Duygu Karabulut, Öncü Gençlik GYK Üyesi
Jack London’ın Demir Ökçe kitabında ezen-ezilen ilişkisi tüm gerçekliği ile okura sunuluyor. Kitapta Demir ökçe, Oligarşi ile denk tutuluyor ve kitap ismini buradan alıyor. Kitap işçi önderi olan Ernest’in diyalogları ile ilerliyor.
20.yüzyıl başlarında, Amerika’yı pençesine almış Oligarşi yani Demir Ökçe tüm şiddetiyle, gaddarlığıyla emekçi sınıfın üzerine yürümektedir. Ağır şartlar altında ve uzun süre çalışan emekçiler eve geldiklerinde sadece uyumaya vakitleri kalmaktadır. Kitap fabrikalardaki iş kazalarını artmasından çocuk işçilerin gün yüzü görmemesi kadar verdiği örneklerle kapitalizmin toplum yaşamındaki çürümesine ışık tutuyor. Kitaptaki bu anlayışa dair şöyle bir bölüm yer almaktadır:
“Analar ve çocuklar, yeni makinelerin başında çalışmaya koyuldu. Aile yaşamı yok oldu. Koşullar korkunçtu. Kanlı bir hikayedir bu.”
“Altı, yedi yaşlarındaki çocuklar, her gece on iki saat süren vardiyalarda çalışıyorlar. Kutsal güneş ışığını görmekten bile yoksunlar. Sinekler gibi ölüyorlar. Kârlar onların kanlarıyla besleniyor. Bu parayla New England’da görkemli kiliseler yapılıyor. Ve siz bu muhteşem kiliselerde, bu çocukların kanlarıyla göbeklerini şişirmiş o kazanç sahipleri adına, tatlı tatlı vaazlar veriyorsunuz.”
Yukarıda kitaptan alınan bölümde görüldüğü gibi kilise ve din adamları yazar tarafından ağır eleştirilmektedir. Kapitalist düzen içinde kilise de o düzene ayak uydurmuştur. Kapitalizme ayak uydurmayan din adamları da burjuva tarafından toplumdan dışlanmakta, deli damgayı yemekte ya da görevden alınmaktadır. Kilise oligarşiye bağlılığını ilan etmiş durumda, milletin afyonu olan dinle emekçi sınıfını uyuşturmaya hizmet etmektedir.
“Kapitalistler, bu halk mezbahalarını kurarlarken, Kilise sustu. Karşı çıkmadı, bugün de karşı çıkmıyor.”
Oligarşi ile emekçi sınıf arasındaki mücadeleyi anlatan yazar, bir yandan da toplumun içindeki farklı mücadelelere de yer vermektedir. Bu mücadelelerden bir tanesi küçük sermayedar ile tröstler arasındadır. Tröstler, küçük sermayedarları piyasadan süpürmekte ve küçük sermayedarlar da baş düşmanını sanayi olarak görmektedir. Küçük sermayedarlar makineleri kırarak bu düzenden kurtulacaklarını düşünmektedir. Buna dair kitapta Ernest’ın bir çözüm önerisi aktarılır:
“Gelin, bu güzelim makineleri, daha yetkin ve daha ucuz üretim yapan bu makineleri yok etmeyelim. Gelin, biz ele geçirelim bunları. Onların yüksek verimliliğinden ve ucuza mal üretmelerinden yararlanalım. Onları biz işletelim. Bu harika makinelerin şimdiki sahiplerine bir tekme atalım ve bu üretim araçlarına kendimiz sahip olalım. Bu, baylar, sosyalizmdir. Tröstlerden daha büyük bir birliktir bu. Gezegenimizde görüp göreceğiniz sosyal ve ekonomik birliklerin en büyüğüdür. Bu, evrim çizgisine uygun bir davranıştır. Birliklerin karşısına daha büyük bir birlikle çıkıyoruz.”
Kitap sadece Amerikan emekçi sınıfının mücadelesine ışık tutmuyor. O dönemde dünyanın diğer ülkelerinde (Almanya, İngiltere, İtalya vb.) yaşanan ayaklanmalara da ara ara yer veriliyor. Tüm dünyadaki emekçi sınıfın ayaklanmasından, yönetimleri değiştirmesine kadar başarılı mücadelelere yer veriliyor. Yazar, 20.yüzyılın başında dünya tahlilini şu şekilde yapıyor:
“Her yerde, kurumlar ve iktidarlar yıkılıyor ya da değişiyordu. Almanya, İtalya, Fransa, Avustralya ve Yeni Zelanda’da cumhuriyetler kurulmaya başlamıştı. Sömürgeler İngiliz İmparatorluğu’ndan kopuyordu. İngiltere’nin başında bir sürü dert vardı. Hindistan tam bir isyan içindeydi. Bütün Asya tek bir ses olmuş, “Asya, Asyalılarındır!” diye bağırıyordu.”
Tüm dünyada ve Amerika’da emekçi sınıfı birleşip mücadeleye etmeye başlamıştır fakat emekçi sınıfının içinde de ayrımlar bulunmaktadır. Yazar, Amerika’daki emekçi sınıfı arasındaki ayrımları da açıkça önümüze seriyor. Uyuşma, ılımlı yöntemlerle mücadeleyi destekleyen emekçi sınıfı ile devrimle mücadeleyi destekleyen emekçi sınıfını ayrımını açıkça gösteriyor. Kitabın ilerleyen bölümlerinde seçimle yönetime giren sosyalist milletvekillerin daha sonra komplo ile meclisten atılmalarına şahit oluyoruz. Oligarşi tarafından nasıl alaşağı edildiğini görüyoruz.
“Bize gelince, hiçbirimiz bombanın nasıl atıldığını bilmiyorduk. Ernest bana, bombanın patlamasından bir saniye önce sesini duyduğunu ve ayaklarının dibine düştüğünü gördüğünü söylemişti. Bunu mahkemede de söyledi, ama hiç kimse ona inanmadı. Ayrıca, söylediklerinizin hiçbir kıymeti yoktu. Demir Ökçe bizi yok etmeyi kafasına koymuştu, ne yapsak boşunaydı.”
Yazıyı sonlandırmadan kitabın bence en güzel bölümü olan yazarın kapitalist yönetime dair eleştirisini sizlere aktarmak isterim.
“Yönetiminiz başarılı olamadı. Uygarlığı bir mezbaha kurmak için kullandınız. Obur ve kördünüz. Kanun önünde şimdi olduğu gibi, eskiden de çocukları ve bebekleri çalıştırmadan kar elde etmenin imkânsız olduğunu söylemek küstahlığını gösterdiniz.”
Bugün koronavirüs ile emperyalist sistemin çelişkileri iyice derinleşme ve sistem iflas etmektedir. Emperyalizmin önceki aşaması olan kapitalizmin tahlilinin ve eleştirisinin yapıldığı “Demir Ökçe” romanını okumanızı öneriyoruz.
#OkuyanYazsın
oncugenclik.org.tr