşlar, o zaman da benzer bir soru vardı: Çevreci ile ekolojist nasıl ayrılırlar diye? Bu soru biraz ona benziyor. Bu her zaman bir handikap. İşin içinde zorluk vardır.Yugoslavya’da, İtalya’da, Yunanistan’da, aynı anda hem milliyetçiler hem komünistler dövüşüyorlar Alman faşistlerine karşı. Nazi işgaline karşı iki taraf birden dövüşüyor. Almanya yenildikten sonra iç savaş başlıyor, birbirlerini yiyorlar. Fransa’da aynı şey yok mu? Nazi işgaline karşı bir yanda De Gaulle’cüler, bir yanda komünistler direniyorlardı. Direren adama “sen direnme!” diyebilir misin.
Ü. Şahin: Şu anda böyle bir dönemde olduğumuzu mu düşünüyorsun ?
S. Emek: Bu döneme giriyoruz, girmek üzereyiz. Bunun işaretleri gözüküyor şu anda.
Ü. Şahin: Dolayısıyla milliyetçilerle antiemperyalistlerin beraber mi mücadele etmesi gerekiyor aynı cephede?
S. Emek: Eğer böyle bir şey olursa bundan gocunmamak gerekiyor. Benim söylemek istediğim şey bu. Yani onlar “kardeşim biz de antiemperyalistiz, biz de ABD’ye karşı dövüşeceğiz, biz de bu safta olacağız” derlerse “yapmam kardeşim ben senle” demem….
Ü. Şahin: Bugün için mi?
S. Emek: Bu sürece girildi.
A. Mert: CHP’nin yaptığının bu olduğunu mu düşünüyorsun?
S. Emek: Hayır. CHP’nin bu işle bir ilgisi yok. CHP biraz oynuyor. CHP başka bir yerde, CHP hem AB’ci. Ama CHP’nin tabanında önemli bir antiemperyalist birikim var. Tabanı ile yönetimi birbirine karıştırmamak gerek.
Ü. Şahin: Ama bu önemli bir nokta. Yani sen gerekirse antiemperyalist bir ulusalcılıkla milliyetçilerin aynı cephede olabileceğini kabul ediyorsun?
S. Emek: Tarih bunu gösteriyor bana.
Ü. Şahin: Bundan sonrası için ve Türkiye şartlarında da olsa bunu mümkün görüyor musun?
S. Emek: Olabilir, bundan gocunmam. Benim söylemek istediğim şey bu. Yani ben dövüşcem abi dediği zaman sen kimdensin…
Ü. Şahin: Ama ben savaştan bahsetmiyorum, politik mücadeleden bahsediyorum şu anki. Yani işgal durumunu, biz Irak olsak, ayrıca tartışırız ama şu anda politik mücadeleden bahsediyorum. Burada bunu kabul edilebilir görüyor musun? Milliyetçilerle, şu anki milliyetçi cepheyle diyelim… birlikte…
S. Emek: Şu anda MHP tahliline girmeyelim, girersek çıkamayız çünkü. MHP geçmişte CIA tarafından kullanılmış bir örgüttür. Ama şimdi MHP tabanında ciddi bir kıpırdanış var. Kendilerine Türkçü-Milliyetçi diyen insanlarda bir kıpırdanış var AB’nin isteklerine karşı. Ben bundan bahsediyorum, yoksa MHP yönetimi Amerikalılar çuval geçirirken bir şey yaptı mı? Ankara’ya başörtüsü ile ilgili afişler astılar o sırada. Hatırla bunları. Yeni daha, başına çuval geçirildiği zaman, Türkmenler öldürülürken, ABD bombalarken onlar sokaklarda “türbanla her yere girilir, Allah her yerde vardır” diye afişler astılar, değil mi? Bununla bir yere ulaştılar mı? MHP farklı bir parti, MHP konuşmayalım.
Ü. Şahin: MHP ya da BBP konuşmuyorum, genel anlamda, parti bağı olmayan ama milliyetçi duygularla dolu insanlarla, hiç milliyetçilikle ilgisi olmayan antiemperyalistlerin aynı cephede olabileceğini, olması gerektiğini söylüyorsun… Cephe derken savaş cephesinden bahsetmiyorum.
S. Emek: Olmuş zaten, olabilirler. Çan Kay Şek ile birlikte olmadı mı Mao Çin’deki Japon işgaline karşı? Çan Kay Şek sonra Tayvan’a gidip, orda ABD kuklası bir devlet kurmadı mı? Bu adamlar birlikte bir dönem Japon işgaline karşı dövüşmedi mi? ABD, Japon işgaline karşı bu ittifaka yardım etmedi mi? Bunlar tarihsel olaylar. İşte Çin; milliyetçi dedikleri Çan Kay Şek tayfasıyla, Mao işbirliği yapıyorlar, Japonlara karşı dövüşüyorlar. Mao’nun dediği bir söz var, Çin Komünist Partisi toplantılarında: “Sosyalizmi kurmak için emperyalistlerden bağımsız bir toprak parçasına ihtiyacımız var”. Önce burada anlaşalım. Bir ekolojik devrim yapmak istiyoruz, önce bizim, emperyalistlerin hakimiyetinde olmayan bir toprak parçasına ihtiyacımız var. Bu hayallerimizi gerçekleştirmek için, ekolojik yaşama geçmek için öyle bir toprak parçasına ihtiyacımız var. Böyle bir toprak parçamız yoksa bunları yapamayız.
Ü. Şahin: Peki böyle izole bir toprak parçasının ekolojik açıdan mümkün olacağına inanıyor musun? Tamamen ekolojik bir soru ama.
S. Emek: Bu tartışma neye benziyor biliyor musun? Tek ülkede sosyalizm mümkün müdür?
Ü. Şahin: Çok benziyor biliyorum, ben de onu düşünerek sordum zaten.
S. Emek: Türkiye’nin coğrafyası böyle bir şey yapmak için yeterli. Bak Arnavutluk’ta olamayabilir böyle bir şey, yaşatamazsın zorlanırsın. Ama Türkiye coğrafik olarak kendi kendine yetebilecek bir ülke. Senin ilkelerin yok muydu kendi kendine yeterlilik diye, bu ilkelerden vaz mı geçtin yoksa, dünya pazarlarıyla bütünleşmeyi mi savunuyorsun? Yeşil ilkelerden bahsediyorum. O zaman sen kendi topraklarında çok rahat böyle bir şey kurabilirsin. Şimdi oradan başka bir şeye gidiyorum, antiküresel hareketler. Bunlar ne?
Ü. Şahin: Ben de bunu soracaktım…
S. Emek: Bunlar başka bir oyun. Önce emperyalizme emperyalizm demeyeceksin. Tanımda bile şaşırtacaksın insanları. Yüz yıllık “emperyalizm”in suyumu çıktı da, adı “küreselleşme” oldu? Şimdi sistem daima kendi muhalefetini kendi yaratır, o zaman daha güzel olur. Nasıl Radikal gazetesini Aydın Doğan çıkartıyorsa, bir yanda Hürriyet’i, Milliyet’i çıkartıp Irak işgalini destekliyor, öbür taraftan Radikal’i çıkartıp kendini solcu zannedenleri kendine bağlıyorsa, aynı adam bunu yapıyorsa, sistem de kendi muhalefetini kendi yaratmak zorundadır. Sana bırakmaz muhalefet yaratma işini, sen yaratırsan tehlikeli şeyler yaratırsın. O yüzden kendi yaratır kendi muhalefetini. Çok ilginç, Türkiye Sosyal Forumu, Avrupa Sosyal Forumu diye hareketler var. Bunlar dünyada anti-küresel hareketin başını çekiyorlar. Bu forumlar da fonlanıyor! Kimler fonluyor: Kanada Dışişleri Bakanlığı, Heinrich Böll Vakfı… Şimdi böyle bir şey olabilir mi?
Ü. Şahin: Senin söylediğin kendine yeterli olacak olan toplumun kurulması yolundaki ekolojist bakışla, küreselleşme karşıtlığının söylemi birbirine yakın değil mi?
S. Emek: Değil, birisi antiemperyalist yurdu esas alan bir bakış, diğeri küreselleşmeye küresel cevaptan söz eden bir bakış. Ne diyorlar? “küresel kapitalizme karşı küresel direniş”. Ben zaten şu antikapitalist lafından da bir şey anlamıyorum. Mesela antikapitalist hareketler diyorlar ya. Biz hala 1800’lerde mi yaşıyoruz ki antikapitalist hareket diyoruz? Artık antiemperyalist hareket var. Bunu şunun için diyorlar: Manifesto’da Marx demiş ya “işçinin vatanı yoktur” diye, şimdi dayandıkları nokta burası: İşçinin vatanı yoktur muhabbetine dayandıracaklar, oradan da vatan yoksa madem küreselleşmeye karşı küresel direnişe gelecekler. Vatan sathında bir direniş istemiyorlar. Bunu kim istemiyor? İngilizler daha çabuk açıklıyorlar belgelerini, 2. Dünya Savaşı sonrası, Soğuk Savaş yıllarında Sovyetler Birliği’ne karşı, aydınları Sovyetler Birliği’nin etkisinden kurtarmak için Bağımsız Aydın Platformları kurmak için CIA, İngiltere üzerinden bir sürü fonlamış ortalığı. Zaten CIA fonlarken direkt yapmaz, başka başka araçları kullanıyor, vakıf kurduruyor. Böyle bir yalan olmaz. Küreselleşmeye karşı küresel mücadele diyorlar, çünkü bu vatanı, yurdu ortadan kaldırıyor. Bu da emperyalistlerin istediği şey. Şimdi AB ve ABD ne istiyor dünyadan? Sizin tartışma listenizde birisi soruyordu geçenlerde: “Tam sömürgecilik mi istiyor?” “Yine sömürge mi yapılacak?” Küçük federe devletler istiyorlar, küçük eyalet devletleri. Devleti küçültmek istiyorlar. 80’lerdan beri, Özal’dan bu yana nedir slogan: Devleti küçültmek. Çillerlerin de sloganı da bu değil miydi? 80’lerden beri devlet ne hale geldi, bu giden kamunun mallarıdır, bu kamunun biriktirdiği paralarla olmuş değerlerdir.
Ü. Şahin: Artı siyasal olarak da küçültüleceğini düşünüyorsun herhalde.
S. Emek: Zaten hedefleri bu.
Ü. Şahin: Bunu nasıl yapacaklar?
S. Emek: Bunun provasını yapıyor şu anda Irak’ta: Şiiler, Kürtler, Sünniler. Yugoslavya’da yaptı.
Ü. Şahin: Türkiye’nin Yugoslavya olma ihtimali var mı sence?
S. Emek: Var tabi. Adam buna oynuyor. En basiti Kürdistan’ı kuracak. Adam oranın haritasını çizmiş bile. Kuzey Irak’ta İsrail ile işbirliği içinde ve aynen İsrail gibi bir Kürt devleti kurmak. Önce kurduğu devleti tanıttırmak sana, arkasından onlar Kürt de biz değil miyiz dedirtip… Suriye var, İran var… Küreselleşmeye karşı hareketler meselesinden gündemdeki başka bir tehlikeye gelelim. Geçenlerde Türkiye çevrecileri bir toplantı yapmışlar, TÜRÇEP adında bir örgüt kurmuşlar. Bir basın bildirisi çıkartmışlar. Böyle şey olmaz, imza atanlara baktım, utandım. Bildiri Gümrük Birliği anlaşmasını savunuyor, biz zaten AB’ye girdik diyor, bizi fonluyor diyor, yazıyor bunları. Biz zaten para, fon, her şeyi alıyoruz diyor sadece resmiyette girececeğiz. Ben bunlara “Habeciler” diyorum. Avrupa’dan, Avrupa fonlarından beslenen “Habeciler”. Adam utanmadan Gümrük Birliği anlaşmasını savunuyor. Gümrük Birliği anlaşmasının Türkiye’ye kaç milyar dolara patladığını biliyor musunuz? Şu anda ne kadar zararı Türkiye’nin? Senin kurduğun gümrük duvarlarını indirtmiş adam, sana istediği gibi mal gönderiyor. Bunu yazan insanlardan utanıyorum. Onun altında imzası olanlara bir zamanlar selam vermiş olmaktan, aynı şeyleri yapmış olmaktan utanıyorum. Şilmdilerde, sizi değil bunları daha tehlikeli görüyorum; çünkü daha iyi çalışıyorlar ve çok daha iyi örgütleniyorlar. Yani tehlike derken yanlış anlamayın. Siz AB’yi çok savunsanız bile, şu anda sizin çok fazla bir şansınız olduğunu zannetmiyorum. Çünkü zaten ellerinde sistem partileri var. Peki yeşil hareketi ne yapmalı?
Ü. Şahin: Bunu da söyle. Yeşil Hareket ne yapmalı ve genel anlamda Yeşil ve Ekolojist Hareketin geleceği nasıl olmalı? İstersen TÜRÇEP’i ve çevrecileri bunun dışında tut. Birincisi sen ne görüyorsun, senin öngörün ne? İkincisi nasıl bir şey olmalı?
S. Emek: Şimdi şunu görmezsek öbürünü söyleyemeyiz. Bir adam Türkiye’nin her tarafını aylardan beri dolaşıyor ve kongreler topluyor. Bu kongrelerden sonra bir sürü insanı örgütlüyor, kimse bunu cebinden yapamaz. Birileri fonlamadan yapamaz yani. Parayı alıyorsun, bu toplantıları yapıyorsun ve Türkiye’deki önemli bir birikimi örgütlüyorsun. Bu çok önemli. Çevreci deyip küçümseme. Türkiye’nin her yerinde, halka önderlik yapabilecek aydınlar bu yoldan AB’ye, emperyalizmin yedeğine takılmış oluyorlar. Bu tespiti yapalım, ondan sonra konuşalım. İki, Türkiye’de Yeşillerin neden şansı yok? Niye Yeşiller aynı şeyi yapamıyorlar? Çünkü Avrupa’nın siyasetinde bugün Yeşiller Partisi yok Türkiye’de. AKP en fazla Avrupacılardan biri oldu. CHP zaten öyle, ara sıra muhalefet etse de, ÖDP’si var, bilmemnesi var, bir de Yeşillerle niye uğraşsın? Niye? Yeşillerin böyle bir şansı yok ki, olmayacağı baştan belli bir harekete neden yatırım yapsın? Bir defa yapmıştı 90’larda, şimdi çok önemli değilsin sen onun için. Yeşil Hareketin Avrupacılık yaparak varolma şansı yok. Bir sürü Avrupacı parti var.
A. Mert: Yani Türkiye’de yeşil hareketin var oluşu buna mı bağlı?
S. Emek: Hayır, tam tersini söyledim. Böyle bir yana bağlanarak bir parti olma şansı yok.
Ü. Şahin: Bağlanmadığı takdirde bir şansı var mı peki?
S. Emek: Var, her zaman var. Türkiye’de ayakları üzerinde duran, Türkiye gerçeği üzerinde duran, AB’ye karşı, anti-emperyalist bir ekoloji hareketinin ya da yeşil hareketinin, ismi önemli değil ama bu ilkelerle yola çıkmış bir hareketin var. Bu arada sizin ilkelerinize de katılmıyorum onu da söyleyeyim -o yapılan tartışmaları da çok anlamsız buldum; çünkü bir üstte “Sosyal Adalet” ilkesi var, altında antikapitalist ilkeyi ekleyelim diyen arkadaşlar çıktı. Yani yukarda söylemiş, ben antikapitalist değilim diyor. Geçelim bunu, bu başka bir tartışma. Yeşil ilkeler reformist ilkeler, onlar antikapitalist falan değil. Antikapitalist, antiemperyalist bir yeşil hareket ya da ekoloji hareketine, ismini söyleyemiyorum, her zaman ihtiyaç var Türkiye’de. Çünkü Türkiye’nin doğası, her tarafı sömürülüyor. Şimdi sen özelleştirmeye karşı çıkmadan nasıl yeşil hareket olabilirsin? 2B çıkacak şimdi yakında, sizin en son bildiriniz neydi? Ormanlar konusunda “Çekin Elinizi Ormanlarımızdan!”, benim Ağaçkakan’da yazdığım bir yazıydı. Alıp bildiri başlığı yapmışsınız, çok sevindim. Şimdi ormanlarımızdan elini çekecek olan kim? Mafya-hortumcu iktidarı. Bunlara karşı olmadan…
Ü. Şahin: Peki bunlara karşı olmadığımızı mı düşünüyorsun?
S. Emek: Bir, bunlara karşı olmadan ekolojist olmak mümkün değil. İki, Türkiye’nin sömürgeleştirmeye çalışan emperyalistlerine karşı çıkmadan da ekoloji hareketi kurmak mümkün değil. Bunlara karşı çıkın köleniz gibi hizmet edeyim size.
A. Mert: Bunu bitirmek gerektiğini düşünüyorum ama TSK ile ilgili ne düşündüğünü merak ediyorum; çünkü biraz önce söz ettiğin millicilerle milliyetçilerin emperyalizme karşı mücadelesinde bir kısmının silahlı mücadeleye başvuracağı kesin. Bir süre sonra sen de bunu çok da yadırganmayacak, çok da reddedilmesi gerekmeyen bir şey olduğunu söylediğin zaman yeşil ilkelerle çok çelişen bir şey söylemiş oluyorsun.
S. Emek: Salt savaş karşıtı olmak değil benim düşüncem. En önemli yere geldik, anti-militarist hareket, savaş karşıtı hareket. Antimilitarist hareket kurulduğu zaman ilk destekleyenlerden birisi de bendim, ama sonra ne oldu? Antimilitarist hareket AB’nin oyuncağı haline geldi Türkiye’de, yani ben en azından İzmir’de, bu işin ne hale geldiğini biliyorum. Bunların hepsi “örtülü faaliyetler”. Bugün Türkiye’de bulunmaz fırsat. Başka bir şeye oynuyorlar, çok açık bir şekilde Kürtlere oynuyorlar. Yani bunu çok iyi görmek lazım. Politika çok karmaşık bir şey, ama çok yerinden de tutabiliyorsun, ki doğrusu bu, arkası çorap söküğü gibi geliyor. Şimdi körü körüne savaş karşıtı olmak diye bir şey var mı? Şimdi esas soruna gelelim: TSK, millet, milliyetçilik, ulusçuluk gibi. Başka bir gerçeği görmedik mi? Silahla kurulmuş bir devlet ancak silahla yıkılabilir; yani TC devleti kolay kolay yıktırmaz kendini, çok taviz veriyorlar, çok geri çekiliyorlar, çok reformistler, anormal kötüler, hiçbir performansları yok, Mustafa Kemal’le alakaları yok. Ama bunu göz ardı etmeyin. Silahla kurulan bir devlet ancak silahla yıkılır. Yugoslavya bile direndi. II. Dünya Savaşından sonra partizan silahıyla kurulmuştu, Sovyetler Birliği desteğiyle kurulmuştu. Irak direnmedi mi? Irak hala direniyor. Şimdi TC 1919’da emperyalizme karşı mücadele vermiş ve silahla kurulmuş bir devlet. Bunun bir ordusu var ve bu mücadelenin içinden çıkmış bir ordu bu. Şimdi bu devletin “Tamam kabul ne istiyorsunuz benden? Kürdistan. Başka? Pontus Rum. Başka?” diyeceğine inanıyor musunuz?
Ü. Şahin: Peki ne yapmalı?
S. Emek: Bugün taviz veriyor. Kendisinden çok daha büyük bir güçle oynadığının farkında, çok fazla bir gücün karşısında direndiğinin farkında, sesini çıkarmıyor. Bu tavizin sonu ne olacak derseniz öngörü olacak biraz ama… Bu tavizin sonu Sovyetler Birliği gibi olabilir. En son Yugoslavya’da Beyaz Devrim yaptılar ABD’liler ve diğerleri, Yugoslavya genelkurmayı hiçbir şey yapamadı o beyaz devrimde, eli kolu bağlandı. Irak’a girdikleri zaman en son noktada Irak Genelkurmayı dağıldı. Bunlar da unutulmamalı, yani bu kadar çok tavizin sonunun dağılma noktasına geleceğini görmek lazım. Ama şunu unutmayın, silahlı mücadele olmadan TC’yi yıkamazlar kolay kolay. Bir yerde kapışacaklar, ama ne zaman? Bunun olabilirliğini de geç… Onların dertleri erken kapışmaya zorlamak. Geçenlerde ısrarla bütün Amerikancı basın birden ne yazdı? “PKK ile yurtdışında mücadele edelim, yurtdışındaki kampları bombalayalım”, bu yaygara erken hesaplaşmaya zorlamaktı. Yeter mi bu kadar?
Ü. Şahin: Açık olmayan bir şey, yeşil ilkeler bakımından şiddet karşıtlığı için ne dediğin…
S. Emek: Bu yeşil ilkeleri bir daha gözden geçirelim. Şiddet karşıtlığı şu mu? Senin yaşadığın yeri emperyalistler gelmişler silahlı saldırıda bulunmuşlar, direnmeyecek misin?
Ü. Şahin: O değil belki ama, toplumda ordunun şu anda politik ve toplumsal bütün yaşama müdahaledeki ağırlığı sürerken…
S. Emek: Süremiyor artık…
Ü. Şahin: Sürsün mü?
S. Emek: Başka bir şey tartışıyoruz. Benim için önemli olan şey şu: Bunu kim gündeme getiriyor. Şiddete karşıyım, askerliğe karşıyım! Çok haklısın kardeşim, yapma askerliği eğer istemiyorsan. Yüzde yüz katılıyorum. Ama bunu ne zaman ve nerede gündeme getiriyorsun? Gündeme getiriliş biçimi ve kimin getirdiği çok önemli. Yoksa ben dillerin de yok olmasına karşıyım. Ekolojik çeşitlilik olarak bunun da varlığını savunuyorum yani, niye yok olsunlar? Ama kim niye gündeme getiriliyor?
A. Mert: Peki bir ilke her yerde aynı olmaz mı?
S. Emek: Olmaz. Öyle bir ilke olmaz. Eğer o ilkeye bağlanıp kalırsan sen ayaklarını bataklığa gömüyorsun, yani adam sana saldırırken senin ayakların bataklıkta olur ve kımıldayamazsın.
Ü. Şahin: Yani bu ilkenin evrensel olmayacağını söylüyorsun.
S. Emek: Hemen Cem Özdemir ’in lafını hatırlayalım. “Miloseviç şiddetten başka bir dilden anlamıyor” dedi. O dönem Alman Yeşiller Partisi milletvekili. Biliyorsunuz NATO uçakları bombalarken, Joscka Fischer’e yumurta attılar kongrede. Demek ki yeşillerin bu ilkesi kendileri için geçerli değil, benim için niye geçerli olsun? Niye benim ayaklarım ilke diye ayağıma taktığım demir prangalarla mahkum olsun? Benim ilkem var, ben kımıldamayım? Adam kımıdıyor. İlkesi yok adamın, bombaları yağdırıyor. Yani pragmatizmi anlatmaya çalışıyorum. Biz esas olarak savaş karşıtıyız, ama gerekirse savaşırız. Bu kadar basit. Ben başka bir ülkeyi bombalamayı, savaşmayı, hatta onu bırak kimseyi dövmeyi, şiddet uygulamayı savunmuyorum ki.
Ü. Şahin: Son soru. Genel olarak senin ekolojist düşüncelerini almak için soruyoruz. Ekolojik bir topluma nasıl ulaşılacak? Yani ille ütopya sorusu değil bu. Yani nereye gidileceğini değil de, gidilecek yolu, varılacak noktaya gidecek yolu soruyorum. Öncelikle gerçekten Yeşil ve ekoloji hareketleri arasında bir fark görüyor musun?
S. Emek: Ben Yeşil hareketin öznesinin ekoloji olması gerektiğini düşünüyorum. Sorun yeşil ilkeler.Onların yeni baştan yazılması lazım.
Ü. Şahin: Mesela?
S. Emek: Baştan aşağı gözden geçirilecek. Ekolojik ilkeler olarak ilan edilecek. Demin şiddetten konuştuk. Başka şeyleri de konuşabilirdik bunun gibi. Yani bir sürü olgu var, kavram var. Bunları yeniden değerlendirmemiz lazım. Ve bunlara uygun…artık şunu kabul etmemiz lazım. Dünyanın geldiği nokta şu anda dünyanın tepesinde bir avuç insan, bütün dünyayı yağmalıyor. Bunun farkında mıyız? Bir avuç şirket, tröst, tekel. Bütün dünyayı kan, gözyaşı ve zulme boğuyorlar, bütün dünyayı ve yaşama ortamımızı yok ediyorlar. Diğer canlıları geçtim, insanların yaşam alanlarını yok ediyorlar. Ozon tabakasını deliyorlar. Sera gazları salıyorlar. İnsanlığın bunlardan kurtulması lazım ve ekoloji ilkelerine uygun bir toplum kurulması lazım.
Ü. Şahin: Nasıl?
S. Emek:Ekolojik toplumun kurulması lazım. Bu toplumun paylaşımcı toplum olması lazım. Bu toplumda herkesin karnını doyurması lazım. Bu dünyanın yarattığı nimetler hepimize yeterli. Ama bir avuç adam dünyada kan, gözyaşı, şiddet, sömürüden başka bir şey yaratmıyor. Bunun önüne geçmek için kim ne olursa olsun ekolojik ilkelerden başka ilkeler kalmadı. Ozon tabakası yamayamazsın. Sera etkisini yok edemezsin.
A. Mert: Ben de sana bunu sormak istiyorum. Bu kadar küresel sorun varken bu kadar yerel ekoloji anlayışıyla ulusal çözümlerle nasıl olacak?
S. Emek: Ben küresel sorunlara ulusal çözümden bahsetmiyorum. Ben emperyalizmin saldırısına karşı ulusal bazlı direnişten bahsediyorum. Yoksa benim burada tek başıma direnmem ozon tabakasını kurtarmayacak, ya da CO2 emisyonunu azaltmayacak.
A. Mert: Nasıl olacak o zaman?
S. Emek: Ama önce burayı kurtarmak lazım. Mao’nun sözünü söyledim az önce. Sosyalizmi kurtarmak için önce bir coğrafyaya ihtiyacım var. Ekolojik toplumu kurmak için de önce onların elinden bir yeri kopartmam lazım. Yoksa “bunu topyekün yıkacağım” küreselleşme karşıtlarının söylediği şey. Küresel saldırıya küresel direniş diyorlar ya, bu topyekün yıkma anlayışı. Bu eski Troçkizmin yeniden canlanması. Dünya devrimi fikrinin başka bir tezahürü.
Ü. Şahin: Bu noktada emperyalist ülkelerdeki ekolojist hareketlerle ortak bir duruş olamaz mı? Ve yeşil hareketlerle?
S. Emek: Benim antimeperyalist mücadelemi desteklediği müddetçe olur. Neden olmasın, ben enternasyonalist bir adamım, ama enternasyonalizm şu demek değil: Yunanistan’dan beni bir toplantıya çağırıyor, diyor ki: “toplantı yapacağız, bütün masraflarınız bizden, kimi istiyorsanız getirin burada Türkiye’nin sorunlarını konuşacağız”. Bir dakika onların sorunlarını da konuşacaksak ya da ortak sorunları, geliriz oraya ama ben sadece Türkiye’yi şikayet etmeye gideceksem, gitmeyeceğim. Ama gittiler insanlar bu toplantılara.. enternasyonalizm bu değil. Bu tek yanlı bir dayatma, ben dayanışmadan şunu anlıyorum. Ey Yunanlı kardeşim, eğer sen Enternasyonalistsen önce benim buradaki antiemperyalist, ulusal duruşumu destekle. Benim bu desteğe ihtiyacım var. 1919-1922’de Yunan silahlı kuvvetleri Anadolu’ya çıktığı zaman Yunan komünistleri moral bozmak için cephe içinde faaliyet yürütüyorlar. Buraya gelen ilk gemide isyan çıkartıyorlar ve Anadolu’nun işgaline başından sonuna kadar karşı çıkıyorlar, orada gidip anneleri örgütlüyorlar.
Ü. Şahin: Bir de bununla birlikte parlamenter demokrasi hakkında ne düşündüğünü de söyler misin?
S. Emek: Şimdi parlamenter demokrasiyi inkar edemezsin, kullanmak zorundasın. Onlar nasıl kullanıyor, sen de kullanmak zorundasın bunun başka bir yöntemi yok. Aslında sistem sandığa kimi koyarsa onu çıkarıyor. Şimdi medya dedikleri kitle iletişim araçlarının gücünü, paranın gücünü inkar edemezsin. Bugün en basitinden CHP’den aday olmak için bile kaç para gerekiyor? Yeşiller Partisi’nin seçime katılması için kaç milyar, kaç trilyon gerekiyor? Bunun hesabı yapılır. Bilmem kaç ilde, kaç ilçede örgütlenmen lazım. Sırf seçime katılmak için tabela örgütleri bile kursan, milyarlar gerekir. Trilyonlar dökmen lazım. Sistem zaten oraya katılmanı baştan engelliyor. Seçimlere falan daha gelmedik bile, seçime katılabilme hakkından söz ediyoruz. Biz muhalif hareketiz, ekolojistiz seçimlere katılmak istiyoruz. Yok böyle bir şansımız. Bu bir. Ama bu demek değil ki parlamenter demokrasiye inanmıyorum. İnansam da inanmasam da bir gerçek olarak orada duruyor. Yararlanmak gerekiyor bundan.
Ü. Şahin: Ya iktidar?
S. Emek: Mutlaka. Telef oluruz. Helak olduk yollarda koşturmaktan. Adamlar her dakika bir şey yapıyor. Orada golf sahasını engelle, burada gel başka bir şeyi engelle. Onlar yapsın, biz de engelleyelim diye koşturalım, olmaz böyle bir şey. İktidara geçmezsek olmaz. Ha, gelelim “biz iktidara nasıl geçeceğiz” sorusuna. Önce bir güç olmamız lazım. Şimdi ekoloji hareketi ne yapacak? Ekoloji hareketi nasıl bir güç olabilir? Örgütlenmesi lazım. Ama ben galiba biraz umudumu kestim. Buraya yerleşmemdeki sebep de biraz bu noktadaki umudumu kesmiş olmamdır. Başka bir yerden umutluyum, yani antiemperyalist mücadeleden umutluyum.
Ü. Şahin: O hareketin içinde yer alıyor musun?
S. Emek: Almaya çalışıyorum. Orada da çok barışık değilim ama beyinsel olarak yararlı olmaya çalışıyorum.
Ü. Şahin: Son seçimde kime oy verdin?
S. Emek: Yerel seçimlerde ilçe ve Büyükşehir’de CHP’ye, il genel meclisinde İşçi Partisi’ne oy verdim. Ben gene İşçi Partisi’ne oy veririm. Gidip CHP’ye oy verecek halim yok. Antiemperyalist parti olarak onu görüyorum şu anda. Ekoloji hareketinin şansı hem var, hem yok bugün Türkiye’de. Çünkü Türkiye’nin ve insanların gündemi değişti. AB müzakereleri, Kürt meselesi, Ermeni meselesi, PKK vs, hep bunlar belirliyor gündemi, bu mesele biraz geri plana atıldı, o noktada da çevrecilik yükseldi. Farkında mısınız çevreciliğin yükselmesinin sebebi de bu. Yükselmedi aslında yükseltildi. Bir, TEMA’dan, TURMEPA’dan yani büyük sermayeden pompalandı. İki AB tarafından pompalandı.
Ü. Şahin: Peki yeşil harekete karşı mı pompalandı sence?
S. Emek: Yeşil hareketi yok saydılar, kenara aldılar. Yeşil hareketi ne AB, ne de ABD, yani Türkiye üzerine oynayan güçler pek ciddiye almıyorlar gibi geliyor bana.
Ü. Şahin: Ama çevrecileri alıyor diyorsun?
S. Emek: Orada adamı direkt sisteme bağlıyor. Seni bağlayamıyor, sen bir yere bağlanacak bir adam değilsin. Sen yarın yine bir yerden baş kaldırabilirsin. Senin içinden her an çatlak bir ses çıkabilir. Sana çok fazla güvenmiyor bu noktada. Ama öbür tarafa güveniyor. Öbür tarafta “sadık kulları”nı yarattı. Gümrük Birliği anlaşmasını savunan bir hareket yarattı. Bu Türkiye için yaptığımız bu kadar mücadelenin boşa gitmesi demektir. Yani biz Akkuyu’da niye direndik?
Ü. Şahin: Antinükleer hareketin geleceği ne olacak? Çünkü antinükleer hareketi oluşturanlar arasında bunlar da vardı? Sen yarın bunlarla bir araya gelecek misin?
S. Emek: Hala nükleer santrallere karşıyım ve karşı olmaya devam edeceğim. Kim ne derse desin. Ama bu son bildirilerden sonra bu insanlarla nasıl tekrar bir araya geleceğim… bunu kestiremiyorum.
[1] Melih Ergen – Yeşiller Partisi’nin Olmayan Tarihi
Üç Ekoloji dergisinin 2005 yılında yayımlanan 5. sayısından aynen alınmıştır.