Andre Scheer TEORİ DERGİSİ ŞUBAT 2007 – SAYI: 205
Yazı Marxistische Blaetter dergisinde Haziran 2004 sayısında yayımlanmıştır.
MARKSİZM VE BOLİVARCILIK
Venezüella’da ortalama altı yıldır derinden süregelen değişimler günden güne Avrupa’da da ilgi çekmeye başladı. Karşıtları tarafından “Bolivarcı Devrim” diye nitelenen süreç, Latin Amerika’daki bu ülkenin devlet ve ekonomik kurumlarını sarsarak, sınıfsal karşıtlıklarını açığa çıkardı. Devlet Başkanı Hugo Chavez’in önderliğindeki ekibin başlattığı değişime karşı konumlananlar, esas olarak ve çoğunlukla da Venezüella’nın beyazlarından oluşan orta ve yüksek tabakasıdır. Fakat 15 Ağustos’ta Devlet Başkanı Hugo Chavez’in görevinden alınması için başlatılan ve 31 Ekim’de sonuçlanan halk oylamasının da gösterdiği gibi toplumun büyük çoğunluğu bu süreci destekliyor.
Peki Venezüella’nın yaşadığı bu süreci belirleyen esas etken nedir? Şayet yaşanan Hugo Chavez ve yandaşlarının ilan ettiği gibi bir toplumsal devrimse o zaman bu farklı tartışmaları da kışkırtır. Daha büyük güvensizlik ise, Latin Amerika dışındaki bölgelerde, Bolivarcılık ve Bolivarizm1 kavramlarına ilişkin ileri sürülen görüşlere yöneliktir.
Bu kavramın kaynağı bugün Venezüella, Kolombiya, Panama, Ekvator ve Bolivya olarak bilinen ülkelerin, İspanya sömürgeciliğine karşı verilen bağımsızlık mücadelelerine önderlik etmiş olan Simon Bolivar’dır (1783-1830). Bolivar’ın yanı sıra iki önemli şahsiyet daha vardır ki Chavez, Bolivarcılık’ı tarif ederken bunları da kastederek, hareketlerinin “üç köklü ağaç” olduğunu belirtmektedir. Bunlardan biri Simon Rodriguez’dir (Alias Samuel Robinson, 1769-1853) ki bu kişi, hem Bolivar’ın öğretmeni, hem de onun yaşam boyu en yakın arkadaşıdır; diğeri ise Venezüella’nın 19. yüzyıldaki iç savaşında “egemen halkın generali” olarak adlandırılan Ezequil Zamora’dır (1817-1861).
Marks; Bolivar diktatör
Ancak Simon Bolivar, gerçek anlamda ilerici bir değişimin kaynağı olabilir mi? Ve ayrıca o, Venezüellalı komünistler tarafından devrimci bir sürecin esin kaynağı olarak kabul edilebilir mi? Yoksa Miami’yi üs edinmiş olan Küba karşıtı mafyanın “Chavez’in projesinden esinlenecek olan son kişi Marks’ın kendisidir”2 şeklinde iddia ettikleri gibi, Marks’ın kendisi de bir “Escualido”, yani Chavez karşıtı mıdır?
Gerçekten de Marks, söz konusu bağımsızlık savaşına hiç önem vermiyordu. Hatta Engels’e yazdığı bir mektupta Bolivar’ı “korkak, alçak ve çok adi bir kişi”3 olarak niteliyordu. Marks’ı bu mektubu yazmaya iten neden de Amerikalı bir yayıncı olan Dana’nın, “Yeni Amerikan Ansiklopedisi” için yazdığı “Bolivar y Ponte” başlıklı makalesiydi. Ne var ki Marks sonradan “sanırım üslubum biraz aşırıya kaçtı” diyerek, geri adım atacaktı.4
Bahse konu makalede Marks Bolivar’ı, “yeteneksiz, korkak ve dönek bir palavracı” olarak nitelemişti. Bolivar’ın zafer kazanarak Karakas’a girişini yıllar sonra yorumlayan Marks, “O kendisini, Venezüella’nın batı eyaletlerini kurtaran bir diktatör olarak ilan ettikten sonra, ‘Kurtarıcı Muhafız Alayı’ adı altında özel bir birlik kurmuş, kendi saray yaşamının güvenliğini onlara emanet etmişti. Fakat o da bütün yurttaşları gibi uzun süreli projelere girişmekten kaçındı ve sonuçta kurduğu diktatörlük askeri bir anarşiye dönüştü”5 diye yazdı.
Sağ Bolivar’ın arkasına gizlendi
Bolivar’ın Latin Amerika’nın kurtuluşuna ve birliğine yönelik planlarını ise Marks, onu aşağılayan bir tonda söyle değerlendirdi: “Bolivar’ın gerçek niyeti, Latin Amerika’yı bir Federasyonlar Cumhuriyeti’ne dönüştürmek ve başına da bir diktatör olarak geçmekti. O, dünyanın neredeyse yarısı kendi ismiyle özdeşleşmişken, gevşek yönetimi nedeniyle, hükümet yetkilerini elinden kaçırdı.”6
Bolivar’ın ölümünden sonraki dönem ve özellikle de Büyük Kolombiya’nın 1830 yılındaki parçalanış süreci, Marks’ı kanıtlar gibi görünüyor. Bolivar’ın mirasına ilk önce gerici, sağcı-otoriter askeri diktatörler sahip çıktı. Bolivar’ın bağımsızlık sürecindeki özel durum nedeniyle Venezüella’da kurduğu otoriter yönetimi, kendi diktatörlüğünün gerekçesi olarak lanse eden ilk kişi kuşkusuz General Antonio Guzman Blanco oldu. Bolivar’ın, generalin yönetim dönemine (1879–1884) denk gelen 100. doğum yıldönümü, ülkede büyük bir gösteriyle kutlandı ve böylece Bolivar ile General Guzman Blanco arasında özel bir bağ varmış gibi tarihi bir gelenek yaratıldı. Ardından birkaç on yıl sonra da General Vicente Gomez, ölümüne kadar 1908–1935 yılları arasında Venezüella’yı diktatörce yönetti ve bu süreci de “Anavatanın yeniden tümden doğuşu” olarak adlandırdı. Generale göre onun rejimi, Bolivar Projesinin kesintisiz devamıydı.
Hatta bununla yetinmeyen sağcılar, Bolivar’ı teorik olarak da kendi mirasları saydılar. Diktatör Gomez’in resmi gazetesini 1915 yılından sonra yöneten Laureano Valenilla Lanz, hem “El Nuevo Diario”da, hem de kendi eserlerinde “Demokratik Bonapartizm” tezlerini savundu ve ülkenin gelişimi için “zorunlu jandarmalık rolünü” gerekli gördü. Bu tezlerle de Bolivar’ın idealini devam ettirdiğini ileri sürdü.
Bütün bunlara rağmen çok sayıda Marksist, 20. yüzyıldan itibaren Bolivar’ı hem kendi açılarından, hem de devrimci gelişme açısından keşfetmeye başladılar. Bunların başında da iki önemli şahsiyet gelir. Bunlardan biri Peru Sosyalist Partisi’nin kurucusu Jose Carlos Mariategui, diğeri ise Küba Komünist Partisi’nin lideri Juan Antonia Mella’dır.7
Mariategui yandaşlarına, “Bolivar’ın devrimci dehasını günümüz açısından” yeniden önemseme çağrısı yapıyordu. Mella da buna benzer bir çağrıyı 1924 yılında yapıyor ve çağrısına şunları ekliyordu: “Bolivar’ın günümüzün şartlarına uyarlanmış eski ideali için mücadele başlatmalıyız.”8 Diğer Marksistler ise Marks’ın eski tezlerine dogmatik bir tarzda sarılmaya devam ettiler. Tıpkı 1936 yılında “Dialectica” isimli gazetesinde ilk kez Marks’ın yaşam öyküsünü İspanyolca yayımlayan Arjantinli yazar ve bilim adamı Anibal Ponce gibi.9
Hangi Bolivarcılık?
Şimdi bu tarihsel arka planı dikkate alarak şu soruyu sorabiliriz: Marksistler Bolivarcılığı kendi stratejilerinin bir parçası haline getireceklerse, ya da Marksizmle Bolivarcılık arasında bir bağ kuracaklarsa, hangi Bolivarcılığı esas almalıdırlar? Ya da bugün Venezüella’da devam eden ve “Bolivarcı Devrim” olarak nitelendirilen süreçte Bolivar’ın tezlerinin hangi analizlerini esas almalıyız?
Ortaya atılan birçok analize bakılırsa Chavezvari Bolivarcılık, “ilkesizliğin ilke haline getirilmesidir” ya da Hugo Chavez tarafından yönetilen hareket, “ideolojik ilkesizlik”i, “siyasi strateji” haline getirmiştir.10 Chavez hareketinin ilk yılları değerlendirildiğinde bu iddianın pek de temelsiz olmadığı görülür. 1982 yılında illegal şartlarda kurulan Bolivarcı Devrimci Hareket (MBR–200), kendi içinde çok derin ideolojik tartışma yürütmekle birlikte, dışa karşı herhangi bir teorik proje sunamadı. Hareketin amacına, eylemlerine ve özellikle de 1992 yılında başarısızlığa uğrayan isyan hareketine yön veren siyasi tutumun kaynağı, toplumda görülen somut sorunlardı. 1997 yılında kurulan MVR’in ideolojik konumu da belirsizdi; bu ise heterojen yapıdan, yani hem örgütün üye yapısından, hem de ittifak ettikleri “Vatansever Odak”ın siyasi konumundan kaynaklanıyordu. E. Molina’ya göre söz konusu ideolojik belirsizliğin nedeni eski Chavez Bloku’na dahil olan siyasi akımların varlığıydı. Molina bu yapıyı kaba hatlarıyla iki akım şeklinde değerlendiriyor; biri “aşırı” ve “demokratik sol”, diğeri ise “otoriter” ve “demokrat sağ”. Ona göre “aşırı” sola, “demokratik hükümetlere” karşı silahlı eylemlere başvurmuş olan solcu gruplar dahil edilmeliydi. “Demokratik Sol” gruba ise esas olarak Sosyalizm Hareketi (MAS) ve Luis Miquilena’nm çevresi dahil edilebilirdi. “Demokratik Sağ” kanadı günümüze kadar Karakas belediye başkanlığı görevinde bulunmuş Alfredo Pena ve çevresi temsil ederken, “otoriter sağcılar” grubunu ise 1992 isyanına katılmış olan emekli askerler temsil ediyorlardı. Molina’ya göre o gün devlet başkanı Chavez’in temsil ettiği harekete hangi grubun yön verdiğini saptamak çok güçtür.11
Chavez’in devrimcileşmesi
Bugüne kadar henüz bitmemiş olan ideolojik ayrışmanın başlangıcını ise, tam emin olmamakla birlikte, 2001 yılının ikinci yarısı olarak saptayabiliriz. Bu dönemde Venezüella’nın yeni siyasi yapısı esas olarak oturmuştu ve ardından da toplumsal ve ekonomik dönüşümler ön plana çıkmıştı. Bunun en önemli göstergesi de 2001 yılında kabul edilen “49 Devrim Yasası”ydı ki İçişleri Bakanı Luis Miquilena buna hemen tepki göstermiş ve ardından da görevinden istifa ederek, Chavez karşıtlarının saflarına katılmıştı. Gerçi bu ideolojik ayrışma ve toplumsal devrimcileşme, bizim artık Bolivarcı Chavez hareketini klasik anlamda Marksist harekete dahil etmemizi gerektirmez. Ama Chavez, çizdiği bu keskin hatla ılımlıları ve sağcıları dışlayan bir tutuma girdi. Özellikle 2002 yılındaki karşı devrimci darbeyi ezen halk ayaklanması ve Bolivarcı hareketi boğmak için Aralık 2002 ile Ocak 2003 arasında devreye sokulan ekonomik baskılar, hükümeti radikalleşen taban hareketinin etkisiyle, daha etkin tutum almaya zorladı. Bu arada darbeden önce başlayan, ama darbe süresince de devam eden iç ideolojik tartışmalar, Chavez hareketinde bir ayrışmayı ve özellikle de tereddüt geçiren idarei maslahatçıların Bolivarcı Projeden uzaklaştırılmalarını sağladı. Nitekim bu iç tartışmalar sonucunda MAS bir bölünme yaşadı.
Bu gelişmelerin ardından Bolivarcı Devrim’in etken gücü olan “üç köklü ağaç”ın temel unsurları da gün geçtikçe kristalize olmaya başladı. Bugün Venezüella’da görülen Bolivarcılık, Bolivar, Rodriguez ve Zamora’nın özdeyişlerinden oluşmuyor, fakat bazı temel tespitlerinin bugünkü duruma uyarlanmasından oluşmaktadır. Bu anlamda Bolivarcılık da diğer teorik sistemlerden farklı değildir. Marksizm, Marks ve Engels’in yazılarından oluşuyor, ama bazı yazılarını ve özellikle de davaya pek bir yararı olamayan yazılarını, örneğin Marks’ın edebi eserlerini, sadece uzmanlar bilir. Bolivarcılığa gelince; son yıllarda, Bolivar’m ve Rodriguez’in bazı teorik saptamaları, Latin Amerika’da ve özellikle de Venezüella’da öylesine radikal bir yoruma uğradı ki, bunlarla Marksist analizler arasındaki yakınlık olağanüstü arttı.
Bu arada Latin Amerika’daki Bolivarcı güçlerin radikallik derecesi ülkeden ülkeye fark gösteriyor. Örneğin Latin Amerika’nın en eski ve en güçlü gerilla hareketi olan Kolombiyalı FARC-EP, kendisini Marksist-Leninist ve Bolivarcı olarak tarif ediyor: “Biz Marksistiz, çünkü sosyalizm için mücadele ediyoruz, biz özel teşebbüsün yanı sıra kamu ekonomisinin ağırlıkta olduğu yeni ve adaletli bir toplum istiyoruz. Biz Leninistiz, çünkü örgütümüz demokratik merkeziyetçilik, eleştiri ve özeleştiri gibi Leninist esaslara göre yapılanmıştır.(…) Ve ayrıca Bolivarcı düşünceyi takip ediyoruz, çünkü biz Bolivar’ı yüreğimizde ve ruhumuzda yaşatıyoruz. Bizler Bolivar gibiyiz, her gerilla bir Bolivardır, çünkü biz eşitlik ve kardeşlik için mücadele eden antiemperyalistleriz. Pratikte Bolivar’ın tutumunu devam ettiriyoruz, çünkü onun sonuca götüremediği davasını sonuna kadar götürmeye çalışıyoruz.”12
Görüldüğü gibi FARC-EP’nin kendi konumuna yönelik yaptığı açıklamalar ve özellikle de Marks ve Lenin’e atıfta bulunmaları, onların Chavez’in ideolojisinden ve hareketinin ortaya koyduğu tutumundan daha radikal olduklarını gösterir. Ancak her iki hareketin benzer yanları Bolivar’a ilişkin yorumlarla daha fazla açığa çıkıyor.
Belirgin özellik antiemperyalizm
Bugün Latin Amerika’da ortaya çıkan Bolivarcılığın en önemli niteliği, onun özellikle ABD’ye karşı konumlanmış antiemperyalistliğidir. Şu sıralar Latin Amerika’da Bolivar’ın en sık atıfta bulunulan yazısı, 1829 yılında Patricio Campbell’e yazdığı ve ABD’yi değerlendiren mektubudur: “Anlaşılan ABD kendisini, Amerika’yı özgürlük adına sefalete boğmaya adamış gözüküyor.”13 Çünkü Amerika Bolivar’ı, bu mektubundan üç yıl önce Kolombiya Dışişleri Bakanı Revenga üzerinden Küba’yı İspanyol sömürgecilerden kurtarma girişimlerine son verme konusunda uyarmıştı. Dış ticaretinin büyük bir kısmını Küba üzerinden gerçekleştiren ABD açısından Küba’nın mevcut konumunu muhafaza etmek, onu bir başka Avrupa ülkesine ya da yeni bir Latin Amerika Cumhuriyeti’ne kaptırmaktan daha önemliydi. Ve gerçekten de birkaç on yıl sonra Küba İspanyol sömürgecilerini dışarı attıktan sonra zorla yarı sömürge bir ülke haline getirilerek, ABD’nin denetimine girdi. Öyle ki Bolivar, yeniden köleleşme tehlikesi, Latin Amerika’nın diğer ülkelerinin yeniden köleleştirileceği konusunda uyarmıştı ve bu nedenle de sürekli olarak Latin Amerika ülkelerini birleşik bir cumhuriyet altında birleşmeye çağırmıştı.14 Hatta bunun için “Kuzeyden gelen tehlikeyi en çok hisseden” Kolombiya, Guetamala ve Meksika’yı kapsayan bir askerî ittifak da önermişti.15 ABD’nin Latin Amerika üzerindeki hegemonyası bugüne kadar kırılabilmiş değil. Ancak neoliberalizm kavramının emperyalizm kavramım siyaset teorisinden sildiğini düşündüğümüz 1990’lı yıllardan sonra, yeniden bölgede hegemonyanın emperyalist karakterine ilişkin siyasi bilinç güçleniyor. Sadece Küba Devlet Başkanı Fidel Castro ısrarla “neoliberalizmin, emperyalizmin dünya çapındaki hegemonyasının bugünkü ideolojisi” olduğu gerçeğini vurguladı.16 Bugün Chavez, 90’lı yıllardaki tartışmalarda öne çıkan siyasi yanılsamaları kıyasıya eleştiriyor: “Biz Venezüellalılar için emperyalizm konusunu tartışmak büyük önem taşır, çünkü bu kavram konuşmalardan ve tartışmalardan silinmişti. Bu kavram ansiklopedilerden, ulusal ve uluslararası siyasi analizlerden silinmişti.(…) 500 yıldır dünya üzerinde varlığını sürdüren çirkin ve kokuşmuş emperyalizm, yüzüne makyaj yaparak, gülücükler dağıtıyordu. Onun dişleri görülmüyordu, onun pençeleri görülmüyordu, onun uzun gölgesi görülmüyordu. Fakat bize dayattığı neoliberal modelin çöktüğünü gören emperyalizm, bize şimdi yeniden kanlı dişlerini ve pençelerini gösteriyor.”17 Bu nedenle Bolivarcı Devrim “antiemperyalist aşamaya” girdi.
Venezüella’lı komünistlere göre Bolivarcı antiemperyalizmle, Marksist antikapitalizm arasında sıkı bir ilişki vardır. Venezüella Komünist Partisi’nin lideri Pedro Ortega Diaz, daha 1982 yılında şunları belirtmişti: “Bugünkü dünyada antiemperyalist devrimler sosyalist bir öze sahiptir.(…) Bu devrimler, işçi sınıfının önderliği altında toplumun geniş bir kesimiyle, yurtsever sınıfları bir cephede toplamalıdır. Latin Amerika’da Karibik’te (???) sosyalist devrimlere ancak antiemperyalist bir aşamadan sonra ulaşılmaktadır.”18
Bolivar’ın sosyal adalet için mücadele, toprakların eşit dağılımı ve Latin Amerika’nın kendi gücüne dayanarak gelişmesi gibi düşüncelerinin bugünkü yorumları üzerine bir incelemede bulunmak bu makalenin çerçevesini aşar ve bunu başka bir çalışmaya bırakmak gerekir. Bunu, aynı zamanda bir ütopik sosyalist olan ve döneminde halkın eğitimine ilişkin önerdiği projeleriyle de çok ileri görüşlere sahip olan Simon Rodriguez için de söyleyebiliriz. Yukarıda ortaya koyduğumuz arka plandan hareket edildiğinde görülecektir ki Bolivar’ın görüşleri otoriter değil de devrimci olarak algılandığında, Bolivarcılıkla Marksizm arasında aşılmaz bir çelişme kalmayabilir. Çünkü sonuçta Simon Bolivar da ulusal egemenliğin ancak sosyal adaletsizliği ortadan kaldıracak bir toplumsal devrimle sağlanabileceğinin ve kalıcı hale getirilebileceğinin bilincindeydi.19
Kapitalizmi aşma potansiyeli
Peki Venezüella’da yaşanan süreç bir devrim midir? Bu süreç kapitalizmin de ötesine işaret ediyor mu? 24 Eylül’de UZ’de ilginç bir makale yazan Günter Pohl bu görüşe şüpheyle yaklaşıyor: “Şimdiye kadar ortaya konan tedbirler gözden geçirildiğinde (toplumsal, sağlık ve eğitim konularındaki programı tümden olumlu bulmama rağmen) görülecektir ki bunların hiçbiri, bundan 15 yıl önce Avrupa Sosyal Demokrasi’sinin ortaya koyduğu ve gerçekleşebilir olarak ileri sürdüğü politikalardan daha ileri değildir. Yeni Bolivarcı Anayasa, katılımcılığı teşvik eden demokratik yapısıyla dünya çapında bir örnektir, ancak bu aynı zamanda özel mülkiyeti özellikle koruyan bir toplumsal sözleşmedir. Bu anayasa, ABD ile imzalanmış olan ve uluslararası holdinglere yarar sağlayan ikili vergilendirme sistemini iptal etmemiştir; daha önceki hükümetler döneminde yapılan borçların ödenmesine de devam edilmektedir (Devrimci Küba sadece devrimden sonraki dönemde yapılan borçları ödemişti).” Bu görüşlerden hareket eden Pohl, bugün devam eden sürecin kapitalizme karşı olmadığını, fakat neoliberalizmin yeni görünümüne karşı olduğunu belirtiyor. “Neoliberalizme karşı olmak otomatikman antikapitalizm değildir. Hatta bu antiemperyalizm için de geçerlidir.”20
Venezüella’daki sürecin kapitalist sistem içinde cereyan ettiğini belirten Pohl kısmen haklıdır. Ancak bu sürecin karakterini “sosyal demokrasiyle” sınırlaması doğru değildir. Çünkü 80’li yılların sosyal demokrasisi kapitalizmin çerçevesini aşan taleplerden çoktan vazgeçmişti; sadece sınıflararası uzlaşmayı gerçekleştirecek devlet modelleriyle meşguldü. SPD ve onun kardeş partilerinden bugün Hugo Chavez’de alışık olduğumuz şeyler duymayı beklemek mümkün değildir: “Kapitalizm ekonominin şeytanıdır… Kapitalizm ahlâksızdır ve bugün milyonlarca insanın içinde bulunduğu sefalet ortamının en önemli suçlusu da kapitalist ekonomik modeldir. Ayrıca kapitalizm gezegenimizi de mahvetmektedir. Dünya kapitalist modelden kurtulmalıdır. Buna Venezüella’da başladık bile…”21
Fidel Castro daha 2000 yılında Venezüella’daki sürecin bir devrimci karaktere sahip olduğunu saptamıştı: “Bir tarafta Küba Anayasası’nı, diğer tarafta ise Venezüella’daki devam eden süreci devrimci program açısından ayrı ayrı inceledim. Ben ikisinin de devrimci olduğunu söylüyorum, çünkü ikisi de bunu hedefliyor. Her ikisi de halkları için yeni bir yaşam istiyor, ikisi de köklü değişiklikler amaçlıyorlar; adalet ikisinin de özlemidir ve her ikisi de Amerika halklarının birliği için çalışıyorlar.”22 Castro bunu söylerken Chavez henüz kapitalizmin aşılmasından bahsetmiyordu, sadece neoliberalizme karşı savaş ilan etmişti. Şayet Chavezci Bolivarcı programın ideolojik ve stratejik gelişimini küçümsersek, orada süren gelişmeyi göremeyiz.
Tabii ki bugün Venezüella’da devam eden süreç, Marksist Leninist anlamda sonuçlanmış bir devrim değildir.
Ancak bu süreç aktörleri tarafından devrimci olarak nitelendirilmesinin ötesinde, hem stratejik konumuyla, hem ideolojik içeriğiyle, hem de sınıfsal karakteriyle, en azından uzun vadede, kapitalizmin ötesine geçen bir ufuk taşıyor.
Bu devrimin başarılı olup olamayacağı, henüz belli değildir; başarı devrimci süreçlerde önceden öngörülemez. Fakat şimdiden şunu söyleyebiliriz ki Venezüella’da yaşanan süreç, sadece stratejik-taktik açıklamalardan dolayı değil, daha çok Latin Amerika’nın özgün şartlarına ve içinde bulunduğumuz duruma verdiği yanıtlardan dolayı özgün ve önemli ölçüde benzeri görülmemiş bir seyir izliyor. Latin Amerika’daki sürecin de bir ideolojisi olmalıdır: Bunun adı da Bolivarcılıktır.
1 Her iki kavram da Almanca’da yan yana var olmuştur.
2 Cuba Nuestra, 22 Şubat 2003
3 MEW 29,280.
4 Aynı yerde.
5 MEW 14, 219.
6 MEW 14, 229.
7 Karşılaştır; Ines Qintero, Bolivar de izquirda-Bolivar de derecha, Historia Caribe
8 Felipe de J. Perez Cruz, Julio Antonio Mella y los fundamentos del marxismo en Cuba, www. Filosofıa.cu/contemp/felipe002.http
9 Ines Quintero, a. a. O.
10 Karşılaştır; Jose E. Molina V.: La Revoluciön Boiivariana en Venezüella, Socialismo autoritario en un mar de contradicciones? Zulia, o. J.
11 Aynı yerde.
12 http://www.farcep.org/paginauniversitaria/articulosmayo012004b.php
13 Simon Bolivar an Patricio Campbell, 5.08.1829 http://www.simonbolivar.org/bolivar/catta_a_campbell.html
14 Karşılaştır; Jorge Micr Hoffmann, Simon Bolivar y Washington, http://www.simonbolivar.org/bolivar/sb_y_gw.html
15 Simon Bolivar an Pedro Gual und Pedro Bricefio Mendez, 1. Ağustos 1826. Aktaran: Pedro Ortega Dıaz, El Congreso de Panama y la Unidad Latinoamericana, Caracas 1982, s. 65.
16 Fidel Castro, Un grano de maiz, Havanna, 1992, s. 89.
17 Hugo Chavez, Marcha por la paz y contra el militarismo en Venezüella, 16 de mayo de 2004
18 Pedro Ortega Dıaz, a. a. O., s. 105.
19 Karşılaştır, Samuel Moncada, Vigencia del pensamiento de Simon Bolivar, Akt., Debate Abieıto, Vol. VI, Caracas 2004, s. 5 vd.
20 Günter Pohl, Wohin steuert Venezüella?, Unsere Zeit, Essen, 24. Eylül 2004.
21 Hugo Châvez, Alo Presidente Nr. 208,17. Ekim 2004.
22 Fidel Castro, Karakas’ta Ulusal Meclisin açılışı dolayısıyla yapılan kutlamadaki konuşması, 27.10.2000; Aktaran Andre Scheer, Kampfum Venezüella, Essen 2004, s. 57.