HÜMANİST ULUSÇULUĞUN İLK ÖRNEĞİ: KEMALİZM
Prof. Dr. Necdet SUMER
TEORİ DERGİSİ EKİM 2002 – SAYI: 153
Bu yazıda açıklamaya çalışacağım temel savlardan birincisi şudur: Atatürk’ün ulusçuluk anlayışı insancı (hümanist) ulusçuluktur. İkincisi, bu anlayış Batı’dan alınmış değildir, tersine, Batılı ulus -devletlere yabancıdır ve ilk kez Türkiye Cumhuriyeti ile tarihe yazılmıştır. Batı bu gerçeği görmezlikten gelmekte ve sindirememektedir. Bu nedenle, Avrupa tarihini bizim tarihçimiz yeniden yazmalıdır. Hele, Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne girmesi sorunsalı ile birlikte bu, kaçınılamaz ve ertelenemez bir görev haline gelmiştir.
Atatürk, Kurtuluş Savaşı’nı “ulusal bağımsızlık savaşı” olarak yürütmüş; ardından, Türkiye Cumhuriyeti’ni Aydınlanma Devrimi’nin hümanist değerleriyle donatmış, çağdaş bir ulus-devlet olarak kurmuştur. Hayranlık verici bu süreci adım adım izleyen dost, düşman tüm dünyaya, hümanist ve bağımsız bir ulus-devlet olan Türkiye Cumhuriyeti’nin temel ilkesini açık seçik ve tereddütsüz ilân etmiştir: Yurtta barış, dünyada barış.
Bu ilke hümanist ulusçuluğun kısa ve öz anlatımıdır. Bugün ulus-devlet’in doğum yeri olmakla övünen ve övülen Batı’da, çağdaş uygarlığı temsil ettiklerini ileri süren ulus-devletlerin hiçbirinin, kurulurken, ne böyle bir söz vermek, böyle bir ilke koymak akıllarından geçmiştir, ne de kimse onlardan bunu beklemiştir. Zaten mümkün de değildi; çünkü, bu uluslar için savaş, bugün de olduğu gibi, her zaman vazgeçilemez bir araç olmuştur. “Sermaye, oluşabilmesi için de korunabilmesi için de silaha ihtiyaç duyar. 11 Eylül olayından sonra kapitalistlerin saldırgan tavırları açık değil mi? Kısacası, kapitalizm silah gücü ile iç içedir.”1
Kapitalizmin anti-humanist temelleri
Tarihçi Eric Hobsbawm “çifte devrim” adını verdiği, “daha ziyade siyasal bir nitelik taşıyan Fransız Devrimi” ile “daha çok endüstriyel bir nitelik taşıyan İngiliz Devrimi”ne ilişkin olarak şunları söylüyor:
“1789 ile 1848 arasında patlak veren ve insanın tarımı, metalürjiyi, yazıyı, kenti ve devleti bulduğu o uzak çağlardan beri insanlık tarihindeki en büyük dönüşümü oluşturan bu devrimin ne denli derin ve köklü olduğu da anlaşılacaktır. Bu devrim bütün dünyayı dönüştürdü ve hâlâ da dönüştürmeye devam etmektedir. Fakat bu devrime bakarken, herhangi bir toplumsal çerçeveyle, siyasal örgütlenmeyle veya uluslararası güç ve kaynak dağılımıyla sınırlanamayacak olan uzun vadeli sonuçlarıyla, belli bir toplumsal ve uluslararası duruma yakından bağlı olan ilk ve tayin edici evresini birbirinden özenle ayırmak zorundayız. 1789– 1848 büyük devrimi ‘endüstri’ olarak endüstrinin değil, kapitalist endüstrinin; genel olarak özgürlük ve eşitliğin değil, orta sınıfın ya da burjuva liberal toplumun; ‘modern ekonomi’nin veya ‘modern devlet’in değil, merkezinde, birbirine komşu ve rakip Büyük Britanya ve Fransa devletlerinin bulunduğu dünyanın özgül bir coğrafi bölgesindeki (Avrupa’nın bir bölümündeki ve Kuzey Amerika’nın birkaç bölgesindeki) devletlerin ve ekonomilerin zaferiydi. 1789–1848 dönüşümü, bu iki ülkede ortaya çıkan ve oradan bütün dünyaya yayılan özünde ikiz bir kargaşadır (…) ve o sırada dünyanın başka bir yerinde yaşanma olasılıklarının bulunmadığını belirtmek, diğer her şeyden daha önemlidir. Yine bu patlamaların, bu dönemde burjuva-liberal kapitalizmin zaferinden başka bir biçim almalarının tasavvur bile edilemeyeceğini belirtmek de aynı ölçüde önemlidir.”2
Bu uzun alıntıyı buraya aktarmayı göze almamın nedeni temel savıma önemli bir kanıt getiriyor olmasıdır. Hobsbawm’ın yukarıda yaptığı ayırım gerçekten uyarıcıdır. Bütün dünyayı etkileyen bu devrimi hümanist bir bilincin ve hümanist bir uygarlığın ürünü sanmak, elbette büyük bir yanılgı olur. Ne yazık, bugün bile bu devrimin Batılı toplumlara kazandırdığı gücün egemenliği altındaki toplumlarda bu yanılgı sürmekte, Batı, bu egemenliği onlara kaçınılamaz bir uygarlık projesi olarak sunmaktadır. Hobsbawm, “Böylesine derin bir dönüşümün 1789’dan, hatta 1789’un hemen öncesindeki onyıllardan çok daha gerilere gitmeden anlaşılamayacağı besbelli bir şeydir”(s,10) dedikten sonra, şu soruları sormaktadır: “Bir çözümlemecinin tarihte ne kadar geriye gitmesi gerekir? Onyedinci yüzyıl ortasındaki İngiliz Devrimi’ne mi, Reformasyon’a mı, Avrupa’nın dünyayı askeri yoldan fethinin ve sömürgeler kurmasının başlangıç tarihini oluşturan onaltıncı yüzyılın başına mı, hatta daha öncesine mi?”3
Bu “derin dönüşüm”ü anlamak için bir çözümlemecinin, kaçınılmaz olarak, sömürgelerin kurulmaya başlandığı tarihlere geri gitmesi, elbette, daha akla yakındır. Kuşkusuz, çok daha öncesinde de önemli ipuçları bulacaktır. Batı Avrupa’nın biçimlenmesindeki ilk adımların Roma İmparatorluğu’na kadar gittiği biliniyor. Günümüz Avrupa dünyasının oluşmasında Hıristiyanlığın payı göz önüne alındığında, bir dinsel sistem olarak Hıristiyanlığın kurulması ile sömürgelerin kurulması arasında güçlü bir ilgi yakalanabilir. Bu da bizi Augustinus’a (354–430) götürür. Çünkü Augustinus bu sistemin kurucusudur ve böylelikle, Ortaçağ boyunca gelişecek Hıristiyan felsefesinin temellerini atmış ve gitgide güçlenecek olan Hıristiyan kilisesinin de bu sistem içindeki görevini belirlemiştir. Augustinus’un De Civitate Dei (Tanrı Devleti Üzerine) adlı eserinde ileri sürdüğü düşüncelerini benimseyen kilise, kendisini yeryüzünde Tanrı Devleti’nin bir benzerini kurmak ve yönetmekle görevli saymıştır. Hıristiyan kilisesinin bu ‘yeryüzü devleti kurma’ misyonunun, ortaçağın ardından, çağımızda kapitalizmin ‘küresel’ devletini kurma misyonuna dönüştüğünü ileri sürmek, aşağıdaki olguların ve bilgilerin ışığında bir abartma gibi görünmüyor.
Bu uzun alıntıyı buraya aktarmayı göze almamın nedeni temel savıma önemli bir kanıt getiriyor olmasıdır. Hobsbawm’ın yukarıda yaptığı ayırım gerçekten uyarıcıdır. Bütün dünyayı etkileyen bu devrimi hümanist bir bilincin ve hümanist bir uygarlığın ürünü sanmak, elbette büyük bir yanılgı olur. Ne yazık, bugün bile bu devrimin Batılı toplumlara kazandırdığı gücün egemenliği altındaki toplumlarda bu yanılgı sürmekte, Batı, bu egemenliği onlara kaçınılamaz bir uygarlık projesi olarak sunmaktadır. Hobsbawm, “Böylesine derin bir dönüşümün 1789’dan, hatta 1789’un hemen öncesindeki onyıllardan çok daha gerilere gitmeden anlaşılamayacağı besbelli bir şeydir”(s,10) dedikten sonra, şu soruları sormaktadır: “Bir çözümlemecinin tarihte ne kadar geriye gitmesi gerekir? Onyedinci yüzyıl ortasındaki İngiliz Devrimi’ne mi, Reformasyon’a mı, Avrupa’nın dünyayı askeri yoldan fethinin ve sömürgeler kurmasının başlangıç tarihini oluşturan onaltıncı yüzyılın başına mı, hatta daha öncesine mi?”3
Bu “derin dönüşüm”ü anlamak için bir çözümlemecinin, kaçınılmaz olarak, sömürgelerin kurulmaya başlandığı tarihlere geri gitmesi, elbette, daha akla yakındır. Kuşkusuz, çok daha öncesinde de önemli ipuçları bulacaktır. Batı Avrupa’nın biçimlenmesindeki ilk adımların Roma İmparatorluğu’na kadar gittiği biliniyor. Günümüz Avrupa dünyasının oluşmasında Hıristiyanlığın payı göz önüne alındığında, bir dinsel sistem olarak Hıristiyanlığın kurulması ile sömürgelerin kurulması arasında güçlü bir ilgi yakalanabilir. Bu da bizi Augustinus’a (354–430) götürür. Çünkü Augustinus bu sistemin kurucusudur ve böylelikle, Ortaçağ boyunca gelişecek Hıristiyan felsefesinin temellerini atmış ve gitgide güçlenecek olan Hıristiyan kilisesinin de bu sistem içindeki görevini belirlemiştir. Augustinus’un De Civitate Dei (Tanrı Devleti Üzerine) adlı eserinde ileri sürdüğü düşüncelerini benimseyen kilise, kendisini yeryüzünde Tanrı Devleti’nin bir benzerini kurmak ve yönetmekle görevli saymıştır. Hıristiyan kilisesinin bu ‘yeryüzü devleti kurma’ misyonunun, ortaçağın ardından, çağımızda kapitalizmin ‘küresel’ devletini kurma misyonuna dönüştüğünü ileri sürmek, aşağıdaki olguların ve bilgilerin ışığında bir abartma gibi görünmüyor.
Kapitalist ulus devlet
Batı Avrupa toplumlarında ulus-devlet, kapitalizmin emperyalist yarışından (her bir kapitalist devletin dış dünyayı sömürüden kendisine daha büyük pay koparma yarışından) doğmuştur. Ulus-devlet onlara sömürü olanaklarını geliştirme ve yeni sömürü imkân ve araçlarını keşfetme yolunda bir dayanışma ortamı sağlamıştır. Onlar için ulus-devlet sömürünün birikim merkezi ve sömürü için saldırının güç merkezi olmuştur. Bu merkezi, bu dayanışmayı ve ulusal birliği, kimi zaman etnik (ırkçı) öğeleri, kimi zaman dil-kültür öğelerini kullanarak sağlamışlardır. Ama, birliğin asıl dayanağı yüzlerce yıl boyunca sürdürdükleri emperyalist sömürü yarışının heyecanı olmuştur. Bu heyecanlı yarış içinde yalnız dünyaya değil, birbirlerine de büyük acılar yaşatmışlardır. Bu yarışmada İngiltere’nin ‘yeterince güçlü bir ekonomiye ve rakiplerinin pazarını ele geçirecek kadar saldırgan bir devlete’ sahip olduğunu belirten Hobsbawm şöyle diyor: “Yüzyıllık İngiliz-Fransız düellosunun son ve belirleyici evresi olan 1793–1815 savaşları, belli ölçülerde ABD dışında, Avrupalı olmayan dünyadan İngiltere’nin bütün rakiplerinin tasfiyesiyle sonuçlandı. Üstelik İngiltere, kapitalist koşullar altında endüstri devrimine ve buna olanak veren bir ekonomik konjonktüre sahipti.”4
Hobsbawm, “gayri insani olmakla birlikte hızla genişleyen köle ticaretinin” pamuk endüstrisiyle el ele yürütüldüğünü ve bu endüstrinin “İngiliz Devletinin saldırgan desteğini de arkasına alarak” dünya pazarını tekeline almayı başardığını rakamlarla belirttikten sonra şu önemli saptamayı yapıyor: “Bu sadece Lancashire’ın pazarlarının memnunluk verici boyutlarda genişlemesi anlamına gelmiyordu; dünya tarihinde de büyük bir dönüm noktasıydı. Çünkü Avrupa, tarihinin başından beri her zaman Doğu’ya sattığından daha fazlasını Doğu’dan ithal etmişti; çünkü Doğu, Batı’ya sattığı baharat, ipek, patiska, mücevher vb karşılığında Batı’nın hemen hiçbir şeyine ihtiyaç duymuyordu: İlk kez endüstri devriminin pamuklu kumaşları bu ilişkiyi tersine çevirdi. Sadece, muhafazakâr ve kendilerine yeten Çinliler, hâlâ Batı’nın ya da Batı’nın denetimindeki ekonomilerin sunduklarını satın almayı reddediyorlardı; ta ki 1815–1842 arasında Batılı savaş gemilerinin de yardımıyla Batılı tüccarlar Hindistan’dan Doğu’ya en masse [toptan] ihraç edilebilir ideal bir meta buluncaya kadar: Afyon.”5
Doğan Avcıoğlu, Türkiye’nin Düzeni adlı kitabında Doğu-Batı ilişkisinde Hobsbawm’ın vurguladığı bu tersine dönüşü, yalnız ekonomik açıdan değil, ‘çağdaş’ (o çağın) uygarlık düzeyi açısından da ele alıyor. Kitabının ‘Osmanlı Toplum Düzeni’ başlıklı birinci bölümüne girişte şu savı tartışmaya açıyor: “Çağdaş uygarlık düzeyinin üzerindeydik.” Avcıoğlu’na göre de bu tersine dönüşü, Batı’nın toprağa bağlı düzenden ‘sınai kapitalizme geçişi’ sağlamıştır; bunun gerisinde ise, coğrafi keşiflerle birlikte ‘sömürgecilik’ ve ‘talan’ yatmaktadır. Avcıoğlu’nun görüşü, kimi savların tersine, Osmanlı toplum düzeninin de bu geçişi sağlamaya elverişli olduğu yönündedir. Dahası, Türkiye ve o günlerin dünyası teknik düzey bakımından da Batı’dan ileridedir. Çünkü, prekapitalist çözülmesini ve kapitalist düzene geçilmesini sağlayan faktörler, Batı’da olduğu gibi, Osmanlı toplum düzeni içinde de faaliyettedir.”6
Sınaî kapitalizme geçişin Batı’da gerçekleşme imkânı bulmasını ‘tarihsel şartların Batı için elverişli’ olmasına ve Doğu-Batı ticaret yolunun Akdeniz’den okyanuslara kaymasına bağlayan Avcıoğlu’na göre, Batı üstünlüğünün yarattığı buhran Osmanlı toplum düzeninde “merkeziyetçi rejimin çökmesine ve onun temel dayanağını oluşturan toprak sisteminin dejenere olmasına yol açmıştır”(s.56). Sonuç olarak, “Türkiye de, Batı toplumları gibi, daha yüksek bir uygarlığa, sınaî kapitalizme doğru yol almaktaydı. Eğer bir takım engeller – ki kanımca dış engellerdir – çıkmasaydı da Türkiye sınaî kapitalizm yolunda öncülüğü alsaydı, bugün dahi aydınlarımızda kompleksler yaratan ‘Batılılaşma’ özlemi diye bir şey mevcut olmayacaktı, belki de tam aksine, geride kalan Batılılar ‘Doğululaşma’ kompleksine tutulacaklardı.”7
Kitabının üçüncü bölümünde Avcıoğlu, “Japonya kalkındı, Türkiye neden kalkınmadı?” sorusunu ele almaktadır. Türkiye’nin sömürgeleşme tehlikesine karşı ilk tepki gösteren ülke olduğunu ve Batı’nın baskısı altında, bu baskıya karşı koyabilmek için, Batı’nın usullerini benimseme ihtiyacını 18. yüzyıl ortalarından başlayarak duyduğunu; Japonya’nın ise, o tarihlerde tam bir Ortaçağ kapalılığı içinde bulunduğunu belirten Avcıoğlu’nun, ele aldığı soruya yanıtı, bugün, Avrupa Birliği, “küreselleşme”, Gümrük Birliği, ulus-devlet tartışmalarına ışık tutacak bir yanıttır. Avcıoğlu’na göre, “meselenin özüne inilirse, cevap basittir: Japonya, öteki Avrupa dışı ülkelerin kaderinden kurtulmuştur, çünkü Japonya, Batı kapitalizmi tarafından sömürge ya da yarı-sömürge haline getirilmekten kurtulabilen tek Avrupa dışı ülkedir. Bu sayede Japonya bağımsız bir milli kalkınma izleyebilme şansı elde etmiştir. (…) Japonya aynı zamanda yabancı sermaye yatırımlarından korunmak için titiz bir çaba göstermiştir.”8
Burada anahtar kavramın “bağımsızlık” olduğu açıktır. Bu açıdan Osmanlı’nın yaratamadığı imkânı Türkiye, Atatürk’ün önderliğinde Batı’yla silâhlı mücadele sonucu bağımsız ve çağdaş bir ulus-devlet kurarak yaratmıştı. Kısa Atatürk döneminde gerek ekonomik gerek kültürel açıdan ortaya konulan özgün gelişme ve kalkınma yöntemlerinin önüne, çok geçmeden yeniden Batı egemenliğine yol açan büyük engeller konulmaya başlandı. Bugün ülkenin içine düşürüldüğü durum, bağımsız kalkınma imkânının hızla heba edildiğini gösteren kanıtlarla doludur. Batı kapitalizmi “küreselleşme” adını verdiği yeni bir evreye girmiştir ve tıpkı Osmanlı’yı olduğu gibi, Türkiye Cumhuriyeti’ni de büyük baskılar altında neredeyse felç etmeye yönelmiştir. Dünya Bankası’nın Laik İmparatorluğunda Kumarhane Kapitalizmi adlı kitabında Alpaslan Işıklı, 1933’te İsmet İnönü’nün Kadro dergisinde yayınlanan şu sözlerini aktarıyor: “Devletçiliği biz, gelişme yolunu izleyebilmek için bir savunma aracı ve bu nedenle bir hareket noktası, bir temel saymaya zorunlu bulunuyorduk.” Bu ekonomik modelin başarısının “tarihsel olarak kanıtlandığını” belirten Işıklı, şu önemli saptamayı yapıyor: “Bu ekonomik modele saldıranlar, gerçekte, Türkiye’yi, İnönü’nün deyişiyle en önemli savunma aracından yoksun bırakmak isteyenlerdir. Asıl amaç, ‘egemenlik kayıtsız şartsız ulusundur’ ilkesinin temellerini oymak, yeryüzünü avucunun içine alabileceği bir küresel köye dönüştürmek isteyen uluslararası sermayeyi önüne dikilen engellerden kurtarmaktır.” Küreselleşme, ülkemiz insanına uygarlığın (insan haklarının, demokrasinin) ve ekonomik refahın yaygınlaştırılması gibi bir aldatıcı kılıfla sunulmaktadır. Bu yolda geniş, örgütlü ve çok güçlü işbirlikçi çevreler kullanılmaktadır. Saldırının asıl hedefi, bir ulus-devlet olan Türkiye Cumhuriyeti’nin bağımsızlığıdır; ancak hedefin bu olduğunu gizlemeye özel çaba gösterilmektedir: tıpkı ülkenin Avrupa Birliği’ne sessiz sedasız tek yanlı bağlanmasında olduğu gibi9; tıpkı Osmanlı’nın 1838’de Ticaret Anlaşması ile Avrupa ekonomisinin açık pazarı haline getirilmesi ve koskoca ülkenin insanının bundan habersiz olması gibi.
Bugün küreselleşmek isteyen Batı kapitalizminin en önemli sorunu, egemenliğinin tüm yerkürede sessiz sedasız kabullenilmesini, istense de istenmese de bu egemenliğe boyun eğilmesini sağlamaktır. Bu açıdan önündeki en büyük engel, yarı sömürge koşullarıyla kendine bağladığı ülkelerde canlanacak ulusal bağımsızlık bilinci ve bu bilinci hayata geçirmeye kalkışacak politik güç merkezi olarak ulus-devlettir:
“Günümüz dünya piyasası giderek daha derinlere işlerken, ulus-devlet sınırlarını da yıkıyor. Bir önceki dönemde, ulus-devletler küresel üretim ve mübadelenin modern emperyalist örgütlenmesi içinde asli faillerdi, ama dünya piyasası söz konusu olduğunda, ulus devletler birer engel olarak görünüyordu. Eski ABD Çalışma Bakanı Robert Reich, dünya piyasasında ulusal sınırların aşılmasını tanımak ve kutlamak açısından mükemmel bir konumdadır. Reich şunları söylüyor: ‘Hemen her üretim unsuru – para, teknoloji, fabrikalar ve ekipman – sınırlardan kolayca geçiyor, bir (ulusal) ekonomi fikri anlamını yitiriyor. Gelecekte ‘ne ulusal ürünler ya da teknolojiler, ne de ulusal şirketler ya da ulusal endüstriler olacak.”’10
Görüldüğü gibi, ‘küreselleşme’ adı altında gerçekleştirilmek istenilen şey, kapitalist uluslararasının dışındaki yarı-sömürge dünyayı, bağımsızlık bilinci taşıyan politik direnç noktalarından, yani ulus-devletlerden arındırmaktır. Bu amaçlarını ‘yeni sömürge düzeni’ olarak adlandırmaktan ve bunu da çağın kaçınılmaz düzeni diye haklı göstermeye çalışmaktan da çekinmeyecek kadar pervasızlık içindedirler.
İngiltere Başbakanı Tony Blair’in, “devlet egemenliğine sınırlar getirecek olan yeni bir enternasyonalizm ve yeni bir insani müdahale doktrini çağrısının şekillenmesine yardımcı olmuş bir İngiliz diplomat, Robert Cooper, “Postmodern Devlet” başlıklı makalesinde şunları açık açık yazabiliyor: “Sömürgeciliği gerektirecek bütün koşullar yerinde durmasına karşın, sömürgeciliğin arz ve talebi yok olmuştur. Çünkü hâlâ güçsüz güçlüye ve güçlü olan daha düzenli bir dünyaya muhtaçtır. (…) Bu durumda gerekli olan yeni sömürgeciliktir, insan hakları ve kozmopolit değerleri olan bir dünyanın kabul edebileceği tarzda bir sömürgecilik. Bunun özetini şimdiden çıkartabiliriz: Düzen ve organizasyon getirmeyi arzulayan (daha öncekiler gibi), ancak bugünün ilkeleri gereğince, gönüllü yollarla kabul edilen sömürgecilik. (…) Genellikle IMF ve Dünya Bankası gibi uluslararası Mali Kurumlar yoluyla oluşturulur ve uluslararası bir konsorsiyum tarafından yönetilir. Bu, çok taraflı yeni sömürgeciliğin en belirgin özelliğidir. Bu kurumlar küresel ekonomi içindeki yerlerini almak isteyen devletlere yardım ederler. Bunu yatırım ve refah vaatleriyle gerçekleştirirler. Bunun karşısında taleplerde bulunurlar. Bu taleplerle, yardımın doğmasına neden olan siyasi ve ekonomik başarısızlıkları işaret etmeyi umarlar. (…) Eğer devletler kâr etmek istiyorlarsa, bunun tek koşulu kapılarını uluslararası yabancı devletlerin müdahalelerine açmalaradır.”11
Ekonomiden sorumlu eski Devlet Bakanı, şimdi CHP Milletvekili Adayı Kemal Derviş’in ortaya attığı “sosyal-liberal sentez” aldatmacasının nerelerden kaynaklandığı açıkça görülüyor. İngiliz diplomat Cooper burada, sistemin bir üyesi olarak, ‘yeni’, ‘postmodern’ sömürgeciliğe giydirilen kılıfları dile getirmektedir: “İnsan hakları”, “kozmopolit değerler”, “gönüllülük”, “çok taraflılık”. Bunlar arasında akıllara durgunluk veren aldatmaca, sömürülene “kâr” sözü verilmesi de var: “Eğer devletler kâr etmek istiyorlarsa, bunun tek koşulu kapılarını uluslararası yabancı devletlerin müdahalelerine açmalarıdır.” Bu koşulun Türkçesinin “kapılarınızı sömürüye gönüllü olarak açmalısınız” demek olduğunu, yarı-sömürge olmaya alıştırılmış bir topluma anlatmak kolay değildir. Bu zorluğu yenmeğe çalışan bilim adamı ve yazar Prof. Dr. Erol Manisalı, kapılar hep “tek yanlı” açıldığından, kâr’ın söz konusu olamayacağını sayısız makalesinde ve kitaplarında ortaya koymuştur: “Acaba nasıl oluyor da Batı kapitalizmi içinde şirketler ve toplum birlikte kazanırken, azgelişmiş ülkelerde tersi oluyor; büyük şirketler kazanırken, toplum zarar ediyor?”12 Manisalı bu sorusuna, yeni bir soruyla yanıt veriyor; bu yanıt, Cooper’ın metninden de anlaşılacağı gibi, “postmodern” sömürgeci sistemin, “çok taraflılık”, “uluslar arasılık” kılıfı içinde gizlemeye çalıştığı bir gerçeğin saptanmasıdır: “Batı kapitalizmi ile onun dışındaki ülkeler arasındaki ilişkilerin ‘dengesizliği’ mi bu sonucu doğuruyor?” Bu yanıtta, taraflar arasındaki dengesizliğin saptanmasından daha büyük önem taşıyan nokta, tarafların saptanmasıdır: Batı kapitalizmi ile onun dışındaki azgelişmiş ülkeler. Kanımca, gizlenmeye çalışılan asıl gerçek budur. Bu nitelikteki taraflar arasında hem sömürü hem denge mümkün olabilir mi? Dengesizliğin ise, her zaman uluslararası kapitalizmin yararına işleyeceği açıktır. Durumun böyle sürüp gitmesi için, gerekirse, zora (silâha) başvurmak kapitalizm için daima el altındaki bir imkândır. Ama bu en son başvurulacak, tehlike de içeren imkânın yanı sıra, “yeni sömürgecilik”, daha güvenli yöntem ve araçlar da geliştirmiştir:
“Emperyal müdahale için meşru kuvvetler deposu daha şimdiden doludur ve içinde yalnızca askeri değil, ahlâki müdahale ve yasal müdahale gibi, başka biçimleri de vardır. (…) Ahlâki müdahale dediğimiz şey, bugün, haber medyası ve dinsel örgütler dahil, çeşitli organlar tarafından hayata geçirilir, ama bunlar içinde en önemlisi NGO’lar (“Sivil Toplum Kuruluşları”-STK) denen örgütlerin bazılarıdır. (…) Aslında bu müdahale, aşağıdan gelecek istisnai durumu haber verir ve bunu da sınır tanımaksızın en etkili iletişim araçlarını kullanarak ve bunları simgesel düşman üretimine yönlendirerek yapar. Bu STK’lar boğazına kadar ‘İmparatorluk’ kuruluşunun biyopolitik bağlamına gömülmüştür. (…) Ahlâki müdahale, sıklıkla, ortamı askeri müdahaleye hazırlayan ilk eylem olarak hizmet görür. (…) Bugün askeri müdahale büyük bir çoğunlukla tek taraflı olarak ABD tarafından dayatılan bir şeydir; ABD kendi kendine asli görevini tayin etmekte ve sonra müttefiklerine İmparatorluğun o anki düşmanının bir askeri müdahaleyle etkisiz hale getirilmesi ve/veya ezilmesi için teklif yapmaktadır. Bu düşmanlara genellikle, bir polis zihniyetinden gelen indirgemeyle ‘terörist’ denir.”13
Böyle bir tehlike, yani “simgesel düşman” olarak “terörist” sayılma tehlikesi, elbette, uluslararası kapitalizmin temsilcisi ülkeler/devletler için söz konusu değildir. Onlar için tehlike, sömürüden pay alma yolunda aralarındaki ulusal çıkar çatışmalarıdır. Örneğin, “ABD’nin ve Kıta Avrupa’sının (AB’nin) Kıbrıs ve Irak olaylarında ‘karşı karşıya’ gelmeleri AB’nin Türkiye politikasından kaynaklanmaktadır. İşin ilginç yanı, her iki taraf da faturayı Türkiye’ye ödetmek istiyor.”14 Batı Avrupa toplumlarının, yakın geçmişte hem birbirlerine hem dünyaya büyük acılar yaşatmış “modern-kapitalist-sömürgeci” birer ulus-devlet olarak, yaşananlardan aldıkları dersle, aralarında savaşı ortadan kaldıracak bir “Birlik” kurmaya yönelmiş oldukları ileri sürülebilir. Ancak şu sorun ya da tehlike gündemden kolay kolay kalkacak gibi görünmüyor: Yeni sömürgecilikte, sömüren taraflar arasındaki çıkar dengesi.
Aşağıdaki açıklama, ABD’nin saldırgan ve başına buyruk bir tutum izlemekte direnmesinin nedenlerine ışık tutmaktadır: “Gerçekten de Financial Times’ın, bir yorumunda işaret ettiği gibi (26/04) ABD her yıl 500 milyar dolardan fazla bir kaynağı, yani dünyanın toplam tasarrufunun yüzde 10’unu emerek büyümeye devam edebiliyor. (…) Her halükârda ABD ekonomisindeki güçlü büyümeye olanak sağlayan kaynağın kurumaya başladığı söylenebilir. (…) London School of Economics’ten Prof. Hunter Wade’in dediği gibi: ‘ABD, dünya ekonomisini kendisini zenginleştirmek için yapılandırmıştı. Bu daha fazla devam etmez.”15 Sorun, Avrupa çerçevesinde sürekliliğine güvenilir bir çözüme kavuşsa bile, dünya ölçeğinde, küreselleşmenin temel koşulu bakımından çözülebilecekmiş gibi görünmüyor. Sömürgeci cenahın çözmekte zorlanacağı sorun, ulusal sınırlardan ve başta bağımsızlık olmak üzere ulusal değerlerden, kısaca, ulus -devletten vazgeçmek; sömürülecek ülkelere kolaylıkla dayatılan ve gerekirse zor kullanarak sağlanan şeye kendilerinin rıza göstermesi. Bu durumda ulus-devletin, yalnız sömürülenler için değil, sömürenler için de sorun olmaya devam edeceğini ileri sürmek akla aykırı bir öngörü sayılmaz. Robert Cooper, yukarıda değindiğimiz yazısında bu sorunu da ele almaktadır:
“AB postmodern sistemin en gelişmiş örneğidir. Şeffaflık yoluyla güvenliği ve birbirine bağımlılık yoluyla şeffaflığı sunmuştur. AB, ulus-üstü bir sistem olmak ve ulusların anarşilerinin evcilleştirilmesinin tek yolunun onların üzerinde hâkimiyet kurmak olduğu önermesine dayandırılmıştır. Ancak, ulus-devletin sorun olması halinde çözüm süper-devlet olmayacaktır.”
Cooper, AB’nin kurulmasının, “ulus-devletin tehlikeli” olduğu yolundaki bir temel önermeye dayandığını ileri sürmektedir. Cooper’dan, bu önermedeki ulus-devletin sömürgecinin ulus-devleti olduğunu vurgulaması elbette beklenemez. Kanımca, böyle bir vurgu aklına da gelmez. Bu ulus-devletin “tehlikeli” olduğu ise, gerçekten doğrudur. Ancak tehlikeli olması, açıktır ki, ulusal bir devlet olmasından değil, sömürgeci/kapitalist devlet olmasından ileri gelmektedir. Ulus-devlet Avrupa içinde sorun olduğunda değil, ama, sömürgeci cenahta sorun olduğunda, Avrupa Birliği, Cooper’ın öngörüsünün tersine, kaçınılmaz olarak, “süper devlet” olmaya yönelecektir. Avrupa Birliği’nin yapısına gerçekçi bir bakış bu görüşü doğrular niteliktedir: “Öncelikle AB konusunda, AB’nin bir uluslararası örgüt olduğu konusunda yanlış bir kanı var. AB sanki, NATO, BM gibi uluslararası bir örgüt ve biz buna girmek zorundayız gibi bir algılama var. Bu anlayışın getirdiği ciddi yanlışlar, kavrayış eksiklikleri var. Daha önce de belirtildi; AB yeni bir devlet. AB devletinin parası var (…). Bayrağı var (…). Bir marşı var (…). Hükümeti var, AB Komisyonu. Yasama organı var, AB konseyi ve yargısı var.”16
“Avrupa Devleti” düşü, artık “geçmiş bir çağda” kalmış bir düş değil, asıl, günümüz Avrupa’sının bir düşüdür. Bu ise, postmodern sömürgecilikteki konumunu güçlendirmeye çalışan Avrupa Ulus -Devleti demektir. Sömürgeci devletler açısından ABD’nin aykırı ve “kuşkulu” bir tutum içinde olduğunu Cooper da itiraf etmektedir:
“Avrupa devletleri postmodern dünyanın tek üyeleri değillerdir. Avrupa dışında Kanada kesinlikle postmodern bir devlettir; Japonya eğilimleri sebebiyle postmodern bir devlettir. Ancak coğrafi konumu bu yönde daha kapsamlı gelişmesini [Okur bunu ‘sömürü alanını genişletmesini’ diye okumalıdır. N.S.] engellemektedir. Birleşik Devletler Hükümeti ya da Kongre’sinin, bugün birçok Avrupa hükümetinin yaptığı gibi, birbirine bağımlılık ya da açıklık, karşılıklı egemenlik ve karşılıklı müdahale kriterlerinin gerekliliklerinin ya da istenmelerinin kabulünü göstermediğinden, ABD daha şüpheli bir konumdadır.”17
Görüyoruz ki, Cooper, ortak sömürü alanında, ABD’nin eski modern dönemlerin sömürgecisi bir ulus-devlet gibi davranmasından yakınmaktadır. Cooper’ın yakınması da gösteriyor ki, sömürgeci cenah içindeki paylaşım sorunları, bir bakıma “ulus-devlet”te düğümlenmektedir. Cooper’a göre, yeni sömürgecilikte sömürenlerin uyması gereken “karşılıklı müdahale kriterleri” vardır; ABD ise bu kriterlere uymak istememektedir. ABD’nin bugün Irak’a silâhlı müdahale konusundaki başına buyruk tutumu Cooper’ın eleştirisini haklı kılan açık bir örnektir. Müdahaledeki “karşılıklılık” sömürenle sömürülen arasında söz konusu olamayacağına göre, sömürenler arasıda bir “karşılıklılık”tır.
Öte yandan, sorunun, sömürülen dünyayı ilgilendiren yanı da ulus-devlet sorunsalında düğümlenmektedir. Uluslararası Batı kapitalizmi için sömürgeciliğin sürdürülebilirliği, dünyanın, sömürgeciliğe karşı direnebilecek ulus-devletlerden arındırılmasını gerektirmektedir. Bu açıdan “postmodern” sömürgeciler arasında hiçbir uyuşmazlık olmadığını görüyoruz. Bunda tam bir fikir birliği içindedirler, örneğin bugün, birçok başka ülkeye olduğu gibi, Türkiye Cumhuriyeti’ne de yönelik baskıların ve planların temelinde küreselleşme ile sömürüye karşı direnebilmenin yegâne imkânı olan bağımsız ulus-devlet çatışması yatmaktadır. Doğu Perinçek, bu çatışmayı Türkiye Cumhuriyeti açısından ele aldığı “AB’nin alternatifi ulusal devlettir” başlıklı yazısında, küreselleşme karşısında ulus-devletin önemini şöyle özetlemektedir:
“Önce şunu belirleyelim: Türkiye’nin önündeki seçenekler, 19. yüzyıl ortalarından beri aynıdır: Ya Batı ya ulusal devlet. Tanzimatçılık ile devrimcilik arasındaki yüz elli yıllık savaştır bu. Bu seçeneklerden Batı, uygarlığı değil, sömürgeleşmeyi temsil eder. Ulusal devlet ise biricik uygarlık seçeneğidir. Ulusal devlet, Jean Jacaues Rousseau’nun deyişiyle ‘halk hâkimiyeti’ demektir, bir. Başka deyişle demokrasi! Ulusal devlet, ulusal piyasa demektir, iki. Başka deyişle: Vatan! Ulusal devlet, sanayileşme demektir, üç. Başka deyişle refah ve ileri teknoloji! Sömürgede halk hâkimiyeti olmaz, bir. Sömürgede ulusal para olmaz, iki. Sömürgede, sanayileşme ve teknolojik gelişme olmaz, üç. Bunlar matematik kesinliklerdir; ekonominin de elifbasıdır.”18
Yukarıdaki sözler ulusal bağımsızlık bilincinin açık ve kesin ifadeleridir. Bu bilincin ürünü olan Kemalist ulus-devletin “yeni sömürgecilik” açısından öbür ülkelere kötü (!) bir örnek olması, Türkiye Cumhuriyeti’nin konumunu daha da özel kılmaktadır. Batı kapitalizminin sömürü planları karşısında bu ülkeleri de koruyabilecek yegâne imkân, örneğin Türkiye Cumhuriyeti’nde görülen hümanist ulus bilincidir. Çünkü şu sorular ancak bu bilinçten doğar: “Bir ülke ile ya da ülke grubu ile yakın siyasal ilişkilere girildiğinde, karşımızdaki ülke ya da ülke grubunun gerçek amacının ne olduğuna doğru tanı koymak gerekir. ABD günümüzdeki yönetimi ile gerçekte, terörle savaşan, demokrasi, insan hakları için savaşım veren, insancıl, yardım sever (philantropist) bir ülke mi? Yoksa fırsat kollayan, kendi çıkarını diğer ülkelerin çıkarları gibi göstermeye çalışan, bir tür takiyye yapan, yayılmacı (emperyalist), dünya üzerinde, en azından enerji kaynakları üzerinde hegemonya kurmaya çalışan bir ülke mi?”19
Konuyu sayısız makalesinde bütün boyutlarıyla irdelemeyi sürdüren Attilâ İlhan, birisi Cheryl Payer’dan, diğeri Joseph Stiglitz’den iki alıntıyla bu soruların yanıtını kısaca veriyor: “… ‘IMF’nin tüm önemli kararları ABD Maliye Bakanlığınca alınıyor ve Fon görevlilerine, kredi dilimlerinin çekilmesi konusunda, görüşme yetkisi dahi verilmiyordu. (…) Bu gün dahi Amerika’nın isteği dışında önemli bir karar alınamaz’ (…) ‘IMF’nin sermaye piyasalarının serbestleşmesini, neden talep ettiğini sormak gerek. Aslında cevap basit, çünkü IMF gelişmiş ülkelerin ve finans piyasalarının çıkarlarına hizmet ediyor; gelişmekte olan ülkelerin ihtiyaçları, talepleri ise, aslında kimsenin umurunda değil!’…”20
Bu umursamazlık bir yönüyle de insanlığın sağlıklı geleceğine ilişkin düşünce üretmede Batı’nın giderek artan entelektüel kısırlığında kendini göstermektedir. Batı’nın bir zamanlar dört elle sarıldığı, bugün ise “postmodern” sömürgeciliğe aykırı düştüğü için, “üçüncü ülkeler”e yasak etmek istediği ulus-devlet üzerine Hobsbawm şunları söylüyor:
“Son iki yüzyılın tarihsel icadı olan ve son derece pratik önem taşıdığı bugün bile tartışma götürmez olan ‘ulus’, toplumun tarihi ile ilgili, çok önemli bir dizi sorunu (…) gündeme getirmektedir.(…) Bu sorunların araştırılmasında, sömürge ve eskiden sömürge olma durumları, mutlaka Avrupa tarihinden daha uygun bir temel sunmaz, ama on dokuzuncu ve yirminci yüzyıl Avrupa’sıyla ilgilenen (ve şimdiye kadar kafası karışık olan) tarihçilerin (Marksistler dahil olmak üzere) bu konuda ciddi çalışmalar ortaya koyamamaları karşısında, son zamanlardaki Afrika-Asya tarihinin en uygun başlangıç noktasını oluşturması muhtemel görünüyor”21
Bu konuda “ciddi çalışmalar ortaya koyamamak”tan da öte, Kemalizmin hümanist ulusçuluk anlayışından doğan Türkiye Cumhuriyeti’nin, yukarda sözü edilen “başlangıç” olduğunu Batılı politikacı da, Batılı aydın da görmezlikten gelmeye özel çaba göstermektedir.
Kemalist ulusçuluk
Atatürk’ün hümanist ulusçuluğunun modern Batı ulusçuluğundan farkını günümüz Türk aydını, ne yazık, yeterince kavramış değildir. Attilâ İlhan bu önemli farkı şöyle özetliyor: “Gazi’nin, üstelik Cumhuriyet ‘senedinin’ temeline yerleştirdiği ‘milliyetçilik’ -adı üstünde anti-emperyalist- ayrıca Halkçı, Beşeri (hümaniste) ve Sosyal bir ‘Yurt Milliyetçiliği’, Nazizmden kopya çekilmiş, bir ‘ırk milliyetçiliği’ değil!…”22 Aynı yazıda, İlhan’ın Atatürk’ten yaptığı alıntılar arasında şu sözler Atatürk’ün hümanist ulusçuluğunun açık kanıtıdır: “…
bugün bütün dünya milletleri, aşağı yukarı akraba olmuşlardır ve olmakla meşguldürler; bu bakımdan, insan mensup olduğu milletin varlığını ve mutluluğunu düşündüğü kadar; bütün dünya milletlerinin de, huzur ve refahını düşünmeli; kendi milletinin mutluluğuna, ne kadar değer verirse; bütün dünya milletlerinin mutluluğuna hizmet etmeye, elinden geldiği kadar çalışmalıdır…”
Hümanizm, Rönesans, modernizm vb gibi, Avrupa tarihinde biçimlenen kavramların içeriklerine eleştirel ve çözümleyici biçimde yaklaşmaksızın, kendi tarihimizde ve günümüzde olup bitenleri yalnızca bu içeriklerle anlamaya ve anlatmaya çalışırsak (ki bugüne dek kısa Atatürk dönemi dışında hep böyle yaptık) Avrupa merkezciliğinin kültürel emperyalizminden kurtulamayız. Biliyoruz ki, kültürel emperyalizm, ekonomik emperyalizmin ikiz kardeşidir.
Atatürk ulusçuluğunun hümanizm anlayışı Avrupa hümanizmini aşar; çünkü bu ulusçuluğun egemenlik ve modernlik anlayışı gerçek anlamda hümanisttir. “Modern Avrupa’nın egemenliği kapitalist bir egemenliktir.”23 Modern Avrupa oluşurken, aşağı yukarı bin yıldır süre gelen kilise egemenliğinin yerini kapitalin egemenliği almıştır. Avrupa Aydınlanması, bu nedenle, hiçbir zaman gerçekten hümanist olamamıştır; kapitalizm buna izin vermemiştir. Avrupa Ortaçağı boyunca, gücünü Tanrı’yı temsil etmekten alan sömürü düzenleri, bu gücü kapitalizmin tanrısı kutsal ‘kâr’ı temsil etmekten almaya başlayınca, bu yeni döneme “modern” (çağdaş) adı verilmiştir. Değişen, aslında sömürü düzeninin örtüsüdür, bahanesidir. Yeni sömürü düzenine (modern Avrupa kapitalizmine) özgün niteliğini kazandıran şey, bu bahaneyi tüm dünyayı sömürme yolunda kullanmaya ve “uygarlık” örtüsü altında yerküreyi saracak ölçüde genişletmeye yönelmesidir. Varlığını ve gelişmesini kendi dışındaki dünyayı sömürme üzerine kuran “Avrupa modernliği”, hümanist anlayışa hep uzak kalmıştır. Batı kapitalist sistemi içinde, benzetme yerindeyse, kapitalist orkestra içinde, kısa bir süre hoş bir seda olarak tınlayan Marksizm’in hümanizmi, emperyalist yarışına ve yayılmanın savaş davulları arasında boğulmuştur.
Atatürk, tarih bilincinin gerçekçi bakışıyla, Avrupa’nın iki yüzünü görmüş ve “resmi” Avrupa ile “uygarlık” Avrupa’sı ayrımını yaparak bütün eylemini bu bakış üzerine kurmuştur. Gördüğü bu iki yüz, Avrupa modernliğinin iki yüzüdür ve Atatürk, İstanbul’un işgali üzerine 16 Mart 1920’de kaleme aldığı protesto telgrafında “resmi Avrupa’nın değil, uygarlık Avrupa’sının vicdanına” seslenmiştir.24 Çünkü Atatürk aydınlanmasının modernliği (çağdaşlığı), Avrupa merkezli bir uygarlık anlayışının çağdaşlığı değil, insanlığı gözeten bir uygarlık anlayışının çağdaşlığıdır. Yine bir başka bildirisinde, “…Bu saldırının Osmanlı egemenliğinden daha çok, yirmi yüzyıllık bir uygarlık ve insanlığın ortaya koyduğu özgürlük, ulusçuluk ve yurtseverlik ilkelerini vurmak olacağı…” diyerek, sözünü ettiği değerlerin yalnızca Avrupa’ya özgü değil, insanlığın ortak değerleri olduğunu açıkça ifade etmiştir (Age, s.201). Böyle olduğu için de, Atatürk’ün uygarlık anlayışı, gerçek hümanizmin içeriğini taşır. Avrupa modernizminin iki yüzüne ilişkin olarak M.Hardt ve A.Negri şunları söylemektedir:
“Modernlik birleştirici bir kavram değildir, en azından iki tarz modernlik vardır. (…) Birinci tarz modernlik radikal bir devrimci süreci anlatır. Bu modernlik geçmişle bağlarını kopartır, dünya ve hayata ilişkin yeni paradigmanın içkinliğini ilân eder. Bu modernlik bilgi ve eylemi bilimsel deney olarak geliştirir, insanlığı ve arzuyu tarihin merkezine yerleştirerek demokratik bir politikaya yönelimi tanımlar. (…) Böylesine radikal bir alt üst oluş güçlü bir muhalefeti nasıl kışkırtmazdı. (…) Aslında kelimenin tam anlamıyla bir karşı devrim vardı: Ne geçmişe dönebildiği ne de yeni güçleri ortadan kaldırabildiği için, ortaya çıkmakta olan hareket ve dinamiklerin kuvvetini tahakküm altına sokup etkisiz kılmayı amaçlayan kültürel, felsefi, toplumsal ve politik bir girişim vardı. Bu, yeni güçlerle savaşmak ve onları tahakküm altına alacak kuşatıcı bir iktidar kurmak üzere tasarlanmış olan ikinci tarz modernlikti. Bu, Rönesans devrimi içinde, devrimin yönünü değiştirmek, yeni insanlık imgesini aslan bir düzene taşımak, bilimin kapasitelerini dünyayı dönüştürmek üzere kullanmak ve hepsinden önemlisi, çokluk adına iktidarın yeniden ele geçirilmesine karşı çıkmak üzere ortaya çıkan bir karşı devrimdi”25
Yukarıdaki metin, Avrupa Rönesans’ının hümanizmine yönelik bir karşı devrimin çözümlemesidir. Buna Kapitalizmin karşı devrimi demek yanlış olmayacaktır. Avrupa’nın, gerçekte, kendi içinde bir uygarlık sorunu yaşadığını aşağıdaki saptamalar da açıkça ortaya koymaktadır:
“Avrupa merkezci yaklaşım, ihtiyar Avrupa’yı kemiren bir hastalıktır. (…) O benmerkezci düşünce, demokrasi adına bağnazlığı desteklemeyi de işi bellemektedir. Gerçekte ise, Avrupa’nın uygarlık tanımında geçen yüzyıla göre bugün egemen olan, aydınlanma değil, aydınlanma fikrinden ipini koparmış tuhaf bir bilim ve teknoloji hayranlığı daha ağır basmaktadır. (…) Batı’yla uygarlığı karıştıran çılgınlık, Türkiye’yi de her geçen gün biraz daha kendisi olmaktan uzaklaştırmaktadır. (…) Gerçekte Türkiye’deki ilerici düşüncenin, akımların ve olabildiğince pratiğin omurgası, uygarlık ve Batı ile uygarlığın sahibi gibi görünen Batılı ülkeleri birbirinden ayırmak, bu ikisini bir ve aynı şeymiş gibi görmemektir.”26
Avrupa aydınlanmasının uygar yüzü, toplumsal hayatı Tanrı bilgisine (dinsel inanca) göre değil, aklın bilgisine göre düzenleme yönündeki tarihsel değişim süreçlerini yansıtır. Kısaca, Hıristiyan Kilisesinin toplumsal-kültürel egemenliğiyle mücadele sürecidir bu ve Avrupa’nın, elbette, kendi içindeki bir mücadeledir. Uygar olmayan yüzü ise, bir yandan bu mücadeledeki kazanımları (laikliği, demokrasiyi) çağdaş uygarlığın değerleri olarak tekeline alırken, yani Avrupa’ya özgü sayarken, öte yandan, hem bu değerleri hem Hıristiyan inanç sistemini Avrupa dışındaki dünyayı sömürü aracı olarak kullanmasıdır. Modern Avrupa’nın dünya üzerindeki sömürü düzeni, aşağı yukarı son on yüzyıl boyunca bu yolla kurulmuş ve yayılmıştır. Bu gün de “küreselleşme”, “Avrupa Birliği” vb kılığında sürmektedir. Doğu Perinçek’in şu saptaması yerindedir: “20. yüzyılın İngiliz, Fransız ve Alman emperyalizmleri, Batı’nın demokratik devrimlerinin devamı değil, fakat reddiydi. Bakmayın siz Beethoven’in 9. Senfoni’sini yeni devletlerinin marşı olarak kabul etmelerine, o yaptıkları kirli işin perdesidir, kurdukları birlik, devrimlerin Avrupası değil, emperyalizmin Avrupası’dır.”27
Kapitalizm ve onun doğasından kaynaklanan sömürü düzeni, Avrupa Birliği’nin çekirdeğini oluşturan batı Avrupa toplumlarının temsil ettiği modernizmin vazgeçilemez bileşenleridir. Emperyalizm bu toplumların, deyim yerindeyse, kültürel genlerine işlemiştir. Demokrasiyi ve insan haklarını savunur görünen Avrupa’nın bu savunmasının, gerçekte, hümanist bir içerik taşımadığı ortadadır. Bugün, kendi dışındaki dünyaya bu değerleri uygarlığın ölçütleri olarak dayatırken ileri sürdüğü ekonomik ve siyasal koşullar, gerçekte, yeni bir sömürü alt yapısı hazırlamaya ve evrensel uygarlık değerlerinin yaygınlaşmasını engellemeye dönük aldatıcı birer kılıftır. Yayılmacılık ve sömürü yolunda, başlangıcından bu yana Avrupa’nın uyguladığı bir yöntemdir bu: Ülkeleri, sömürü düzenine uygun olarak hep yeniden biçimlendirmek.
Hümanist ütopya gerçekleşmek zorunda
Hümanist ulus-devlet, emeğin sömürülmesinden kaynaklanan birbirine bağlı iki evrensel sorunu çözmeyi hedefleyen bir devlettir: Bir yandan, toplumsal alanda sınıflar arasındaki, öte yandan, toplumlararası alanda uluslar arasındaki sömürü imkânlarını, düzeneklerini ve araçlarını ortadan kaldırmayı hedefler. Bu amaçların gerçekleşmesi için, ulusun devleti demokratik olmalıdır, yani devlet, ulusun egemenliğinin (ulusal egemenliğin) gerçek ifadesi olmalıdır; aynı zamanda, ekonomik, siyasal ve kültürel açıdan öbür devletlerden bağımsız olmalıdır. Ulus-devletlerin bağımsızlığı (karşılıklı bağımsızlık) toplumlararası sömürünün önlenmesinin yegâne güvencesidir. Karşılıklı bağımsızlığı ortadan kaldıracak şey saldırıdır: Askeri, ekonomik ve kültürel saldırı. Bu nedenle hümanist ulusçuluk anlayışını hayata geçirebilmenin yegâne anahtarı barıştır. Barış, içeride sınıflar arası, dışarıda ulus-devletler arası çıkarların karşılıklılık ilkesine dayalı olarak korunması yönünde çözümler üretebilme ve sömürüyü ortadan kaldırabilme imkânının yegâne ortamıdır. Bu ortam, ulus-devletler arasının hümanist dünyasıdır. Bu dünyada saldırgana yer yoktur. Saldırgan, böyle bir dünyada yalnızlaşır ve saldırı da hümanist ulus-devletlerin dayanışması ile engellenir veya püskürtülür. Hümanist ulus-devletler için savaş, yalnızca bir savunma ve korunma imkânıdır; saldırı ise bir suç. Bu ütopya gerçekleşmek zorundadır.
1 İzzettin önder, Cumhuriyet, 3 Eylül 2002.
2 E. Hobsbawm, Devrim Çağı, Dost Kitabevi, Ankara, 1998, s. 9–10.
3 Age, s. 11.
4 Age, s. 41.
5 Age, s. 43.
6 Doğan Avcıoğlu, Türkiye’nin Düzeni, 1. Kitap, Tekin Yayınevi, İstanbul, 2001, s. 41–42.
7 Age, s. 46.
8 Age, s. 93–94.
9 Bkz, Erol Manisalı, Türkiye-Avrupa İlişkilerinde “Sessiz Darbe”, Derin Yayınları, İstanbul, 2002.
10 Michael Hardt ve Antonio Negri, İmparatorluk, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 2001, s. 168–169.
11 Cumhuriyet, 28.6.2002.
12 Cumhuriyet, 6.9.2002.
13 M. Hardt-A. Negri, İmparatorluk, s. 61–62.
14 Erol Manisalı, Cumhuriyet, 22.4.2002.
15 The Guardian, 5.01.02, aktaran Ergin Yıldızoğlu, Cumhuriyet, 29.4.2002.
16 Yıldırım Koç, Teori, Mayıs, 2002, s. 37.
17 Cumhuriyet, 29.6.2002.
18 Aydınlık, 24 Mart 2002.
19 Öztin Akgüç, Cumhuriyet, 8.9.2002.
20 Cumhuriyet, 6.9.2002.
21 Eric Hobsbawm, Tarih Üzerine, Çeviren: Osman Akınhay, Bilim ve Sanat Yayınları, Ankara, 1999, s. 138– 139.
22 Cumhuriyet, 26.4.2002.
23 M. Hardt-A.Negri, age, s. 109.
24 Hıfzı Veldet Velidedeoğlu, Söylev, Çağdaş Yayınları, İstanbul, 1978, s. 200.
25 İmparatorluk, s. 97–98.
26 Güray Öz, Cumhuriyet, 1.5.2002.
27 Aydınlık, 7 Nisan 2002.