Prof. Hikmet GÖKALP
TEORİ DERGİSİ EYLÜL 1994 – SAYI: 57
DEVLET-ULUS TOPLULUĞUNDA MÜMKÜN BİLİNÇ: İŞÇİ SINIFI BİLİNCİ
1830 sularında, Auguste Blanqui’nin kuyruğu mahkemeye sıkışmıştı. Hâkim sordu: “Sizin mesleğiniz nedir?” Blanqui cevap verdi: “Proleter.” Hâkim yanındaki meslektaşlarına dönerek: “Sayın meslektaş, siz böyle bir meslek tanıyor musunuz?” demeye kalmadı, sanık sandalyesindeki Blanqui gürledi: “25 milyon Fransızın mesleği hâkim bey.” O zaman Fransa’nın nüfusu 25 milyondu. Bütün işçi hareketlerine önderlik eden bu adam deli mi idi? Büyük Fransız Devrimi’nin biraz da proleter karakterine rağmen, Fransa’da bir sürü kont, dük, marki artıklarının Fransız topraklarında cirit attıklarını, palazlanmakta olan burjuvazinin şımarıklıklarını göremiyor muydu? Üstelik ortada daha ne Marx var, ne Engels; ütopistlere ise kimsenin kulak astığı yok… Bu zata, emek ile kapital arasındaki antagonizmayı hissettiren olsa olsa, her tarafta önderlik ettiği isyan hareketlerinde sadece işçilerin bulunduğunu sağlıklı olarak gözlemiş olmasıdır. Ya probleme mantıki yaklaşımı… Haza Marx… o da somuta ulaşmak için soyut olanı incelerdi. Marx’ta proleter sözü, emek ile kapital arasında antagonizmadan doğan soyut bir varoluş biçimidir. İşte size, işçi sınıfında bir mümkün bilinç örneği; hem de soyuttan somuta…
Peki, ya, burjuva sınıfında mümkün bilinç (conscienee Possible) yok mu? Yok, olamaz da… Burjuvazinin, kapitalistin kişisel mümkün bilinci yok ki kolektif bilinci olsun. Kapitalist, burjuva dediğin adam kapitalin, mülkün, esiridir; onda bir kişilik tamlığı aramak abes. O kapitalin ve mülkiyetin kendi tandansiyel kanunlarına uymakla yükümlüdür. Yoksa kapital de, mülk de elinden uçar gider. Klasik ekonomi politiğin babalarından ve endüstrializmin bilinçli temsilcisi Saint-Simone bu durumun farkında olacak ki, bir parabolünde kapitalist burjuvaziyi kendi sınıfsal önemini idrake davet ediyor. Ve, diyor ki: “Fransa’da kral ailesinden on kişi, aristokratlardan beşyüz kişi, keşişlerden ikibin kişi birden yok olsa, Fransa ne kaybeder? Hiç bir şey … diğer taraftan yüz endüstrieli, bin mühendisi, on bin işçiyi yıldırım çarpsa, Fransa telafisi güç bir duruma düşer. Onun için, aklınızı başınıza toplayın, iktidar olmaya bakın…” Saint-Simone, Marx’ın hocalarından sayılır ve de Büyük Fransız Devrimi’nin habercilerindendir.
Kapitalist burjuva adam olur mu, nerde… Fransız Büyük Devrimi’ne budalaca bir kasıtla burjuva devrimi derler. Düpedüz yalan. Bunun böyle olduğunu görmek için Ribeau’nun, gazete kupürlerinden oluşan iki ciltlik tarihini okumak yeter de artar bile. Büyük Fransa Devrimi’ni aristokrasinin dışladığı Tiers-Etat, yani belirli belirsiz bilinçlenen halk tabakaları ve Aydınlanma Çağı’ndan esinlenen aydınlar yapmıştır. Jeu de pom salonunda toplanan Etat-Generaux hep Tiers-Etat temsilcileri ve de Claerung aydınları. Elinde gümüş asa, yüzü pomatlı mabeyinciyi gördüklerinde hep birlikte sinirlendiler. Kralın sırmalı uşağı onlara; “Dağılın” diyordu, “bugün toplantı olmayacak, travaux var.” Jeu de pom yemini o anda doğdu; Bu bir halk bilinciydi, burjuva değil. Mirabeau ayağa kalktı, seslendi uşağa: “Git söyle efendine, bizi buradan ancak süngü zoru çıkarır.” 14 Temmuz’da Bastille hapishanesini basan onlardır, kapitalist burjuvalar değil. Bunlar sadece yer, içer, kapitalin emirlerine uyarlar, dara düşünce de satar savar, evde evladu ayal var deyip, Amerika’da mülk alırlar. Devlet-Ulusu yükseltmek şöyle dursun, onu bilinçsizce Ortaçağ karanlıklarına iterler.
İşçi sınıfında mümkün bilinç deyip geçmeyin, bu sözcük Devlet-Ulusta iktidar ile eş anlamlıdır. Çünkü, yukarda gördüğümüz gibi alternatifi yok. Sağı teşkil eden, amorphe, sözde partilerin hali pür melali meydanda. Hepsi, ama hepsi iktidarlarını fiyaskoyla sona erdirmişlerdir. Nedir o CHP’nin, cümle daratile, boşalan çuvallar gibi çöküşü… Nedir o DP’nin, on senelik ahmakça saltanatının hazin akıbeti… Milli cepheli tahtı Süleymanın Zincirbozan’da bir çadırda son buluşu nasıl açıklanacak?… Ya şu bal petekli şaşkın ördek Özallar saltanatının fiyaskosunu sadece Kastelliden mi öğreneceğiz… Sonuncuların akıbeti ise kayıtlı kuyutlu, fala bakmaya lüzum yok; Amerikan emlakçılarına sorup öğrenmek kâfi…
Bu böyledir sahi… sebebi gayet basit: Kapitalist burjuva tabakalarının sınıfsal bilinci teşekkül edemez de ondan. Akıllı adam, ‘Ama yaptın ha’, diyecek. ‘Avrupa’da kapitalist burjuva tabakaları, zaman zaman iktidar olmuyorlar mı? Bu iktidarlar hep fiyasko ile mi sona eriyor?’ Akıllı adam haklı ama bilinçli değil. Batıda burjuva iktidarları kendi sınıf şuurları sayesinde değil, karşılarındaki işçi sınıflarının mümkün şuurlarının güvencesi altında iş görmek mecburiyetindeler de ondan yumuşak iniş yaparlar; ne şiş yanar ne kebap; mülkü, işçi sınıfının temsilcisi solcu partilere teslim ederler. Bu, Fransa’da böyle, İngiltere’de de. Örneğin De Gaulle, 1968’de bir burjuva iktidarı idi. Paris’te arbede kopunca sinirlendi; Manheim’deki askerlere sığındı. Kendisi gibi muhafazakâr General Massue ona, ‘Siz biraz dinlenin, anayasa ne emrediyorsa yaparız’, dedi. De Gaulle, boyuna uygun bir döşekte, bir ala öğle uykusu çekti. Diğer taraftan Başbakan Pompidou, C.G.T. genel sekreteri Georges Segui’yu çağırdı; Fransa’da tam oniki milyon işçi grev halinde idi. Pompidou Segui’ye: “Bu, yaptığınız ihanettir, Fransa’yı çökertiyorsunuz”, deyince Segui’de cevap hazır: “Excellence, C.G.T. de 4 milyon üye var, oysa grevciler 12 milyon, eğer isteklerini yerine getirirseniz, biz bu bunalımı çözeriz” dedi. Ertesi gün Renault fabrikası işçileri, öğrencileri yatıştırdı; grevler sona erdi; Tarihi Grenalle anlaşmasına gidildi. Burjuva durur mu; onlarda Malreaux’nun başkanlığında Champs-elysee de bir güzel yürüyüş düzenleyip, hamamın namusunu kurtardılar.
Bizde öyle mi ya… Allah vermesin, bir burjuva parti lideri der ki ‘ben akıllıyım’; öbürü cevap verir: ‘Ya benim aklım yok mu?’ Birincisi ‘aklın iyisi bende’ der. Haydi bir horoz dövüşü… Derken bir ressam paşa çıkar, ‘Tencereyi pislettiniz’ der; ver elini ara rejim, ver kara rejim. Masum işçi sınıfımız herşeyden habersizdir; boyalı basın yağdanlıklarını hazırlar, çok yurtseverdir; üniversiteler kabuğuna çekilir, bilimseverdir. Bir nevi derebeylik süren solcu tatar ağalarımız seyranidir, insansever.
İngiltere’de işler öyle mi ya? Labour Partisi (İşçi Partisi) iktidardan düşse bile gölge hükümetini muhafaza eder. Madame Theacher uzağa işese bile -Tabir benim değil, genç Fransız şarkıcısı Renaud’undur- Avam Kamarası’nda işçi sınıfı adına iktidarı yıpratır. İktidar olduğu zaman endüstriyi, sağlığı millileştirir. Teacher Falkland adalarındaki keçileri ve Arjantin sığırtmaçlarını korkutmak için armada gönderdiği zaman “Bu milli bir zaferdir” diye alkışlamaz.
Her şey yalan bu sahi; çağımız dünyasında tek güvenilir gerçek ne top, ne tüfek; sadece işçi sınıflarının mümkün bilincidir, bu gerçek. Ne güzel söyler Mao, ‘Emperyalizm kâğıttan bir kaplandır’ (Tıgre en Papier). Ne nüktedandır Chu En Lai; havuz başında Kraşçev’e şöyle der: ‘Sen de, ben de sınıflarımıza ihanet etmiş kimseleriz, Ben burjuva idim, işçi sınıfına katıldım; sen işçi ve köylü idin, iyi kötü bir işçi sınıfı diktatörü olan Stalin’e ihanet edip kapitalizmin yolculuğuna çıktın.’ Bu zarif nükte ve Mao’nun emperyalizmi kâğıttan kaplana
benzetmesi bizi bir taraftan işçi sınıfı mümkün bilincinin kutuplaşmasına, diğer taraftan emperyalist aşamada kanlı serüvenleri yürüten kapitalist burjuva sınıflarının mümkün bilincine hiçbir zaman sahip olamayacakları gerçeğine götürür.
İşçi sınıfının mümkün bilincinde ne dinler, ne felsefeler ne de mitoslar yer alır; o sadece aksiyona dayalı, bilimsel metotlarla varılan kolektif bir düşünce olayıdır. Burjuva bu imtiyazlı niteliğe, yani aksiyona bağlı kolektif tefekküre eremeyeceğine göre kapitalin, mülkün chosifier ettiği hür olmayan kişiliğini başka kaynaklardan elamanlarla maskelemeye çalışır. Bir nevi aşağılık kompleksi dürtüsüdür bu. Kapitalist burjuva ateşli bir vatanseverdir, koyu dindardır, felsefi sistemler, geleneksel kültürler onun seçkinliğinin şaşmaz belirtileridir. Onun kapı kadar diplomaları vardır; “Son okuduğu kitap ne söylediyse, ruhunun en üstünde o vardır” (Puşkin); ‘Ama yaptın ha…’ diyecek akıllı adam. Adamım, bunları ben söylemiyorum Marx söylüyor, Lukacs söylüyor ve daha başkaları da; aksini düşünenlerin maskesini de ta İsa’dan dört yüzyıl önce yaşamış Yunanlı Eumeros (Evhemere) ve de Vilfredo Pareto söylüyor. Şöyle ki:
1836’larda Marx, Reiniche Zeitung gazetesine yazdığı yazılarda, Proleter, yani günümüzdeki anlamda işçi kelimesini kullanmaz, halk der, fakirler der. Neden sonra Rousseau’nun Contrat Social’ini, Saint-Simone’u okur, bu kelimeye kendini alıştırmaya çalışır; sözcük zaten Alman kökenli felsefeye bulaşık bir nesnedir. “Zur Kritik” çalışmaları sonrasında, emek ile kapital arasındaki antogonizma bilimsel şekilde netleşince, proleter sözcüğü Marks’ın gözlemlerinde bilime konu olmaya layık bir yer alır. Tarihsel ve ekonomi politik veriler ona gösterir ki, emek ile kapital arasındaki antagonizmadan tarihte ilk defa hür bir insan doğmuştur; onu doğuran ana, yani kapital aşamasında ki kapital: “Bu çocuğu doğurmakla kendi ölüm fermanını ona, yani proletaryaya teslim etmiş oluyordu.”(G. Labica, Dictionnaire Critiqe du Marasme, s. 727)
Sosyal bilimlere işçi sınıfının mümkün bilinci nosyonu ilk defa bu soyutlamayla başlar. Böyle bir kavram dönüşsüz olarak ‘halk,’ ‘yığın,’ ‘üretici’, nosyonlarıyla ilişkileri keser. Ne eski Yunan ve Roma köleleri, ne Ortaçağ serf, vilaine köylüleri sosyal ve politik ilişkiler bakımından bu baş yiyici, özgür insana benzememektedirler. “Proleteryayı sınıf kavgasında, belirli tarihi bir yapıda hem ürün, hem yaratıcı (Agent) yapmakla popülism, fukara-severlik, her türlü yardım düşüncesi ortadan kalkar. “(Aynı eser, s. 729). İşçi partilerinin, sosyal- demokrat ve komünist (Pour soi) örgütler olarak sınıf kavgası tarihine doğuşu işte bu hür insanın varoluşunu sağlamak için kendisi gibi olanlarla dayanışma zorunluluğundan ileri gelmektedir. Görüldüğü gibi bu işlerin, din, iman ve de felsefelerle hiçbir bağıntısı yok. Proletarya ve işçi sınıfı aynı gerçeğin iki yüzü müdürler? Yoksa, birincisi, yani proletarya felsefesi; ikincisi, yani işçi sınıfı sosyolojik bir kavram mıdır? Proletarya ilk bakışta bir in absracto bir deyim olarak görünse de, işin asıl yanı öyle değil. Marx dilinde proletarya bir bilimsel modelisationdur. Tıpkı Galileo’nun, dünyanın güneş ve kendi çevresi etrafında döndüğü hipotezi, tıpkı Niel Bohr’ın nükleer hipotez’indeki modelizasyon gibi. Bilindiği gibi Marx mantığında soyuttan somuta doğru gidilir ve sonunda somut olana varılır. Proletaryayı felsefeye bulayan bazı Marxsistlerdir. Dünyanın şurasında, burasında bir gariban gördüler mi hemen üstüne atlayıp, ‘işte proleter enternasyonalizminin askerleri’ deyip işin içinden çıktıklarını sanmışlardır. Herif uşak ayol, herif kapıkulu, bu nasıl proleter olur. İşçi sınıfı ise, Marx sosyolojisinin devamlı gözlemi altındadır. Dünyanın hiçbir yerinde homojen bir işçi sınıfına rastlanmaz; o daima, semada dolaşan nebülozlar (bulutsular) gibi teşekkül halindedir. Marx, proleter kavramını bilime sokmuştur ama, hiçbir zaman işçi sınıfına bir sınır çizme hatasını işlememiştir. Kapitalizmin geliştirdiği ülkelerde proletarya dayanışmasının işçi sınıfını şekillendirdiği bir gerçek. Ekim ve Çin Devrimlerinin, kolektivist deneyimlerinin işçi sınıfına proleter bir bilinç getirdiği de doğru. Fakat, ne Batı’daki ve Amerika’daki bazı, yavru ağzı sarısı sendikalar, ne de bürokrat apparatçiklerin baskısı altındaki işçiler, proleter karakterde bir iktidar oluşturup, kendi öz anaları kapital ve özel mülkiyete külah geçirememişlerdir. Tarihi maddecilik ve onun deneysel bilime konu corollaire sınıf kavgası zaman içinde akıp gitmektedir. Bu akışın zaman zaman durgunlaşıp göller teşkil etmesine tarihin tarihleşmesi yani Historisiite de I’histoire demek isterdik… Bu mümkün bilinç kavramıdır. Bu kavrama yaklaşım metodu ise heuristique’dir. Yani Her konkre sosyal olaya alışılmış formüllerle değil yeni deneysel metotlarla yaklaşma… Evhemere, Socrat, İbni Haldun, Marx, Lenin, Mao; hep böyle yaparlardı. Önce sosyal olay, din, mitos ve ideolojilerden temizlenir, sonra ekonomi politik ve de insan hakları ölçeklerinden geçirilir, son analiz yapılıp soyut modelisation’a gidilir, ancak bu suretle işçi sınıfı mümkün bilincine varılır.
Günümüzde proletarya var mı, yok mu? Frankfurt okulundan, 1968 ayaklanmalarının sahte theoriesateur’ü Marcuse’e sorarsanız diyecektir ki: ‘Marks’ın proletarya kavramı mitolojik bir kavramdır. (Marcuse-L’homme Unidimentionnel- Ed. Minuit). Ne gelişmiş memleketlerde ne de Üçüncü Dünya ülkelerinde artık proletarya’dan söz edilemez; kapitalist ülkelerde proletarya yerini yeni sosyal tabakalara bırakmış, kalifiye işçi, teknisyen veya memur olmuştur, yani beyaz yakalı burjuva olmuştur. Artık o da tıpkı burjuvalar gibi tüketim toplumunun esiridir.’ İşte size bir fikir fukarası daha… Adam dönüşmeyi (Transformation) yok olma anlamına getiriyor. Proleter bu dönüşmeyi kapitalistin kafasına vura vura elde etmiştir. İşçi sınıfı öylesine gelişmiştir ki Avrupa’da 20 milyon işsizi ile burjuvaziyi tarihinin hiç bir aşamasında yaşamadığı bir bunalım cehennemine sokmuştur. Gelişmiş ülkelerde işçi sınıfı mümkün bilinci öylesine etkinlik kazanmıştır ki, Marx’ın olgunluk çağındaki şu yargısını mutlak denecek bir gerçeklikle ortaya koymuştur: “Proletarya bütün insanlığın tarih öncesi halini sona erdirmiştir.” (Dictionnaire Critique- s. 731) Geri kalmış memleketlerde bir nevi sınıf bilincinin sosyal patlamalara yol açtığını görmemek bakarkörlük sayılır. Güney Afrika’da, hayâsız ırkçılara karşı Mandela Destanı sınıf bilinci patlaması değil de nedir? Türkiye’de gerçek muhalefet soldadır. Bulanık partilerin bilinçsiz telaşı işçi sınıfının mümkün bilince ulaşması korkusundan kaynaklanır. Bundan ötürü insan haklarını çiğnerler; bundan dolayı emperyalizmle işbirliği içindeler. Faili meçhul cinayetler, Sivas Katliamı hep, işçi sınıfı uyanmasın diyedir.
İşte bu elim şartlarda İşçi Partisi Üçüncü Kongresi’ne hazırlanmaktadır. Bu partinin varlığı, yalanlarla aldatılmış, baskılarla sindirilmiş potansiyel, nebülöz (bulutsu) halindeki işçi sınıfına dayanmaktadır. Bu sınıfın aspirasyonu bu partiye yansırsa (Pour soi), İşçi Partisi kurulmuş olur. Kurulmuş olur da ne olur; hiç bir şey… Ne işçi partileri, ne köylü partileri gördü bu halk, hepsi göstermelikti… Görün beni ağalar, Osman Ağa kavun satıyor… Şu hazindir ki, gördüğüm kadarı ile hiçbir ülkenin hatta Amerika’nın bile, politik yapısı bizimki kadar tutarsız değildir. Bu neden böyledir? Siyaha boyanmış bir koza içinde bir böcek gibi kapalı tutulmuşuz da ondan… Saman perde ile kapatıp dört yanımızı, tarih boyunca süren ilim ve din çatışmasına yüz çevirmişiz. Ne Rönesans, ne Aydınlanma… öyle kalmışız işte. Bir işçi sınıfının mümkün bilincinin teşekkülü bilime bağlı; hatta bunun böyle olduğunu bilmeyen namlı komünistler bile var: Örneğin rahmetli Hikmet Kıvılcımlı; Güya Nazım demiş ki, “Henri Barbusse’ün (Le feu) Ateş’ini okumayan işçinin kafası yarım”; Vay efendim sen misin bunu diyen, hemen cevap veriyor Kıvılcımlı; “Bay Nazım, korkmasınlar, işçinin kafası demir ocağının önünde gelişir.” Bir ülkenin maruf komünisti bu zihniyette ise, işçi sınıfından hangi mümkün bilinç beklenir.
Yukarda, burjuva partilerinin adam olmazlığını, kişisel olarak kapitalin zincirlerine bağlı oldukları, hür kişisel varoluşlarının bulunmadığı düşüncesine bağlamaya çalışmıştık; buradan hareket ederek teşkil ettikleri partilerin içlerinin boşluğuna işaret etmek istemiştik. Tanınmış Macar düşünürü George Lukacs da, aşağı yukarı aynı şeyleri söylüyor ve diyor ki: “Diyalektik mantığı tarihe uygularken şu tespit (Constation) bir kere daha karşımıza çıkar: Sahte gerçeğin bir anıdır, sahte olarak da, sahte olmayarak da” ve sonra ekler: “kuşkum şudur ki, burjuva ve kapitalist dünya da insanı eşyalaştırma (reification) çabasındadır; yani bu transformation çabasının, ne ontolojik, ne insani ne de pratik bir cevheri yok. İnsanı metaya (marchandise) çevirmeye çalışmak onu sahte bir nesnelliğe veya sahte idealist bir öznelciliğe gömmek olur. Oysa, insan faaliyetinin bir ürünü olan dünyamız bu suretle kendini yaratana yabancı olur, düşman olur. Hegel’in, insanın insanı serseme çevirmesi (alienation) olarak anladığı; Marx’ın bazen yabancılaşma (alienation) olayı, bazen de mal fetişizmi olarak tahlil ettiği budur.” (G. Lukacs, Histoire et Conscience de Classe, s. 7, Refece Costa Axelos).
Görüldüğü gibi, 21. yüzyıla beş yıl kala yurdumuzda kapitalist burjuva partileri hem sahte, hem gerçek. Kuşkusuz halkı yabancılaştırması bakımından Devlet-Ulus kuruluşuna inanılmayacak kadar zararlı. İşin alternatifi olmadığına göre kurtuluşa giden yol sadece işçi sınıfı mümkün bilincinden geçer. Bu bilinç, şu anda, komünist, faşist, demokrat gibi sahte iddialı etiketlere yaftalanmış partilerde değil, sadece İşçi Partisi’nde temerküz etmelidir. Bildiğim kadarıyla tarih bunu istiyor. İşçi Partisi kongresini yapmalı, her kademede parti okullarını kurmalı, merkez komitesini Paris’te, Roma’da ve sayısız demokratik ülkelerde olduğu gibi bir politik üniversiteye dayamalıdır.
‘Düşman kavi, tali zebun’ değil artık; düşman kokuşmuşluk içinde kıvranmaktadır. Sosyal adalet, hürriyet susamışlığı ve bağımsızlık düşüncesi Anadolu halklarını çalışkan mümkün bilincinde birleştirecektir. Kongre üyeleri ne der, bilemem ama devlet mali yardımı ile kendini seçtiren meclis üyeleri bir kuruş bile maaş almamalı. Daha Allende doğmadan, Şili burjuva parlamenter demokrasisinde bile mebuslar 40 para almazdı. Fransız Akademisi üyeleri asgari ücretin yarısını sembolik olarak lütfen kabul eder görünürler. Fransız mebusları aldıkları küçük ücretin yarısını partilerine verirler, kalan yarısı da simique’ten azdır.
Dilin kemiği yok; söylemek kolay yapmak zordur, bu doğru. Her şey aksiyondan geçer, fikirden değil. İşçi sınıfının mümkün bilinci de evleviyetle öyledir. Fakat, bilinçte biçimlenen bu aksiyonun önünde çok sayıda tuzaklar vardır: Dil, dinler, tecrübeyi aşan metafizik teoriler, sözde bilime dayalı sahte-bilim teorileri ve de korkak burjuvazinin polisiye hükümet şekilleri. Ama, bütün bu tuzakların foyası ortaya çıktı. Mesele, İşçi Partisi ‘ne dayalı, bir işçi üniversitesinin bu tuzakları bilimsel bir şekilde tasnif etmesine kalıyor, Örneğin; MÖ. IV yüzyılda Atinalı bir filozof çıkıyor, ilahların ve mitolojik kişilerin bizler gibi fani insanlar olduklarını ve onların varlıklarını devam ettirebilmelerini sevgi ve korku ikilemine bağlayabiliyor. Ama biz hala din ve mezhepleri tartışıyoruz. Evhemere’ın dediği doğru; bunu Saint-Augustin de tasdik ediyor. Musa’da, İsa’da, Resullulah’ta halkların sevgisi içinde doğdular. Sayıp döktükleri efsaneler, sundukları ilahlar sonradan halkların korkuları ile yayılabildi. Hıristiyan, Roma’nın haşmetine dayandıktan sonra domuzlaştı. Engizisyon mahkemelerinde terörist, Haçlı seferlerinde hunhar, serseri bir maceraperest oldu. Ya İslamlık, sadece halkların korkusuna dayanarak yayıldı. 7. yüzyılda Haccacı Zalim, Orta Asya’daki göçebe Türkleri kıskıvrak bağlayarak Müslüman yaptı. Kanun hükmündeki Haccac Kararnamesi, “Müslüman olmayan ata binemez, kılıç kuşanamaz, vergi verir” diyordu! Atı, avradı, kılıcından başka bir şeyi olmayan Tatar ağası ne yapsın, bir kelimesini bile anlamadığı bir dine katıldı. Ya şu Bosna-Hersekli Sırplar sevdiklerinden değil, yeniçerilerin kan vergisinden yıldıkları için Müslüman olmuşlardı. Malum ya, iki erkek evladı olan Sırp,
Müslüman olmazsa çocuklarından birini Yeniçeri Ocağı’na teslim etmeye mecburdu. Bugünkü Titocu Sırplar ise hep savunma yolunu seçerek cetnikler oluşturdular. Bize çete kelimesini hediye eden onlardır. Hala mahalle kahvelerinde Homeros destanları okunur geceleri.
Ya şu Allahın cezası zındık Vilfredo Pareto, dilden gelen tuzağı nasıl da ballandıra ballandıra anlatır, 3 bin sayfalık sosyoloji kitabında. Bahis, Logico experimentale theoriye giderken Derivarios’un tuzağıdır. Kapı kadar diplomalı burjuva adam köşeyi dönmek ister. Kapitali yok ama burjuva partilerinde tanıdıkları var. Mebus olmak ne güne duruyor. Asıl maksadını gizler ve başlar halka nutuk atmaya: “Vatan millet Sakarya, evladı fatihan, falan filan…” Aristo mantığını didikler, bin dereden su getirir ve de seçilir. Vatan kurtulur mu, nerde… Ama hiç değilse meteliksiz burjuvanın pamuk elleriyle işçi sınıfı biraz daha ezilir.
İşçi Partisi Kongresi dolayısıyla sevincimizden bu yazı, Binbir Gece Masalları kadar uzadı. Aslında bu mayınları patlatmanın pratik bir yolu var. Zeus’un gözlerinden çıkan şimşekler. Bu altı ok’tur. Atatürk’ün cebinden rastlantı olarak çıkmadı. Büyük Fransız Devrimi’nde Zeus’un demircisi Hefaistos tarafından çelikleştirildi. Büyük Ekim Devrimi’nde işçi sınıfı egemenliğine alem oldu. Şimdi, Congresiste’lerin ellerinde. Geriye kalan kahramanlık meselesi. Hollandalı hümanist Erasmus, Deliliğe Methiye yazıyordu. Her deli bir kahraman değildir ama, her kahraman biraz delidir. Benerci Kendini Niye Öldürdü adlı destanında Nazım Hikmet şöyle der:
“Benerci sen
Yükselen dağların yamaçlarında biten Güzel kokulu bir otsun
Benerci sen bir Donkişot’sun Kahraman ve deli bir Donkişot”
Paris 1 Temmuz 1994