Ana Sayfa Türk Devrimi Kemalist Devletçilik ve İlk Sanayi Planları

Kemalist Devletçilik ve İlk Sanayi Planları

3056

Kemalist Devletçilik ve İlk Sanayi Planları
Yalçın BÜYÜKDAĞLI
Teori DERGİSİ – Ağustos 1998

Cumhuriyet Öncesi Ekonomi ve Savaş Yıllarının Etkisi

Yarısömürge ve yarıfeodal yapı nedeniyle ülkenin çeşitli bölgeleri birbirinden kopuktu. İstanbul, İzmir, Selanik gibi büyük şehirlerin ve ekonomik çevrelerinin ülkenin diğer bölgeleriyle ilişkileri çok azdı. Dünya kapitalist sistemiyle ilişki noktalarını oluşturan bu liman şehirleri, ülkenin iç bölgelerinden çok, emperyalist merkezlerle bağlantılıydı. Çoğumuza şaşırtıcı gelecektir; İstanbul, buğday ihtiyacını, bir buğday ambarı olan Anadolu’dan değil Amerika ve Avrupa’dan karşılıyordu. Orta Anadolu’dan İstanbul’a buğday taşımak, Amerika’dan buğday getirmekten yüzde 75 daha pahalıydı.

Tarımsal üretimin yüzde l3-14’ü ihraç ediliyordu. Bu ürünler incir, tülün, zeytin, pamuk gibi geleneksel ürünlerdi.

1915 sayımında belirlenen sanayi kuruluşlarının sayısı 255’ti. Bunun yüzde 28’i 1908’den sonra kurulmuştu.

Toplam üretimin 1913’te yüzde 83,5’i, 1915’te yüzde 82,5’i gıda ve dokuma sanayilerinde yapılıyordu. Gıda ve dokuma sanayilerinde, toplam işçi sayısının 1913’te yüzde 71’i, 1915’te yüzde 75,8’i çalışıyordu.

Toplam sanayi üretiminin 1913’teyüzde 80,3’ünü, 1915’te yüzde 83,1 ‘ini değirmencilik, tütün işleme, deri işleme, yünlü dokuma, ipek ve ham ipek üretimi oluşturuyordu. Bu üretim kolları toplam işçi sayısının 1913’te yüzde 66,5’ini, 1915’te yüzde 61,2’sini kapsıyordu.

Sonuç olarak Osmanlı sanayisi, tarımsal alanın en basit ve ilkel bölümünde oluşmuş kuruluşlardan ibaretti.

Sanayi ürünü ihtiyacı, ithalat yoluyla karşılanıyordu. 1915’te dokuma tüketiminin sadece yüzde 9,5″u, pamuk ipliğinin ise yüzde 20,5’i yerli üretimle karşılanabiliyordu. Birinci Dünya Savaşı yıllarında buğday üretimi yüzde 47, tütün yüzde 51, kuru üzüm yüzde 54, fındık yüzde 65,yaş koza yüzde 69 oranında düşmüştü. Koyun sayısı yüzde 45, keçi sayısı yüzde 33 oranında azalmıştı.

Osmanlı burjuvazisi; 1) komprador bir nitelik taşıyor, 2) ticarette, özellikle dış ticaret alanında gelişmiş bulunuyor, 3) büyük ölçüde Rum, Yahudi, Ermeni, Levanten unsurlardan oluşuyordu. Türk ve Müslüman kökenli burjuvazi ise küçük ve Orta sermaye sahiplerinden oluşuyordu.

Esnaf özellikleri ağır basıyordu. Zayıf, örgütsüz ve dağınıktı. İstanbul, İzmir gibi büyük merkezlerde bulunanlar önemli oranda komprador burjuvaziye bağımlıydı. Ancak Anadolu burjuvazisinin bu bağı daha zayıftı. Kurtuluş Savaşı’nda Anadolu burjuvazisi ve esnafının daha olumlu bir rol oynamasının en önemli nedeni budur.

1914 yılında başlayan Birinci Dünya Savaşı, İstanbul ve İzmir’in dış ticaret yollarını kapattı. Zorunluluk ekonomik yapıda olumlu bir süreç başlattı. Gıda maddeleri Anadolu’dan sağlanmaya başlandı. Anadolu büyük şehirlerin ihtiyacı için üretim yapmaya başladı. Bu olgu, ulusal bir ülke ekonomisinin şekillenmesinin önünü açtı. Başka bir olgu da savaş yıllarındaki karaborsa, istifçilik vb olayların bir sermaye birikimine yol açmasıdır.

K. Boratav, bu birikim biçiminin sadece nesnel zorunluluklardan doğmadığını aynı zamanda zamanın iktidarı tarafından bilinçli olarak istendiğini belirtiyor.1

İkinci Meşrutiyet’i izleyen 5–6 yıl içinde ücretlerde yüzde 19’ a varan bir artış gerçekleşti. Bu artışta, 1908’den sonra görülen işçi hareketlerinin belirleyici bir rolü vardır. Ancak, Birinci Dünya Savaşı yıllarında ücretler reel olarak yüzde 33 oranında geriledi. Aynı yıllarda milli gelir de aşağı yukarı benzer miktarda düştü. Dolayısıyla ücretlerin milli gelirden aldığı pay oranı, sabit kalmış denilebilir.

Bu dönemde çok zayıf bir sanayi vardı. Bu nedenle ücretler daha çok hizmet sektörü işçilerini kapsıyordu: Demiryolları, belediye hizmetleri, inşaat, ticari faaliyetler.

1908’den sonra, piyasa için üretim yapan tarımsal bölgelerde orta ve zengin çiftçi çeşitli politikalarla desteklendi. Kurulan üretici birlikleri ve kooperatifler bu kesimlerin lehine işleyecek biçimde, düzenlendi.

Bu kesimdeki bazı grupların, savaş dönemindeki üretim daralmasına rağmen yüksek fiyatlar nedeniyle gelirleri önemli oranda arttı. Piyasa için üretim yapamayan Anadolu köylüsü ise savaşın en çok ezdiği ve iyice yoksullaştırdığı kesimi oluşturdu. Savaş yıllarının en büyük vurgununu, siyasal iktidarın çevresindeki Müslüman ticaret burjuvazisi gerçekleştirdi. Bu kesimin merkezinde olan İstanbul’daki ticaret erbabı, Kurtuluş Savaşı’na karşı soğuk, hatta bazı unsurlarıyla karşı bir tavır aldı.

“…İttihat ve Terakki Hükümetlerinin savaş dönemi iktisat politikaları içinde İstanbul’un iaşesi, çözümü en önce gereken sorunlardan birisi olarak ortaya çıktı…. Ve bu çabalar, geleneksel Osmanlı toplumunun devlet müdahaleciliği sınırları dışına çıkılarak yapıldı. Bunlar, modern anlamda piyasanın denetlenmesi, yani bir iktisat politikası uygulanması yönündeki ilk ciddi deneyleri oluşturdu ve sonraki yıllara küçümsenmeyecek bir deney birikiminin aktarılması böylece mümkün oldu.” 2

Savaş yıllarında ulusal ekonomiyi güçlendirecek kararlar alındı. Gümrük resimleri, savaş müttefiki Almanya’nın karşı çıkmasına rağmen önce yüzde 15’e daha sonra yüzde 30’a çıkarıldı. İthal edilen malı, ölçü birimi ve adedi üzerinden hesaplamaya olanak veren spesifik gümrük tarifelerine geçildi. Kapitülasyonlar tek yönlü olarak kaldırıldı. Bütün bu kararlar, önceki yıllarda Batı ülkeleriyle imzalanmış dış ticaret politikalarını ipotek altında tutan ticaret anlaşmaları aşılarak alındı.

Kurtuluş Savaşı’nın mali kaynağının yüzde 90’ı ülke içinden, yüzde 10’u ise Sovyet yardımı ve dış bağışlardan karşılandı. Birinci Dünya Savaşı’nın mali kaynağı ise yüzde 74’ü ülke içinden, yüzde 26’sı Almanya ve Avusturya’dan karşılandı.

Birinci Dünya Savaşı’nın en belirgin özelliklerinden birisi, emperyalist ülkeler tarafından Osmanlı İmparatorluğunu paylaşma savaşı yönünün ağır basmasıdır. Dolayısıyla bu savaşın Türkiye açısından özellikle Çanakkale Savunması’nda somutlaşan sömürgeleşmeye karşı direnen bir yönü de bulunuyordu.

Savaşların mali kaynağını ülke içinden yaratmak için yapılan zorlamalar ülke ekonomisinin merkezileşmesine hizmet etti. Sonuç olarak savaş yıllarının büyük çaptaki yıkımına rağmen yukarıda belirtilen etkenler, ülkemizde ulusal bir kapitalizmin gelişmesinin önünü açtı.

Anadolu ekonomisi 1922 yılına gelindiğinde eskisine oranla daha fazla bütünleşmiş ve gene eskisine göre ulusal bir karakter kazanmıştı.

Ekonomik Gelişme Konusunda Burjuvazinin İki Ana Akımı

Birinci akım, ulusal kapitalizmin geliştirilmesini savunuyor. Bağımsızlıkçı, korumacı. Sanayileşmeyi kalkınmanın ana yolu olarak görüyor: “Milli İktisat Okulu”. Bu akımın Osmanlı dönemindeki en ünlü isimleri; Ahmet Mithat ve Musa Akyiğitzade’dir. İlhamını Alman tarihçi okulunun korumacı doktrininden alıyor. Sonraki yıllarda Ziya Gökalp, Yusuf Akçura, Tekin Alp gibi isimler bu, okulun görüşlerini İktisadiyyat Mecmuası ve Türk Yurdu gibi yayın organlarında savunmayı sürdürdüler. Türkiye’nin ulusal kapitalizminin ideolojik temelleri buralarda oluşmaya başladı.

İkinci akım, dünya kapitalist sisteminin hammaddeci, bağımlı açık pazarı olmayı savunuyor. Uluslararasıcı, bütünleşmeci, uluslararası planda serbest ticaretçi. Bu akımın Osmanlı’daki iki tipik temsilcisi; Sakızlı Ohannes Paşa, M. Cavit Bey.

Bağımsızlıkçı, korumacı “Milli İktisat Okulu”, Birinci Dünya Savaşı koşullarında etkili olmaya başladı. Bu akımın temsilcileri, gerekirse savaşın yarattığı kıtlık koşullarından da yararlanarak devlet desteğiyle yerli ve milli bir burjuvazinin yetiştirilmesi gerektiğini; bunun hem mümkün hem de zorunlu olduğunu ileri sürdüler. Kurtuluş Savaşı’ndan sonra bu akım iktidar oldu. İlk uygulama, “milli burjuva yaratma” politikaları oldu. Bundan sonuç alınamayınca devletçilik gündeme geldi.

Ekonominin Önemi

Kurtuluş Savaşının önderleri, daha savaş yıllarında ekonominin belirleyici önemini her fırsatta tekrarlıyorlardı. Askeri zafer kazanıldıktan sonra, çalışmalarının merkezine ekonomiyi aldılar. Mustafa Kemal, daha Lozan Antlaşması imzalanmadan önce düzenlenen İzmir İktisat Kongresi’nde dikkati ekonomik sorunlara çekmeye çalışıyordu.

“Bir milletin doğrudan doğruya yaşantısı ile ilgili olan, o milletin ekonomik durumudur. Tarihin ve tecrübenin süzgecinden arta kalan bu hakikat, bizim milli yaşantımızda ve milli tarihimizde, tamamen kendisini göstermiştir. Gerçekten de Türk tarihi incelenecek olursa, gerileme ve yıkılma nedenlerinin, ekonomik problemlerden başka birşey olmadığı derhal anlaşılır. Kılıç kullanan kol yorulur; fakat saban kullanan kol, hergün daha çok kuvvetlenir ve hergün daha çok toprağa sahip olur. ” 3

Mustafa Kemal İzmir İktisat Kongresi’ni açış konuşmasını, Misak-i Milli ve Anayasa’nın ilk temel taşlarını atarak siyasal kurtuluş yolunda öncü olan Erzurum Kongresi ile gerçek kurtuluş olarak nitelediği ekonomik kurtuluşun programını yapmasını beklediği İzmir İktisat Kongresi’ni yan yana koyarak bağlıyordu.

“Efendiler; Yüce Kurulunuzla bugün başlamış olan Türkiye İktisat Kongresi çok önemlidir. Çok tarihidir. Nasıl ki Erzurum Kongresi, felaket noktasına gelmiş olan bu milleti kurtarma konusunda, Misak- ı Milli’nin ve Anayasanın ilk temel taşlarını sağlamada neden olmuş, etken olmuş, öncü olmuş ve bundan dolayı tarihimizde, milli tarihimizde en önemli ve en yüksek hatırayı yaratmış ise; kongreniz de, milletin ye memleketin yaşantısını sağlayarak, gerçek kurtuluşuna yardımcı olacak kanunun temel taşlarını ve esaslarını ortaya koymak suretiyle tarihte çok büyük bir ad ve çok kıymetli bir yer almış olacaktır.”4

Kapitülasyonlar

Lozan’da en büyük mücadele ekonomik konuda olmuştu. Bu ülkeler Osmanlı dönenimde kendilerine tanınan ekonomik ayrıcalıkların yani alışılmış deyimiyle kapitülasyonların sürdürülmesinde direniyorlardı. Aylar süren ve bu nedenle kesintilere de uğrayan görüşmelerin sonunda İngiliz heyetine başkanlık eden Lord Curzon, İsmet Paşa’ya, “siz Türkler kapitülasyonları kaldırabilirsiniz, fakat biliniz ki daha uzun müddet geçmeden kendi talebiniz üzerine onlar geri gelecektir” diyordu.

Oysa, Kurtuluş Savaşı’nın önderliği kapitülasyonlar konusunda çok kararlıydı. Daha, Kurtuluş Savaşı yıllarında, kapitülasyonlar uluslararası bir antlaşma ile kaldırılmamakla birlikte TBMM Hükümeti tarafından tanınmıyordu. Zaferin hemen arkasından M. Kemal şöyle diyor:

‘”Bilindiği gibi, memleketin ekonomik durumu ve ekonomik kuruluşlarımız, dış ülkeler tarafından sarılmış bir halde bulunuyordu. Özel ekonomik teşebbüsler de serbest pazarla çarpışmaya karşı koyabilecek, güçlü seviyeye varmamıştı. Tanzimatın açtığı serbest ticaret devri Avrupa rekabetine karşı kendisini koruyamayan ekonomik yaşantımızı, yine ekonomik yönden, kapitülasyon zincirleriyle bağladı. Ekonomik alandaki özel değerler ve kuruluşlar yönünden bizden çok kuvvetli olanlar memleketimizde, bir de fazla olarak imtiyazlı olarak bulunuyorlardı. Kazanç vergisi vermiyorlardı. Gümrüklerimizi ellerinde tutuyorlardı. İstedikleri zaman istedikleri eşyayı, istedikleri şartlar altında memleketimize sokuyorlardı. Bu sebeplerle ekonomik hayatımızın bütün bölümlerinin mutlak hâkimi olmuşlardı.

“Efendiler; bize karşı yapılan bu rekabet, hakikaten çok gayrı meşru, hakikaten çok ezici idi. Rakiplerimiz bu şekilde, endüstrimizin gelişme olanaklarını yok ettiler. Aynı zamanda tarımımızı da zarara uğrattılar. Ekonomik ve mali gelişmemizi engellediler.

“Efendiler; artık hür ve bağımsız bir hayata atılan Türkiye için, ekonomik hayatını boğmakta olan kapitülasyonlar yoktur ve olamaz.”5
Ekonomik Bağımsızlık

Ekonomik bağımsızlık, M. Kemal ve arkadaşlarının daha zafer kazanılmadan vurgulamaya başladıkları olmazsa olmaz bir zorunluluktu. M. Kemal, 1 Mart 1922’de TBMM’de yaptığı konuşmada, “bugünkü uğraşımızın amacı, tam bağımsızlıktır. Tam bağımsızlık ise ancak, mali bağımsızlık ile gerçekleşebilir” diyor. Devletin maliyesi bağımsızlıktan yoksun olunca, o devletin yaşantısını sağlayan bütün bölümlerinde de bağımsızlığın felce uğrayacağını belirtiyor. Çünkü devletin organları, ancak mali güç ile yaşayabilir. Daha bu yıllarda ilerdeki ülke kaynaklarına denk bütçe çizgisinin çerçevesi çizilmektedir. Mustafa Kemal’e göre mali bağımsızlığın korunması için ilk şart, bütçenin ekonomik bünye ile denk ve uygun olmasıdır. Bu sebeple devletin bünyesini yaşatmak için, başka kaynaklara başvurmadan, memleketin kendi gelir kaynaklarıyla yönetimini sağlayacak çare ve tedbirleri bulmak, gerekli ve mümkündür.

Osmanlı devletinin son dönemlerinden büyük dersler çıkarılmıştı. Kurtuluş Savaşı’nın önderleri, yıkılan Osmanlı’dan nelerin yapılmaması gerektiğini öğrenmişlerdi. Mustafa Kemal İzmir İktisat Kongresi’nde yaptığı konuşmada bir tarih dersi vererek, tam bağımsızlığın ekonomik bağımsızlığın kazanılması ve pekiştirilmesinden geçtiğini vurguluyordu.

“Bir devlet ki, kendi uyruğundaki halka koyduğu vergiyi, yabancılara uygulayamaz; bir devlet ki, kendi gümrük resimleri ve her türlü vergi işlemlerini düzenleme hakkından alıkonulur; bir devlet ki, kendi kanunlarına göre yargı hakkını yabancılara uygulayabilmekten yoksundur; o devlete, bağımsız denilemez.”(…)

“Tam bağımsızlık için şu prensip vardır: Milli egemenlik, ekonomik egemenlik ile pekiştirilmelidir. Bu kadar büyük amaçlar, bu kadar kutsal ve ulu hedeflere, kâğıtlar üzerinde yazılı genel kurallarla, istek ve hırslara dayanan buyruklarla varılamaz. Bunların, bütün olarak gerçekleşmesini sağlamak için, tek kuvvet, en kuvvetli temel, ekonomik güçtür.(..,)

“Siyasi ve askeri zaferler, ne kadar büyük olursa olsun, ekonomik zaferlerle taçlandırılmazlarsa kazanılacak başarılar yaşayamaz, az zamanda söner. Bu kuvvetli ve parlak zaferimizde taçlandıracak olan bayındırlık yolunda sonuç alabilmek için, ekonomik egemenliğimizin sağlanması ve güçlendirilmesi gerekir.”6

İzmir İktisat Kongresi toplandığında Büyük Zafer’in arkasından sadece beş ay geçmiştir Lozan’da yapılan barış görüşmeleri ekonomik maddelerde anlaşmaya varılamaması nedeniyle kesintiye uğramıştır. İtilaf devletleri Türkiye’nin kazandığı kesin askeri zafere rağmen ekonomik konularda direnmektedirler. M. Kemal, Kongre’deki açış konuşmasında bu gelişmeleri anlatarak, milletin, bağımsızlığının tamamen sağlandığını görmedikçe Kurtuluş Savaşı’yla yürümeye başladığı yoldan dönmeyeceğini bütün dünyanın bilmesini isliyordu.

“Geçmişte. Tanzimat devrinden sonra yabancı sermaye, üstün bir yere sahipti. Devlet ve hükümet, dış yatırımların jandarmalığından başka birşey yapmamıştı. Her yeni millet gibi Türkiye bunu uygun bulamaz. Burasını esir ülkesi yaptırmayız.

“En sonunda bütün dünya bilsin ki, bu millet, bağımsızlığın tamamen sağlandığını görmedikçe, yürümeye başladığı yoldan bir an bile geri dönmeyecektir.
“Görülüyor ki, bu kadar kesin, yüksek ve başarılı bir askeri zaferden sonra dahi, bizi barışa kavuşmaktan alıkoyan neden, doğrudan doğruya ekonomik sebeplerdir, ekonomik anlayıştır. Çünkü bu devlet, ekonomik egemenliğini sağlayacak olursa; o kadar kuvvetli bir temel üzerine yerleşmiş ve yükselmeye başlamış olacaktır ki, artık bunu yerinden kıpırdatmak mümkün olamayacaktır. İşte düşmanlarımızın, hakiki düşmanlarımızın olur diyemedikleri, bir türlü kabul edemedikleri budur.”7

İç Kaynaklarla Gelişmek Mümkün mü?

Osmanlı devletinin son dönemlerinde aldığı dış borçlar, yaşadığı sömürgeleşme sürecini olağanüstü hızlandırmıştı. Bu gelişmenin acılarını yaşayan Kurtuluş Savaşı önderleri, “ülkenin iç kaynaklara dayanarak yaşaması ve gelişmesi mümkün müdür?” sorusuna olumlu cevap verdiler. Önderlik ettikleri Kurtuluş Savaşı yılları bu zor soruyu olumlu olarak yanıtlamıştı. Kurtuluş Savaşı giderlerinin tamamına yakını Türkiye’nin iç kaynaklarıyla karşılanmıştı. Savaş dönemi gelirlerinin kalan yüzde 10’unu ise Sovyetler Birliği ile Hindistan vb. dünyanın çeşitli bölgelerinin ezilen halklarından gelen yardımlar oluşturuyordu. Bu dış desteğin ülkeye hiçbir bağımlılık getirmediği ortadaydı. İç kaynakların, ülkenin Marmara ve Ege gibi o zamanlar diğer bölgelere oranla çok daha fazla gelişmiş böl gererinin işgal altında olduğu dönemde sağlandığı düşünülürse, Türkiye’nin ekonomik potansiyeli ve halkın özverisi daha açık biçimde ortaya çıkmaktadır. Mustafa Kemal Kurtuluş Savaşı’nın zaferle sonuçlanmasından 5 ay sonra 1 Mart 1923 günü TBMM’de bunu şöyle açıklıyor:

“Geçirdiğimiz yıl milli savaşımızın en büyük olayı yazılmıştır. O büyük olayı yaratan büyük Türk Ordusunun aynı yıl içinde, bütün gelirleri sağlanmış olduğu gibi, devletin genel yönetimi için gereken harcamalar da, iç gelir sağlama esasına dayanmaktadır.”8

M. Kemal, aynı konuşmada, bütçe gelirlerinin iç kaynaklara dayanma politikasını; 1) dış ülkelere muhtaç olmamak, 2) halkı zarara sokmaktan kaçınmak, 3) azami tutumluluk, 4) faydalanılmayan gelir kaynaklarından yararlanmak, 5) bazı maddeler üzerine tekel koymak olarak açıklıyor.

“Mali konulardaki uygulamamız, halkı baskı altında tutarak zarara sokmaktan kaçınıp, mümkün olduğu kadar dış ülkelere muhtaç olmadan, yeteri kadar gelir sağlama esasına dayanmaktadır. Şimdiki halde, faydalanılamayan gelir kaynaklarından yararlanmak ve halkın isteklerini karşılamayı kolaylaştırmak için, bazı maddeler üzerine tekel koymak zorunlu görünmektedir.

Sonraki yıllarda bu politika daha da geliştirilecek, millileştirmeler ile 1930’lu yıllardaki sanayileşmenin kaynağı, ülke içinden karşılanacaktır. Ekonomide temel sorun, üretim azlığıdır. İç kaynaklara dayanarak üretimi arttırmak; çözüm burada düğümlenmekledir.

Denk Bütçe

Ülkeyi dış borç sarmalına ve ekonomik bağımlılığa götüren bütçe açıkları, daha savaş yıllarından itibaren Kurtuluş Savaşı önderlerini korkutan en büyük sorunlardan birisidir. Osmanlı devleti döneminde bütçe açıklarının dış borçlanma ile karşılanması bir gelenek halini almıştı. Dış borç faiz ve anapara geri ödemeleri için gelirlerin bir bölümü ayrılıyordu. Ancak daha sonra bu da yetmedi, ülkenin gelirlerine alacaklı devletler tarafından el konuldu. Düyunu
Umumiye İdaresi bu amaçla kurulmuştu. Böylece bütçe açıklarının dış borçla karşılanması, ülkenin sömürgeleşme yoluna girmesi sonucunu doğuruyordu.

M. Kemal 1 Mart 1922’de tam bağımsızlığın mali bağımsızlıkla gerçekleşebileceğini savunduğu Meclis konuşmasında, mali bağımsızlığın korunmasının ilk şartı olarak, bütçenin ekonomik bünye ile denk ve uygun olması gerektiğini belirtiyordu.

5 Eylül 1923’te Meclis’e sunulan Birinci Fethi Okyar Hükümeti’nin programında da, yeni Türkiye devleti kuruluncaya kadar ülkenin bütçesiz yönetildiği ve devlet gelirlerinin gelişigüzel, yersiz olarak harcandığı, hak sahiplerinin aylıklarının verilmediği, bu nedenle düzenli bir yönetim kurulamadığı, dış borç olarak alınan paraların da gelişigüzel harcandığı, bu dış borçlar ve faizleri yüzünden o günkü neslin gayet ağır bir mali yük altında bırakıldığı belirtildikten sonra; denk bir bütçenin bütün öneri ve düşüncelerin esası olduğu vurgulanmıştır.

1927 yılından sonra “denk bütçe” vurgusu daha fazla yapılmaya başlanır. Bu yıl, mali kurumlaşmanın başlatıldığı “sağlam maliye” anlayışının önemli temel taçlarından olan Muhasebei Umumiye Kanunu’nun çıkarıldığı yıldır. Maliye Bakanı Abdulhalik Renda bütçe ilkelerini şöyle ifade eder:

“Daima denk bir bütçe ile yönetilmek, gelirlerimizden fazla masraf yapmamak, borçlarımızı ödemek, ödemelerimizi tamamıyla düzgün biçimde yapmak, her bütçeden daha çok etkin bütçelere önem vermek”9

1929 yılına kadar bütçeler, Lozan’ın bu yıla kadar devam eden hükümleri nedeniyle gümrük gelirlerinden yoksundur. Dolayısıyla bütçeler çok sınırlı gelir kaynaklarıyla yapılır. Ancak bu sıkıntı, denk bütçe ilkesini asla gevşetmez.

Mali konuda yapılan her konuşma ve programda denk bütçe ilkesi, uygulanması titizlikle gözetilen bir ilkedir.

Büyük Buhran ve Denk Bütçe

Kapitalizmin merkezlerinde başlayarak bütün dünyayı sarsan 1929–1932 Büyük Ekonomik Buhranı, Türkiye’yi de kuvvetle etkiledi. Tarım ürünleri fiyatları büyük oranda düştü ve ülkenin tarım ürünleri dış pazarlarda alıcı bulamaz oldu. Üstelik aynı yıl Osmanlı borçlarının yıllık taksitler halinde ödenmesi de başlamıştı. Cumhuriyet yönetimi, bu koşullarda da denk bütçe çizgisini kararlılıkla sürdürdü. 1930’lu yılların ikinci yarısında ülke ekonomisi daha rahat koşullara kavuştu. Denk bütçe vurgusu artık bütçe fazlası yaratıldığı tespitiyle bir arada yapılıyordu. Bu yıllarda sanayileşme atılımının ilk sonuçları da ortaya çıkmaya başladı.

M. Kemal Atatürk, 1 Kasım 1937’de Meclis’te yaptığı konuşmada, Cumhuriyet bütçelerinin belirli hale gelen ve daima kuvvetlenmesi gereken birleşik özelliklerinin; denklik ile birlikte koruyucu, kurucu ve verimli işlere her defasında daha fazla pay ayırmak olduğunu açıklıyordu. Bu bütçe politikası ekonomiye kısa sürede büyük ivme kazandırmış ve sıkıntılı yıllardan sonra bütçe fazlası ortaya çıkmaya başlamıştı.

“Maliyemiz, memnun olacağınız şekilde, olumlu ve verimli durumdadır. Dengeye özel önem veren büyük Meclis, her yıl, gelirinin daha fazlasını sağlamayı başarmaktadır. Bu yılda tahminlerin gerçekleşeceğine güvenebiliriz.”10

Türk Parasının Değerinin Korunması

Paranın değerinin korunması Cumhuriyet yönetiminin duyarlı olduğu konulardan birisiydi. Büyük kapitalist ülkelerin paralarının alabora olduğu yıllarda bile Türk lirasının değeri titizlikle korundu. Başbakan İsmet İnönü bu sonucu, alınan mali ve ekonomik tedbirlerin doğruluğuyla birlikte, ülkenin gösterdiği siyasi istikrara bağlamaktadır:

“Bütün dünyanın gözü önünde kutladığımız cumhuriyet’in onuncu yılında Cumhuriyetin gücünü bütün dünyaya kabul ettirecek sağlamlık, kudret ve yüksek ve ileri bir anlayış gösterdik. (…) Huzurunuzda açıkladığım nedenler, zihniyetler ve kararlar bütün dünyanın en büyük paraları türlü türlü sarsıntılarla karşılaştığı zamanlarda milli paramızın niçin sağlam, sarsılmaz bir halde en kuvvetli bir para olarak elimizde olduğunu gösterir. (…) “Arkadaşlar, görüyorsunuz ki, dünyanın en büyük paraları bütün bu sarsıntılar karşısında isteyerek veya istemeyerek bu sarsıntılara uğradığı zamanlar, Türk parası tasarruf edenler ve cebinde Türk paraları taşıyanlar bahtiyar bir durumda idiler. Bu, Cumhuriyet’in kudreti olduğu kadar milli iktisadın bünyesindeki sağlamlığın da bir belirtisidir.” 11

Dış Borç ve Yabancı Sermayeye Yaklaşım

Cumhuriyet önderleri, bütçe açıklarını kapatmak için dış borç almaya şiddetle karşıydılar. Ancak halkın refah seviyesini yükseltecek, üretimi arttıracak ve gelir kaynaklarını geliştirecek üretici yatırımlara yönelik dış borç arayışına daha savaş sonuçlanmadan başlamışlardı. Mustafa Kemal, dış borç ve yabancı sermayeye karşı tutumunu şöyle açıklıyor:

“Dışardan alınan borç paraları; şimdiye kadar Babıâli’nin yaptığı şekilde, ödemeye zorunlu değilmişiz gibi; üretici bir yatırıma dayanmaksızın, boşu boşuna sarf ile tüketerek, devlet borçlarımızın yükünü arttıracak ve mali bağımsızlığımızı tehlike karşısında bırakacak bir uygulamaya kesin olarak karşıyız. Biz memlekette halkın refah seviyesini yükseltecek, iman ve üretimi arttıracak ve gelir kaynaklarımızı geliştirmeye yararlı olabilecek yöndeki dış borçlanmadan yanayız.”12

“Efendiler; ekonomik alanda düşünür ve konuşurken, sanılmasın ki dış sermayeye karşıyız; hayır, bizim memleketimiz geniştir. Çok emek ve sermayeye ihtiyacımız var. Kanunlarımıza uymak şartıyla, dış sermayelere gerekli olan teminatı vermeye her zaman hazırız. Yabancı sermaye, çalışmalarımıza eklensin ve bizim ile onlar için yararlı sonuçlar versin.”13

20’li yıllarda Amerikan Chester grubuyla çok önemli ve stratejik bir alanda büyük çapta bir yatırım sözleşmesi yapıldı. Kurtuluş Savaşı’nın hemen sonrasında demiryolu yapımı için Amerikan Chester grubuna çok büyük ayrıcalıklar tanıyan bir sözleşme 8 Nisan 1923’te TBMM tarafından onaylandı. Bu sözleşmeye göre Chester grubu, Ankara’dan Kerkük’e, ayrıca Doğubeyazıt’a ve Samsun’a kadar uzanan toplam 4400 km. uzunluğunda demiryolu ve
üç liman yapımını üstleniyordu. Buna karşılık, inşa edilecek demiryollarının çevresindeki kırk kilometrelik şeritler içindeki maden ve petrol gibi bütün yeraltı kaynaklarının işletilmesi imtiyazı 99 yıllığına Chester grubuna veriliyordu. İmtiyazlı şirkete Türk özel sermayesinin de en fazla yüzde 50 oranında ortak olması hükme bağlanmıştı.

Bu proje ve sözleşme kamuoyuna büyük umutlarla sunuldu. Ancak Chester sözleşme hükümlerine uymadı. Demiryolu ve liman inşası için taahhüdünü yerine getirmedi. Çünkü sözleşmenin uygulanması, Musul-Kerkük petrollerinin Türkiye sınırlan içinde kalma ihtimaline bağlıydı. Amerika iki ihtimale göre iki ayrı seçenek hazırlamış ve iki ayrı sermaye grubunu bu ihtimallere göre konuşlandırmıştı. Chester, Türkiye ile sözleşme imzalarken, Amerikan Standart Oil Company Temmuz 1922’de Musul-Kerkük Petrolleri üzerinde Türkiye’yle çatışma halinde olan İngiliz-Fransız sermayesiyle anlaşmıştı. Petrol yatakları Türkiye sınırları dışında kalınca, Chester, demiryolu inşası konusunda adım atmadı. Çünkü Chester’e Türkiye sınırları içindeki maden ve petrol yatakları çekici gelmemişti.

Bu sözleşmenin kâğıt üzerinde kalması, Türkiye’ye yapılan büyük bir iyilik oldu. Demiryolu gibi bağımsız bir ekonomi için yaşamsal önemde olan ulaşım ağı ve çevresinin emperyalist bir tekele terk edilmesi, Türkiye’nin Ulusal Kurtuluş Savaşı’yla ve sonraki uygulamalarla çelişmekteydi. Üstelik demiryolu ve limanlarda 1924’lerde başlatılan millileştirmelerle bu uygulamayı bağdaştırmak mümkün değildi.

Mustafa Kemal ve arkadaşları bu dönemde, başta İngiltere olmak üzere Avrupa’nın büyük devletlerine karşı bir ölüm kalım savaşı yürütüyorlardı. Bir yandan Avrupa sermayesinin elindeki demiryollarını, limanları, tütün rejisini millileştirirken öle yandan bir Amerikan tekeline büyük ayrıcalıklar tanımanın mantığı neydi acaba? Kurtuluş Savaşı yıllarında bazıları tarafından kurtarıcı olarak sunulan, ama reddedilen Amerikan mandacılığı düşüncesinin bir devamı mıydı? Herhalde Amerikan sermayesini Avrupa kadar tehlikeli görmüyorlardı. Bu olay, ülkeyi inşa etmek için zorunlu kaynak konusunda, Kemalistlerin 1930’lu yıllardaki kadar net olmadığının bir göstergesi olarak yorumlanabilir.

20’li yıllarda yerli özel sermaye, yabancı ortak bulma konusunda teşvik edildi. 1930 yılına kadar çok sayıda yabancı sermaye ortaklı şirket kuruldu. Bu yıla kadar Kemalistler ülkeyi mali bağımlılık altına sokmayacak yabancı sermaye arayışını sürdürdüler. Ancak fazla sonuç alınamadı. Chester örneğinde olduğu gibi, yabancı sermaye, Musul petrolleri nedeniyle 20’li yılların ilk yarısında ilgi gösterir gibi olmuş, petrol bölgesi Türkiye sınırlan dışında kalınca ilgisini kesmişti. Yabancı sermaye, Cumhuriyet rejiminin istikrar kazanıp kazanmayacağı beklentisi içindeydi. Daha sonra 1929’da başlayan Büyük Buhran, yabancı sermaye ve kredi arayışlarını kesintiye uğrattı. Sadece sosyalist ekonomisi nedeniyle buhranın dışında kalmayı başaran Sovyetler Birliği’nden, Birinci Sanayi Planı için kredi bulunabildi. Son derece elverişli koşullarla alınan bu krediden ileride bahsedeceğiz.

Gündüz Ökçün’ün araştırmasına göre 1920–1930 yılları arasında kurulan 201 anonim şirketten 66’sı yabancı sermaye ortaklıdır. Bu 66 yabancı ortaklı şirket, toplam ödenmiş sermayelerin yüzde 43’ünü oluşturuyordu. Bu miktarın tümüne yakın bölümünün yabancı sermaye olduğu tahmin ediliyor. Şirketlerin yabancı ortağı, sermayeyi sağlıyor; yerli ortak ise siyasi iktidarla ilgili sorunları çözmekle yükümlü oluyordu.

20’li Yıllarda Sanayi
1925 yılında kurulan Sanayi ve Maadin Bankası, Osmanlı devletinden devralınan dört sanayi kuruluşunun yönetimini üzerine aldı. Bu dört sanayi kuruluşu; Hereke İpek Dokuma, Feshane Yün İplik, Bakırköy Bez, Beykoz Deri-Kundura fabrikaları idi. 1913 Osmanlı Sanayi Sayımı’nda devlet işletmeleri arasında gösterilen İzmir Mensucat İplik Fabrikası ve 1894 yılında kurulan 50–60 işçi çalıştıran bir porselen fabrikası Cumhuriyet döneminde devlet işletmeleri arasında gösterilmiyor. Demek ki 1930’lu yıllardaki devletçilik ilkesi temeli de gerçekleştirilen sanayileşme atılımına kadar, sanayi alanında kamu işletmeciliğinde hiçbir gelişme olmamıştır.

Sanayi ve Maadin Bankası’nın sanayi tesisi kurmasına izin verilmiyordu. Bankaya özel sektörü kredi ve iştiraklerle desteklemesi görevi verilmişti. Eski dönemden devraldığı kuruluşları da özel sektöre vermesi amaçlanıyordu.

1925 yılında şeker sanayi için bir yasa çıkarıldı. Yasa bu alan için özel teşvik ve imtiyaz getiriyordu. Bu yasaya göre Alpullu ve Uşak Şeker Şirketleri kuruldu. Bu şirketlere siyasi iktidarın bazı kişileri de ortak olmuşlardı. Ancak bu şirketler, daha sonra üretimden daha kârlı gördükleri şeker ithalatına yöneldiler.

Sanayinin 1923–1929 dönemi büyüme hızı, yüzde 8,5 idi. Bu gelişme, diğer sektörlerin gerisindeydi ve esas olarak savaş yıllarındaki atıl kapasitenin harekete geçirilmesiyle gerçekleşmişti. Sanayi 1913 deki düzeyine 1927 yılında ulaştı. Yukarıdaki büyüme, esas olarak bir yeniden inşa döneminin büyümesidir. 1927 Sanayi Sayımı’na göre, imalat sanayiinde 237000 işçi çalışıyordu. Bu sayının yüzde 46-sı, 4’ten az işçi çalıştıran işyerlerinde çalışıyordu. Gıda, deri, dokuma alanlarının toplam imalat sanayisi içindeki oranı 1913’te yüzde 88, I927’de ise yüzde 87’dir. Rakamların gösterdiği gibi, bu dönemde önemli bir sanayileşme atılımı olmadı.

1923–1930 Dönemi Milli Burjuva Yaratma Yöntemleri

1923–1930 döneminde milli burjuva yaratma yöntemlerinin başında, devlet tekellerinin ayrıcalıklı kişi ve şirketlere devredilmesi geliyordu.

Lozan Antlaşması, 1929 yılına kadar ithal mallara yerli mallardan daha farklı oranlarda vergi konulmasını engelliyordu. Sadece devlet tekelinin olduğu alanlar, devlet gelirlerini arttırmak amacıyla bu engellemenin dışında bırakılmıştı. Bu durumda Lozan’ın kısıtlayıcı hükümlerinden kurtulmanın yolu, devlet tekelinin alanını genişletmekti.

Ancak 1920’lerde ekonomide devletçilik, henüz hâkim görüş değildi. Bu nedenle devlet tekeline alman alanlar ayrıcalıklı yerli ve yabancı şirketlere devrediliyordu. Bu şirketlerin çoğunda politikacılar ve devletin önemli bazı şahsiyetleri pay sahibi idiler. Bu şirketler, devlet tekelinin sağladığı olanaklardan yararlanarak yüksek kârlar elde ettiler. Hatta bu şirketlerden tekelin devri karşılığında bir bedel alınmadığı gibi, bazılarına işletme sermayesi karşılığı kaynak aktarılıyordu. Devlet tekelinin devredildiği şirketlerin faaliyet gösterdiği en önemli alanlar, kibrit-çakmak, alkollü içkiler- ispirto, barut- patlayıcı maddeler, petrol- benzin ithali, dört büyük limanın işletilmesi ile ilgili tekellerdi.

İş Bankası Grubu

1924 yılında yönetimin doğrudan girişimiyle kurulan İş Bankası, Cumhuriyetin politikacılarıyla sermaye kesimi arasında köprü kurulmasında çok önemli ve belirleyici roller
üstlendi, İş Bankası, özel statülü ve resmi görünüşlü ya da yarıresmi bir bankaydı. Banka’nın Genel Müdürü, bu görevi üstlenmesi için İmar Bakanlığı’ndan İstifa ettirilen Celal Bey (Bayar), yönetim kurulu başkanı ise Siirt Mebusu Mahmut Bey’di.

İş Bankası grubu, ekonomi politikalarını sermaye çevrelerinin talepleri doğrultusunda etkilemekte belirleyici rol oynadı, Siyasal İktidar üzerinde oldukça etkili büyük bir baskı grubu oluşturdu.

Ekonomide 1923–1929 Dönemi

“Milli iktisat” okulunun devlet eliyle milli bir burjuvazi yetiştirilmesi politikası bu döneme damgasını vurmaktadır. Ancak Lozan Antlaşmasına konulan ve ilk beş yılı kapsayacak olan ekonomik sınırlamalar, korumacı ve sanayileşmeci programların önündeki önemli bir engeldir.

Lozan’da belirlenen gümrük tarifesi 1916 Osmanlı gümrük tarifesini esas alıyordu. Bu tarife, sanayiyi koruma amacı olmayan bir tarifeydi ve ulusal ekonomiye sadece yüzde 12,9’luk bir koruma oranı sağlayabiliyordu.

1923–29 döneminde Anadolu’nun büyük kentlerin tarımsal ihtiyaçlarını karşılama oranı yükseldi. Tarımsal alanda başlıca ürünlerde 1914–1922 döneminde yüzde 50 oranında düşüş görülmüştü. Kurtuluş Savaşı’nı izleyen birkaç yıl içinde savaş öncesi rakamlara ulaşıldı. Buğday üretimi dönemin ilk yıllarında 1 milyon tonun altında iken 1928–1929 ortalaması 2 milyon ton civarındaydı.

1924–1929 döneminde milli gelir artış hızı yüzde 10,9, sanayi alanındaki büyüme hızı ise yüzde 8,5’ti.

Tarım alanı, bu dönemde lokomotif işlevi görmektedir. Ekonominin yeniden inşası için gerekli kaynak bu alandan yaratılmaktadır. Bu dönemde Türkiye’nin ihracatının büyük bir kısmı geleneksel tarım ürünlerinden oluşuyordu. İhracatın yüzde 60-72’si tütün, kuru üzüm, pamuk, incir, fındık, yün, afyon ve yumurta idi. Çağlar Keyder 1923–1929 yıllarında tarımsal üretimin yüzde 20’sinin ihraç edildiğini söylüyor. Bu oran, 1908–1914 arasında ortalama yüzde 14 idi. Bu rakamlar, Türkiye’nin Cumhuriyet’ten sonra tarımsal alanda dış pazarlara daha fazla açıldığını göstermektedir.

Bu dönemde tarımsal üretimin artışının üç önemli nedeni vardır. Bunlardan birincisi, savaşın sona ermesi ve barış ortamının tarımsal üretime sağladığı elverişli ortamdır. Bu sayede hem ülke içinde hem de dış ülkelerle ticari ilişkilerde bir canlanma sağlanmıştır, ikinci neden, terhis edilen erkek nüfusun yeniden tarımsal üretime dönmesidir. Üçüncü neden ise, Cumhuriyet yönetiminin tarıma yönelik olarak izlediği olumlu politikalardır. Bunların başında aşarın kaldırılması geliyor. Çiftçi lehine kaynak yaratan politikalar tarımsal üretimin artışını kamçılayan bir rol oynamıştır. 1923–1929 döneminde köylü kitlelerin milli gelirden aldıkları payda göreli bir gelişme sağlanmıştır. 1930’lu yıllardaki sanayileşme atılımının kaynağı esas olarak tarımsal alandan sağlandı.

Tarım alanında devlet denetimi farklı yöntemlerle gerçekleştirildi. Birinci yöntem, devletin bazı atanlara doğrudan girebilmesidir. Türkiye’nin en temel tarım ürünü olan buğdayda bu yöntem izlenmiştir.

İkinci yöntem, şeker ve dokuma fabrikaları gibi tarımsal ürünleri hammadde olarak işleyen sanayi alanında, devletin büyük oranda hâkim olması ile tarımsal ürün piyasasının denetim altında tutulmasıdır.

Üçüncü yöntem, hükümetin denetimindeki tarım satış kooperatifleri aracılığıyla, hükümetin ihracata yönelik tarım ürünlerinin piyasa denetimini elinde tutmasıdır.

Osmanlı Borçları

Osmanlı devletinin Düyun-u Umumiye’den kalan borcunun üçte ikisini oluşturan 85 milyon altın lira, Türkiye Cumhuriyeti’ne yüklenmişti. İlk ödeme I929’da başlayacaktı. İlk taksit 15 milyon altın lira olarak, sonraki taksitler 6 milyon altın lira olarak ödenecekti. Bu ödemeler, para ve kambiyo bunalımının önemli bir nedenidir. Zayıf ülke ekonomisi bu ağır yükü karşılamakta zorlandı,

1929 yılında ödenen 15 milyon altın liralık ilk taksit, o yılın ihracat gelirlerinin yüzde 10’unu oluşturuyordu. Ayrıca gümrük tarifelerinin yükselmesinden önce, tüccar tarafından stok ve spekülasyon amacıyla yapılan 33 milyon liralık olağanüstü ithalat, Türk lirasının dış değerini ağır bir baskı altına soktu. İngiliz sterlini 10 liradan 10,5 liraya yükseldi. Türk Lirasının değerindeki bu düşme, Hükümet, tarafından ağır bir para buhranı olarak görüldü ve hızla bir tedbirler paketi uygulamaya sokuldu,

1929 yılı sonunda kapitalist ülkelerdeki büyük ekonomik buhran Türkiye’de de etkisini göstermeye başladı. İhracat bir önceki yıla göre yüzde 10’dan fazla düşüş gösterdi. Tarım ürünü özellikle de buğday fiyatları olağanüstü düştü. Bu gelişmeler ekonomiye devlet müdahalesinin koşullarını oluşturuyordu.

1930 yılında Osmanlı borç taksiti 5 milyon lira olarak ödendi. Alacaklılar bundan hoşnut olmadı. İki yılın borç ödemesi, genç cumhuriyetin ülke içinde kullanacağı kaynağın dışarıya aktarımına daha fazla tahammül edemeyeceğini ortaya çıkarmıştı. Bu durumda ödemeyi ertelemekten başka çare yoktur. Alacaklıların “yeni bir kredi verelim, borcun bir kısmını onunla ödersiniz” teklifi reddedilir. Türkiye yeni bir borç kapanına girmeyi kabul edemezdi. Cumhuriyet yönetimi sadece ülkenin gücüne uygun bir ödeme planını, üstleneceğini belirtir İsmet Paşa borç ödeme uğruna ülkenin gelişmesini feda edemeyeceklerini bildirir kaynaklar, öncelikle milletin hayatına ayrılacaktır.

Alacaklılar hoşlanmazlar, ancak Cumhuriyet yönetimi ilkelerinde kararlıdır. 1933’e kadar yeni bir taksit ödenmez. Aynı yıl Türkiye için eskisinden çok daha uygun koşullarla yeni bir ödeme antlaşması imzalanır. Bu arada Büyük Buhranın etkisiyle alacaklı ülkelerin paraları alabora olur. Bu gelişme, borç yükünü iyice hafifletir. 1936 yılma kadar borç ödemeleri gene ülke ekonomisini sıkmayacak düzeyde tutulur. Aynı yıl içinde daha iyi koşullarla yeni bir anlaşma yapılır. Osmanlı borçlarının taksitleri bu yıldan sonra ekonomiyi zorlayamayacak düzeye düşürülmüştür.

Dış Ticaret Açıkları ve 1929 Gümrük Tarifeleri

Cumhuriyet’in önderleri dış ticaret açıkları konusunda da aynen bütçe açıkları gibi büyük hassasiyet gösteriyorlardı. Dış ticaret açıklarının ülkeyi mali bağımlılık altına soktuğunu çok
iyi biliyorlardı. Ancak Lozan hükümleri gereği 1929 yılına kadar korumacı politikalar uygulayamadılar.

1923–1929 yıllarında ortalama olarak ithalat/milli gelir oranı yüzde 14,4, ihracat/milli gelir oranı yüzde 10,6 idi. Bu oranlar Osmanlı İmparatorluğu’nda 1915’te yüzde 17 ve 14, 1913’te yüzde 19 ve 15 olarak tahmin edilmiştir. Görüldüğü gibi daha Cumhuriyet’in ilk yıllarında dış ticaret oranlarında bir düşüş gözlenmektedir. Üstelik Lozan’ın getirdiği ekonomik alandaki kısıtlılıklar yürürlüktedir.

1929 yılında yürürlüğe girecek yeni gümrük tarifeleri için yıllar öncesinden çalışmalar yapıldı. 1929 yılında uygulamaya konulan ve hükümet tarafından hazırlanan yeni tarife yüzde 45,7 oranında koruma sağlıyordu. Oysa 1923–1929 döneminin koruma oranı yüzde 12,9 idi. Koruma tedbirlerinin alınmasından sonra Türkiye dış ticaret fazlası vermeye başlar.

Sanayileşme Atılımı: Millileştirmeler ve Yeni Demiryolları Yapımı

Osmanlı döneminde yapılmış demiryollarının tamamı yabancı şirketler tarafından işletiliyordu. Bu demiryolları Osmanlı İmparatorluğu’nu dünya kapitalist sistemiyle bütünleştirmek amacıyla inşa edilmişti. İşletmesi de aynı amaçla yürütülmekteydi. Cumhuriyetken önceki demiryollarını harita üzerinde incelediğimizde Sevr Antlaşmasının haritasını görür gibi oluruz. Demiryolları; Marmara, Ege ve Çukurova’yı kapsar. Çukurova’dan Güneydoğuda Nusaybin’e kadar uzanır. Bir de Erzurum’dan Kars’a uzanan bir demiryolu hattı var. Bu da herhalde Çarlık Rusya’sının işgal yolu olarak döşenmiştir. Sevr’de Türkiye’ye bırakılan alan ise bomboş. Anlaşılan emperyalist ülkeler demiryolu ağını, 19. yüzyılın ortalarından itibaren özenle hazırlanmış bir işgal planına uygun inşa etmişler.

Osmanlı döneminin demiryolları, Türkiye’nin dünya kapitalist sistemi tarafından yutulmasını sağlamayı amaçlıyordu. Cumhuriyet’in demiryolları ise ülkenin ekonomik, toplumsal bütünlüğünü sağlamak ve siyasi birliğini pekiştirmek hedefiyle inşa edilecektir, ülkenin ekonomik bütünlüğünü gerçekleştirmek ve siyasi birliğini güvence altına almak için, her köşeyi birbirine bağlayan ulaşım sisteminin inşa edilmesi vazgeçilmez bir öncelik taşıyordu. Mustafa Kemal ve arkadaşları bu gerçeği çok iyi kavramışlardı.

Demiryolları ucuz, uzun ömürlü bir ulaşım sistemiydi. O yıllarda henüz çok ilkel olan karayolu taşımacılığının demiryolunun karşısına çıkması olanaksızdı. Böyle olmasa da Cumhuriyetin ilk yıllarında yönetime hâkim olan çizgiyle 1950 sonrası gibi karayolu politikasının benimsenmesi mümkün değildi. Demiryolu taşımacılığı Türkiye’nin o dönemdeki ihtiyaç ve politikalarına uygun düşüyordu. Demir, kömür gibi ulusal kaynaklara dayanıyordu. Bu nedenlerle ilk andan itibaren ulaşım sisteminin ana damarlarını demiryolu ağıyla oluşturmak bir politika olarak benimsendi.

“Memleketin muhtaç olduğu demiryolları, hiçbir an gözden uzak bulundurulmayacaktır. Sivas demiryolunun yapımına derhal başlanması kararını, gerçek bir, gelişme tedbiri saymaktayız. Memlekette her fırsattan yararlanarak bir karış fazla demiryolu yapmak, hatta durum ne olursa olsun, bir gün dahi bu yoldan geri kalmamak prensibinin, milletin gerçek ihtiyacına uygun olduğu kanaatindeyim.”14

“Uygarlığın bugünkü araçlarını, halta bugünkü düşünce yapısını yayabilmek, demiryolu olmaksızın düşünülemez. Demiryolu, refah ve kalkınma yoludur. Sayın üyeler! Bütün
işlerimizin hepsinin üstünde amacımız; tereddütsüz, her türlü tedbir ve tutumluluğa uyarak, elde edilecek sonuçla ulaştırmayı güçlendirmek olmalıdır.”15

Ülkenin savunulmasında da demiryolu ağı büyük bir güvence sağlayacaktı. Kurtuluş Savaşı”nda ulaşım sorunları yüzünden çok büyük tehlikeler atlatılmıştı. Bu nedenle Sakarya’da bir ölüm kalım savaşı vermek zorunda kalınmıştı, İsmet Paşa “İzmir’in servet ve emniyetinin her tehlikeden uzak olması. Sivaslı’nın yirmi dört saat sonra İzmir’i savunacak imkana sahip bulunmasıyla mümkündür” diyor ve devam ediyor: “Milli devlet için demiryolu ihtiyacı, milli birlik, milli savunma ve milli siyaset meselesi, asırların birikmiş özü olan milli bağımsızlığın korunması meselesidir.”16

Bu anlayışla Cumhuriyet’in ilk yıllarından itibaren yabancı şirketlerin elindeki demiryolu hatları hızla satın alınır. Ancak bu iş o kadar da kolay olmaz. İsmet Paşa 1937 yılında Trakya demiryollarının millileştirilmesi sırasında yaptığı konuşmada “Anadolu hattı için devletler Türkiye’nin eline geçmesin diye hayli siyasi tedbir almışlar ve Adana mıntıkasında bulunan bütün hattı satın aldığımız zaman, bunu elde edebilmek için pek çok zorluklar çıkmıştır. Parayı ödediğimiz halde, bunu fiilen işgal edebilmek için büyük güçlüklerle karşılaştık” 17 diyor.

Yabancı şirketlerin elindeki demiryolu işletmelerini millileştirmek için 22 Nisan 1924’te 506 sayılı yasa çıkarılır. Bu yasayla Haydarpaşa- Ankara, Eskişehir-Konya, Arifiye-Adapazarı demiryolları ve Haydarpaşa liman ve rıhtımının devlet tarafından satın alınmasına izin verilmiştir. Bu hatları ve limanı işletmek için bir genel müdürlük kurulmuştur. Devlet Demiryolları Genel Müdürlüğü’nün ilk çekirdeği bu şekilde oluşturulur. 506 sayılı yasayı tamamlayan 31 Ocak 1928 tarih ve 1375 sayılı yasayla bu hatlar ve Mersin-Tarsus-Adana demiryolu için bu işletmeleri elinde tutan yabancı şirkete verilecek para miktarı belirlenir ve millileştirme işlemi tamamlanır.

Bu hatlar da içinde olmak üzere millileştirilen demiryolları şunlardır. Haydarpaşa- Ankara (1924), Eskişehir-Konya (1924), Arifiye- Adapazarı (1924), Anadolu Demiryolları İşletmesi (1928), Mersin, Tarsus, Adana İşletmesi (1929), Bursa, Mudanya İşletmesi (1931), İzmir, Afyon ve Manisa, Bandırma İmletmesi (1934), Aydın Demiryolu İşletmesi (1935), Şark (Trakya) Demiryolları İşletmeleri (1937).

Bir yandan bu millileştirmeler yapılırken öte yandan yeni demiryolu hatları inşasına başlanır. Demiryolu inşası için o günün sınırlı bütçesinden yüzde 10–15 gibi büyük miktarlar ayrılır.

Ulaşım sisteminin ana damarları demiryollarından oluşacaktı. Karayolu ise bu ana ulaşım ağının yardımcısı işlevi görecek tali damarları olarak düşünülüyordu.

Demiryolu ağının geliştirilmesi, sanayileşme atılımının alt yapısının inşanı demekti. Ülkenin belli başlı bölgelerinin demiryolu ağıyla birbirine bağlanmasının yanı sıra kömür, demir, bakır gibi madenlerin bulunduğu ve bunların işleneceği merkezler arasında özel demiryolu hatları yapılıyordu. 1930’lu yılların ortalarında sanayileşme için zorunlu ulaşım ağının ana damarları da inşa edilmişti.
Cumhuriyet’in önderleri, demiryolu inşasına büyük bir heyecanla sarılmışlardı. Çalışmaları doğrudan komuta ediyorlardı. Atatürk’ün ve Başbakanın her yıl yaptığı yasama yılının açılması hükümet programı vb. önemli konuşmalardan demiryolu inşasını izlemek mümkündür.

Osmanlı devleti döneminde yabancı şirketler tarafından yapılmış 4177 km. demiryolu vardı. Bunların tamamına yakını Cumhuriyetin ilk onbeş yılı içinde satın alındı. Cumhuriyet döneminde 1925–1933 yılları arasında 2 048 km. 1933–1938 döneminde ise 963 km demiryolu yapılmıştır. 1938 yılında devlet demiryollarının uzunluğu 7188 km.’dir.

Millileştirilen Diğer Kuruluşlar ise şunlardır: 1925 yılında tütün rejisi satın alınarak devleştirildi. 1926 yılında kabotaj,18 yabancı sermayeye yasaklandı, Haydarpaşa Liman İşletmesi (1928), İstanbul Su İşletmesi (1933), İstanbul Rıhtım İşletmesi (1934). İstanbul Telefon İşletmesi (1936), İzmir Rıhtım ve Tramvay İşletmesi (1937), Ereğli Liman, Zonguldak Çatalağzı Demiryolu ve Kömür Madeni İşletmeleri (1937) İstanbul Elektrik İşletmesi (1938), İstanbul Üsküdar- Kadıköy Tramvay İşletmeleri (1938), İzmir Telefon İşletmesi (1938) yıllarında millileştirildiler.

Türkiye’nin Ekonomik Kurtuluş Savaşı 30’lu Yıllardaki Sanayileşme Atılımı

Sanayileşme Programını şekillendiren etkenler şunlardır: 1) Lozan’ın ekonomik alandaki kısıtlayıcı hükümlerinin 1929 yılında sona ermesi. Ulusal ekonominin koruma altına alınmasının önündeki yasal engellerin ortadan kalkması. 2) 1923–1929 arasında uygulanan özel sektör eliyle sanayileşme programının başarısızlıkla sonuçlanması. 3) 1929–1932 yıllarındaki Büyük Ekonomik Buhranın Türkiye’ye yansıması. 4)Hammadde ve tarım ürünü Hatlarının, sanayi mallarından çok daha fazla düşmesi. 5)Kapitalist ülkelerin bunalımın yükünü ezilen dünya ülkelerine yıkma politikaları. 6)Buhranın Türkiye’nin ihracat gelirlerini bir önceki yıla göre yüzde 10 oranında düşürmesi.

Gümrük duvarlarının yükselmesinden önce dış ticaret erbabı ve tüccarlar stok ve spekülasyon amacıyla 33 milyon liralık ihtiyaç dışı ithalat yaptılar. Bu aşırı ithalat, diğer olgularla birleşince ekonomiyi sıkıntıya sürükledi. Bu olgu, dış ticarete devlet müdahalesinin zorunluluğunu ortaya koydu.

Ayrıca, 6) Kapitalist ülkelerden kredi alma olanaklarının bu dönem için tamamen kapanmıştır. 7) SB’nin, başlattığı sanayileşme hamlesi ile büyük başarılar kazanması ve kapitalist dünyayı saran ekonomik yıkımın tamamen dışında kalması. SB deneyi Türkiye için alışılmış kapitalist yöntemlerin dışında bir model yarattı. 6) Osmanlı borçlarının ilk taksitinin 1929 yılında ödenmeye başlaması. 15 milyon altın liralık bu ödemenin ekonomide bir para ve kambiyo buhranına yol açması. Bu gelişme ekonomiye devlet müdahalesini zorunlu hale getiren önemli etkenlerden birisi oldu. 9) 1930’da kurulan Serbest Fırka’nın özellikle ekonomik alandaki sorunları işleyerek geniş kitleleri sağa çekme başarısı göstermesi. Ülkenin büyük kısmında yaşanan yoksulluk ve ekonomik geri kalmışlığı altetmek için alışılmışın dışında yollar aranması.

Bunlara karşın devletçi modelin avantajları vardı. Bunlar: 1) Korumadan yaratılan kârlara el koyarak merkezi olarak değerlendirmek. 2) Tarımdan sanayiye büyük miktarda kaynak aktarmak. 3) Bunlar ve diğer kaynakları tek bir potada birleştirerek merkezi planlama ile ülkenin ihtiyacı olan stratejik yatırımları gerçekleştirmek. 4) Bölgeler arası gelir
dengesizliğini geri bölgelere yapılacak yatırımlarla ortadan kaldırmak vb.dir. Bütün bunları piyasa mekanizmalarına bağlı özel sektör ile gerçekleştirmek olanaksızdır.

Ezilen Dünyada Ulusal Sanayileşme

Kapitalizmin merkezlerinin girdiği bunalım, antiemperyalist bakış açısıyla ele alındığında ezilen ülkeler için büyük bir fırsattı. Emperyalist sistemin bunalımı bu ülkelerin kendi inisiyatifleriyle ulusal bir ekonomi ve ulusal bir sanayi kurmasının önünü açtı.

Türkiye, emperyalizme karşı gerçekleştirdiği emperyalizm çağının ilk Ulusal Kurtuluş Savaşı’na arkasını dayayarak bu alanda da öncülük yapabilirdi.

1929 yılında gümrük duvarlarının yükseltilmesinin önündeki engellerin kalkmasından sonra iç pazarı koruyucu önlemler ivedilikle uygulanmaya başlandı. Bu uygulamalar, birkaç yıl içinde gündeme gelecek olan devletçi programların öncüsü olmuştur. İlk adımda dış ticaret ve döviz sistemleri denetim altına alındı. 1930 yılında Merkez Bankası kuruldu. Kambiyo işlemleri Merkez Bankasına verildi. Türk Parasının Kıymetini Koruma Hakkında Kanun ile döviz işlemlerini düzenlemesi için bakanlar kurulu yetkili kılındı. 1931 yılında çıkarılan yasalarla ithalatı sınırlama ve ihracatı denetleme yetkileri bakanlar kuruluna verildi.

Korumacı önlemler, sanayiciler tarafından istismar ediliyordu. Özel kesim sanayicileri gerek sanayiyi teşvik kanununun gerekse kendilerini koruma altına alan gümrük duvarlarının kendilerine sunduğu olanakları alabildiğince kötüye kullandılar. Oysa önlerine konulan kaynak ve diğer olanaklarla kendilerinden ülkenin sanayisini inşa etmeleri bekleniyordu. 1930’lu yılların başında Cumhuriyet yönetiminde özel sanayicilere karşı hayal kırıklığı ve güvensizlik oluşmuştu. Genç Cumhuriyetin önünde devlet eliyle sanayileşmekten başka bir seçenek kalmamıştı. 1932 yılı, özel kesim eliyle sanayileşmenin yerine devlet eliyle sanayileşme çizgisinin egemen olduğu yıldır. Kısa sürede hızlı bir sanayileşme programını uygulamaya koymak zorunluydu.

Devletçilik Konusunda İç Mücadele

Devletçilik uygulaması 1932 yılında başladı. Bu uygulamanın bir parçası olarak 8 adet yeni yasa çıkarıldı. Özel kesim burjuvazisi bu gelişmeyi tedirginlikle karşıladı. O dönemde özel sektör burjuvazisi İş Bankası etrafında toplanmıştı. İş Bankası M. Kemal’in himayesi altındaydı.

O günlerde iki önemli ağırlık merkezi vardı. Bunlardan birincisi İş Bankası grubu, diğeri devlet bürokrasisi. Birincisinin başında Celal Bayar, diğerinin başında ise İsmet İnönü bulunuyordu.

1930 yılında ekonominin merkezi durumunda olan İktisat Bakanlığı’na Mustafa Şeref getirilmişti. Özel kesim temsilci ve sözcüleri aşırı uygulamalardan şikâyet etmeye başladılar. M. Şeref özel kesim burjuvazisi tarafından hedef tahtasına konuldu. M. Kemal’i de ikna ederek M. Şeref, İsmet İnönü’nün direnmesine rağmen Bakanlık’tan istifa ettirildi. İktisat Bakanlığına İş Bankası Genel Müdürlüğü yapan Celal Bayar getirildi. Devlet bürokrasisi ile özel kesim arasındaki denge bu şekilde sağlandı. Bayar’ın görevi, “ılımlı” ve kontrollü bir devletçilik uygulamasını güvence altına almaktı. Ancak çelişme ortadan kalkmadı. 1937 yılında İsmet İnönü başbakanlıktan ayrıldı ve yerine Celal Bayar geldi.
1933 ve 1936 Sanayi Planları

Birinci Sanayi Planı 1933’te başlamış, ikinci beş yıllık plan ise 1936’da hazırlanmıştır. Türkiye, Sovyetler Birliği’nden sonra dünyada ekonomik plan yapan ikinci ülkedir. Planlama çalışmaları 1932 yılında başlar. O yıllarda Sovyetler Birliği’nde 1929 da başlayan hızlı bir sanayileşme planı uygulamakta ve büyük başarılar kazanılmaktadır. Başbakan İsmet İnönü, 1932 Mayıs’ında Sovyetler Birliği’ne gider ve konuyla ilgili bir anlaşma imzalar. SB kredi açacak ve teknik yardımda bulunacaktır. 1932’nin yaz aylarında SB’den Prof. Orlof başkanlığında bir heyet Türkiye’ye gelir. Sovyet heyeti sanayi planıyla ilgili raporu hazırlar. İktisat Bakanlığı bu raporu benimser ve ek bir raporla birlikte Başbakanlığa sunar. Bakanlar Kurulu, hazırlanan raporu yaklaşık dört aylık bir inceleme döneminden sonra 17 Nisan 1934’te Birinci Beş Yıllık Sanayi Planı adıyla kabul eder.

Birinci Beş Yıllık Plan, düzenlenmesinde ve kurulacak sanayinin özelliklerinin belirlenmesinde Türkiye’nin ihtiyaçlarını esas almıştır. Planın temel çizgisi, ana sanayiyi iç pazarın ihtiyaçlarıyla uygun ölçekte kurmaktır. Sanayi mamullerinin ihracı amaç dışındadır. Ancak bakır, bir olasılık olarak da kükürt bu konuda bir istisna oluşturmaktadır. Planın genel ilkelerinin anlatıldığı giriş bölümünde, 1929–1932 Genel Buhranının sanayi ürünü ihracına göre yapılanmış ekonomilerde yarattığı tahribat, bu çizginin gerekçelerinden birisi olarak sunulmaktadır.

Planın Hedefi: iktisadi Tamamiyet

Plan, giriş bölümünde, bağımsızlığın anlamının, Türkiye’nin ekonomik olarak tam teşekküllü bir birlik haline getirilmesi olduğunu belirtiyor. Hedef, “İktisadi Tamamiyet”tir.

“Çağdaş ekonomi düzeni büyük sanayi devrimiyle kuruldu. Dokuma ve buhar mavnalarının keşfi, elektrik, demiryolları, başlangıçta bu sistemi kuran, onu hamleden hamleye sevkeden birer itici kuvvet idi. Fen ve fennin gelişmesi, zamanla, bu sistemin kaçınılmaz bir zorunluluğu ve hayat şartı oldu. Ekonomi ile tekniğin ortak gelişmesi içinde bu sistem, kanuniydi ispatlanmış olan, yön ve seyri belirli ve düzenli buhranlar geçirdi. Çağdaş ekonomi düzeninin gelişme aşamalarını oluşturan son yüzyılın ekonomi tarihi baştanbaşa bu şematik buhranlarla doludur.

“Batı kültürünün, yani tekniğin ve büyük sanayinin alanı, Avrupa’nın bütün Batı kısımlarını ve Kuzey Amerika’nın doğu sahillerini kapsıyordu. Dünyanın ‘tezgah’ı haline girmiş olan bu alanlar, sanayileşmemiş milletlere sanayi mamulü gönderiyor, böylece büyük sanayinin tufanı altındaki dünya pazarlarında mevcut üretim araçları parçalanıyor ve daha dünün bağımsız bütünler halindeki toplumları büyük sanayinin egemenliği altına girerek hukuken bağımsız, fakat ekonomik olarak tabi (bağımlı) birer varlık haline düşüyordu.

“Batının sanayi ülkeleriyle tarım ve hammadde ülkeleri arasındaki bu bağımlılık, sanayi ülkelerini ihya edici, fakat hammadde ülkelerini de giderek dağıtıcı-parçalayıcı durumlar meydana getirdi.

“Bilhassa büyük savaştaki tecrübeler, siyasi ve ekonomik bağımsızlığına kıskanç olan milletlere ihtiyaçlarını bizzat imal edememek ve sağlayamamak durumunun ne kadar giderilmesi olanaksız sonuçlar meydana getirmek istidadında bir zaaf olduğunu göstermiştir.
“Türk iktisadiyatının son bir yüzyıl içindeki değişimi hep, dünya ekonomisinin yukarda açıklanan gelişmesinden doğan tesirlere bağlıdır. Türkiye’yi bağımsız millet yapmak şiarının bugünkü anlamı, Türkiye’yi ekonomik olarak bağımsız ve tam teşekküllü bir bütünlük haline getirmek demektir. Hükümet son yıllarda aldığı tedbirlerle bu şiarın gereklerini uygulamakta gecikmemiştir.

“Bu tedbirleri bütün ekonomik hayatımızı, tarım ve sanayiyi içine alan bir bütün olarak düşünmek gerekir. Bizde bugün geniş ölçekte bir ekonomi devrimi gerçekleştirebilecek araçların ihtiyaca oranla istenilen derecede bulunmaması, devleti, zaman kaybetmeksizin, ülkenin ekonomik gelişmesinin zorunlu kıldığı tedbirlerle fiilen ilgilenmeye mecbur etmektedir. Bu sebepledir ki, devletin böyle bir kapsayıcı program uygulamasına süratle geçmesi, hem milli enerjilerin tasarrufu, hem de dünya ekonomisinin ortaya çıkan gelişmesi karşısında, milli ekonominin korunması bakış açısından bir zorunluluk olmuştur.

“Bu nedenle özellikle önemli bir noktayı belirtmek isterim: Büyük sanayici ülkeler, aralarındaki bütün siyasi ve ekonomik mücadele ve anlaşmazlıklara rağmen, tarım ülkelerini her zaman için hammadde üreticisi olarak bırakmak ve bu ülkelerin piyasalarına hâkim olmak davasında birliktirler. Bu nedenle tarım ülkelerinin bu silkinme hareketlerine, er geç set çekmek konusunda siyasi nüfuzlarını kullanmakta da birleşeceklerdir. Bazı tarım ülkeleri de küçük bir taviz karşılığında bunu kabul etmekten kaçınmayacaklardır. Özellikle bu gerçek muhtaç olduğumuz sanayiyi, zaman kaybetmeden kurmak için en önemli itici gücümüzdür.

Bu ana sebebe kuvvetli yaptırımcı olan diğer etkenler de vardır. Bunlar; devam eden genel buhran dolayısıyla çözümü gittikçe zorlaşan döviz sıkıntısı, hammaddelerin dünya piyasalarında gittikçe düşen fiyatları karşısında Türk işçi ve çiftçisine daha karlı faaliyet alanları bulma düşüncesi, genel konjonktür nedeniyle muhtaç olacağımız fenni ve mekanik tesisatın çok uygun mali koşullarla sağlanmasının mümkün olması ihtimalidir.”19

Sanayi, hammaddesi Türkiye’de bulunan ya da kısa sürede sağlanabilecek olan alanlarda kurulacaktır. Dokuma sanayisi için pamuk, demir sanayisi için demir cevheri ve kömür, kâğıt sanayisi için ihtiyaç olan ağaç hamuru ve selüloz sağlayan ormanlar, ip ve çuval sanayisi için kendir, kükürt sanayisi için kükürt cevheri, zaç yağı sanayisi için kükürt ve pirit, klor ve sudkostik için tuz, cam sanayi için kum ve mermer, hammadde olarak ülkede vardır ve sanayi bunlara dayanarak çalışacaktır.

Özel girişimcilerin yapmalarına olanak olmayan alanlar, devlet işletmeciliği alanına alınmıştır. Özel girişimciler diğer alanlarda faaliyet gösterecekler, ayrıca devlet işletmeciliğinin büyük çapta sanayiyi geliştirmesiyle, özel girişimcilere çok geniş faaliyet alanları yaratılacaktır.

Sanayi Planı büyük bir hızla gerçekleştirilir. 1934 ve 1935 yıllarında planlananın ötesinde bir gelişme sağlanmıştır. Bazı tesislerin temelleri atılırken bazıları bitirilir ve işletmeye açılır.

Daha 1936 başlarında Bakırköy ve Kayseri pamuk mensucat, Gemlik suni ipek, Isparta gülyağı, Zonguldak semikok, Paşabahçe şişecam, İzmit kâğıt, Keçiborlu kükürt, Bodrum süngercilik işletmeleri bitirilmiştir.
Bursa Merinos, Ereğli ve Nazilli Pamuk mensucat fabrikaları kurulmakta, Karabük demir, İzmit selüloz, sudkostik, hamızıkibrit ve süper fosfat fabrikaları ile Iğdır pamuk iplik, Kastamonu kendir ve Kütahya porselen ve çimento sanayii etüt edilmektedir.

İlk planın uygulamasında hızla sonuç alınırken yeni bir planın çerçevesi şekillenmeye başlar. İkinci Sanayi Planının çalışmaları başlatılır. İkinci Plan için Ocak 1936’da bir Sanayi Kongresi toplanır. İkinci planın mali portresi ilk planın yaklaşık iki buçuk katıdır ve 100 civarında fabrika kurulması hedeflenmektedir.

İkinci planda da birinci plandaki gibi hammaddesi tamamen Türkiye’de yetişen büyük sermayeye ve teknik güce ihtiyaç gösteren sanayi ele alınmıştır. İç pazarı az, ancak ülke dışında büyük talep olan çeşitli madenler gerek hammadde gerekse yan işlenmiş olarak ihracata uygun hale getirilecektir. Böylece sanayileşmek için önemli bir kaynak kalemi yaratılmış olacaktır. O dönemde bu madenler; krom, bakır, antimon, molibden, simli kurşun, çinko, cıva, magnezit olarak sıralanıyor. Özellikle stratejik bir maden olan ve Türkiye’de büyük miktarda bulunan kroma önem veriliyor. Krom bir taraftan hammadde olarak çıkarılırken öte yandan bunun bir kısmını işleyerek ihraç etmek amacıyla Kütahya’da bir ferrokrom tesisi kurulacaktır.

Kömür havzalarındaki üretimin geliştirilmesi ve rasyonel hale getirilmesi, ulusal savunma için çok gerekli ihtiyaç olan mayi karbüran ile birlikte ev yakıtı sorununun çözülmesi esasları tespit edilmiştir. Bu amaçla Ereğli-Zonguldak taşkömürü ve Kütahya linyit havzalarının rasyonel bir şekilde ve büyük ölçekte üretim yapmalarının sağlanması için gerekli yatırımlar yapılacaktır. Bu yatırımlarla birlikte ormanları korumak ve halka ucuz ve iyi ev yakıtı sağlamak amacıyla ülkenin çeşitli yerlerinde kömür ve ısıtma depolan oluşturulması, bu sorunun bir parçası olarak demir ve toprak soba imali için gerekli yatırımlar öngörülmüştür.

Ülkenin enerji ihtiyacının geniş ölçekte karşılanması için Zonguldak ve Kütahya’da kömürle çalışacak iki büyük elektrik santralının kurulması hedeflenmiştir. Bu elektrik santrallerinden ülkenin batısındaki büyük şehirlerle, buralarda kurulacak sanayiye elektrik verilecektir.

Böylece ülkenin iç bölgelerinde ulusal savunma ve ekonomik bakımdan elverişli sanayi merkezleri yaratılacaktır.

Makine sanayiine bir başlangıç olmak üzere, birinci plana göre kurulmakta olan Karabük Demir-Çelik fabrikalarının yan mamul maddelerini inşa edecek fabrikalar yapılacaktır. İlk adımda, tarım alet ve makineleriyle el aletleri, makine parçalar, yapacak bir makine ve maden, eşya fabrikası tarım aletler için hareketli tamir yerleri, ölçü ve tartı aletleri, boru, kalay, galvanizli saç (teneke) sanayii tesisleri tasarlanmıştır. Gıda alanında ekmek sorununun çözümü ile balıkçılık, hayvancılık ve meyveciliğin geliştirilmesi iç ve dış sürümünün sağlanması için yatırımlar öngörülmüştür. Böylece atıl olarak duran büyük tarım, hayvancılık ve balıkçılık potansiyel, harekete geçirilecektir. Büyük şehirlerde dönem dönem görülen ekmek buhranının önüne geçmek, halka ucuz yemek yedirmek için Ankara, İstanbul ve İzmir’de ekmek ve un fabrikalar, kurulması planlanmıştır. İhraç amaçlı olarak rafine zeytinyağı üretimi için Ayvalık’ta bir zeytinyağı rafinerisi kurulacaktır. Büyük şehirlerin taze et ve ordunun et konservesi ihtiyacını ucuz ve sıhhi olarak karşılamak, öte yandan Doğu illerinin coğrafi durumu ve hayvan zenginliği ile uygun düşen bir yerinde taze ve konserve et sanayii tasarlanmaktadır. Meyvesi bol olan İzmir, Manisa, Kastamonu, Kocaeli, Bursa, Gümüşhane, Erzincan, Rize, Malatya, Diyarbakır, Adana, Seyhan, İçel ve Niğde illerinde yaş elma ambalaj yerleri, elma, kayısı ve erik kurutma tesisatı, domates peltesi (salça) fabrikaları planlanmıştır. Et, balık, tereyağı, peynir üzüm gibi ürünlerin taşıma sırasında ve depolarda
sıcak karşısında bozulmamaları için soğuk hava depolarıyla soğuk hava gemi ve vagonları tasarlanmıştır. Gıda maddelerinin üretim ve dağıtımı için büyük ölçekte bir örgütlenme gerçekleştirilecektir.

Denizcilik alanında, tersanelerle kıyılarda fener ve radyofarlar tesisi, İstanbul ve İzmir liman işlerinin tanzim ve ıslahı, taze ve konserve balık sanayi ve ticareti, balıkyağı, balık unu fabrikaları, balıkhaneler, balık için soğuk hava depoları, soğuk hava vapur ve vagonları sağlanması, deniz dalyanları ve göllerinin işletilmesi planlanmıştır.

Toprak sanayii alanında, sanayide ve demiryolu, karayolu ile şehirlerdeki yapı işlerinde ihtiyaç olan çimento ve ateşe dayanıklı malzemenin üretilmesi için bir cüruf çimentosu ve bir şamot sanayii tesisi kurulacaktır.

Kimya sanayi alanında, ulusal savunmanın ihtiyacı için sentetik benzin ve petrol rafinerileri kurulacaktır. Ulusal savunma ve tarımsal ihtiyaçların sağlanması için, asit nitrik ve nitrat amonyum gibi azotlu maddeler sanayii tasarlanmıştır. Kalsine ve kristal soda, reçine taktiri, afyon ve müştakları, gülyağı, et ve yağ sanayisi için gliserin ve yağ hamızları ve sabun fabrikaları planlanmıştır.

Dünya savaşının eşikte olması, ulusal savunma araçlarını arttırmayı da zorunlu hale getiriyordu. 1930’1u yılların İkinci yarısından itibaren sanayileşmenin gündemine ulusal savunma da girdi. Üç beş yıl öncesine kadar dokumasını, şekerini yapamayan Türkiye artık denizaltı yapıyor, uçak filoları yaratmayı tartışıyordu. .

Atatürk 1 Kasım 1937’de, “Bu yıl içinde denizaltı gemilerini yurdumuzda yapmaya başladık. Hava kuvvetlerimiz için yapılmış olan üç yıllık program, büyük milletimizin yakın ve bilinçli ilgisi ile şimdiden yapılmış sayılabilir. Bundan sonrası için, bütün uçaklarımızın ve motorlarının memleketimizde yapılması ve harp hava endüstrimizin de bu esasa göre geliştirilmesi zorunludur. Hava kuvvetlerinin aldığı önemi göz önünde tutarak bu çalışmayı planlaştırmak ve konuyu layık olduğu önemle milletin göz önünde canlı tutmak gereklidir”20 diyordu.

Hazırlanan İkinci Sanayi Planı, Kasım 1936’da Başbakanlık’a sunulur. Fakat bu plan, birincisinden farklı olarak bir dünya savaşının arifesinde hazırlanmıştır. Bu nedenle uygulanması önemli engellerle karşı karşıyadır.

Bu durumda bazı değişikliklere gidilir. Projeler tek tek ele alınır. Birinci plan başarıyla sonuçlandırılmak üzereyken buna ek olarak üç yıllık bir maden işletme programı planlanır ve uygulanmasına başlanır. Atatürk 1 Kasım 1938’de Meclis’te Celal Bayar tarafından okunan konuşmasında bu programın mali portresinin 85 ile 90 milyon arasında olacağını ve buna ait kredinin sağlanmış olduğunu açıklamaktadır.

Atatürk’ün ölümü ve İnönü’nün Cumhurbaşkanı seçilmesinden sonra, savaş koşulları nedeniyle 3 Mart 1939’da bu planın pek çok hedefini erteleyen bir bakanlar kurulu kararnamesi çıkarıldı. Böylece savaş koşulları, Türkiye’nin sanayi atılımını yarım bıraktırmış oldu. Savaş sonrası ise 1930’lu yılların aksine kapitalist dünya sisteminin Türkiye de yeni bir atağı yaşanacak, 1940’lı yılların ortasından itibaren ülkemiz yaklaşık 50 yıl sürecek bir sağ dalganın esiri olacaktır.
Sanayileşme Atılımının Rakamları

1930–1939 yıllarında sanayinin yıllık büyüme, hızı ortalaması yüzde 11,6. Bu rakam sanayide Cumhuriyet tarihinin en yüksek büyüme hızıdır. Günümüze kadar bu hıza hiçbir zaman ulaşılamamıştır. 1930–1939 yılları yıllık büyüme hızı ortalaması yüzde 6,8’dir. Bu yıllarda Sovyetler Birliği ve Türkiye hariç bütün dünyada büyük bir ekonomik düşüş yaşanıyordu. Bu oran, dünyayı altüst eden ekonomik bir krizin yaşandığı dönemde büyük bir başarıdır.

Sanayinin milli gelirdeki payı, cari fiyatlarla 1929’da yüzde 9,9 iken 1939’da yüzde 18,3’e çıkmıştır. Bu oranlar 1938 yılı sabit fiyatlarıyla yüzde 11 ve yüzde 18’dir. İlk sanayi planı, hafif sanayi malları üretimine ağırlık veriyordu. 1930’ların sonuna geldiğinde Türkiye artık un, şeker ve dokuma ihtiyacını kendi üretimiyle karşılıyordu. Yatırım malları ve sanayi için ara mallar olan demir-çelik, kâğıt, çimento, kimyasal sanayi kuruluşları da bu yıllarda inşa edildi.

Bu gelişme ülkenin iç kaynaklarıyla sağlanmıştır. Bu dönemde sadece Sovyetler Birliği ve Karabük Demir Çelik için İngiltere’den kredi alındı.

1930–1939 döneminde tarımın yıllık ortalama büyüme hızı yüzde 5,8’dir. 1928–1929 ile 1938–1939 üretimlerini karşılaştırdığımızda buğday üretimi yüzde 94, tütün yüzde 56 şeker pancarı yüzde 754 artmıştır. Pamuk üretimi ise ihracattan iç piyasaya yönelmiş ve yüzde 8 gerilemiştir. Son derece olumsuz dünya koşullarına rağmen tarımsal alandaki bu büyüme de başarılıdır. Tarımdan sanayiye kaynak aktarımı, esas olarak buğday üreticisinden gerçekleştirildi.

1930–1939 yılları arasında bir önceki dönemden farklı olarak dış ticaret açığı ortadan kalkmıştır. Dış ticaret her yıl fazla vermiştir (1938 yılı hariç), ithalatın milli gelirdeki payı bir önceki dönem yüzde 15 civarında iken, 1930–1939 döneminde bu oran yüzde 7 olmuştur. İhracatın milli gelirdeki payı ise 1923–1929 yıllan arasında yüzde 11, 1930-1939’da yüzde 8 olmuştur. Dış ticaret dengesi, korumacı tedbirler sonucu ithalatın yarı yarıya kısılması ile sağlanmıştır.

İç Pazarı Güçlendirici Kararlar

Ekonomide Devletçilik uygulaması, halkın yaşam koşullarını yükseltme olanağını da yaratmaktadır. Hükümet, sanayileşme programı uygulanırken şeker, kömür, çimento gibi sanayi ürünlerinin ülke içinde tüketimini arttırmak için fiyatlarını indirmeye karar vermiştir. Yerli ürün fiyatları ucuzlatılmakta, böylece talebin artarak iç pazarın canlanmasının önü açılmaktadır.

Demiryollarının rıhtımların ve limanların devlet mülkiyetinde olması, taşıma işlerinin ucuz ve ekonomik olmasını sağlamaktadır. Sonraki yıllarda ulaşım ile üretilen çeşitli mal ve hizmetlerin ucuzlatılması bir devlet politikası olarak uygulanmayı sürdürmüştür. Kamu ekonomisinin, halka ucuz ve ekonomik mal ve hizmet götürmesinin temelleri o yıllarda atılmıştır. Kamu işletmelerinin ürettiği mal ve hizmetlerin ucuzlatılması öngörüldüğü gibi talebi kamçılamış, tüketimi artırmış ve ülke ekonomisinde bir canlanma yaratmıştır.

Aynı dönemde bu politikaya bağlı olarak sayım vergisi, bina vergileri gibi vergilerde den düşüşler sağlanmıştır.
Bölgelerarası Dengesizliği Gidermeyi Amaçlayan Bir Planlama

Birinci Sanayi Planının “Sanayi Kuruluşunda Tesis Yerlerinin Seçimi” başlıklı bölümünde bölgesel olarak dengeli bir sanayi dağılımı konusunda şunlar söyleniyor:

“Sanayiin dâhilde (ülkenin iç bölgeleri kastediliyor. Y.B.) kurulması fikri, yalnız bu düşünce ile değil aynı zamanda iktisadi faaliyetlerimizin giderek memleketi kapsayan bir denge kurmak ve tesis etmek, yani yeni teşebbüslerimizden kazanç ve refah itibarıyla geri kalmış bölgelerimizi ve halkımızı yararlandırmak açısından da doğrudur.” 21

Devlet işletmeleri kâr esası gözetilmeden ülkenin topyekün kalkınmasını sağlamak amacıyla çeşitli bölgelerine bir plan içinde yerleştiriliyorlardı. Özel kesim ise bütün kolaylıklara rağmen İstanbul, İzmir gibi merkezlerden kopmamakta direniyor, ayrıca buralarda yaptığı üretimle devletin ürettiği sanayi mallarıyla rekabete girişiyordu. Tüketicinin korunması ve özel sektörün denetlenmesi amacıyla 1936 ilkbaharında Meclis’te bir yasa tasarısı görüşülmeye başlandı. Bu yasanın görüşülmesi sırasında İktisat Bakanı Celal Bayar’ın yaptığı konuşma, Cumhuriyet önderlerinin bu konudaki duyarlılığını açıkça ortaya koymaktadır.

“Fabrikalarımızın kuruluş koşulları başkadır. Eğer işi doğal akışına bırakacak olursak, liberal sistemde olduğu gibi bunların hepsi milli değil, kişisel çıkarlarına en uygun koşulları arayarak, sahillerimizin kenarına yapışarak kaplumbağa gibi kalacaklardır. Olağanüstü durumlarda ve mesela bir seferberlik icabında İç Anadolu’nun ihtiyaçlarını temin edecek tek bir fabrikamız olmayacaktır ve himayeyi de temin etmeden kurarsak, yaşamayacaktır.

“İktisat Vekâletine 10’u aşkın başvuru yapıldı. Biz pamuklu fabrikası kurmak istiyoruz, dediler Fakat hepsinin istedikleri yerler, sahillerden bir adım ileri gitmeyen yerlerdir. Tümünü saygıyla karşılamak zorunda olduğum bu başvuruların üç esasa dayandığını gördüm. Birincisi, yabancı sermayeye paravanlık; ikincisi, şimdi izin koparırsam ileride spekülasyon yaparım diye düşünenler; üçüncüsü de bu fabrikaları kurmak için zaten kapasiteleri olmayan kimseler.

“Bir tanesi gelip de devletin gösterdiği yerde fabrika kurmamıştır. Hâlbuki biz Kayseri’de, Ereğli’de fabrika kuruyoruz. Bunları mesela İzmir’de kurmuş olsaydık, elbette daha çok kazanacaktık. Fakat Nazilli’ye gitmek mecburiyetindeyim. Ereğli fabrikasını daha sahile indirmiş olsak, sahildeki fabrikalar gibi daha rantabl kalacaktı. Fakat Ereğli’yi tercihe mecburum.” 22

Celal Bayar 20 Ocak 1936’da toplanan Sanayi Kongresi’nde de benzer bir konuşma yapmış ve özel sektördeki bu tutumu şiddetle eleştirmiştir. Celal Bayar’ın dışındaki Cumhuriyet’in önderleri de bu konuda benzer görüşler açıklamışlardır.

Gerek 1. gerek 2. Sanayi Planlan incelendiğinde kurulması tasarlanan tesis yerlerinin tam bir Türkiye haritası oluşturduğu görülür. Sanayi tesisleri, Edirne’den, Iğdır’a; Nazilli ve Uşak’tan Trabzon, Rize ve Artvin’e; Kütahya’dan Malatya, Elazığ ve Diyarbakır’a kadar serpiştirilmişlerdir.

Cumhuriyet’in Önderlerinde Liberalizm Karşıtlığı

1930’lu yılların başından itibaren Cumhuriyet Devrimi’nin önderleri liberalizme karşı açık bir tavır almışlardır. Atatürk “halkımız, doğuştan devletçidir” diyor. İsmet İnönü “bu memleket liberalizmi anlamaz” diye, devam ediyor. Recep Peker “liberalizm çok tehlikeli bir unsurdur”, hatta ileriki yılların serbest piyasacılarının pirlerinden Celal Bayar da aynı görüşe katılıyor ve liberalizmin kendisine ne kadar yabancı olduğunu anlatarak “biz güdümlü bir ekonomi kuracağız” diyor.

Bu tavır nesnel bir zeminden beslenmektedir. Sömürgeleşmeye karşı verilen Kurtuluş Savaşı, ekonomik bağımsızlık kanallarını zorlamaya mecburdu. Serbest piyasa, dünya çapında bir olgu olduğundan doğal sonucu Türkiye’nin sömürgeleşmesiydi. Mustafa Kemal ve arkadaşları milli burjuva bir programa sahip olarak dünya kapitalist sisteminin içindeydiler. Ancak, bu sistemin ağababaları tarafından her an yutulmak tehlikesi önlerinde duruyordu. Bu nedenle liberalizme mesafeli davranmalar, çok doğaldı. Ancak 30’lu yıllarda bu tavır açık bir liberalizm karşıtlığına dönüştü.

“Liberalizm kuramı, bu memleketin güç anlayacağı birşeydir. Biz iktisatta ılımlı devletçiyiz Bizi bu yöne sevk eden, bu memleketin ihtiyacı ve bu milletin yaratılıştan gelen eğilimidir. Ilımlı devletçi olarak halkın eğilimlerine ve isteklerine yetişemediğimiz için kusurluyuz.

Devletçilikten büsbütün vazgeçip her nimeti sermayedarların faaliyetinden beklemeye sevk etmek bu memleketin anlayacağı bir şey midir?” 23

“Halkımız yaratılıştan devletçidir ki, her türlü ihtiyacı devletten talep etmek için kendisinde bir hak görüyor. Bu itibarla, milletimizin doğası ile fırkamızın programında tamamıyla bir mutabakat vardır. Bu istikametten yürüyeceğiz ve muvaffak olacağımızdan şüphe yoktur.” 24

“Bizler değişme devri geçiriyoruz. Liberalizmi- dilim dahi dönmüyor, bu kelime bana o kadar yabancı geliyor- yıkaraktan, memleketimizde güdümlü bir ekonominin esaslarını kurmak istiyoruz.” 25

“Bugün liberalizm heryerde ya çökmüş, tarihe intikal etmiş ve yahut ta sarsıntı nöbetleri içinde can çekişmektedir. Hayata yeni doğmuş olan Türkiye devletinin hayatı için liberalizm çok fena ve çok tehlikeli bir unsurdur. Bugün liberalizm demek hukuk bakımından bir anarşi, ekonomik bakımımdan da bir kısım yurttaşları diğer yurttaşlara sömürtmeye açık bir kapı demektir. Bu, sadece yeni ve düzenli bir devlet kurup işletmek yolunda olan bizler için değil, asırlık devletler için bile bir afettir. Eğer biz sadece kopya edilmiş liberal fikirlerle dolu bir cumhuriyetçi olmakla yetinseydik, güç ve çetin zamanlarımızda yurtdışından içeriye dökülen zehirlere memleketi altüst etmek isteyenlere karşı durabilir miydik?” 26

Devletçiliğin Zorunluluğu Hakkında

“Eğer, sadece memleketin sanayileşmesini ve milletin muhtaç olduğu refahı bazı hususi teşebbüslere ve bu teşebbüslerin dayandığı sermayeye bırakmak lazım gelirse, lâakal (hiç değilse) iki asır daha intizar devresi geçirmekliğimiz (beklememiz) lazımdır.” 27
“Modern ve ileri bir millet endüstrisiz olamaz. Eğer Cumhuriyet rejimi olmasa ve Cumhuriyet Halk Partisi’nin devletçi politikası takip edilmese idi, endüstrinin bu memlekette kurulması hiçbir zaman gerçekleşemezdi,” 28

Mayıs 1931’de toplanan CHP kongresi bir program kabul etmiştir, Program, ekonominin örgütlenişinde devletçilik ilkesini benimsemiştir.

Devletçilik ilkesi daha sonra 1937’de Anayasa maddesi haline gelecektir.

Devletçiliğin Tanımı

“Türkiye’nin tatbik ettiği devletçilik sistemi ondokuzuncu asırdan beri sosyalizm nazariyecilerinin ileri sürdükleri fikirlerden alınarak tercüme edilmiş bir sistem değildir. Bu, Türkiye’nin ihtiyaçlarından doğmuş, Türkiye’ye has bir sistemdir. Devletçiliğin bizce manası şudur, Fertlerin hususi teşebbüslerini ve faaliyetlerini esas tutmak, fakat büyük bir milletin bütün ihtiyaçlarını ve birçok şeylerin yapılmadığını göz önünde tutarak, memleket iktisadiyatını devletin eline almak, “Türkiye Cumhuriyeti devleti, Türk vatanında asırlardan beri ferdi ve hususi teşebbüslerle yapılamamış olan şeyleri bir an evvel yapmak istedi ve görüldüğü gibi, kısa bir zamanda yapmaya muvaffak oldu. Bizim takip ettiğimiz yol görüldüğü gibi liberalizmden başka bir sistemdir. 29

“Ferdi mesai ve faaliyeti esas tutmakla beraber, mümkün olduğu kadar az zaman içinde, milleti refaha ve memleketi mamuriyete eriştirmek için, milletin umumi ve yüksek menfaatlerinin icap ettirdiği işlerde –bilhassa iktisadi sahada- devleti fiilen alakadar etmek mühim esaslarımızdandır.” 30 Bu tanım, doğrudan Atatürk tarafından yazılmıştır.

Atatürk’ün El Yazısıyla “Devlet Sosyalistliği”

Kemalistler ekonomi alanında ilerledikçe tavırlarını daha da berraklaştırdılar. Devletçilik uygulamasının ve sanayileşme programının başarıları kendilerine olan güvenlerini arıtırdı. Ülkenin kendi kaynaklarıyla gerçekleştirdiği atılım, fikirlerini daha da ileriye götürmelerine yol açtı 1930’un “ılımlı devletçilik” tanımı birkaç yıl içinde terkedildi. Devletçi sanayileşmenin başarısı, özel teşebbüsün başlangıçtaki devletçilik karşıtı tepkilerinin giderek etkisizleşmesine yol açtı.

Atatürk, devletçi uygulamanın ileri aşamalarında felsefi bir değerlendirmeden sonra Kemalist devletçiliği, “devlet sosyalistliği” olarak tanımlıyordu. Atatürk’e göre bütün insanlar toplumsal bir vücudun üyeleri idiler. Kendilerinden önceki kuşakların kültürel varisleri olduklarından bu bağlar her zamanı ve her mekânı kapsamaktaydı. Bu bağlar doğaldı, toplumsaldı ve ekonomikti. Bu bağlar nedeniyle herkes sahip olduğu şeyleri ve hatta kendi kişisel varlığının en büyük kısmını önceki kuşaklara ve aynı dönemde yaşadığı insanlara borçluydu. Bu borç, insanlar arasındaki doğal ve toplumsal bağlardan yararlanarak servet sahibi olanlar tarafından, aynı bağlardan zarar görenlere, devlete vergi olarak (artan vergi olarak) ödenmeliydi.

Gelişmenin amacı, insanları birbirine benzetmekti. Dünya birliğe doğru yürümekle, insanlar arasındaki sınıf, derece, ahlak, elbise, dil, ölçü farkı gittikçe azalmaktaydı. Tarih, yaşamak
kavgasının ırk, din, kültür, eğilim farklılıklarından kaynaklandığını gösteriyordu. Dolayısıyla birliğe doğru yürüyüş, aynı zamanda barışa doğru yürüyüş demekti.

Atatürk bundan sonra sonuca gidiyor; bağlılık teorisi, “herkes kendi için” yerine “herkes herkes için” düşüncesini koymaklaydı. Bu düşünce toplumsaldı, milliydi, geniş ve yüksek manasıyla insaniydi. Fikir olarak alınan bağlılık teorisinin gereklerini, uygulamada toplumsal teminler adı altında toplamak mümkündü. “Bu içtimai” (toplumsal) teminlere devlet sosyalistliğine yaklaşarak varılabilirdi. Bu yol, kanun yoluydu. Şehirlerin ve atelyelerin sağlığının korunması, sâri hastalıklara karşı korunma, amelenin ihtiyarlığa ve kazalara karşı sigortası, hasta, ihtiyar ve yoksullara mecburi yardım, çiftçi sandıkları, yardım cemiyetleri kurulması, ucuz evler yapılması, mektep çocukları için mekteplerde bakkallar; bütün bu gibi cemiyetlere devlet bütçesinden yardım. Bu ve buna benzer hususları temin için kanunlar.” 31

“Devlet Sosyalistliği” tanımına Kemalizm’in ideologlarından Mahmut Esat Bozkurt’ta da rastlıyoruz. “Türk milleti, medeni bir millet sıfatıyla, memleketi şimendiferleriyle, yollarıyla, kanallarıyla, fabrikalarıyla imar etmek, sömürgelikten kurtulmak için sanayisini korumak, ziraatını inkişaf ettirmek, uluslararası ticaretine genişlik vermek zorundaydı. Başka türlü 20. Yüzyılda hiçbir anlam ifade edemez! Yaşayamazdı.

“Nasıl ekonomik bir politika takip etmeliydi? Bize her yönden uyan ekonomik politika, devletçilik, devlet sosyalistliği idi. Bu kabul edildi. Artık iktisadi teşebbüsü devlet ele alacak ve sermayeyi o bulacaktı. Bu politikanın diğer bir önemi de ferdin fert tarafından sömürülmesinin önüne geçecek olan bütün tedbirlerle donatılmış olmasıydı. Çünkü, devletin ekonomik hareketlerle şiddetli kontrol salahiyeti, sömürmeyi tepeleyen en keskin bir silahtır. İşte biz tarihimizin, mukadderatımızın en ussal (Rationel) bir verisi olan devletçiliği bu suretle benimsedik. Bu politika bize, hem dışa karşı himaye yapacak, hem parayı bulacak, hem bilgiyi getirecek, hem de muhtaç olduğumuz işleri başaracaktı” 32