Işıkgün Akfırat, Öncü Gençlik MYK Üyesi/Uluslararası İlişkiler Bürosu Başkanı
İnsanlığın İlk Saatleri
Önce karanlık vardı. Geceleyin gökyüzü, mağaralar, nehrin suyu, insanın gözündeki o parıltı, ilkel ve korku dolu. Gündüzleyin dünya aydınlıktı ama, aklımız bir mağrada mahpustu. Zihnimizin kör kuyularında gün sayıyordu insanlığımız. Ne zaman ki demiri dövdük, toprağı sürdük ve anlamlandırmaya başladık gökteki yıldızları gizemini, o gün bu gündür karanlığı erite erite ilerliyoruz. Arkamızda bıraktığımız adımlara bugün tarih deniyor.
Önce korku vardı, sonra da epey bir süre korkuydu hüküm süren. Başta anlamadığı için korktu insan. Sonra anlam yükledi, efsaneleştirdi, korkuyu insanın anlam haznesine katarak dizginledi. Mitoloji, gök gürültüsünün korkusunu dönüştürüp insanlara benzeyen tanrılar yaratmıştı.
Aklı Bahşeden Felsefe
Sokrates ve Heraklitos gibi filozoflar, yüklenen anlamların ardında kuralları olan bir mantık aradığı an, korkunun ve cehaletin yarattığı safsata ile akıl arasında bir mücadele başladı. Ancak insan her zaman aklın yanında durmadı, yüzyıllar boyunca korkuyu keşfetti ve kullandı. Safsata uzun bir süre boyunca hemen her yerde iktidardaydı.
Ortaçağ’da “ya bildiğim anlaşılırsa” diye korktu insan, cehaletin karanlığında. “Dünya dönüyor” dediği için yargılanmıştı Galile. “Evrenin merkezi dünya değil” dediği için yakıldı Giordano Bruno. Birileri de “yarin yanağından gayrı her şeyde hep beraber” dedi diye ipe çekildi. Bedrettin ve Börklüce Mustafa, yeryüzünün her yerinden zamansızca yükselen eşitlik çığlığını Anadolu’nun sazıyla titretmişlerdi. Nazım’ın heybetli dizeleri de böyle böyle oluşuyordu işte. Heybetini tarihin gür ırmağından alıyordu. Ve şunu söylüyordu: birileri yanmayı göze aldı diye aydınlanıyordu diğerleri.
Bilim ve Aklın Felsefesi: Aydınlanma
Emekti tanrılardan ateşi devşiren. Cesaretti ateşi karanlığa çeviren. Mücadeleydi karanlığı erite erite insanlığın yolunu açan. Isaac Newton evrenin ardındaki yasaları keşfedip, insanlığın ufkunu bilimsel düşünmenin enginliğine açtığında yalnız başına bir mucit değildi. Ardında bilinen ve bilinmeyen yüzlerce kahramanların gösterdiği emeğin, cesaretin ve mücadelenin birikimi vardı.
Fransız Devrimi’ne beş kala Alman filozof Immanuel Kant insanlığın karanlığa mahkumiyetine savaş açıyor, “sapare aude!” (kendi aklını kullanma cesareti göster!) sözünü aydınlanmanın sloganı olarak ilan ediyordu. Fransız devrimci filozof Jean Jacques Rousseau “insanlar özgür doğar” diyordu, “ancak her yerde zincire vurulmuştur”. Zincirleri kırma zamanıydı; hem zihinlerdeki, hem bileklerdeki…
Öte yandan Newton ile açılan bilimsel buluşlar devri, aklın ve bilimin gücünü durmadan ispatlıyordu. Karasaban ve atölyeler yerlerini, bugün “ne işe yarar” diye sorduğumuz matematiksel denklemlerin, akıl almaz bir sabırla sonuca ulaştırılan deneylerin yarattığı makinalara bırakıyordu. Çelik daha iyi işleniyor, tüfek daha etkili hale geliyordu. İnsanlığın çapı ve faaliyet alanı büyüyor, yönetim ihtiyaçları ve yetenekleri de buna denk, olgunlaşıyordu. Zincir, içindeki gizil güçle beraber genişliyordu.
Aklın kitlesel uyanışı, üretici güçlerin kerameti kendinden menkul soyluluğa ve kutsallığa karşı eşitlik ve özgürlük talebi, Avrupa’da güneş gibi yayılmaya başladı. Robespierre’in “zorbalığın özgürlüğüne karşı, özgürlüğün zorbalığı” dediği altüst oluş Fransa’da başladı. Kaynağını gökten alan dogmalar yıkılmaya, yeryüzündeki insan meşruiyet kaynağı olarak kendini göstermeye başladı. Laiklik, adını laikos yani “halk” sözcüğünden alıyordu. Uluslar, bilime ve akla dayanan bir siyasi örgütlenmenin birimi olarak yükseldiler. Sonunda insan, kendini Aristoteles’in iki binyıl önce tarif ettiği gibi zoon politikon (politik hayvan) olarak kavrıyor; aydınlanma felsefesinin nefes alıp verebileceği coğrafyaları yaratmak için yeni kanlı mücadelelere girişiyordu.
Nazım haklıydı. “Arkamızda kalan yollarda ayak izlerimiz kanlı”ydı. Bedeller ödemeden ilerletilemiyordu tarihin tekerleği. Ancak sonunda yakaladığımız “ulu uyumları”ydı “aklımızın, ellerimizin, yüreğimizin.” Ve bundan gayrı, hepimize yetmeyen hürriyet, hepimize yetebilirdi.
Emperyalizm Çağının Alacakaranlığı
Fakat nasıl korkuyu keşfetti ve kullandıysa insanlık, bilimi ve aklı da insanın insana kulluğu için kullandı. Heraklitos’un diyalektiği, bu yüzden evrenseldi. Özgürleştiren ile köleleştiren aynı şeyde buluşabiliyordu. Zincir, içinde özgürlüğü doğuracak bir enerji taşıyabiliyordu.
19. yüzyılın sonuna geldiğimizde yine bir ateş hırsızı çıkıyor; giderek karmaşıklaşan bir biçimde dünyayı kuşatan ve köleleştiren iktisadi sistemin gizini, Karl Marx ortaya koyuyordu. Sınıflar olduğu içindi ki tahakküm de vardı. Sermayenin yasalarını ortaya koyarak ateşi, özgürlük mücadelesinin yeni bayraktarına, işçi sınıfının avucuna bırakıyordu. O ateşle zincirlerini eriteceklerdi. Zira işçilerin, “zincirlerinden başka kaybedecek şeyleri yoktu”.
20. yüzyılın başında, artık sermayenin dünya çapındaki yayılması ve tahakkümü yeni bir hal almıştı. Hindistan gibi uzak sömürgelerde köleliği sürdürmek için gerekli silahlı birliklerin ağırlığı iktisadi kurumlara kaymaya başlıyordu. Bağımlılık dediğimiz kavram işte bu ilişkiden doğdu. İngiltere’nin “güneşi batmayan imparatorluğu” ezilen halklar için bir alacakaranlığı temsil ediyordu. Çağımız, Lenin’in saptadığı gibi emperyalizm çağıydı. Ufukta ise ezilen dünyanın peşisıra gerçekleştireceği devrimler vardı. Artık “geri Avrupa, ileri Asya”ydı.
Anadolu Coğrafyasında Uyanış
Emperyalizme karşı başarıya ulaşan ilk kurtuluş mücadelesi Anadolu’dan yükseldi. Birinci Paylaşım Savaşı’ndan sonra “işi bitti” denilen Anadolu, Mustafa Kemal önderliğinde uyanmıştı. Tarihte ilk kez “dünyanın sahipleri” ezilen dünya karşısında yenildiklerini kabul ediyorlardı. Bu, yetmiş yıl boyunca coğrafyadan coğrafyaya yanmayı sürdürecek bir meşaleyi alevlendirdi. Batı Asya’da, Uzak Asya’da, Hindistan’da ve Latin Amerika’da işgal ve boyunduruk altındaki halklar dalga dalga ayağa kalktılar. Afrika hariç değildi.
Ulusal kurtuluş mücadeleleri başarıya ulaştıkça yerini demokratik devrimlere bıraktı. Sovyet Rusya’da devrim, işçi ve köylü kitlelerinin ittifakıyla gerçekleşmişti. Oysa Türkiye’de işçi neredeyse hiç yoktu. Toplumun tamamına yakını köylüydü. Ortaçağ kalıntısı kurum ve ilişkiler geçerliydi. İnsanlar kendilerini hala ağalarına, aşiretlerine göre tanımlıyorlardı. Ulusal pazar yaratacak boyutta bir üretim söz konusu değildi. İnsanlar toprağa bağımlıydı. Devrim de bu ihtiyaçlar üzerinde temellenmişti.
Türkiye denilen “yeni vatan, yeni sosyete, yeni devlet” bu devrimlerin neticesinde oluşuyordu. Emperyalist devletlerin gericiliği kışkırtarak ve iktisadi gücünü kullanarak karanlığa boğmaya çalıştığı bu topraklar, boyun eğmiyordu. Daha en başından beri demokratik değerlerin meşruiyetine dayanan Türk devrimi, ardında manevi mirası olarak aklı ve bilimi bırakan bir önderle birlikte karanlığı eritme ve “aklı, vicdanı, irfanı hür” yurttaşı yaratma mücadelesi veriyordu.
Türkiye’nin Aydınlanma Yürüyüşü
Tarihin ilerlemesi bazen gelir, bireylerin iradesine dayanır. 1920’lerin Türkiye’sinde durum, tam olarak böyleydi. Yirmi yılı aşkın süredir savaşan Anadolu insanı, Kurtuluş Savaşı başladığında artık tükenmişti. Öyle ki Sakarya Muharebesi’nde esas çarpışanlar, subaylardı. Belki ilerde Cumhuriyet’in öncüleri olacak nice insan, düşman ordulara karşı en ön safta can vermişti.
Cumhuriyet işte böylesi “uçurumların kenarında, yıkık dökük bir ülke”de kurulacaktı. Mustafa Kemal’in canhıraş bir şekilde, gecesini gündüzüne katarak devrimlerin gerçekleştirilmesi için çalışması bundandır. Yapılacak iş çoktu, oysa yapacak insan, yok denecek kadar azdı.
Öyleyse işe, o insanı yaratmaktan
başlamalıydı. Mustafa Kemal’in Sakarya Savaşı kazanıldığında bir gazetecinin
“şimdi ne yapmak isterdiniz” sorusuna “Milli Eğitim Bakanı olarak memleketimin
irfanına hizmet etmek isterdim” demesi, bu yakıcı ihtiyacı nasıl kavradığını gösterir.
O insanı yaratmak için, memleketin aklını, vicdanını, irfanını özgürleştirecek
bir aydınlanma seferberliğine girişilmelidir. Tevhid-i Tedrisat Kanunu, Harf
Devrimi, Dil ve Tarih Kurumlarının Kurulması, Halk Evleri, Üniversite Reformu
ve Köy Enstitüleri; hepsi işte bu çabaların ürünüydü. Reşit Galipler, Hasan Âli
Yüceller ve İsmail Hakkı Tonguçlar, işte bu ülküyü gerçekleştirmeye hayatlarını
adayan kamu insanlarıydılar.
Cumhuriyet’in dirayeti Anadolu’nun her yanında tomurcuklandı ve meyve verdi. Adana’dan kalkıp okumaya giden Mustafa İnan, yeni insanı oluşturuyordu kendi bünyesinde. Yetiştirdiği öğrencilerine “bilim uzun ve çetin bir yoldur çocuklar. Bilimi yarı yolda bırakmayın, olur mu?” diyordu.
Bu büyük insanlar ve “bir insan ömrünü neye vermeli” sorusunu, Türkiye’nin dört bir yanındaki öğrenmeye aç, zihinleri açık gençlere yetişerek, nesiller yetiştirerek cevaplayanlar… Onların yetiştirdiği Muazzez İlmiye Çığlar, bilimi ve Türkiye’nin aydınlanma mücadelesini yarı yolda bırakmadılar. Aziz Sancar’ın işaret ettiği gibi bugün, neyimiz varsa onlara borçluyuz.
Karanlığı Eritme Çağrısı
Kapışma bugün sürüyor. Yarın da aydınlığın karanlığa karşı savaşımı devam edecek. Niyazi Berkes’in ifade ettiği gibi, geriye gitme girişimleri saman alevi gibi yanıp sönerken, ilerleme ve tarihin oluşumu daima sürecek. Ancak bu süreç, kendi kendine olan kurulmuş bir mekanizma gibi işlemiyor.
Bugün Ortaçağ karanlığı hortlatılmışsa, insanlar mezhep ve soy sop aidiyetlerini toplumsal düzenlemeler için esas alıyorsa, kadının üzerindeki baskı artıyorsa, aklı ve bilimi esas alan eğitim dinselleştirilmiş ve hurafelerle doldurulmuşsa, burada tarihin bir çağrısı var demektir.
Evet, hava yine kurşun gibi ağır; karanlık yine bir sis gibi çökmüş üstümüze. Ama ardımızda kalan yollarda büyük mücadeleler ve zaferler var, hala yolumuzu aydınlatan. Bugün daha az değil avucumuzdaki ve yüreğimizdeki ateş. Bugün daha çoğuz ve artacağız. Aydınlanma meşalesinin ateşini yeniden yakıyoruz ve karanlığı eritmeye çağırıyoruz!
oncugenclik.org.tr