Ana Sayfa Milletleşme ve Ermeni Meselesi “SOYKIRIM”IN ÖTEKİ GERÇEĞİ

“SOYKIRIM”IN ÖTEKİ GERÇEĞİ

1738

Muzaffer İlhan ERDOST
TEORİ DERGİSİ – Nisan 2007
“SOYKIRIM”ın Öteki Gerçeği

1. “SOYKIRIM” İLE AMAÇLANANLAR

Fransız Ulusal Meclisi, 18 Ocak 2001’de, “Fransa, 1915 Ermeni soykırımını kamu önünde (publiquement) tanır” yasa tasarısını oybirliğiyle kabul etti. Fransa Cumhurbaşkanı Jacques Chirac yasayı 30 Ocak’ta onayladı.
Chirac, Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’e mektubunda, bu yasanın, “Fransa’nın dış politikasında hiçbir tutum değişikliğine neden olmayacağını”, Helsinki zirvesinden bu yana gelişen süreçte Türkiye’nin AB üyeliği için koyduğu ağırlığı, destekleyerek sürdüreceğini” yazdı.1

“Soykırım” yasasının Fransa’nın dış politikasında bir tutum değişikliğine neden olmayacağı vargısı, doğal ki, göçürmeyle (tehcirle) bütünleşen 1915 toplu öldürüm olaylarının “soykırım” olarak tanımlanması, Türkiye’den beklentileri olan etnik-dinsel toplulukların, özellikle de Türkiye’nin komşuları kimi ulusların beklentilerine politik bir destek sağlaması olasılığı ile çelişmiyor.

Helsinki zirvesinde (Aralık 1999) ise, Türkiye’nin, Avrupa Birliği (AB) üyeliğine adaylığının kabul edildiği belleklerde canlı olmak gerekir. Türkiye’nin üyeliği için, “Kopenhag Kriterleri”nin yerine getirilmesi koşulu konmuş, siyasal kriterler olarak, “demokrasi, hukukun üstünlüğü, insan hakları, azınlıklara saygı ve azınlıkların korunması” koşulu getirilmiştir.

Kopenhang Kriterleri’yle “saygı gösterilmesi ve korunması” istenen azınlıklar ise, Lozan Antlaşması’nda (Madde: 37–45) yer alan ve “azınlık” statüsü kabul edilmiş bulunan Müslüman olmayan topluluklar değildi, Müslüman olan ama etnik açıdan Türk olmayan toplulukların, ilk sırada da Kürtlerin azınlık statüsüne alınmasının amaçlandığı AB yetkilileri tarafından da dile getirilmiştir.

Aslında, Helsinki zirvesinde, Türkiye’nin AB üyeliğine adaylığı kabul edilirken tam adaylık için dayatılan “azınlık”ların korunması koşulu, 1997 Lüksemburg zirvesinde, Türkiye’nin üyeliğe adaylığının kabul edilmemesinin belirleyici gerekçesini oluşturmuştur.

Türkiye, Müslüman olan ama etnik açıdan Türk olmayan toplulukların “azınlık” statüsüne alınmasının olumsuzluklarını tartışırken, Hıristiyan Demokrat Parti üyesi General Morillon tarafından Avrupa Parlamentosuna verilen Türkiye ile ilgili özel raporda, Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne adaylığının koşullarında değişiklik yapılması önerilmiş ve

1 Cumhuriyet, 3 Şubat 2001.

Avrupa Birliğine tam üyelik için, “Türkiye Büyük Millet Meclisi’nden 1915’teki Ermeni soykırımını tanıması” istemişti.2 “Avrupa’da yaşayan Ermenilerin, Avrupa Parlamentosu’ndan, Ermeni soykırımının tanınması konusunda ilkeli davranmasını beklediklerini” söyleyen AEUK temsilcisi Hilda Choboyan, “Avrupa’nın, Türkiye’den, 1987 tarihli Avrupa Parlamentosu kararında öngörülenleri talep edeceklerini” belirtecekti.3

Choboyan’ın anımsattığı Avrupa Parlamentosu kararı ise, Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne adaylık için başvurduğu tarihten (14 Nisan 1987’den) iki ay sonra, 18 Haziran 1987’de verilmiş bir karardı ve bu kararda, “Türkiye’nin Ermeni soykırımı gerçekliğini tanımamasının, Avrupa Birliği’ne girmesine engel oluşturduğu” vargısı yeralıyordu.4
Morillon’un “Türk yetkililerden Ermeni soykırımının tanınmasını isteyen değişiklik önergesi”, Avrupa Parlamentosu’nda 78 oya karşı 429 oyla kabul edilecekti. Avrupa Parlamentosu’nun 15 Kasım 2000 günlü raporunun ilk yazılımı ise şöyleydi: “Türkiye, Ermeniler gibi azınlıkların haklarına saygı göstermeye çağrılır. Alınan bir kararla, Türk yetkililer, bu azınlığın modern Türk devletinin kurulmasından önce maruz kaldığı soykırımı kamu önünde (publicly) tanımaya çağrılır.”

Fransız Ulusal Meclisi’nin, 18 Ocak 2001’de, “Fransa, 1915 Ermeni soykırımını kamu önünde (publiquement) tanır” tümcesiyle kabul ettiği tasarının Avrupa Parlamentosu’nun 15 Kasım 2000 günlü kararı doğrultusunda verilmiş bir karar olduğu açıktır. Avrupa Parlamentosu’nun bu kararına koşut “soykırım”ın, Avrupa Birliği’nin öteki üyelerinden bazılarının parlamentolarında gündeme getirilmiş olması da, Türkiye’nin, Avrupa Birliği’ne üyeliğinin artık Kopenhag Kriterleri’nin gerçekleştirilmesiyle sınırlı olmayacağını duyumsatmaktadır. Ya da Türkiye’nin AB’ye kesin adaylığının bir başka koşulu olarak, Lozan’da “azınlık” statüsü tanınan “Ermeniler gibi” Müslüman olmayan azınlıkların haklarına saygı gösterilmesi isteminin, 1915’te Ermenilerin uğradığı kırımın Türkiye’ye, “soykırım” olarak tanınmasının örtük bir biçimde dayatıldığını duyumsattığı açıktır.

İmparatorluğun doğusunda uzun yıllar barış içinde bir arada yaşamış bulunan, etnik açıdan Türk, Ermeni, (Kürt, Nesturi), dinsel açıdan Müslüman ve Hıristiyan toplulukların, dış savaşın iç savaş ile içice geçtiği yörelerde ve dönemde Ermeni toplulukların göçürülmesi (tehciri) sırasında göçün olumsuz koşullarından kaynaklanan ölümlerden ayrı olarak, bazı grupların toplu olarak öldürüldüğü görüşüyle kişisel anlamda genellikle birleşildiği, görüş farklarının, öldürenlerin kimliği ile öldürülenlerin sayısı üzerinde odaklandığı gözardı edilmemek gerekir. Toplu öldürümlerin politik sorumlularından biri olarak Harbi Divanı Örfi Mahkemesinde yargılanan Ziya Gökalp, duruşmada, “Türkiye’de bir Ermeni kırımı değil bir Türk-Ermeni vuruşması vardır. Bize arkadan vurdular, biz de vurduk” derken, kırımın yadsınmadığının, ama kırımın bir soyun kırımı olarak nitelenemeyeceğinin dolaylı ifadesi olarak algılamak gerekir.

O günden bugüne de, göçürme sırasında ölenlerin ve öldürülenlerin sayılarında, hiç bir tarafın belgelere dayanmayan, ama bir tarafın 600 binden 200 bine doğru aşağı çektiği ve diğer tarafın 800 binden 1 milyon 600 bine doğru yukarı çektiği tartışmanın bugüne

2 Derniers Nouveller d’Alsace, 15 Kasım 2000. 3 Asborez, 14 Kasım 2000. 4 Akıllıoğlu, İnsan Hakları, s. 278.

taşınmasının ve güncelleştirilmesinin ardında, kırımın kendisinin değil, amacın tartışıldığı gözardı edilmemek gerekir.

Katliam (katl-i âmm), Osmanlıca-Türkçe Lügat’ta (Develioğlu), “zaptolunan bir yerin, irili ufaklı bütün halkını kılıçtan geçirme” olarak tanımlanır. Ama bunu, bugün de “soykırım” olarak nitelemek ve özellikle de uluslararası hukuk açısından bunun “soykırım” olduğunu söylemek gülünç olurdu.

“Soykırım”ın hukuk açısından suç olarak tanımlanmasına temel oluşturan Nazi Almanyasında altı milyon Yahudi ile birkaç milyon Çingenenin, yalnızca Yahudi ve yalnızca Çingene oldukları için öldürülmüş olmaları gibi, İmparatorlukta, 1915’te, bazı Ermeni topluluklar, salt Ermeni oldukları, Ermeni soyundan geddikleri için mi öldürüldüler, yoksa bu, öldürümler, dış savaşın (Rus-Osmanlı savaşının) bir çeşit iç savaşla da içice geçmiş olmasından kaynaklanan ve birbirinden farklı bir dizi olayın sonucu muydu?

Timian’dan havalanan Amerikan uçankalesi Enola Gay’dan atılan ve 6 Ağustos 1945 günü, saat 8:15’te Hiroşima’nın merkezine yakın bir noktada patlatılarak bir anda küçüklübüyüklü 80 bin insanın ölümüne neden olan; üç gün sonra, 9 Ağustos 1945’te, Nagazaki’ye atılan ve bir anda 40 bin kişinin ölümüne neden olan atom bombasından dolayı, tam da 1949 Cenevre Sözleşmelerinin 3. Maddelerinde belirtilen savaş dışı kişilerin öldürülmesinin ve özellikle de toplu öldürümün, savaşın kendisinden kaynaklanan ölümler olarak “ağır savaş suçu” ya da “soykırım” sayılmamış olması ile zorunlu göçürme sonucu ölümler arasındaki çelişki gözardı edilmemek gerekir.

Toplu öldürümün amacı, açıklığa kavuşturulması gereken sorunun bir boyutudur; ikinci boyutu, kırımın “soykırım” olarak nitelenmek istenmesinin ardındaki nedenlerdir. Bir başka deyişle “soykırım” tanımlaması, kırımın, soykırım olması görüşünden mi kaynaklanıyordu; ardında, 10 Ağustos 1920’de uygulanmaya konan ve Padişah Sultan VI. Mehmet Vahidettin’in imzalanmasına karar verdiği Sevr Antlaşması’nda “Ermenistan” olarak gösterilen Doğu Anadolu’yu, yeniden Ermenistan olarak gerçekleştirmek emeli mi vardı?

Katolik eğilimli La Croix’in (1 Şubat 2001) yorumunda, “Hiçbir Fransız yasasının ulusal topraklar dışında etkin olmadığı” belirtilerek, Fransa’nın adının geçmediği ve “1915’teki korkunç katliamların sorumluluğunun doğrudan Osmanlı imparatorluğuna ait olduğu” yazılıyordu.

Farklı görüşler de vardı: Fransız Ulusal Meclisi’nin kararını “geçmişin entrikalı düğümlerini çözmek, genelde, parlamentoların yada hükümetlerin yetkisi alanında mıdır?” diye sorgulayan Il Giornale (Roma 9 Şubat 2001) yazarı, “Fransız Ulusal Meclisimin, Ermeni toplumunun yoğun baskısına boyun eğerek, 1915 ilkbaharında ve yazında, Osmanlı yetkililerinin sorumlusu olduğu binlerce Ermeni’nin ölümünü ‘soykırım’ olarak tanımlayan bir kararı onayladığını” belirtiyor, sonra da “Ermenilerin gerçek amacı”nın “olayın, halefi olduğu Osmanlıların sorumluluğunu, maddi sonuçlar da dahil olmak üzere tüm sonuçlarıyla birlikte Ankara hükümetinin üstlenmesiyle sonuçlanmasını elde etmek” olduğunu yazıyordu.

Gene Il Giornale’de (5 Şubat 2001), “Ankara-AB Arasında Ermeni Kanı” başlıklı yazıda Robi Ronza, “çağdaş Türkiye”nin “yalnızca Avrupa’ya ait bir ülke olmaması nedeniyle değil, aynı zamanda Batı kültürünün bir parçası olmanın gerektirdiği insan hakları ve demokratik ilkeleri şimdiye dek göstermediği için de AB’ye girmeyi arzu edemeyeceği sonucunun ortaya çıktığını” yazacaktı.

Katliam sırasında İstanbul’daki Ermeni cemaatine dokunulmadığını ve “600 bin kişinin çoğunun kasten öldürülmediğini, ancak o dönemin belirsiz koşulları sonunda öldüklerini” The Spectator’de (Londra, 3 Şubat 2001) yazan Antony Daniels, Fransız Parlamentosu kararı karşısında, “kanca burunlu, beli kılıçlı, bebek öldüren Türk imajını diriltmek tutkusu, Türkiye’yi Avrupa’dan uzak tutma amacından kaynaklanmıyor mu?” diye soruyordu.
Kommarsant gazetesinde (Moskova, 1 Şubat 2001) Boris Volhonski, “Osmanlı İmparatorluğu’nda Ermenilerin kitle halinde öldürülmesinin uzun yıllar yalnızca tarihi bir olay olarak kalmış” olmasına karşın, “birkaç ülkenin parlamentosunun bu olayları soykırım olarak kabul etmesinin nedeninin, Fransa ve Avrupa’daki bazı ülkelerin, Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne girmesini önlemek” amacından kaynaklandığını yazacaktı. Al Ahram’da (Kahire, 1 Şubat 2001), Ahmed Sabri’nin yazısının başlığı da aynı doğrultudaydı: “Ermeni sorunu, Türkiye’nin AB hayalini altüst etti.”

Avrupa Birliği’nin genişlemesinden sorumlu komisyon üyesi Günter Verheugen, Ermeni soykırımı iddialarını tarihçilere bıraktığını söyleyecek, Türkiye’ye sükûneti ve aşırı tepki göstermemesini önerecekti.5

“Ermeni asıllı Lübnanlı milletvekili Agop Kassarjiyan imzasıyla6 yayınlanan “Üç Talebimiz Var” adlı yazıda, “Avrupa Konseyi’ne, Ermenistan’ı, teşkilatın 42. ülkesi olarak kabul ettirmeyi nasıl başardıysak, üçlü hedefimiz olan itiraf-tazminat-toprak şeklindeki haklarımızı da elde edebilmek için çalışmalarımız devam edecektir” deniyordu.
“Soykırım” tartışmaları sırasında Sevr Antlaşması’nın 80. yıldönümünün kutlandığı ve Ermenistan Başbakanı Andranik Markaryan’ın kutlama mesajı gönderdiği konferansta Sevr’in Ermenistan için tarihi bir dönemeç olduğu vurgulanmış ve Türkiye’den toprak taleplerini de içeren bir sonuç bildirisi yayınlanmıştı. Doğu Çalışmalar Enstitüsü Direktörü Nikolay Hovanisyan da konuşmasında, Sevr’in sahip olduğu üç önemli noktadan birinin, “Erzurum, Van, Bitlis ve Trabzon’u Ermenistan’a vererek Ermenistan’ı Karadeniz’e çıkışı olan bir ülke haline getirmesi olduğunu” belirtecekti.7

Nezavisimaya (Rusya) gazetesine “Batı Ermenistan Halkının Rusya Temsilciliği” adına verilen ilanda “Sevr Antlaşması ile Türkiye’nin doğu bölgelerinde kurulan ‘Ermenistan’ın bağımsızlığının tanındığı, ancak Atatürk’ün bunu Lozan Antlaşması ile ortadan kaldırdığı”8 olgusunun yinelenmesi, tarihsel bir olguyu anımsatmaktan öte, gündemdeki “soykırımı” tanımanın ardındaki amacı açıklamış olmak bakımından önem taşıyordu.

Buna karşın, Almanya’daki Türklerden oluşan Soykırım Karşıtları Derneği (SKD), 11 bin 247 imzalı bir dilekçeyi, İsviçre Parlamentosu’na vererek, milletvekili Josef Zizyadis’in “Ermeni soykırımının tanınmasını isteyen önergesine destek verecektir. Dilekçeyi inceleyen komisyon, hükümete verdiği raporunda, soykırımın gündeme alınmasına gerekçe olarak,

5 Cumhuriyet, 3 Şubat 2001. 6 Al-Mustaqhal, 3 Şubat 2001. 7 Cumhuriyet, “Türkiye’den toprak talebi”, 11 Ağustos 2000. 8 Cumhuriyet, 22 Kasım 2000.

“derneğin Türklerden oluştuğunu” ve “on bin imzanın da Türkler tarafından atıldığını” göstermişti. SKD Başkanı Ali Ertem, Parlamentoya yaptığı başvuruda, Parlamentonun “Ermeni soykırımını teyit etmesinin, Türk parlamenterlere, geçmişin doğru değerlendirilmesinin, demokratikleşme ve sivil toplumun oluşturulmasının en önemli öğesi olduğunun anımsatılması olduğunu ileri sürecekti.9

“1915 Ermeni soykırımı”nı oylarıyla kabul eden Fransız milletvekillerini eleştirenlerin yazılarını yayımlayan Liberation, eleştirenleri eleştiren Nouvelles d’Armenie Magazine dergisi müdürü Ara Toranian’ın yazısına da yer vermişti (13 Şubat 2001). Toranian, eleştiriyi eleştirisinde, “Türkiye’de hayatları ya da özgürlükleri tehlikede olan gerçek demokratların Fransız Parlamentosunu desteklediklerini” yazıyor, üç “zeki” ve “gerçek demokrat” arasında, “Almanya’da Türk göçmenlerinden Ermeni soykırımının tanınması için 1200 imza toplayan Ali Ertem’i de anıyordu. Öteki iki “zeki” ve “gerçek demokrat”, R. Zarakolu ile Akın Birdal’dı.10

Her ne kadar Ermenistan Cumhurbaşkanı Robert Koçaryan, “Ankara’nın maddi korkularını gidermeye çalışarak, ‘bugünkü Ermenistan’ın (kuruluşu: 28 Mayıs 1918) sürülenlerin ülkesinin mirası olmadığı”nı anımsatıyorsa da (Seddeutsche Zeitung, 2 Şubat 2001), Sovyetler Birliği’nin dağılması sürecinde, 1991’de, bağımsızlığını ilan ettiği zaman, ilk tanıyan ülkeler arasında Türkiye’nin de yer aldığı Ermenistan, Türkiye-Ermenistan sınırını, bu sınırın Ankara ile Moskova arasında saptanan sınır olduğunu ileri sürerek tanımamıştı. (bkz: Graham Fuller, Turkey’s New Geopolitics, s. 66) İngiltere Dışişleri Bakanı Cooke’un “zaman zaman Türk hükümetine bile son derece belirsiz görünen doğu sınırları” (Ocak 1988) sözü, bir de, Türkiye-Ermenistan sınırının değişebilirliğini duyumsatması açısından düşünülmek gerekirdi.

1915 olaylarının, şu ya da bu biçimde açıklanan yeni Sevr beklentilerinin şemsiyesi altında değerlendirilmesi durumunda, Fransa tarafından “1915 Ermeni soykırımı” olarak tanınmasının, eski ve tarihteki bir olayın yeniden ve yeni bir adla “adlandırılması”nın ve yasa konumuna dönüştürülmesinin, yeni bir Sevr modelinin kapısının aralanmasına olanak sağladığı da düşünülmek gerekirdi.

ABD Temsilciler Meclisi’ne getirilen “Ermeni Soykırımı”yla ilgili tasarıda kırımın, yalnızca 1915’te değil, “1915–1923 arasında gerçekleştirildiği”nin öne sürülmüş olmasını da bu açıdan değerlendirmek gerekir. ABD yönetimi için tarihin 1915 değil, 1915–1923 olarak belirtilmesi yeni değildir. “Cilicia” sitesinden (“Cilicia Armenia” ve “Genocide Armenia” amblemleri ile yayınlanan), “Ermeni soykırımı” ile ilgili alıntılardan okuduğumuza göre, George Bush, 20 Nisan 1990’da, Orlanda’da verdiği söylevinde, Ermenilerin uğradıkları korkunç katliamların, 1915-1923’te, ama Osmanlı İmparatorluğu yöneticilerinin yetkisinde (ellerinde) meydana geldiğini söylemişti. ABD Temsilciler Meclisi tasarısında da Türkiye’nin soykırımdan sorumlu tutulmasının kapısı aralanıyordu. Başkan William, J. Clinton’ın Temsilciler Meclisi Başkanı’na gönderdiği mektupta(19 Ekim 2000), “Osmanlı İmparatorluğu döneminde Doğu Anadolu 1915–1923 yılları arasında gerçekleşen trajik olaylar” dolayısıyla “bu tasarının günümüz koşullarına da kabul edilmesinin Amerika için olumsuz sonuçlara yol

9 Cumhuriyet, 24 Şubat 2001. 10 Cumhuriyet, 24 Şubat 2001.

açabileceği derin endişesi” dile getiriliyor, tasarının Senato’ya bu dönemde gönderilmemesi isteniyordu.11
Öyle anlaşılıyor ki, 1915 olaylarının “soykırım” olarak tanımlanmasının ardındaki amaç, özellikle Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla ve Avrasya’yı odağına alan “küreselleşme” politikalarıyla birlikte Türkiye’ye dört bir yandan dayatılmaya başlanan yeni Sevr modelleriyle örtüşüyordu. Yeni Sevr modellerini, ilkin, Türkiye’nin Yeni-Sevr’e Zorlanması Odağında Üç Sivas (Eylül 1996) kitabımda, daha sonra, Yeni Dünya Düzenine Zorlanması Odağında Türkiye (Ağustos 1999) kitabımda örneklerle açıklamıştım. Burada da birkaç örnek vermek yararlı olabilir:
“Uluslararası Paris Kürt Konferansı”nda, Sovyet Kürdolog Mihail Lazerev, “Öyle ki, bugün, 1989’da Paris’ten bakıldığında, Sevr umut, Lozan yenilgi, Paris yeniden dirilen umuttur” diyordu.12

Cumhurbaşkanı olarak Süleyman Demirel, Ağustos 1993’te, kendisiyle görüşen Cumhuriyet gazetesi yazar ve yöneticilerine, National Geographie’yi göstererek, “Sevr’in iki tane daha devlet kurmak istediğini” söylemişti: “Sevr’in arkasındaki parmakların hepsinin bunun arkasında olduğunu” vurgulamış ve yeni-Sevr haritalarının kendi önüne geldiğini sözlerine eklemişti.13 Demirel, ayrıca, İP Genel Başkanı Doğu Perinçek’e de bir harita göstermiş, “İşte ABD’nin Sevr haritası” demişti.14

Şükrü Elekdağ’da, savaşa katılmadığı için Lozan Antlaşması’nı imzalamayan ABD’nin Lozan’da (6 Ağustos 1923) Türkiye ile imzaladığı “Dostluk ve Ticaret Anlaşması”nı, Senato’nun “Türkiye topraklarında bir Ermeni devletinin kurulmaması” nedeniyle onaylamayı reddettiğini15 yazacaktı.

1915 olaylarını yadsımak, çarpıtmak, sulandırmak ve bulandırmak düşüncesinden uzak bir insan hakları savunuru olarak belirteyim ki, ABD ve Fransa başta olmak üzere, değişik ülkelerin parlamentolarında, bu ülkelerin güncel siyasal çıkarları elverdiği ölçüde ve parlamenterlerin kişisel kanıları doğrultusunda İmparatorluğun doğusunda dış savaşla iç savaşın içice geçtiği çok yönlü bir savaş ortamında kimi grupların karşılaştıkları toplu öldürümlerin “soykırım” olarak onaylanmasının, onaylanmazsa ertesi yıl onaylanması için çaba harcanmasının ve bunun 30 yıldır her yıl yinelenmesinin, politik amaçları içerisinde gizlediği kadar, uluslararası hukuk açısından ne denli “absürd” olduğunu görmek için, bir kez de soykırım ile ilgili sözleşmelere göz gezdirmek yararlı olacak.

“SOYKIRIM SÖZLEŞMESİ” VE ZAMANAŞIMI

Birleşmiş Milletler Genel Kurulu tarafından 11 Aralık 1946’da kabul edilen ve 12 Ocak 1951’de yürürlüğe giren “Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi”nde, ister barış ister savaş zamanında işlenmiş olsun, “soykırım” (“jenosid”), uluslararası hukuk suçu sayılmıştır. Sözleşmede, “ulusal, etnik, ırksal ya da dinsel bir grubun,

11 Bkz: Fikret Akfırat, “ermeni soykırımı neler içeriyor?”, Kültür-Sen, Kasım Aralık 2000, sayısı:8. 12 Uluslararası Paris Kürt Konferansı, 14–15 Ekim 1989, Doz Yayınları, İstanbul 1992, s. 154 13 “Güney’de Sevr Parmağı”, Cumhuriyet, 20 Ağustos 1993. 14 Cumhuriyet, 1 Ekim 1998. 15 Milliyet, 25 Nisan 1993.

tümüyle ya da bir bölümüyle yok edilmesi amacıyla”, “üyelerinin öldürülmesi” vb soykırım olarak tanımlanır (Madde: 2).

Sözleşmeye göre, “soykırım suçu işleyen kimseler, ister yasal yöneticiler olsun ister kamu görevlisi ister özel kişiler olsun, cezalandırılır” (Madde: 4); suçlanan kimseler bu suçun işlendiği devletin yetkili mahkemesinde ya da sözleşmeci tarafların yargı yetkisini tanıdığı uluslararası ceza mahkemesinde yargılanır (Madde: 6); soykırımla ilgili olarak “bir devletin sorumluluğuna ilişkin” anlaşmazlıklar ise, Uluslararası Adalet Divanı’nda çözülür (Madde: 9). “Onaya bağlı” olan (madde: 11) Soykırım Sözleşmesi, “yirminci onay ya da katılma belgesiyle birlikte ve on yıl için yürürlüğe girer; sözleşmeyi bozmayan taraflar için beşer yıllık dönemlerle yürürlükte kalır. (Madde 13, 14.) Türkiye, “Genocide’in Önlenmesi ve Cezalandırılması Hakkındaki Sözleşme”yi 23 Mart 1950 günlü yasayla onaylamış, bugüne değin de sözleşmeyi bozmamıştır.

“Savaş suçları ile insanlığa karşı suçların kovuşturulmasına ve cezalandırılmasına ilişkin hiçbir bildirge, belge ya da sözleşmede zamanaşımı süresine ilişkin hüküm bulunmadığını dikkate alan” Birleşmiş Milletler Genel Kurulu, 28 Kasım 1968’de “savaş suçları ile insanlığa karşı suçlarca, “adi suçlara uygulanan zamanaşımına ilişkin iç hukuk kurallarını uygulamanın, bu suçlardan sorumlu olan kimselerin kovuşturulmasını ve cezalandırılmasını önlemesi nedeniyle dünya kamuoyunu ciddi olarak uğraştıran bir konu olduğu” belirtilerek, “Savaş ve İnsanlık Suçlarına Zamanaşımı Uygulanmazlığına İlişkin Sözleşme”yi benimsemiş, onaya bağlı olan sözleşme (Madde: 6, 8), 11 Kasım 1970’te yürürlüğe girmiştir.

“Soykırım Suçunun Önlenmesi Sözleşmesi” (1946-1951) ile Soykırıma Zamanaşımı Uygulanamayacağı Sözleşmeleri (1968-1970) ayrı ayrı sözleşmelerdir. Türkiye Soykırım Suçunun Önlenmesi Sözleşmesini, bu sözleşme yürürlüğe girmeden önce onaylamıştır. Soykırıma Zamanaşımı Uygulanamayacağı Sözleşmesini ise, bugüne değin imzalamamıştır. Her iki sözleşme de onaya bağlı sözleşmelerdir, ve yürürlüğe girdikten tarih ile yürürlükte kaldıkları sürece, sözleşmeci taraflar için geçerlidirler.

“Savaş ve İnsanlık Suçlarına Zamanaşımı Uygulanmazlığına ilişen Sözleşme”, “işlendikleri tarih ne olursa olsun”, “savaş suçlarıyla ilgili Cenevre Sözleşmelerinde sayılan ağır suçlara” ve “Soykırım Suçunun Önlenmesi Sözleşmesinde tanımlanan soykırım suçuna zamanaşımı uygulanmayacağı” (Madde: 1) koşulunu içerir.

1949 Cenevre Sözleşmelerimde saylan “ağır suçlar”da, 1948 tarihli Soykırım Suçunun Önlenmesi Sözleşmesi’nde tanımlanan soykırım suçu da, 8 Ağustos 1945 günlü Nürnberg Uluslararası Askeri Mahkemesi Antlaşması’nda tanımlanan ve Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nun 13 Şubat 1946 ve 11 Aralık 1946 tarihli kararlarıyla onaylanan suçlardır.
“Soykırım” suçu Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nun onayladığı 8 Ağustos 1945 günlü Nürnberg Uluslararası Askeri Mahkemesi Antlaşması’nda tanımlanan “soykırım” suçudur; bu suç, ilk kez burada tanımlanmıştır. Le Petit Robert l (1986), “soykırım”ın (“genocide”), Fransız dilinde ilk kez 1944’te kullanıldığını imler. Larousse, Birleşmiş Milletlerdin “soykırım” suçu tanımlamasının kaynağının, Nürnberg Uluslararası Askeri Mahkemesi’nin kararı olduğunu belirtir.

Zamanaşımının uygulanmazlığı ile bu sözleşmenin ya da soykırım suçunu önleme sözleşmesinin yürürlüğe girdiği tarih başlangıç alınarak, ileri doğru zamanaşımı uygulanmayacağı anlaşılmak gerekirken, ulusal ve uluslararası hukuk normlarını yok sayan bir anlayışla, işlendiği zaman “soykırım”ın gerek sözcük olarak, gerek hukuk terimi olarak tanınmadığı dönemleri de kapsayacak biçimde, cezanın, hiçbir sınır tanımaksızın “geriye doğru yürütüleceği” anlamını çıkarmak olanaklı mıdır?

İnsan Haklan Evrensel Bildirgesi (10 Aralık 1948), “Hiç kimse”nin “işlendiği zaman ulusal ya da uluslararası hukuka göre bir suç oluşturmayan herhangi bir eylem ya da kusurdan dolayı suçlu sayılamayacağı”, “kimseye suçun işlendiği sırada uygulanabilecek olan cezadan daha ağır ceza verilemeyeceği” (Madde: 11/2) koşulu yer alır. Türk Ceza Yasasında da, aynı koşul yinelenir ve “işlendiği zamanın yasasına göre suç sayılmayan bir eylemden ötürü kimseye ceza verilemeyeceği” (Madde: 2) hükmüne yer verilir. Herhangi bir topluluğun üyelerinin, tek tek ya da toplu öldürümlerinin suç sayılmasına karşın, bu suçların işlendiği tarihte, ulusal ya da uluslararası hukukta “soykırım” olarak bir suç kavramı yoksa bu eylemlerin, hukuksal açıdan “soykırım” olarak nitelenemeyeceği, Evrensel Bildirgede ve ulusal yasada belirlenmiş bulunmaktadır.

Uluslararası hukuk açısından eski ve yeni bildirgelerde de, bunun evrensel bir hukuk normu (ölçütü) olarak benimsendiğine tanık oluyoruz. Fransız İnsan ve Yurttaş Haklan Bildirisi (3 Eylül 1791), “bir kimsenin, ancak suçun işlenmesinden önce kabul ve ilan edilmiş olan, (…) bir yasa uyarınca cezalandırılabileceği” (Madde: 8) koşulunu getirmiştir. Avrupa İnsan Hakları ve Temel Özgürlükleri Koruma Sözleşmesi de (3 Eylül 1953), “hiç kimse”nin, “işlendiği zaman ulusal ve uluslararası hukuka göre bir suç oluşturmayan bir eylem ya da kusurdan ötürü herhangi bir biçimde suçlanamayacağı”, “hiç kimseye suçun işlendiği zaman uygulanan cefadan daha ağır bir ceza verilemeyeceği” (7/1) koşulunu tanır. Ayrıksın (istisna) olarak ise, bir eylem “ulusal hukuka göre” suç sayılmasa da, “işlendiği zaman uygar uluslarca benimsenmiş genel hukuk ilkelerine göre suç sayılıyor”sa, bu, bir kimsenin yargılanmasına ve cezalandırılmasına engel oluşturmamaktadır (Madde: 7/2).

Bu ayrıksın durumu şöyle somutlaştırabiliriz: BM Irk Ayrımcılığının Kaldırılması Uluslararası Sözleşmesi’ndeki (1983) söylemle “ırk ayrımcılığı”, “üstün ırk öğretisi” ve “ırksal kine dayalı hükümet politikaları” Yahudi aleyhtarlığının kalesi durumuna gelen Nürnberg’te hazırlanan 1931 Eylül yasalarına göre düzenlenmişti. Her hakka sahip “ari” ırktan olanların yanısıra, iki ya da üç göbekten Yahudi kanı taşıyanlar yuttaşlıktan çıkarılıyordu. Irk ayrımı ve üstün ırk öğretisini temel alan 1931 Eylül yasalarına göre, aşağı ırk sayılan toplulukların toplu olara, imhası, 6 milyon Yahudi ve birkaç milyon Çingene’nin gettolarda ve toplama kamplarında öldürülmesi, Nazı Almanyasında (ulusal hukuka göre) suç sayılmıyordu, ama bu filler işlendiği zaman uygar uluslarca benimsenmiş genel hukuk ilkelerine göre suç sayılmış Nazı Almanyasında bu suçu işleyenlerin cezalandırılmasına, ulusal hukukun (Nazi hukukunun) engel olmayacağı koşulu getirilmişti.

Birleşmiş Milletler “Savaş Suçlarına ve İnsanlığa Karşı Suçlara Zamanaşımı Uygulanamazlığı Sözleşmesi”, “hiç bir bildirge, belge ya da sözleşmede zamanaşımı süresine ilişkin hüküm bulunmadığını” dikkate alarak, 1949 Cenevre Sözleşmesinde sayılan ağır suçlara ve 1946/1948 Soykırımın Önlenmesi Sözleşmesindeki soykırım suçlarına “işlendikleri tarih ne olursa olsun” zamanaşımı uygulanamayacağı söylemi, insanlığın hemen her dönemini kapsayan bir söylem olarak değil, 1949 Cenevre Sözleşmesinde sayılan ve 1946/1948 soykırım Sözleşmesi’nde suç olarak tanımlanan fiillerin, başlangıç olarak bu fiillerin savaş suçu ve soykırım suçu sayıldığı tarihten ya da tanımlandığı tarihten başlayarak işlenen suçları kapsayacağı, kapsaması gerektiği, gene Birleşmiş Milletler Evrensel Bildirgesi’ nin koşulu olmak gerekir.

“Savaş Suçlarına ve İnsanlığa Karşı İşlenen Suçlara Zamanaşımı Uygulanamazlığı Avrupa Sözleşmesi”nde (Strasbourg, 25 Ocak 1974), Sözleşmeci Devletlerin, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nun 9 Aralık 1948 tarihli “Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesinde tanımlanan “suçların soruşturulmasında ya da bu suçlar için verilen cezaların uygulanmasında zamanaşımı uygulanmamasını güvenceye alacak gerekli önlemleri almakla yükümlü” oldukları (Madde: 1) koşulu konmuş ve “(1) sözleşmeci devletlerde, bu sözleşme’nin, yürürlüğe girdiği tarihten sonra işlenen suçlara uygulanacağı; (2) bu sözleşmenin yürürlüğe girdiği tarihte zamanaşımına uğramamış olması durumunda uygulanacağı” (Madde 2) hükmü getirilmiş, bir başka deyişle cezanın “geriye doğru yürümesi”ne, başlangıç için bir sınır belirlenmiştir.

Gene aynı, sözleşmenin yukarıya bir kesimi alınan birinci maddesinde, “Soykırımı, önleme Sözleşmesi”nde (BM) tanımlanan “suçların ulusal yasaya göre cezalandırabileceği” koşulu göz önünde tutulur ve kişisel anlamda en büyük ceza olan idam cezasından yargılanan suçlarda, zamanaşımı süresinin Türk Ceza Yasasına göre, dava açılmadığı durumlarda yirmi yıl, dava açıldığı durumlarda otuz yıl olduğu dikkate alınırsa, “Sözleşmenin yürürlüğe girmesinden önce işlenen suçlara”, Sözleşmenin yürürlüğe girdiği 25 Ocak 1974 tarihinden yirmi ya da otuz yıl önce, yani 25 Ocak 1954’ten ya da 1944’ten önce işlenmiş 1949 Cenevre Sözleşmelerinde belirlenen savaş-dışı unsurlara yönelik “ağır suçlar”a ve Soykırım Sözleşmesinde belirlenen “soykırım” suçlarına da zamanaşımı uygulanamayacağı açıklığa kavuşmuş olur.

“Ermeni iddialarının, soykırım tanımının yapıldığı 1948 tarihli BM sözleşmesi kriterlerine uymadığını” söyleyen İngiliz Çevre Bakanı Beverly Hughes’ın sözlerinin Avrupa sözleşmeleri açısından da doğrulandığını belirtmek gerekecek. Hughes, İngiltere’nin Ankara Büyükelçisi David Logan ile düzenlediği basın toplantısında, “Hükümetin bu konudaki tavrının değişmediğini”, İngiliz hükümetinin resmi tavrının yalnızca Yahudi soykırımı ve mevcut olaylara yönelik olduğunu belirterek, “Yahudi soykırımı öncesi döneme kesinlikle girilmeyeceğini” söylemişti.16
“Mevcut olaylar” ile BM Soykırım Sözleşmesi’nin 6. (“soykırımla suçlanan kimseler,… ya da yargı yetkisini tanımış olan sözleşmeci taraflar bakımından yetkili uluslararası ceza mahkemesi tarafından yargılanır”) ve 9. (“bir devletin soykırım sorumluluğuna ilişkin olanlar, sözleşmeci taraflar arasındaki anlaşmazlıklar… Uluslararası Adalet Divanı’na sunulur”), (maddelerine dayandırılarak Bosna-Hersek ve Kosova’da Sırpların binlerce Müslüman’ı öldürmüş olmaları dolayısıyla kurulmuş olan “Eski Yugoslavya için Uluslararası Mahkeme” ve “Ruanda için Ceza Mahkemesinin imlendiği açıktır. Bu vargı, “İnsanlığa Karşı Suçların ve Savaş Suçlarının Zamanaşımına Uğramazlığı Avrupa Sözleşmesi”nin (25 Ocak 1974) 2. Maddesinin 1. Fıkrasında yer alan “Sözleşmeci Devletlerde, bu sözleşme, yürürlüğe girdiği tarihten sonra işlenen suçlara uygulanır” koşullarına uygun bir vargıdır. İngiliz Bakan Hughes’ın “Yahudi soykırımı öncesi döneme kesinlikle girilmeyeceği” vargısının ise, aynı Avrupa sözleşmesinin (1974) gene 2. Maddesinin 2. Fıkrasında yer alan “Bu sözleşme,

16 Hürriyet, 23 Ocak 2001.

yürürlüğe girmesinden önce işlenen suçlara, sözleşmenin yürürlüğe girdiği tarihte, zamanaşımına uğramamış olması durumunda uygulanır” koşuluyla örtüştüğü gözardı edilmemek gerekir.

Özellikle, Birleşmiş Milletler “Soykırım Suçunun Önlenmesi Sözleşmesi”nde “bir devletin soykırım fiillerine karşı sorumluluğuna ilişkin olanlar dâhil, bu sözleşmenin yorumlanması, uygulanması ve yerine getirilmesine ilişkin olarak sözleşmeci taraflar arasındaki anlaşmazlıkların Uluslararası Adalet Divanı’na sunulması” koşulu (Madde: 9) yer alırken, niteliği ne olursa olsun tarihte işlenmiş ve o zaman da suç oluşturan bir fiilin, Soykırım Sözleşmesi kapsamına alınması amacıyla, ülkelerin ulusal meclislerinden yasa çıkartılması, bir başka deyişle yasa uygulayıcının görevini yasa koyucunun üstlenmesi, “gerçek demokrat” olanlara nasıl görünür bilmem, ama bana oldukça absürd geliyor.