Ana Sayfa Yazılar EBDA OKUTUR YAZDI: AŞK, RENK CETVELİNE SIĞMAZ

EBDA OKUTUR YAZDI: AŞK, RENK CETVELİNE SIĞMAZ

1383

Ebda Okutur, Öncü Gençlik Eskişehir İl Yöneticisi

Topluma yön vermenin, kendini gerçekleştirmenin araçlarından olduğu gibi insanın kendini ifade etme biçiminin de en önemli araçlarından biri sanattır. Özellikle kişiyi derinden etkileyen olaylar, durumlar ve duygular sanata konu olmuştur. Aşksa bu konuların neredeyse en başında yer almakta. Resimler, şiirler, şarkılar, romanlar ve daha nice sanat eserleri, aşkın rüzgarını bizlere taşımak için üretilmiştir. Kimi eserde soğuk bir kutup rüzgarının esintisini hissederken, kimisinde sıcak bir Akdeniz rüzgârı tenimize dokunur. O rüzgarlar bazen anılarımıza, bazen hayallerimize giden yelkeni sürükler. Bazen de yaşamakta olduğumuza farklı bir pencereden baktırır bizi. En güzeli de belki de hiçbir zaman yaşamayacağımız olanı yaşattırır bize.

Neşet Ertaş “Zahide kurbanım n’olacak halim” diye seslendiğinde rüzgarın yüreğimize dokunduğu yerlerde sevip de kavuşamamanın acısını hissedebileceğiz. Beethoven’ın Moonlight sonatını aşık olduğu Giulietta’sına armağan ettiğini bilmesek de dinlerken kavuşamamış bir aşığın ağlayışlarını duyabileceğiz. Aragon’un Elsa için yazdığı “Öyle derin ki gözlerin içmeye eğildim de/Bütün güneşleri pırıl pırıl orada gördüm”dizelerini okurken aşkın güzelliğini resmedeceğiz zihnimizdeki tuvale. Ama kimisi baştan aşağı maviye boyayacaktır, kimisi rengarenk yapacaktır, kimisi ise sadece griye boyayacaktır tuvali. Tıpkı aşkın tanımı gibi. Sanat eserinden esen rüzgar herkeste aynı hissedilmeyeceği gibi aşkın rüzgarı da bir hissedilmez. Dolayısıyla aşk tek bir tanıma sığmaz.

AŞK ÇELİŞKİLİDİR

İrfan Yalçın ‘Her an çiçekler açan, çiçekler açtıran aşk olur mu?’diyerekten aşkın çelişkiler içinde var olduğunu söylemiş. Aşkın Yedi Rengi adlı romanında da hayatın ve aşkın çelişkilerinden örnekler görüyoruz. Kurgu gerçek hayatta karşımıza çıkabilecek nitelikte oluşturulduğu için çelişkiler okuyucunun kendi içerisinde yaşadığı ya da örneklerini toplumda gördüğü türden. Aşkın her şeyi paylaşmak olduğunu söyleyen ama sevdiğinin üzüleceğini düşünerek ondan derdini saklayan karakterimiz gibi. Evli birinin bir başkasına aşık olmasının ahlaksızca bir davranış olduğu bir toplumda geçen hikayenin aşk üçgeni barındırması gibi. Yazar, doğa ve insanın, iç içe geçtiği bir köy manzarasında büyüyen, evlat sahibi olan bir bireyin, başka bir çocuğa şiddet uygulayabilmesi gibi sahneleri canlandırıyor zihnimizde. İrfan Yalçın, karakterleri oluştururken de gerçekçilikten uzaklaşmamış. Ana karakterlerimizden birinin adını biliyoruz. Anlatıcı, erkek bir karakter olarak seçilmiş, biz onun gözünden Su’ya bakıyor ve olayları takip ediyoruz. İrfan Yalçın’ın hümanist bakış açısını, Su karakterinin davranışlarında görüyoruz. Su, anlatıldığı satırlarda aşkın saflığının temsilcisi oluyor aynı zamanda. Zonguldak’ta bahçeli evlerdeki komşulukla başlayan aşk; çocuk oyunlarından, lise sıralarına ve üniversite yıllarının mektuplaşmalarına kadar uzanıyor. Roman, ‘Masal Kuşları Kadar Güzel’, ‘İpek Zarflı Pembe Mektuplar’ ve ‘Kanayan Günler’ adlı üç bölümden oluşmakta. Bölüm isimlerinden çıkarım yapabileceğimiz gibi sadece çiçekler açtıran bir aşk rüzgârı esmiyor okuyucuya. Bir zamanlar bahçelerde koşup, sularla oyun oynayıp, ağaçlar altında ele ele yürüyen, nehir kenarında hayaller kuran ve tel örgüler arkasından arkadaşlık eden çocukların ayrı büyük kentlerde özlem ve yalnızlık çekmeleri, dikenli çiçeklerin varlığını da yüzümüze çarpıyor. İrfan Yalçın, eserlerinde anlattıkları için ‘köşeye sıkıştırılmışları anlattım hep’ der. Köşeye sıkıştırılmışlar da hep emeğin sevgiyle harmanlandığı köyden gelen karakterler olmuştur. Aşkın Yedi Rengi romanında da köyden gelen köşeye sıkıştırılmışları görüyoruz. Üniversite eğitimi için İstanbul ve Ankara’ya giden karakterlerimiz gibi. Özgürce koşup, ufuklarının sınırlarını zorlayabileceği alanlardan dört duvar arasına düşmek, birbirlerine olan özlemi daha da arttırıyor. Kalabalık ama bir başına olan kentlerin koşuşturmacasından kaçmak için ‘ipek zarflı pembe mektuplar’a sığınıyorlar:

“Ölümsüz çiçekler arasından, köpük köpük yaşam sevinci saçıyor mektubun, sanki binlerce kuş, binlerce çiçek…Alıp avuçlarına ellerimi ‘N’oldu?’ der gibisin.”   Üniversite yıllarının ardından yaşananlar, ana karakterimizi, Su’nun sadece ziyaretine gidebilecek duruma getiriyor. Olayların bu duruma geldiği sıralarda romanın sadece iki kişi arasındaki sevgiyi anlatmadığını, ‘işte yaşam bu’, ‘insanlar bu’ diye seslendiğini duyuyorsunuz. Böylelikle ‘ipek zarflı pembe mektupların’ birinde verilen ‘aşk nedir?’ in cevabını daha iyi kavrıyoruz: “Bizim Sevdamız ‘sev beni, seveyim seni’ diyen tecimsel bir pazarlığın kokmuşluğundan; Leyla ile Mecnun, Kerem ile Aslı, Romeo ve Juliet, Tristan ve İsolde gibi sevdaya sevdalıların kuru, soyut söylence dünyasından yani ötelerin ötesinden değil madde, uzam ve zaman içinde oluşmuş, sonsuzdan sonsuza akan evrensel bir yaşam ırmağının derinlerinden geliyor. (…) Öyle ki içinde ateşböceklerinin, çocuk gülüşlerinin, bütün denizleri kaplayan yakamozların, örsteki çekiç seslerinin, yağmur kokulu ormanların, kanlı yalnızlıklar içinde soluk soluğa çalışan bir madenci kentinin yanık türküleri var.”

AŞKIN TABİATI

İrfan Yalçın’ın her bir satırı; aşkı hayattan soyutlayıp salt iki kişinin birbirine duyduğu takıntıya indirgeyen, aşkı; sadece karşılıklı çıkar ilişkisi içerisinde var eden, aşk beşgenleri yaşamayı, bize özgürlükmüş gibi satan sisteme karşı tokat gibi iniyor. Kişiye duyulan yoğun sevginin penceresinden dünyaya bakmak ve görmediğimiz güzelliklerin farkına varmak, tatmadığımız tatları tatmak, daha önce hiç başını okşamadığımız hayvanları sevmek, aşkı yaşadığımızı gösteriyor. Doğanın bir parçası olduğumuzu bilmek ve onunla yaşlanmayı kabul etmek, kan bağımızın olmadığı insanların da acılarını, mutluluklarını duyumsayabilmek, kısacası bizi insan yapan değerlerle yaşamımız arasına mesafe koymamak, sistemin bizden sakladığı özgün aşkın yaşattıklarıdır. İlhan Berk’in şu dizeleri, özgün aşkı özetler nitelikte: “Ne zaman seni düşünsem/Bir ceylan su içmeye iner/Çayırları büyürken görürüm…”

TOPLUMA PAZARLANAN “AŞK”

Shalott Leydisi’ni kuleye kapatan, hayatı yaşamasını, aşkına kavuşmasını engelleyen, en sonunda Leydi’nin ölümüne sebep olan Kral Arthur, bugünün sözde aşk konulu dizilerinde, filmlerinde, şarkılarında can bulmakta. Aslında İngiliz mitlerine gitmeye hiç gerek yok. Ülkemizde yayınlandığına ve izlendiğine hayretle tanıklık ettiğimiz iğrenç dizi konularına şöyle bir bakalım. Kendi ailesinin istediği kişiyle evlenmesi adına şiddet gören, kuyuya atılan, ahıra kapatılan genç kızları; sözlüsü tarafından tecavüze uğrayan, kaçırılan, eniştesince tehdide ve cinsel istismara maruz bırakılan kadınları göreceğiz. Bu akıl ve insanlık kaldırmayan çürümüşlüğü, aşk temasıyla gözümüze sokan televizyon pazarlamalarına karşı insanı; yaşlanmayan acılardan, su gibi duru mutluluklara kadar pek çok âna tanık ettiren eserlere sarılmalıyız. Aşkın koyu takıntıların, saplantılı tutkuların ve çıkmaz kıskançlık nöbetlerinin götürdüğü şiddete hiçbir şekilde gerekçe olmadığını topluma duyumsatmalıyız.

‘Yaşıyoruz çok şükür’ dercesine sevebilmek için…

#OkuyanYazsın

oncugenclik.org.tr