Doğu Perinçek, Manifesto Yüz Yılı
(Bilim ve Ütopya, Temmuz 2009)
Marx ‘ın düşüncesinin son 100-150 yıl içinde toplumsal pratiğe etkilerini gözönüne alarak tarih içindeki yerini değerlendirebilir misiniz ?
– Marx’ın beni deli gibi sevdalara düşüren bir cümlesi var. Hegel’in hukuk felsefesini eleştirirken şöyle diyor: “Proletarya ayağa kalkmadan, felsefe gerçekleşemez; felsefenin gerçekleşmesi olmadan, proletarya ayağa kalkamaz.” (1)
Onbirinci tez ünlüdür. Orada “filozofların dünyayı yorumlamaktan başka bir şey yapmadıkları ” belirtilir ve “Esas olan dünyayı değiştirmektir” denir. Onbirinci tez, bir yönüyle idealist felsefeye eleştiri, bir yönüyle de öğüt gibi. Ancak yukarda aktardığım cümle, bence meseleyi onbirinci tezden daha sağlam koymuş. İnsan eylemi ile felsefe arasındaki bağlantı! Felsefeyi gerçekleştiren, en sonunda yığınların eylemidir; pratik enerjisidir. Fransız Büyük Devrimi olmasa, bugün J. J. Rousseau’nun felsefesi ne kadar olurdu? Ekim devrimi, Çin devrimi olmasa, bugün Marx ve Engels ne kadar varlardı?
Zincirdeki enerji
Marx’ın tarih içindeki yerini, 20.yüzyılın devrimleri belirledi. Komünist i Partisi Manifestosu, aslında tek cümleye indirilebilir: Proletarya devrim yapar, iktidar olur, dünyayı değiştirir. Bütün bunlar oldu. Ezilen insanlık, o yoksul yığınlar, Marx ve Engels’i eylemleriyle hayata geçirdiler.
Marx, felsefesini hayattan, tarihin maddesinden çıkarmıştı. Tarih ve hayattan,
felsefeyi, o teoriyi, tarih ve hayatın parçası haline getirdi; tarihsel ve gerçek kıldı. Marx’ın felsefesi olmadan proletarya devrimleri olmazdı ve proletarya devrimleri olmadan da Marx’ın felsefesi olmazdı. Öyle bir felsefe ki, zincirdeki enerjiyi keşfetti. “Zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyleri olmayanların”, yepyeni bir dünya yaratabileceklerini saptadı.
Bu da bir diyalektik, yoksulluğun dünyayı değiştiren en büyük enerji kaynağı olması! Yoksulluktaki cevheri Engels, Feuerbach eleştirisinde vurgular: “Eğer açlık ve sefalet yüzünden bedeninde bir cevher yoksa, kafanda, ruhunda ve yüreğinde de ahlâk namına bir cevher yok demektir.” Marx ve Engels’i iktisatçılardan ayıran fark, o cevheri görmeleriydi. Marx, Felsefen i n S e fa l e t i’ n d e söyler bunu: “İktisatçılar, yoksullukta yalnız yoksulluğu görürler; fakat, yoksulluğun, eski toplumu yıkacak olan devrimci yanını fark etmezler.” Fark etmedikleri için de, iktisatçılar, 20. yüzyılın filozofu olamamışlardır.
Devrimler coğrafyasının teorisi
150 yıl öncesine baktığımız zaman, Marksizm’in hangi koşullarda oluştuğunu görüyoruz: Gelişmiş sanayi, güçlü ve toplu işçi sınıfı, kısacası Avrupa.
Bilimsel Sosyalizm, elbette o zamanın öncü coğrafyasında, devrimler coğrafyasında doğacaktı. O zaman bir tek Avrupa var devrim haritasında. Asya, Afrika, ve Latin Amerika, dünyanın geleceği üzerinde söz sahibi değiller. Oraları, Avrupa’da yükselen kapitalizmin belirlediği kara parçaları, Avrupa, öne fırlamış, dünyanın geri kalanını kolundan bacağından tutmuş, insanlığın yeni gelişme yatağının içine çekiyor; elbette paryalar olarak.
Marx ve Engels, Avrupa devrimleri çağının teorisyenleriydi. İşçi sınıfı kendinden önce devrim yapan sınıflardan farklı olarak, kendisini kurtarmak için bütün toplumu kurtarmak zorundaydı. Feodal toplumu devrimle yıkan burjuvazi, yeni bir azınlık diktası kurmuştu. Gerçi, krallığa ve beylere karşı toplumun geniş emekçi Resmini arkasına takmıştı ama getirdiği sistem, kendi sınıf diktasıydı; burjuva özel mülkiyet sistemiydi. İşçi sınıfının ondan farkı, mülksüz bir sınıf olduğu için, ücretle çalıştığı için, paylaşmaya mecbur olduğu için, kendisiyle birlikte bütün toplumu da kurtarmak zorunda olmasıydı. Bunun koşullan da Avrupa’daydı. Üretimin toplumsal olması ile mülkiyetin özelliği arasındaki çelişmenin kıtası!
Devrimin Avrupa’dan ezilen dünyaya kayması
Marx ve Engels’in bu tezleri, 19. yüzyıl Avrupa’sında, Paris Komünü ‘yle diğer işçi devrimleriyle, doğrulanmış oldu. Gerçekten de, bakıyoruz, o zaman, devrimler dünyanın en gelişmiş kapitalist ülkelerinde gerçekleşti. Fakat daha sonra, 19. yüzyıl sonlarından itibaren kapitalizm, emperyalist bir karakter kazandı; dünyanın geniş alanlarına sermaye ihraç etti ve o uyuyan dünyayı kapitalist çelişmelerin içine çekti. Oralarda elde ettiği sömürüyle kendi emekçilerine belli paylar verdi ve ülkesindeki sınıf çelişmelerini belli ölçülerde yatıştırabildi. Tabii bu, Marx ve Engels’in hayatlarında görmedikleri bir olay. Marx 1883 yılında öldüğü zaman kapitalizm, emperyalizm aşamasına henüz yeni girmekteydi.
Marx, peygamber veya müneccim değildi; Bilimsel Sosyalizmi inşa ederken, olgulardan hareket etti; Yani yaşanan pratikleri teori haline getirdi; yoksa geleceğe yönelik bir takım kestirimlerde bulunmadı. O’nun zamanında “devrim kapitalizmin en geliştiği ülkelerde olacak” tezi geçerliydi. Paris Komünü öyle değil mi?
Bakıyoruz daha sonraki devrimlere, örneğin Rusya’da gerçekleşiyor/Rusya, kapitalist ülkelerin en az gelişmiş olanı, geri ülkelerin de en gelişmişi. Rusya’dan sonraki devrimler ise, daha geri ülkelerde oluyor. Çin devrimi, Vietnam devrimi, Küba devrimi…
Marx’tan sonra devrimin doğuya doğru, yani gelişmiş kapitalist ülkelerden geri ülkelere doğru kaydığını, kapitalizmin merkezlerinden çevre ülkelere doğru kaydığını görüyoruz.
Kalıp olarak bakılınca, Marksizme en yoğun eleştiriler buradan gelir. “Gelişmiş kapitalist ülkelerde devrim olacak dedi, ama Rusya’da, Çin’de oldu” denir.
Bir kere Marx, 1848 ve 1871 devrimleriyle, yani insanlık pratiğiyle doğrulandı. Sonra Marx’ın tahlil etmediği bir dünyaya girdik. 19. yüzyıl devrim modeli ile 20. yüzyıl modeli arasındaki farkı, yine Marx’ın takipçileri açıklayabildi; başkası değil.
Marx ve Engels, öyle bir teori bıraktılar ki, bu teoriyi hayata uygulayanlar, emperyalizm çağını tahlil edebildiler. Lenin, artık devrimin gelişmiş kapitalist ülkelerde değil, emperyalist zincirin zayıf halkasında olacağım gördü. Mao, göreli geri ülkelerde inşa edilen sosvalizmin, kapitalizme geri dönüş olasılığım içerdiğini saptadı ve proletarya diktatörlüğü altında devrimin sürdürülmesi teorisini üretti. Bu olgular, Marx’m bıraktığı mirası kabul edenlerin, gelişen dünyayı ve devrim olanaklarını açıklayabildiklerini gösteriyor. Yalnız açıklamak bir şey ifade etmiyor elbette; Marksist teori kılavuzluğunda devrim yaptılar; asıl önemli olan bu.
Sonsuz duvarını görebilmenin yaran
Altını çizmek gerekiyor: Marx, bilgimizin mutlak hakikat olmadığını saptamıştı. Nesnel olarak, bizim dışımızda kuşkusuz bir mutlak gerçek var, ama insan bilgisi, o insan bilgisinin doruğu olan Bilimsel Sosyalizm, o mutlak gerçeği bütün yönleriyle kavrayamaz; ancak o gerçeğe daha fazla yaklaşabilir. Çünkü, evren sonsuz, bizim temas ettiğimiz dünya ise sınırlı. Ayrıca biz temasa geldiğimiz dünyanın gerçeğini de sınırlı olarak keşfedebiliyoruz, En azından o dünyayı evrenin tanımadığımız süreçleriyle bağlantısı içinde kavrama şansına sahip değiliz. Kavrayışımızda her zaman, eksik olan bir boyut, bir derinlik olacaktır. Kaldı ki, zaman da bitmiş değil. O nedenle bilgi, üstelik zamanla da koşulludur. Dolayısıyla bilgi, göreli olarak doğru olabilir. Ve mutlak hakikat, ancak sonsuz sayıdaki göreli doğrunun toplamı olacaktır ki, insanlık burada bir kez daha sonsuz duvarına çarpmaktadır.
Çağımızın rakipsiz devrimci teorisi
Marksizm, özetlediğimiz bilgi teorisi sayesinde yeni sınıf mücadelesi pratikleriyle, üretimdeki gelişmeyle ve yeni bilimsel deneylerle, değişen dünyayı daha doğru açıklama yeteneğini içerir; Marksizm, böylece değişen dünyada rakipsiz bir devrimci teori olarak kalabildi. Nitekim 20. yüz yıla baktığımız zaman, milyonları ayağı kaldıran tek akımın Marksizm olduğunu görüyoruz. Yüz milyonlarla insanın pratik enerjisini harekete geçirmede, böylece kendini doğrulamada Marksizmle rekabet edebilecek, yarışabilecek başka bir teori yok.
Ulusal kurtuluş savaşlarına ışık tutan Fransız Devrimi ideolojisi de bütünüyle devredışı kalmış değil elbette. Burjuvazinin devrimci teorisinin 20. yüzyılda ezilen dünyada, Mustafa Kemal örneğinde olduğu gibi, bir geçerliği vardı ve etkili oldu. Ancak Türk Devrimi ‘nin Altı Oku’na bakınız, devletçilik ve halkçılığın kaynağı, Ekim Devrimi’ndedir. 1917’den sonraki ulusal demokratik, devrimler, burjuva devrimci ideolojinin rehberliğinde gerçekleşse bile, emperyalist kapitalizme karşı sosyalist ülkeler ve güçlerle ittifak halindedir. Burjuvazinin devrimci teorisi, çağımızda ancak sosyalizme yaklaşarak ve sosyalizmle ittifak ederek yaşayabilmiştir. Bu da göstermektedir ki, çağımızın esas devrimci akımı, Bilimsel Sosyalizm’dir.
İşte 20. yüzyılın büyük devrimleri, Rus devrimi, Çin devrimi, diğerleri, hep Marx ve Engels’in bayrağı altında gerçekleşti.
Ezilen Dünya’nın sosyalizm bayrağındaki damgası
Tabii devrimin teorisi değişmişti; artık Paris Komünü modeli geçerli değildi. Artık devrim, bir ülkenin içindeki sınıfların bir hesaplaşması değil, emperyalist sömürü zincirinin bir ülkedeki halkasının kırılmasıydı. Gelişmiş bir işçi sınıfının burjuvaziyi devirmesi şeklinde bir devrim değil de, örneğin Rusya’da işçi-köylü ittifakıyla bir demokratik devrim ve ardından sosyalist devrim oldu. İşçi –köylü ittifakı, Çekiç Orak simgeleriyle sosyalizmin bayrağına yazıldı. Dikkat ediniz, bayrak; yani kısa süreli bir taktik değil. ABD, Almanya, Fransa. Japonya kominist partilerinin bayrağında da orak, yani köylülük var. Devrimciliğe Avrupa’nın kendi damgasını vurduğu çağdan, Ezilen Dünya’nın damgasını taşıyan çağa geçtiğimizi, devrimin bayrağında da görebilirsiniz.
Rus, Çin, Doğu Avrupa, Kore, Küba, Vietnam, Kamboçya, Laos: Bu devrimlerin hepsi “Biz Marksist teoriyi uyguluyoruz” diyen partilerin önderliğinde yapılmıştır. Hepsinin diğer bir ortak yanı, 19. yüzyılın devrim modeline takılıp kalmamalarıdır.
Lenin, Paris Komünümü taklit etmemiştir; etseydi, Rusya’da devrime önderlik edemezdi. Ancak Lenin, kendi devrim modeli Marksizmin teorik birikiminden çıkarmıştır.
Çin devrimi ise, Lenin’in “zayıf halka” teorisini doğrulamakla birlikte, Ekim Devrimi’ni taklit etmemiştir. 1920’lerde Ekim devrimi’ni örnek alarak birkaç şehirde ayaklanmaya kalkıyorlar ve kentlerdeki güçlerini bütünüyle kaybediyorlar. Mao diyor ki, “Marksizm böyle değildir. Marksizmi, Çin gerçeğine uygulayacağız ve biz köylülüğü esas alacağız”. Birileri “Bu Marksizm değil” diyor; çünkü metafiziğin içindeler. Devrimciler, devrimi yapacak sınıfları ısmarlama şansına sahip değiller, tarihin içinde hangi devrimci sınıfı bulurlarsa, onunla iş yaparlar. Mao, Marksizm bayrağı altında, dünyanın dörtte birinin yaşadığı ülkede, büyük bir gerçekleştirdi.
Bunların hepsi, Marx’ın 20. yüzyıla cevalliyetini sürdürebilir bir teori bıraktığını göstermektedir. Liberalizmle devrim yapabiliyor musunuz, ya da ortaçağın dinsel idelojisiyle?
Marx zamanında devrimin kendisi Avrupa merkezliydi
-Gerçi siz Marx dönemini açıkladınız ama Marx’a yapılan eleştirilerin başında “Avrupa-nıerkezci” olduğu konusu geliyor; ardından da “ekonomist” bakışın yoğunluğu eleştiriliyor.
– Doğru, Marx Avrupa merkezcidir; Ama o zaman, eğer devrimle ilgiliyseniz, Avrupa merkezci olmayıp da ne olabilirdiniz? O dönemde, Avrupa dışında, dünyayı değiştirme pratiğine giren başka bir kıta yok. Unutmayalım, Marksizmin birinci özelliği, bir devrim teorisi oluşudur. Kapitalizm, önce Avrupa’da gelişiyor. İnsanlık, o çağda atağını Avrupa’dan yapıyor. Avrupa öncü kıta olmuş! Nitekim 20. yüzyılda, Afrika ve Latin Amerika’nın da, Avrupa mecrasına girdiğini görüyoruz. Yani Avrupa, bütün dünyaya kendisini dayatabilmiş.
- yüzyıla baktığımız zaman, Marksizmin dünyalılaştığını görüyoruz. Birdenbire o dünyanın uyuyan alanlarının, öncü tarihin içine girdiğini, Avrupa’nın önüne geçerek dünyanın geleceğini belirleyecek büyük pratikler yarattığını görüyoruz. İşte burada Marksizm, Avrupa merkezli olmaktan çıkıyor; Asya’nın önderliğinde dünyalılaşıyor.
Sovyetler Birliği bir yarı Avrupa, yan Asya ülkesi. Ekim Devrimi’nden sonra,” Avrupa’dan bakanlar, Bilimsel Sosyalizmi artık Doğulu görüyorlar. Dünya devriminin merkezi Ezilen Dünya’ya doğru kayınca, Marksizm de devrimle birlikte merkez değiştiriyor. Marksizm, kendi kaderini devrime bağlamış. Avrupa’da ortaya çıkan her ideolojinin aynı yeteneği gösterdiğini söyleyemeyiz. Bu yeteneği yalnız Marksizm gösteriyor. Diğer teoriler, doktrinler kendilerini Avrupa’ya çiviledikleri için, devrim Doğu’ya doğru kayarken, onlar, Avrupa’da kalıyorlar ve beslenme yetersizliği nedeniyle kuruyorlar. .
Bu arada, Marksizm dünyalılaşırken, Avrupa’nın önemsizleştiğini görüyoruz. Devrimin terk ettiği kıtalar, canlılığını yitiriyor.
Marksizm ise, devrimin olduğu kıtalarda doğrulanıyor. Devrimin olmadığı kıtalarda ise, bir süre gericilik doğrulanıyor olsun. Biz marksistler, bu kusurumuzdan çok hoşnutuz.
Kısacası Marksizmin Avrupa merkezci olduğu eleştirisini, hem doğru hem yanlış diye yanıtlayabiliriz.19. yüzyıl için doğru ve kaçınılmaz. 20. yüzyıl için yanlış. Ama en büyük doğru şudur: Marksizm, Avrupa’ya çakılı olmadığını, devrimlerle dünyanın her coğrafyasına yayılabildiğini kanıtlamıştır. Bilimsel Sosyalizm, insanlık tarihinin en dünyalı akımıdır.
Marksizm ekonomizmi reddeder
Ekonomizm eleştirisine gelince, temelden yanlış. Marksizm ekonomizmi temelden reddederek doğdu. Biraz önce Marks’ın katkısına değindik. Marksizmin merkezinde, devrim yapıp, proletarya diktatörlüğü ile dünyanın değişmesi olayı var. Bilimsel Sosyalizmin sebebi hikmeti, ekonomizmin reddidir diyebiliriz. Marx’ın 18. Brümerde belirttiği gibi, insanlar kendi tarihlerini kendileri yaparlar. Ancak dilebildikleri gibi değil de, tarihsel olarak belirlenmiş koşullar içinde. Yani bir sahne var, o sahnede tarih yapabilirsiniz. Marksizm, insanın bilinçli politik çabasına önem verdiği için, devrimci bir teoridir. Hatta belli dönemlerde, insanın tarihe müdahalesi belirleyici önem kazanır. Örneğin devrimci kriz dönemlerinde.
“İlerlemeci” değil devrimci
-Avrupa merkezciliği eleştirisinin Önemli bir yanını “uygarlık” konusu oluşturuyor. Bu hem “ilerlemeci” bakış açısı nedeniyle bütün toplumların Avrupa tarzı bir üretim biçimine girip girmeyeceği sorununu, hem de Doğu-Batı kültür tartışmasını getiriyor.
– Bir kere Doğu-Batı kavram!aştırması yanlış. Belli aşamaları, Doğusu da Batısı da yaşıyor. Alın Kahramanlık Çağı’nın destanlarını, İlyada ve Odisseia’deki Ahileus, Hektor veya Paris ile bizim Dede Korkut’taki Bamsı Beyrek veya Salur Kazan’ın kültürleri aynıdır. Çin imparatoru ile Yavuz Sultan Selim’in ya da İspanya kralı Filip’in kültürleri de öz olarak aynıdır. Doğu ve Batı kültürü diye iki kültür yok, ama sınıfsız toplumun, Kahramanlık Çağı’nın, feodal toplumun ve kapitalizmin hakim kültürleri var.
“İlerlemeciliğe” gelince, Marx ve Engels “ilerlemeci” değil, büyük devrimci teorisyenlerdir. Tarihsel Materyalizm, toplumların hep dümdüz ilerlediği gibi tarihe aykırı bir iddiayı paylaşmaz. Tarih, sınıflar arası mücadelelerin tarihidir. Bu nedenle süreçler, zikzaklar içerir; bazen yüzyıllar süren çürüme ve geri dönüş dönemleri yaşanır. Dolayısıyla tarihe çok yukarıdan baktığımız zaman, toplam olarak bir ilerleme görüyoruz.
Bu ilerlemenin iki dinamiği var. Biri insanın doğaya hükmetme çabasıdır. İnsanın daha fazla özgürleşmesi, en sonunda doğaya olan bağımlılığının azalmasıyla mümkündür. Elbette doğa-insan dengesini koruyarak.
İkincisi, sınıf tahakkümüne karşı mücadeledir. Tarihin seyrine baktığımızda, köylü köleye göre, işçi toprağa bağlı köylüye göre daha özgürdür.
Doğanın intikamı
Ancak insan, doğaya egemen olayım derken, çürüme çağındaki kapitalizmle birlikte üzerinde yaşadığı doğayı mahveden bir sistemle yüz yüze, gelmiştir. Marx ve Engels, daha 19. yüzyılın ortalarında bu gidişi gördüler. Engels, Doğanın Diyalektiği’nde, “Doğa üzerinde insanlığımız zafer kazanıyor diye boş hayallere kapılmayalım. Doğa bizden bu tür zaferlerin intikamını alır.” der. (2) Bilimsel Sosyalizm hakkında fikri, olan çoklarının görebildiği gibi, Engels, daha sanayileşmenin erken çağında, insanın fizik varlığının ve doğanın yıkıma uğratılmasını eleştiren “ilk büyük ekolojik yazarlardan biridir.” (3) Marx, kapitalist tarımın her ilerlemesinin, yalnız işçileri soyma sanatında değil, aynı zamanda toprağı soyma sanatında bir ilerleme olduğunu; yine işçinin verimliliğinin bir süre için artırılmasındaki her ilerlemenin, bu verimliliğin sürekli kaynaklarının tahrip edilmesinde bir ilerleme olduğunu, Kapital’in ilk cildinde yazmıştır. (4) Doğa, Marx’a göre, insan için hayattır, yoksa geçim maddesi değil. Marx, kapitalizmin en sonunda yaşadığımız doğayı yıkıma uğratan bir sistem özelliği kazanacağını kesin ifadelerle belirtti. Kapitalizmin tarihteki diğer sistemlerle karşılaştırılamayacak kadar yıkıcı olacağını tahlil etti.
Marx, kapitalizmin, doğayı yıkıma uğrattığı için de yıkılıp gideceğine vurgu yaptı.
Geleceğin toplumu, eski toplumun en geliştiği yerden filizlenmedi
Ancak 20. hatta 21. yüzyıl Marksisti 19. yüzyıl Marksizmine şöyle bir eleştiri yapılabilir: Marx, geleceğin toplumunun bir önceki toplumun en geliştiği yerden filizleneceğini söyledi. Sosyalist uygarlık, kapitalizmin en geliştiği yerden doğacak ve ilerleyecekti.
Gerçi bu, tam ifade edilmiş değil, toplumların eşit olmayan gelişmesini saptamıştı. Ancak bir sonraki toplumun üretici güçlerin en geliştiği ülkede yeşereceği gibi bir görüşü de vardı. Oysa, insanlık tarihi öyle değil. En gelişmiş bir sonraki sisteme sıçrama yeri olmuyor.
Diyelim, ilk sınıflı toplum Mezopotamya’da gelişti. Meta ekonomisinin daha sonraki en gelişmiş alanlarına bakınız, köleci uygarlıklar Atina ve Roma’da doğdu, Mezopotamya’da değil. Feodalizm çağında bakıyorsunuz, İslam uygarlığı öne geçiyor. Batı Avrupa, feodal çağın ileri değil, geri bölgesidir. Ancak bu kıta, kapitalizme Çin ve Ortadoğu gelişmiş feodal toplumlardan önce geçmiştir.
Bütün bu olgulara baktığınız zaman, ileri durumda olan ülkelerde, sistemin bir anlamda kabuk bağladığı, aşırı bir oturmuşluk içine girdiği ve tutuculaştığı görülür.
En gerinin öne geçmesi, en ilerinin arkada kalması, diyalektik bir olay. 20. yüzyılın başında bütün dünya, Avrupa’nın ileri, Asya’nın geri olduğunu düşünürken, Lenin, “Geri Avrupa, İleri Asya” dedi. Gerçekten bugün, Lenin’in doğrulanması kuvvetlenerek sürüyor. 15. yüzyılda başlayan Atlantik çağı bitti. Artık dünya ekonomisinin ağırlığı Pasifik’e kaydı. Çin, dünyanın en büyük ekonomisi haline geliyor.
Sınıflar ortadan kalkınca, ideolojiler de kalmayacak
– Evrim kuramı gibi bilimsel gelişmelerden etkilenerek oluşan Bilimsel Sosyalizmin, yerine, gelecek yüzyılda; yeni bilimsel gelişmeleri kendine dayanak yapan daha kapsamlı bir teori oluşabilir mi? Marksizm, sınıflar kalkınca ne olacak?
– Adı üstünde, Marx ve Engels, teorilerine “Bilimsel” demişler. Bilimdeki her gelişmenin Bilimsel Sosyalizmi olgunlaştıracağını biraz önce konuştuk.
Ömrüne gelince, Bilimsel Sosyalizm, bütün ideolojiler gibi sınıflı topluma aittir, işçi sınıfının ideolojisidir. İşçi sınıfı, sınıfları ortadan kaldırırken, kendisini ve ideolojiyi de ortadan kaldıracak: Sınıfların olmadığı bir dünyayı, Bilimsel Sosyalizm bugünden görüyor. Ama o dünyada kendisine de yer yok.. Marksizmin, en azından son 150 yılda oluşan içeriğiyle yaşayamayacağı kesindir. Kuşkusuz Bilimsel Sosyalizmin sınıfsız dünyaya bırakacağı bir teorik miras olacaktır. Nasıl Demokritos’tan, İbn Haldun’dan veya Hegel’den günümüze kalan bir teorik miras varsa, öyle. Marksizmin de o zaman aşılması kaçınılmazdır. İdeoloji sınıflı toplumlarda olur; sınıfsız toplumlarda ise kültür olacak şüphesiz, ancak ideoloji olmayacak.
Robot devrimi önlemez, tersine devrimi getirir
– Dünya da, örneğin Andre Gorz gibi, artık işçi sınıfının gelişmediği, hizmet sektörünün öne geçtiği ve dolayısıyla da işçi sınıfı önderliğinde olacak devrimin koşulların olmadığı şeklinde görüş koyanlar var.
– Onların büyük bir yanılgısı var. Türkiye’de bunu Sayın Çetin Altan da çok yazdı. Doğru, üretimdeki emeğin niteliği değişiyor. Robot da, gelişmiş sanayilere girmeye başladı. Ama işçi sınıfının bitmesi, Japonya’da bile söz konusu değil. Hiçbir gelişmiş ülkede, üretim esas olarak robotlarla yapılmıyor. Tabii bir gün insanlık oraya gelecek. Malların kıtlığının aşıldığı bir bolluk toplumu olacak. O zaman özel mülkiyetin ve kârla belirlenen paylaşım ilişkilerinin sonu gelmiş olacak. Mallar kıt olmayınca, paylaşma kavgasına da gerek yok. Ama oraya giderken devrim olacak. Çünkü üretimde robot kullanılmasının artması, emeğin verimliliğinin yükselmesi, malların kıtlığının sona ermesi, özel mülkiyeti ve kar anlamsız kılıyor. Ancak bunlar, böyle düz bir süreçte kendiliğinden kalkmayacak. Bireysel çıkar sisteminin temellerinin zayıflaması, dahası özel mülkiyetin yıkım etkenine dönüşmesi, ondan kurtulmak isteyen ezici çoğunluğu harekete geçirecektir. Andre Gorz olsun. Çetin Altan olsun, o topluma devrim olmadan da ulaşılacağı gibi metafizik görüşleri dillendirdiler. Oysa süreç, devrimi zorluyor. Robot, devrimi önlemiyor, tersine devrimi getiriyor.
Artık insanlık kapitalizmle devam edemeyeceği bir eşiğe geldi. İnsanın biyolojik varlığı tehdit altında. Ozon tabakasının delinmesi, denizlerin, nehirlerin, toprağın zehirlenmesi gibi soranlar, özel mülkiyet ve kâr sisteminin acı meyvası. Bu sorunları, yalnız kolektif mülkiyetle ve büyük projelerle halledebilirsiniz. Ozon tabakasını yamayabilecek bir holding yok. Bu durumda kâr sisteminin sonu gelmiştir. Bu da devrimdir zaten. Doğa ve insanın yıkımı da, insanlığı özel mülkiyetten vazgeçmeye zorluyor.
Kaynakların sınırlılığı da, kapitalizmin tüketim kalıplarından vazgeçmeyi gerektiriyor; bu da bir devrim etkeni. Kapitalizmin tüketim ölçülerinden vazgeçmek, devrim demektir; çünkü sistem bu ölçüleri sürdüremezse çöker. Sürekli tüketen, ama kullanım değeri tüketmeyen budalalar toplumu yarattılar. Hatta insan hayatına aykırı tüketim modelleri bile kurdular. Uyuşturucu, silah tüketimini azaltın, sistem sallanır. Demek ki sistem, insan hayatıyla karşı karşıya geldi. Yine şehirlerdeki gürültü, havasızlık, trafik, insan ilişkilerinin paramparça olması, yalnızlaşma, bu ortamda nasıl yaşanacak? Bazı karamsar kestirimler de var, belki de insan türü ortadan kalacak diyorlar.
Komünist Manifesto”nun en haklı olduğu bir döneme, insanoğlu şimdi giriyor. Manifesto, “Özel mülkiyet sistemini ortadan kaldırmak, bizim teorimizin temelidir” diyor. Özel mülkiyet en beli, en parlak dönemini yaşıyormuş görünüyor ama, “Pompei’nin son günleri” gibi aslında, yani Roma imparatorluğunun sön dönemi gibi. Özel mülkiyet kalkacak, kolektif mülkiyet gelecek en başta insan-doğa arasındaki den yeniden kurulacak.
Komünizmin “bolluk toplumu”, kapitalizmin tüketim toplumun temelde farklı
-Bolluk toplumu kavramıyla ilgili şöyle bir eleştiri var: Komünizme, bolluk toplumu ile olacağı varsayılıyordu, oysa dünyanın kaynakları sınırlı bu anlamda bir bolluk toplumu olması söz konusu değil gibi görünüyor. Bu marksizmin yeniden değerlendirilmesi gereken bir yanı değil mi sizce?
– Bir kez bolluk toplumunu kapitalist kültürle değil de, sosyalizmin kültürüyle, sosyalizmin yaratacağı yeni insanın talepleriyle tanımlamak lazım. Bolluk; toplumunda, kimse “dolabımda 40 kat” elbise var, Afrika’nın bütün hayvanlarından kürküm var” gibisinden enayice ve zavallı “mutluluklar’ içinde olmayacak. Bir Einstein, bir Cahit Arf düşünebiliyor musunuz, ceylan derisinden ayakkabısı olsun. Bengal kaplanından kürkü olsun? Gelişmiş bir insanin hiç böyle hevesleri olabilir mi? Her sistemin manevi kültürü, insan ihtiyacını yeniden tanımlar. Bolluk toplumu, kendini sanata, kültüre, bilime vermiş, yaratıcılıktan tad alan, tarihe, felsefeye, matematiğe, arkeolojiye, müziğe, resime, tiyatroya vb. doyamayan insanların toplumudur. Marksizmin bolluk kavramını, sosyalizmin yarattığı “yeni insanın” mutluluk ölçüleriyle birlikte düşüneceksiniz. Komünizmin yeni insanı, aynı zamanda son derece tutumludur, kaynakları kullanmada son derece dikkatlidir. O, bir tüketim budalası değildir; yaratıcı ve derindir. Öte yandan bugün ölene kadar giyebileceğiniz, yıpranmayan kumaş yapmak mümkün, hiç bozulmayan ampul yapmak, yeryüzünü yerin altından ısıtmak, mümkün. Ancak bunları yapamazsınız, kapitalizmin belli sektörleri çöker. Kapitalizmi yıkan sosyalizm, kâr sisteminden kaynaklanan yapay tüketim kalıplarını kaldıracak, tüketim pompalamasına son verecek, kaynakların dengeli kullanımını getirecek; Bütün sorunlar devrimi zorluyor. Bütün yollar, bizi devrime götürüyor.
Her teorik atılımın arkasında baldırı çıplakların yığınsal eylemi vardır
– 20. yüzyıldaki sosyalizm dalgasının, devrimlerin geri çekilmesinin nedenleri neydi sizce?
Burada idealist açıklamalar yapılıyor, sosyalizmin proje üretemediğine falan ilişkin. Bunlar çok yanlış, bu tabloyu kuvvet ilişkilerindeki değişiklikler yarattı.
1970’lerden sonra, hatta belki de 1960’lardan başlayarak, kuvvet ilişkilerde sosyalizmin aleyhine değişiklikler yaşandı. Sovyetler Birliği’nin 1950’lerin sonlarında kapitalizme geri dönmesi onu kapitalist kampının bir kuvveti haline getirdi.
Devrim dalgasının 1960’lardan sonra durduğu görülüyor. Hele 1980’lerdeki -gelişmelerle kapitalizm bir insiyatif geliştirdi ve saldırıya geçti.
Sosyalist projeler toplumsal pratiklerin dayatmasıyla üretilir. İsyan eden bir halk yoksa, proje üretilemez. Avrupa’da bakın 1848 yılının Şubat’ında Komünist Manifesto ilan ediliyor, Mart’ta basılıyor, haziran ayında ise Fransa’da işçi hareketi başlıyor ve Manifesto’nun ilk çevirisi orada yapılıyor. Devrimlerin bastırıldığı döneme girilince, bakıyorsunuz Manifestoyu ne arayan, ne soran, ne de çeviren var.
Birinci Enternasyonal’in kurulduğu dönemde, Avrupa’da yeniden bir işçi dalgası ve yeniden Manifesto’ya rağbet var. Yanî toplumsal pratikler, insanların yeni bir dünya aramak için giriştiği kitlesel eylemler, sosyalizmin teorisindeki yükselişleri gösterir. Örneğin, 1848 devrimleri döneminde Komünist Partisi Manifestosu çıkıyor; 1871 devrimlerinde Bilimsel Sosyalizmin devlet teorisi olgunlaşıyor. Arkasından gelen 1917’ye kadarki durgunluk döneminde hiçbir ciddi teorik atılım yok. Çünkü bir insan pratiği yok.
Marksizm bir eylem kılavuzudur ve tek kaynağı vardır: İnsan pratiği. Pratik varsa, teori de ilerliyor. Örneğin Sovyet Devrimi, Çin devrimi olmasaydı, Bilimsel Sosyalizm zenginleş-mezdi. Sovyet deneyi, Çin deneyi olmasaydı, sosyalizm nasıl inşa edilir, geri dönüş nasıl oldu, bunun tartışması bile yapılmazdı. Büyük devrimci teoriler, büyük devrimci pratiklerle gelişiyor. Teorinin itici gücü, yığınsal pratiktir. Her teorik atılımın arkasında, baldırı çıplakların eylemi vardır.
Karşıdevrimin harekete geçirdiği akımlar
– Anarşizmin yeniden liberalizmle birlikte bu dönemde canlanması bir tesadüf değil o zaman?
-Tabii, karşı devrim pratikten de karşı devrimci teorileri canlandırıyor. 1980 sonrasına bakıyoruz; sivil toplumculuk, Neo Liberalizm, Anarşizm ve sosyalizmden kaçışın kanallarını yaratmaya hizmet eden bir Çevrecilik ve Feminizm gibi akımlar birdenbire canlandı; daha doğrusu belli merkezlerden canlandırıldı, beslendi. Çevrecilik ve Feminizm, kuşkusuz karşı devrimci değiller ama sosyalizmden kaçışın, dönekliğin kanalı haline gelince, karşı devrimin hizmetine giriyorlar.
yüzyıl sosyalizm çağı olacak
-Çizdiğiniz tabloya göre 21. yüzyıl sosyalizm açışından bir atılım, çağı olacak.
-21. yüzyıla bakıyoruz, özel mülkiyet ve kâr sistemi çıkmazda. Özel mülkiyet ve bireysel çıkarın biricik seçeneği, kolektif mülkiyet ve paylaşmacılık. 21. yüzyıl, sosyalizmin yüzyılı. Bunu gösteren işaretler çok. Uygarlığın Atlantik’ten Asya ‘ya kayması da dikkat çekici. Emperyalizmin paylaşma gündemine aldığı Doğu Avrupa ve Asya’da muazzam bir kaos coğrafyası oluştu. “Asya İsyanları” geliyor. Paylaşılmak ve parçalanmak istenen coğrafya,
çok güçlü bir direnme birikimine sahip.
Çin, çok önemli. 1949’da devrimin zaferinden bu yana, dünya tarihinin görmediği bir tempoyla yükselişi devam ediyor. Sosyalist Çin’i çıkarın, dünyada büyüme durur. Dünya ekonomisini kapitalizm değil, sosyalizm büyütüyor. Çin ile Afganistan’ı, Pakistan’ı karşılaştırın, elli sene önce aynı düzeydelerdi. Sosyalizmin farkı çarpıcı.
Yine Avrasya coğrafyasında Rusya var; koşullar yeniden sosyalist devrimi zorluyor. Hindistan, Türkiye, Orta Asya Türk Cumhuriyetleri, Arap ülkeleri, İran: Bu ülkeleri emperyalizm, milliyet, mezhep ve din kavgalarına sürüklemeye çalışıyor ama onların da bir cevabı olacak. Mezhep kavgam olmasın, din kavgam olmasın diyenler, uluslararası dayanışmaya girmek durumunda. Avrasya dayânışması, Batı emperyalizminin önünü kesecek bir birikimi içeriyor. Aynı zamanda geleceğin enternasyonalizminin en temel gücünü oluşturuyor.
Sosyalizm, kaçınılmaz olarak geliyor. Sadece mülkiyet sistemiyle değil, Şeyh Bedrettin’in söyleyişiyle “din ve mezheplerin kanunlarını iptal eden” enternas-yonaizmiyle de geliyor.
-Marx Manifesto’da “İşçilerin vatanı yoktur” diyordu, işçilerin vatanı yok mu?
Tekel işçileri, “Tekel vatandır satılmaz” diye eylem yaptı. Seka işçileri “Seka vatandır satılmaz” diyorlardı. Tekel işçileri “Tekel vatandır satılmaz” diye direndiler emperyalist özelleştirmeye. Türkiye’de işçi sınıfı, yalnız Türkiye’de bütün Ezilen Dünya’da “ Vatan” sloganıyla mücadele ediyor.
Marx’ın Manifesto’yu yazdığı “İşçilerin vatanı yoktur .“ cümlesinin devamı okunmaz. Dahası Türkçeye hep yanlış çevrilmiştir. Doğrusunu Işık Soner çevirmiştir. Kaynak Yayınları’nın Manifestosu’ndan okuyalım!(5)
İşçilerin vatanı
Düzeltilen yanlışlardan biri, ünlü “İşçilerin vatanı yoktur” diye başlayan paragraftır. Cümlenin devamının çevirisi gerçekten zordur. 1888’deki İngilizce yeni basımında, anlaşılan sıkıntı çekilmiş ve yoruma kaçılmıştır.
Işık Soner, o önemli bölümü şöyle çevirdi:
“İşçilerin vatanı yoktur. Onlardan sahip olmadıkları bir şey alınamaz. Proletarya, her şeyden önce siyasal hâkimiyeti fethetmek, ulusal sınıf(6) durumuna yükselmek, kendisi ulusu oluşturmak zorunda olduğundan zaten ulusaldır; ama kesinlikle sözcüğün burjuva anlamında değil.” (Işık Soner çevirisi, Kaynak Yayınları, s.68)
“Ulusal sınıf durumuna yükselmek”
Bu cümleler, Manifesto’yu iktidar mücadelesinde Türkçeleştirmek ve Rusçalaştırmak veya Çinceleştirmek veya Farsçalaştırmak açısından özel bir önem yüklüdür; hele hele emperyalizm çağında.
Kapitalist bir ülkede, vatan bütün mal ve mülküyle burjuvazinindir. Emekçiler, ancak ulusal bir sınıf olma sürecinde siyasal hakimiyeti fethedebilirler. Zaten bu sürecin sonunda vatan artık burjuvazinin değil, emekçilerindir.
İşçi sınıfı da, kendisiyle birlikte bütün toplumu kurtarmak zorunda olduğu için (s. 21), ulusal sınıf durumuna yükselir ve en sonunda emekçilerden oluşan bir ulusu meydana getirir. Üretim araçlarının burjuvazinin mülkiyetinden kurtarılıp ulusa kazandırıldığı bu süreçte, işçi sınıfının kendisi ulus olur. Başka deyişle işçi sınıfı ulusallaşarak ve uluslaşarak iktidara gelir.
İki Marksizm
Marx’ın da kimi “Marksistlere” bakıp “Ben Marksist değilim” dediğini hatırlarsak, iki ayrı Marksizm vardır. Biri Marksizm düşmanlarının tanımladığı “Marksizm’dir. Şu sıra yeniden piyasaya sürülüyor. Zaten kapitalist piyasada değişim değeri olan, düşmanların Marksizmidir.
Marksizmin düşmanları, Marksizmi 19. yüzyıla kapatmışlardır. Marksizmi bitirmenin en sonuç alıcı yöntemi budur. O zaman Marksizm, hayatın dışına düşer, nefes alamaz, devrimsiz kalır ve tarihin dışında bir eğlence malzemesine dönüştürülür. 19. yüzyıldaki Marksizmin emperyalizme ve kapitalizme hiçbir zararı yoktur; tersine yararı vardır.
Avrupa merkezli ölüm
Avrupa merkezli bir Marksizmin, 20. ve 21. yüzyıl dünyasındaki yeri mezarlıktır.
Çünkü emperyalizm çağında devrimin merkezi, gelişmiş kapitalist ülkelerden Ezilen Dünya’ya, Avrupa’dan Asya’ya, Batı’dan Doğu’ya kaydı.
Bu olayı Lenin 1910’larda gördü ve 20. yüzyıl devriminin yeni bir tanımını yaptı. Komünist Enternasyonal de, bu tavrı 1920 Kongresinde karar haline getirdi ve bir çizgi belirledi. Manifesto’da devrim, “Her ülke proletaryasının her şeyden önce kendi burjuvazisiyle hesaplaşması”dır (s.59).
Çağımızda devrim
Emperyalizm çağının devrimi ise, Lenin’in tanımıyla “Emperyalist sömürü zincirinin bir ülkede kırılması “dır. 19. yüzyılda ulusun içindeki hesaplaşmanın ürünü olan devrim, 20. ve 21. yüzyılda ulus ile emperyalizm arasındaki hesaplaşmanın sonucudur. O nedenle, işçi sınıfı, ancak ulusun önderi olarak tarihsel görevini yapar. Aslında Manifesto’da da böyledir. İşçi sınıfı, bütün toplumun kurtarıcısı olarak ulusun önderliğini ele geçirir ve ulus haline gelir. Ulusal olmak, işçi sınıfı için iktidar olmakla sımsıkı bağlantılıdır.
Marksizmin düşmanlarının en çok korktuğu budur. O nedenle ulustan kopmuş bir “işçi dalkavukluğuna” bırakın Taksim meydanını, Çankaya’nın kapısını bile açar. Emperyalist fonlar, öldürülmüş bir “Marksizm”in emrine amadedir. Marksizmin düşmanlarının ekranları ve sayfaları, öldürülmüş
“Marksizm”in pazarlamacılarına tahsis edilir. Onlar için en iyi Marksizm, mezardaki Marksizmdir.
Mustafa Kemal Paşa, 20. yüzyıl gerçeğini İstanbul’daki 19. yüzyıl Marksistlerinden daha iyi anladığı, Ezen-Ezilen Millet tahlilini özümlediği için, Anadolu İhtilali’ne önderlik etmiştir. Lenin, Mustafa Kemal’i alkışlarken, Avrupa merkezli Marksistler İstanbul’da tramvay işçilerine bildiri dağıtmışlardır. O dönemi anlamak için, Kaynak Yayınları’nın çıkardığı “Kurtuluş Savaşı’nın İdeolojisi – Hakimiyeti Milliye Yazıları”, her aydının öncelikle okuması gereken dört kitaptan biri olmalıdır.
- yüzyıl Lenin, Mustafa Kemal ve Mao’nun saptadığı gibi yaşanmıştır. Çünkü onlar, yaparken, saptıyorlardı.
- yüzyılın sonlarında Doğu’ya dönen gözler
Aslında Marx ve Engels de 19. yüzyılın sonlarına doğru 20. yüzyılın işaretlerini gördüler ve Manifesto’nun 1882 yılındaki Rusça ikinci basımına yazdılar:
“Gelelim Rusya’ya. 1848-1849 Devrimi sırasında (…) Çar Avrupa gericiliğinin başı ilan edilmişti. Oysa bugün Çar, Gatçina’da devrimin savaş tutsağıdır. Rusya ise, Avrupa’da devrimci eylemin öncüsüdür. (…) Rus devrimi, Batı’daki bir proletarya devriminin işareti olur ve böylece bu iki devrim birbirini tamamlarsa, günümüz Rusya’sındaki ortak toprak mülkiyeti, komünist bir gelişmenin başlangıç noktası olabilir.” (s.18 – 19)
Bu satırlardan bir yıl sonra artık Marx yaşamıyordu. Marx ve Engels’in son zamanlarında Rusya ve Çin’i incelemeye yönelmeleri ve Türkiye’nin direnişini “Türk yanlısı” düzeyinde sıcak duygularla izlemeleri, 20. yüzyılın eşiğindeki gerçekler zeminindedir.
Buradan da görülüyor ki, Avrupa merkezli Marksizm, Avrupa’nın gerçekten uygarlığın merkezi olduğu çağa aittir. O çağ eskirken, Marx ve Engels’in gözleri de Doğu’ya çevrilmiştir.
“Geri Avrupa ileri Asya”
- yüzyılın emperyalizm gerçeğinde Avrupa merkezli Marksizme artık yer yoktur. Lenin ve Mao’nun katkıları o nedenle hayatidir; Marksizme can veren, pratik ve teori bütünlüğüdür.
Marx ve Engels, Avrupa’da 1848 Devrimi’nin ortasında Manifesto’ya şöyle yazmışlardı:
“Burjuvazi bütün üretim araçlarının hızla gelişmesi ve son derece kolaylaşmış iletişim ile bütün ulusları, hatta en barbarlarını bile uygarlığın içine çekiyor. (…) Bütün ulusları, eğer yok olup gitmek istemiyorlarsa, burjuva üretim biçimini benimsemeye zorluyor, bütün ulusları kendisinin uygarlık dediği şeyi kabullenmek, yani burjuvalaşmak zorunda bırakıyor.” (s. 51)
- yüzyılın doğrusu, 20. Yüzyılın eğrisidir.
- yüzyılda, uygarlığın merkezi, artık Avrupa ve Kuzey Amerika değildir. Uygarlaşmanın önderliği Asya’ya kaymıştır. Bu koşullarda Lenin, haklı olarak, 70 yıl sonra Manifesto’da yazılanın tam tersini vurgular: “Geri Avrupa, ileri Asya!”
“Tek dişi kalmış canavar”
Mehmet Akif’imiz bu büyük teorinin şiirini yapmıştır: “Medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar.”
Bu dize, Ezilen Milletlerin ilk İstiklal Savaşı’nın kan ve ateşi içinde ortaya çıktı.
Mustafa Kemal Atatürk, bugünkü sahte Atatürkçüler gibi Avrupa “muhibi” ve Batı hayranı değildi; Emperyalist – kapitalist Batı medeniyetinin “mahv ve nabut olduğunu” son nefesine kadar vurguladı. O’nun mahvolacak dediği emperyalizm, Avrupa Birliği’dir ve ABD’dir.
Çağımızda bütün devrimler vatan savunmasında oldu
Dünyadaki ve Türkiye’deki sosyalizmin tarihini inceleyin, eğri ile doğrunun ekseni hep Ezen – Ezilen Millet kamplaşmasını kavramadadır.
- yüzyılda devrimi, “işçi-burjuva çatışması” olarak tanımlayan her hareket, işçilere ihanet etmiş, milletine ve vatanına da ihanet etmiştir.
- yüzyılda devrimlerin hepsi, istisnasız vatan savunmasına olmuştur. Buna Sovyet Devrimi dahildir. Bolşevik Partisi, 1917 yılı Ekimi’nde Rusya’yı birleştirecek tek hareket olduğu için, “ulusun siyasal hakimiyetini fethedebilmişlerdir.”
Türkiye, Çin, Vietnam, Kore, Doğu Avrupa, Küba, Hindicini devrimleri hep vatan savunmasında gerçekleşti. Bugün de bakın Chavez’den Morales’e, Muga-be’den Lulla’ya, Irak’tan Afganistan’a kadar bütün devrimler vatan savunması cephesindedir.
- yüzyıl gerçeği, Lenin’in ve Atatürk’ün formülleriyle Ezilen Milletlerin, Ezen Milletlere karşı mücadelesidir. Dünyayı uygarlaştıran eylem budur ve uygarlığın merkezi Asya’dır.
- ve 21. yüzyıl aşaması: Milli demokratik devrim
Devrim odağının Asya ve Afrika ve Latin Amerika’ya kayması, devrimin aşamasını da belirlemiştir. Çünkü üç kıta, yalnız bir coğrafya tanımı değil, toplumsal – ekonomik koşulların tanımıdır.
Ezilen Dünya’nın devrimleri, emperyalizme karşıdır; millidir. Ve Ortaçağ ilişkilerini temizler; demokratiktir; bizim Kemalist Devrimimizdeki adıyla halkçıdır.
Hatta bu derinleşen krizle birlikte ABD ve Avrupa’daki hareketler de, öncelikle emperyalist mafyaya, faşizmin tırmanışına ve Ortaçağlaşmaya karşıdır. ABD’de ciddi siyaset adamları ve düşünürler, son zamanlarda ısrarla Faşizmin tırmanışına dikkat çekiyorlar.
Kapitalizmin merkezlerinde bile hemen ve doğrudan sosyalizmi kurma koşulları yoktur. Örneğin dünyanın en güçlü komünist partilerinden biri olan Japonya Komünist Partisi, önündeki aşamayı Milli Demokratik Devrim olarak belirliyor. Manifesto’dan herkesin öğrenmesi gereken çok önemli bir Tarihsel Materyalizm dersi, menzile adım adım ‘derleneceğidir.
Marx ve Engels, 1848 yılında yazdıkları Manifesto’da Almanya’nın “burjuva devriminin arifesinde” olduğunu saptarlar.(s.85)
Manifesto’dan bağımsızlık dersi
Ve yine bugün en önemli Manifesto dersi şudur: Bağımsızlık olmadan ne demokrasi olur ne sosyalizm! Bir milletin bağımsız olması, ileri adım atmasının ön şartıdır. Çünkü adımı atacak olan milletin kendisidir. Her canlı önündeki adımı atar; önüne konan “adımı” değil. Manifesto’ya göre, bağımsızlık, burjuvazi için “en hafif deyimiyle önemsizdir.” Ama işçi sınıfı için, sömürü ve baskıdan kurtulmanın ön şartıdır. O nedenle,
Marx ve Engels, 1848’den Manifesto basımlarına önsöz yazmaya devam ettikleri 1893’e kadar, Polonya’nın, Almanya’nın, İtalya’nın, Macaristan’ın bağımsızlık mücadelesini Avrupa devrimlerinin merkezine yerleştirdiler (s. 40, 41, 42, 85).
Onlara göre ulusal boyunduruk, öncelikle kırılması gereken boyunduruktu. “Ulusal bağımsızlık olmadan”, bırakalım işçi sınıfının hakimiyetini, demokratik devrimi ifade eden “burjuvazinin hakimiyeti dahi hiçbir ülkede mümkün değildi.” (s. 42) O nedenle bağımsızlık devrimleri, “sosyalist devrimin yolunu açar, temelini hazırlar.” (s. 42)
İşçi sınıfının “uluslar arası birliği” için de, “Avrupa’da tek tek bir ulusun birlik ve bağımsızlığının yeniden sağlanması” ön şarttır. “Ulusların ortak hedeflere yönelik barışçı ve mantıklı işbirliğinin yolu, bağımsızlıktan geçer (s. 42). Marx ve Engels’in vurguladığı gibi, Enternasyonalizm bağımsız ve özgür uluslarla olur.
Tatlı iş: Maddeyi anlamak
Bağımsızlığa yan bakan, NATO’nun hizmetkârlığıyla iftihar eden, hatta emperyalistlerin cinsel organlarına gönderme yaparak kendi milletlerini tehdit eden utanmazlara ne demeli! Bunların Marx’ı ve Marksizmi kirletmek için 1848’den bu yana gösterdikleri gayrete engel olamazsınız. Onlara bu misyonu yükleyen, onları bu “iş” için besleyenler vardır ve onlarla savaşıyoruz.
Ancak Bilimsel Sosyalizmin yeniden yükselişe geçtiği bu kriz ortamında, özellikle ve öncelikle gençlerimizi Tarihsel Materyalizmle eğitmek, onlarda insanlığın bilim birikimine merak uyandırmak tatlı bir iş oluyor.
Mustafa Kemal, aydın hayatına nasıl girdiğini 5 Ocak 1904 günü not defterine kaydetmiş:
“Evvela sosyalist olmalı, maddeyi anlamalı.” (Atatürk’ün Bütün Eserleri, c. I, s. 15)
Manifesto, bir yanıyla maddeyi anlama öğretişidir. Ve elbette zamanın içindedir. O nedenle 19. yüzyılın maddesini ve 20. yüzyılın ipuçlarını orada bulabiliriz.
– Çok teşekkür ediyoruz
Dipnotlar ve Kaynaklar:
1) Marx, “Zur Kritik der Hegelschen Rechtsphilosophie”, Marx Engels, Werke, 3, s. 391.
2) Marx Engels, Werke, 20, s. 452.
3) Bkz. Luciana Castellina, “Sozialismus im 2. Jahrhundert” içinde, Bd. 2, Berlin 1985, s. 105.
4) Marx Engels, Werke, 23, s. 529.
5) k. Marx- F. Engels, Komünist Partisi Manifestosu, Çev. Işık Soner, Kaynak Yayınları, Mayıs 2003
6)1888 İngilizce basımda, “ulusal sınıf” yerine, “ulusun önde gelen sınıfı” denmiştir. (Işık Soner’in notu). Aslında bu yorumlu çeviri de işin özünü ortaya koyuyor. İşçi sınıfı için ulusal olmak, iktidar olmakla sımsıkı bağlantılıdır.