“Bilimin önünde eğileceği tek şey, nesnel gerçekliktir.”
İnsanlığın sınıflı topluma geçmesiyle ideolojiler doğdu. Bu ideolojilerin ortaya çıkışı ise üretim araçlarının gelişiminin bir sonucuydu. Üretim ve bölüşüm ilişkilerine hâkim olan sınıf, toplumdaki diğer sınıfları da ikna etmeye mecburdu çünkü üretim ve bölüşüm ilişkileri yalnız kılıç gücüyle yönetilemezdi. O yüzden bu ilişkilere hâkim olan sınıfın ideolojisi bir çeşit rıza üretimini sağlıyordu. Elbette toplum içinde razı olmayanlar, getirilen ideolojiyi kabul etmeyenler vardı. Tarihsel dönem içerisinde rıza göstermeyenler, karşı bir ideolojiyle ya toplumu dönüştürerek ve üretim araçlarını geliştirerek hâkim konuma geldiler ya da tam aksine, gerici bir konuma düşerek tarih sahnesinden silinip gittiler.
Metalaşan ve Yüzeyselleşen Bilgi
Artık son demlerini yaşadığımız tüketim toplumu da sadece askeri ve ekonomik güçle değil, bir kültürel hegemonya ile benliğimize işledi. Teknolojik gelişimle birlikte çağımıza “bilgi çağı” dendi. Fakat bu bilgi kolay erişilebilir olmasının yanı sıra, kolay tüketilebilen bir meta haline geldi. Üstelik bu bilgi, bilimsel ölçütlerle değerlendirilerek ve eleştirinin süzgecinden geçirilerek sunulan bir bilgi biçimi değildi. Tam aksine yalanları, çarpıtmaları ve yanlışları barındıran bir biçimdeydi.
Kapitalizmin, son aşaması olan emperyalizme dönüşmesiyle birlikte, bilim-teknoloji ilişkisinde teori adım adım gözden düşmeye başladı, bilimin genel olarak hayatla olan ilişkisi karartılarak, Aydınlanma ile olan bağlantısı budandı. Bilim, çıkarımları yalnızca kendi dar alanında geçerli, teknik nitelikte bir etkinliğe indirgendi. Bilim, emperyalist sistem altında öncü ve yol gösterici konumunu yitirerek, teknolojiye tabi artçı bir etkinliğe dönüştürüldü.
“Bilgi Çağı”nın bilgi anlayışına göre, hemen ve dolaysız olarak kâra, siyasal ya da askeri güce dönüşen bilgi makbuldür. Getirisi dolaylı ve uzun erimde ortaya çıkacak bilgiler, onların “depolama” masraflarını karşılamak isteyen kimse olmadığı için, artık “çağ dışı” hale geldi. Bilgi, kamu değeri niteliğinden arındırılıp bütünüyle özel bir metaya dönüştürülmüş oldu.
Daha da önemlisi, kapitalist sistem altında önce salt bir üretici güce indirgenen bilimin giderek üretimle olan ilişkisinin de daraltılmaya başladı. Çünkü mali sermayenin üretim üstündeki egemenliğinin giderek pekişmesiyle birlikte, emperyalist sistem altında üretim yerine “paradan para kazanma” kârın esas kaynağı haline geldi. Ancak mali sermayenin önünü açan ve dünyayı haraca bağlamasını olanaklı kılan gücün içeriği, ekonomiden çok “yaptırıma dayanıyor. O zaman bilim ve teknolojinin de giderek üretimde cisimleşen bir yapma gücünün değil, mali sermaye egemenliğinin bekçiliğini yapacak olan bir yıkım gücünün hizmetine koşulması gerekti. Bugün yaşadığımız “yapay zekâ”ya yönelik teknolojik atılımın tetikleyicisi işte bu süreç oldu.
Bugün metalaşan bilgi, tükettiğimiz gıdalar gibi katkı maddelidir. Bu bilgi duyarlılıklarımızı harekete geçiren sözcüklerle ifade edilmekte, daha doğrusu pazarlanmaktadır. Yine günümüzdeki çürümenin etkisiyle bir yüzeyselleşmeyle karşı karşıya olduğumuzu da belirtmek gerekir. Hızla tüketilen bu çeşit bilgi yine hızla niteliğini de kaybetmektedir. Çünkü onu var eden toplum düzeni çürümektedir. Metalaşan ve yüzeyselleşen bilginin formülü şudur:
- Eser miktarda doğruluk payı olan bilgi kırıntısı (Örneğin, Uygur Türkleri hakkında yapılan kara propagandada kullanılan görüntülerde işkencenin olması ancak görüntünün başka bir Asya ülkesine ait olması. Doğruluk payı olan bilgi, söz konusu görüntünün olmasıdır.)
- Duyarlılıklarımızı harekete geçiren öğeler: Söz, ses ve görüntü
- “Uzman kişilerin” yorumu
- Bu bilgiye karşı çıkan sahte argümanlar ve sahte çelişkiler
Tekelleşen Bilgi
İnternet hayatımıza girmesi ve gelişmesiyle bilginin yayılma hızı ve yaygınlığı da arttı. Şüphesiz bu gelişme insanlık tarihinde matbaanın icadı gibi bir olaydır. Ancak bilgi yine de tekellerin pençelerinden kurtulamadı. Eski dünyada bilgi ve kültür esas olarak hâkim sınıfların, feodal beylerin, kralların, ağaların elindeydi. Bugün de bilginin kaynağı ve kontrolü -baş aşağı gitmekle birlikte- küresel sermayenin ve emperyalist ülkelerin elindedir. Kullandığımız sosyal medya platformlarından tutun da haber sitelerinin, ajansların ortak bilgi kaynağına kadar bize ulaşan bilgi kontrol altındadır. Zaten öyle olmasaydı bugün Türkiye’de ne Uygur yalanları kendisine yer edinebilirdi ne de pandemi sürecinde Çin hatta Asya düşmanlığı yapılabilirdi. Belirttiğimiz gibi bilgi üzerindeki bu tekelleşmenin etkisi ABD’nin tek kutuplu dünya sisteminin çöküşe geçmesiyle birlikte günden güne azalmaktadır.
Tüketim Toplumunda Eleştirinin Yeri
Emperyalizmin rıza üretimi olan neoliberalizm, tüketim toplumunu ayakta tutmak için tam olarak böyle bir bilgi biçimine ve sunumuna ihtiyaç duyar. Aynı zamanda bu pazarladığı bilgi ve kültürü daha etkili ve inandırıcı kılmak için sahte karşıtlıklar yaratır. Böylelikle tüketim toplumuna razı olmayanlara bir alan bırakmayarak ve toplumun rıza göstermeyen kesimlerini kendi kontrolü altında tutar. İşte tam da bu yüzden neoliberalizmde “eleştirmenler” kutsaldır. Ancak hangi eleştirmenlerdir bunlar?
Genellikle bu meseleyi bir aydın sorunu içerisinde ele alsak da eleştiri kültürüyle de bağlantılıdır. En başta şunu söylemek gerekir: Bu türden eleştirmenler kendilerini “tarafsız” ilan ederek bir çeşit “kurtarılmış bölge” yaratır ve yaşamını bu bölgede sürdürür. Yumurta küfesi onlar için ağırdır. “Ben tarafsızım” demek samimi olanların ya da öyle görünenlerin kaçış noktasıdır. En samimi olanları işte bu tavırla kendilerini küfede taşıyan hamallara karşı sorumsuzluk içindedir. Ancak o “tarafsızlık”, tüketim toplumuna rıza üretmenin örtüsüdür. Sistem onları zaman zaman öne çıkarır, zaman zaman bazı yaramazlıklarına göz yumar. Bunun sebebi basittir: Amaç, yeni bir arayış içine giren toplumun tatmin edilmesi, tepkilerin örgütlü bir kuvvete dönüştürülmeden sönmesini sağlamaktır. İşte bu tipte aydınlar ve eleştirmenler sistemin ihtiyaç duyduğu karşıt değerler için gereklidir.
Tekelleşen Eleştirinin Dokunulmazlığı
Sistemin karşıt değerlere de mecbur olduğunu belirmiştik. İşte tam da bu yüzden neoliberalizm eleştiriyi de kendi tekeline almak zorundadır. Elbette bu eleştiriler bizim anladığımız anlamda değildir. Yani düzeni değiştirmeye yönelik değildir. Birçok surette karşımıza çıkarlar. Bazen “amalı, fakatlı”; bazen “çok duyarlı” ve hatta bazen çok “vatansever”dir. Yerine göre akil bir üsluptadır yerine göre de veryansın eder.
Üstelik bu eleştirmenlerin ve eleştirini dokunulmazlığı vardır. Çünkü bu rıza üretiminin karşıt değer bölümünde –bilerek ya da bilmeyerek- görev alanlar ya saygın kişilerdir ya da geçmişte “mağdur” edilmişlerdir. Akildirler ve onların etrafında müritleri vardır. Onlar istedikleri gibi beğenmedikleri kişilere ve kurumlara oklarını fırlatabilir, kılıçlarını savurabilirler. Ancak kimse onlara dokunamaz, cevap hakkını kullanamaz. Kullanırsa “tarafsız bölgeden” aforoz edilir. Hakikatleri konuşmak, fikirleri tartışmak işine gelmiyorsa konuyu kişiselleştirebilir ve dilinden düşürmediği nezaketin, centilmenliğin dışına çıkabilir.
Ama yine de kendi müritlerince savaşta yaralanmış asil birer şövalye olarak kalmaya devam edeceklerdir.
“Fikir Özgürlüğü” yalnızca onların dokunulmazlığı için vardır. Bu yalnızca politik düzlemde böyle değildir. Kültürel hayatımızda da durum benzerdir. Dokunulmaz “kültler” vardır. Mesela George Orwell’in Hayvan Çiftliği’ni ya da 1984’ünü eleştirmek ayıptır. Ya da Kürk Mantolu Madonna Sabahattin Ali’nin en kötü romanıdır diyen bir kişi o çevrelerden hemen aforoz edilebilir. Bu bir çeşit tarikatlaşma da yine tüketime toplumun ikna olması içindir. Bu çevreler için hakiki eleştirmenler vurulmalıdır.
Tarih bugüne kadar geri olanın, kendine hayat hakkı arayanların “haklılığına ikna olup” yolu açtıklarına tanık olmamıştır. Emperyalist sistem, kendi güdümündeki güçlerin “gerici iradesi”ni kırma mücadelesi her yükselişe geçtiğinde hemen sahte barış sloganlarına sarılır. “Barış” bütün insanlığın özlemini yansıtan değerli bir kavramdır. Ama savaşın körüğünün sürekli çalıştırıldığı bir ortamda savaşın kaynağı kurutulmadan barışa ulaşılamayacağı üstünde yaşadığımız yerküreye ait bir olgudur. Emperyalist sistemin iradesini kırmadan “sihirli bir değnek”le “dört başı mamur bir barış”a ulaşmak, ancak hayatın dışında bir olgudur.
Nazım Hikmet belki de Resimli Ay’da bu yüzden “Putları Yıkıyoruz” demişti. Şimdi o putların yıkılacağı günlerin sancılı doğumunu yaşıyoruz.