Ana Sayfa Parti Tarihi PSİKOLOJİK SAVAŞA KARŞI MÜCADELE

PSİKOLOJİK SAVAŞA KARŞI MÜCADELE

2500

PSİKOLOJİK SAVAŞA KARŞI MÜCADELE
Ferit İlsever, Nisan 2014


BİRİNCİ BÖLÜM

Psikolojik savaş nedir, nasıl uygulanır?
Psikolojik savaş sınıflı toplumun, özellikle emperyalist sistemin (Mafya-Gladyo sisteminin) kavramıdır. Ezen sistem bu kavramı kullanır. Ezilenler ise propaganda ve ajitasyonu bilir. İnsanlığın hedefi olan eşit ve sınıfsız toplum gerçekleştiğinde, psikolojik savaş ↔ propaganda ve ajitasyon olgusuna gerek kalmayacak. Çünkü gerçek ve insanların gerçeğe ulaşma hakkı ve olanağı hâkim hale gelecek. Yani olguları, eşit insanların eşit değerlendirme özgürlüğü olacak.

Psikolojik savaşın temel görevi gerçeği değiştirmektir. Saptırma, çarpıtma, aldatma sanatı… Adeta bir “Yalan Makinası”dır. Kendi belgelerinde yazılıdır: Kontrgerilla’nın iki psikolojik savaş türü vardır: Siyah Propaganda ve Gri Propaganda! Özetle; yalanlar ve şayialar…

Psikolojik Hareket, Psikolojik Savunma gibi kavramlar, “savaşı” örtmek için kullanılır. Tek doğru kavram, Psikolojik Savaş’tır. Çünkü GÜCE dayanır, sınıf savaşının veya milli savaşın bir yönünü oluşturur. Güç dediğimiz DEVLET’tir. Bugün, Mafya-Gladyo diktası! ZOR, ikna eder, daha doğru ifadeyle, boyun eğdirir! Bizim açımızdan ise GÜÇ, Yalan Makinasını parçalamayı hedefler. Mafya-Gladyo diktasının yıkılmasını…

Psikolojik savaş harbin bir parçası olarak sözlüklere girdi. Emperyalist sistem bugün bunu günlük hayatın parçası haline getirdi. Gladyo Merkezi 1950’den sonra bunu kendi ifadeleriyle bir “Bilim” dalı haline soktu, “antropoloji, sosyoloji, psikoloji”den yararlanarak… Belgelerinde açıkça hedeflerinin BEYİN YIKAMAK olduğunu vurgularlar. Bütün savaşlar insanla kazanılır. Önce, “Düşmanın beyni ele geçirilecek” derler. Bu ise sadece sözden ibaret bir faaliyet değildir. Yani tek silahları medya değildir. Esas silah iştir, eylemdir. Ergenekon operasyonunu düşünün. “Tek kurşun atmadan TSK’yi teslim aldılar.” Bu nasıl oldu? Elbette propagandayla, yanı sıra sahte belgelerle, gömülü silah ve mühimmatla, Danıştay Cinayeti yalanlarıyla vb.

Gladyo Merkezi, yukarıda özetlediğimiz hedefe ulaşmak için yapılacakları, “Politik, askeri, ekonomik ve ideolojik faaliyetler” olarak belirtir. Bu “faaliyetler” ise belgelerinde şöyle özetlenir: “Sulh ve Sükûnu Ana Dava Haline Getirmek”/ “Bu Amaçla Şuursuz Terörizm, ya da Seçilmiş Terörizme Başvurmak”/ “Önderlerin Yok Edilmesi”/ “Sahte Reform Vaatleri”/ “Kurtuluş Hareketini Bölmek”/ “Sanki İsyancılar Yapıyormuş Gibi Yağma, Irza Geçme vb. Olaylara Girişmek”/ “Asilerin Kesin Sonuçlu Harekâta Zorlanması”/ “İsyancılar Arasına Ajan Sokmak”/ “Sabotaj ve Soygun Yap”/ “Çetecileri Başıboş Dolaşan Haydutlar Haline Getir” vb.

Psikolojik savaşın en önemli ilkelerinden biri halktan gizli yürütülmesidir.

İKİNCİ BÖLÜM

Psikolojik savaşın örgütlenmesi ve Gladyo’yla mücadelemiz
Psikolojik savaşın yürütüldüğü merkez, Gladyo’dur. Gladyo tarihine kısaca göz atalım:

• Soğuk Savaş dönemi: 1950-1990
Gladyo’nun operasyon örgütü, NATO’nun Brüksel’deki merkezinde üslendi. Türkiye’de ise önce Seferberlik Tetkik Kurulu’nda, sonra Özel Harp Dairesi’nde…
Soğuk Savaş aslında tam bir Psikolojik Savaş’tı. Bu merkez psikolojik savaşı “bilim” haline getirdi ve Sovyetler Birliği’ni kuşatmak, Avrupa’yı denetim altında tutmak için “Antikomünizm” silahına sarıldı.
Partimiz bunlara Türkiye’de Milli Demokratik Devrim stratejisiyle yanıt verdi.
Gerçekten de bu mücadelenin 12 Mart ve 12 Eylül saldırılarının püskürtülmesinde çok önemli rolü oldu.

• 1990 sonrası: Sovyetler Birliği’nin çöküşü
ABD önce Yeni Dünya Düzeni sonra Büyük Ortadoğu Projesi diye adlandırdığı saldırı eylemleriyle dünyanın tek efendisi olma rolüne soyundu. Bölgemizde en ağır Gladyo saldırıları dönemi… Bu koşullarda Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) bir ölçüde milli niteliklerine geri döndü. Gladyo sözcüleri bu durumu, “TSK hizadan çıktı” yorumlarıyla saptadı. Dünyada ezen, ezilen çelişmesi bütün çelişmelerin önünde, belirleyici duruma geldi. Gladyo bu koşullarda operasyon merkezini Emniyet’e taşıdı. Emniyet’teki Fethullahçı örgütlenmeyi de kullanarak Fethullahçı Gladyo’yu kurdu.

• Ve bugün…
ABD bölgemizde yenildi. Türkiye’de de, yükselen halk hareketiyle birlikte Gladyo Merkezi dağılıyor. Türkiye ve dünyada son çırpınışlarını yaşıyor. Fethullahçı Gladyo dağılıyor, ancak kalanlar halen yine ağırlıklı olarak Emniyet içinde örgütlü. Yanı sıra TSK ve MİT içinde de örgütleri bulunuyor.

Gladyo ve psikolojik savaşla mücadelemizin köşe taşları ise şöyle özetlenebilir:

İlk çarpışmayı 12 Mart ve sonrasında yaşadık. İlk başarımızı 12 Mart döneminde Mamak Cezaevi’ndeki mücadelemizle elde ettik. 1978-79’da Aydınlık günlük gazetede yürüttüğümüz “Kontrgerilla Kampanyası” ile bu karanlık örgüte büyük darbe indirdik. Kontrgerillanın 5 Haziran 1977 Darbesini püskürttük (Partimiz, 5 Haziran 1977’de yapılacak genel seçimlerden önce Gladyonun darbe girişiminde bulunacağını ve 1 Mayıs’da kanlı bir tertibe girişeceğini kamuoyuna haber vermiş; sonrasında da tertipçileri açıklamıştır). Partimiz bu mücadele döneminde ilk kez, “Büyük Güçlerle Mücadele Alanına Çıktık” değerlendirmesini yaptı.

İkinci çarpışmayı 12 Eylül’de gerçekleştirdik. Daha 12 Eylül olmadan, faşist darbenin geldiğini saptadık ve Milliyetçi Cephe Hükümeti’nin istifa ederek, TBMM’nin darbeye karşı yeni bir hükümet oluşturmasını savunduk. Sonrasında, Mamak Cezaevi’nde mücadelemizi sürdürdük. 12 Eylül’den çıkış döneminde, Birinci MİT Raporu (1986-87) ile bu çıkışı kolaylaştırdık. 89′ Bahar eylemleri (1989 Mart-Nisan-Mayıs aylarında, yüzbinlerce işçinin sokaklara çıkması, direnmesi ve haklarını elde etmesiyle sonuçlanan işçi hareketi) ve büyük işçi hareketine (Bahar eylemlerinden alınan güçle, ertesi yıl Zonguldak’ta yapılan Büyük Madenci Yürüyüşü) önderlik ederek, Özal Hükümeti’nin yıkılmasını sağladık. Bu hatırlatmayı özellikle şunun için yapıyorum: Devrimci sürecin ilerlemesi sadece karşı güçlerin saldırısını püskürtmekle olmuyor, daha çok kendi mücadelemizi gerçekleştirmekle oluyor.

Üçüncü çarpışmamız ise, BOP Eşbaşkanlığı Darbesi öncesi ve sonrasındadır. Cumhuriyet mitingleri döneminde daha 2007’de Türkiye’nin bir Devrim Dönemine girdiğini saptadık. Daha sonra Gladyo Merkezinin Ergenekon vb. saldırılarıyla mücadele ettik. Düşman kuvvetleri yenilgiye uğrattık. Böylece Düşman cephenin parçalanmasını sağladık. Ve bugün Partimiz, Türkiye’de geleceği temsil eden Üçüncü Odağı oluşturuyor. Yaşadığımız iktidar boşluğunu Milli Hükümetle doldurma hedefine kararlılıkla yürüyoruz.

Bugün dağılmaya yüz tutan Gladyo Merkezi, Partimize karşı dört temel sorunda psikolojik savaş yürütüyor:

1. “F-Tipi’ni dağıtalım” diyoruz / “AKP ile işbirliği yapıyorsunuz” diyorlar,
2. “PKK silah bıraksın, kendini dağıtsın” diyoruz / “Apo’ya özgürlük istediler” diyorlar,
3. “Türkiye bu karanlıktan halk hareketiyle çıkacak” diyoruz / “Halk hareketi, Paralel Yapının tertibi” diyorlar,
4. “Millet-Ordu beraberliği” diyoruz / “Darbeci” diyorlar.

Bütün bunlara rağmen eski güçleri yok, ZAYIFLIYOR ve KAYBEDİYORLAR!

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

Psikolojik Savaşla Mücadele
Bu mücadelede başarı kazanmanın ilk koşulu, önce, SAVAŞ MEVZİİNDE olmaktır. Buraya kadar anlattıklarımızdan da anlaşılacağı üzere, psikolojik savaş bir savaş türüdür. Öyleyse bununla mücadele, iktidar hedefiyle yürüttüğümüz büyük mücadelenin en ileri mevziini oluşturmaktadır.

İkinci vurgumuz, bu savaşı yönetecek ÖNCÜ, KURMAY merkezedir. Bilimsel, çağdaş, demokratik esaslarda, FEDAİLER PARTİSİ… Evet, büyük tecrübe birikimi, örgütlü ve disiplinli özellikleriyle VATAN PARTİSİ.

Üçüncü vurgumuz, yukarıda örneklediğimiz, düşmanın psikolojik savaşını püskürtmekle, kendi gündemimizi oluşturmak ve gerçekleştirmek arasındaki ilişkide, ikinciye önceliği vermek.

Ve son olarak, GÜÇ OLMAK, GÜÇLE KAZANMAK! Gücün en güzel ifadesi “Yerel İktidarlardan, Milli Hükümete” politikamızdır. Ve tabii bu amaçla, “Kitle Mücadelesine Önderlik” ile “Halkın Örgütlü Gücü” nün özellikle altını çiziyoruz.

SORULAR

1. Psikolojik savaş niçin halktan gizli yürütülür?
2. Vatan Partisi bugün Tayyip Erdoğan ile işbirliği yapmakta mıdır?
3. Vatan Partisi bugün Abdullah Öcalan’ın affını savunmakta mıdır?
4. Yıllarca Partimizi “ihbarcı” vb. diye suçlayan sahte “sol” örgütlerin bugün niçin sesi çıkmıyor?
5. Bir yandan Partimiz “Devrim dönemine girdik” derken, diğer yandan Cumhuriyet tarihinin en ağır saldırıları olan Ergenekon, Balyoz vb. tertipleri, 2008’den sonraki döneme nasıl damgasını vurdu?

BU DERSİN EK NOTU: PSİKOLOJİK SAVAŞ-Hasan Yalçın ve Önsöz (Doğu Perinçek)

EK NOT: PSİKOLOJİK SAVAŞ
Hasan Yalçın, Psikolojik Savaş, Kaynak Yayınları, Mart 2006
Hasan Yalçın, “İşçi Partisi’ne yönelik iftiraların kaynağı: Psikolojik Savaş”. (Teori dergisinin Mart 1995 sayısında yayımlanan makalenin dördüncü ve son bölümü)

ÖNSÖZ

Anlamlıdır: Son 20 yılın medyasında, İşçi Partisi ve Doğu Perinçek dışında, “solcuyum” diyen örgüt ve liderleri hedef alan tek bir yazı bulamazsınız. Emperyalizmin güdümündeki holding gazete ve dergilerini tarayınız; liboş, Fethullahçı, ırkçı köşe yazarlarını sabırla okuyunuz; İşçi Partisi dışındaki sosyalist sol örgütlere karşı tek satıra dahi rastlamayacaksınız. Sanırsınız ki, bütün çamurlar, İşçi Partisine atmak için imal edilmiştir.
Çarpıcıdır: Süper NATO’nun Türkiye’de sosyalist sola karşı yürüttüğü psikolojik savaşta tek bir görev belirlenmiştir: İşçi Partisini yıpratmak! Başka da bir hedef yoktur. “Vardır” iddiasında bulunan, tek bir sayfa yazı getirsin! Arşivler ortadadır, diğer sol örgütlerin esamisi okunmaz, liderlerinin adı bile bilinmez.
Uyarıcıdır: Diğer bütün sol parti ve örgütler, en sonunda İşçi Partisi’ni kuşatan unsurlar olarak değerlendirilir. O kadar ki, ister bireysel terör yapsınlar, ister anarşist olsun, ister ‘komünistlik’ taslasınlar, en sonunda hepsi satranç tahtasında, emperyalist sistemin piyonları olarak yer alırlar.

ONLARA DÜŞMANLIK YAPILMAZ; ONLARIN OKŞANMASINA ÖZEN GÖSTERİLİR; HATTA ONLARIN PARLATILMASI, SİSTEMİN BULDUĞU ÇARELERDEN BİRİDİR.

ONLARIN DÜŞTÜĞÜ YOLUN ÇIKMAZ OLDUĞU BİLİNİR.

SOLCU VE DEVRİMCİ OLACAKSANIZ, SİSTEM SİZE O ÇIKMAZLARDA ÇIRPINMAYI BİR KAHRAMANLIK OLARAK GÖSTERİR.
SİSTEM İÇİN BÜTÜN MESELE, EMPERYALİZMİ HEDEF ALAN, MİLLETİ BİRLEŞTİREN, İŞÇİ VE KÖYLÜ KİTLELERİNİ SEFERBER ETMEYE YÖNELEN, ÖRGÜTLÜ VE AKILLI BİR MÜCADELENİN GELİŞMESİNİ ÖNLEMEKTİR.

Kuşatılması, yıpratılması, bölünmesi gereken solculuğun adresi, bu nedenle hep İşçi Partisi’dir. Emperyalist ve gerici merkezler, ÖDP, EMEP, TKP, SDP ve sözüm ona yasadışı görüntülü örgütlerin hepsini İşçi Partisi’ne karşı dolaylı müttefik olarak görmektedirler.

Süper NATO’nun güdümündeki medya, yalnız Türkiye’de değil, dünyanın her yanında, Türkiye solu denince, yalnız İşçi Partisi’ni ve önderini hedef almaktadır. ABD, Avrupa ve diğer ülkelerin yayınlarına bakınız, arama motorlarından giriniz, hep aynı gerçekle karşılaşacaksınız. İstisnalar kaideyi bozmaz denir; ancak bu gerçeğin istisnasını da bulamayacaksınız. Psikolojik savaşın kaidesi, o kadar muhkem kaidedir. Disiplini o kadar sağlam disiplindir!
Süper NATO’nun psikolojik savaş merkezi, mızrağın ucunu İşçi Partisi’ne ve Doğu PERİNÇEK’e yönelten politikasını, daha Marmara Brifingi’nde belirlemiştir. Marmara Brifingi, 12 Mart döneminde, 3 Kasım 1972 günü Ankara’da Marmara Köşkü’nde yapılan Devlet Brifingi’dir. Toplantıya zamanın Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay dahil, devlet ricali katılmıştır. Org. Turgut Sunalp’in komutanlığındaki brifing ekibi, devlet büyüklerine gizli bir rapor sunmuştur. Bu raporun “Türkiye’de Aşırı Sol Akımlar ve Anarşinin Oluşumu” başlığını taşıyan 1. bölümünde, “Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi” hakkında şu değerlendirme yapılmaktadır: “Milli Demokratik Devrim stratejisini benimsemiş olmasına rağmen, diğer örgütlerin aksine, terörcü, kendiliğindenci ve aceleci eylemlerden kaçınarak, uzun devrede faaliyet gösteren bu örgüt, aynı zamanda militanı en çok, teşkilatı en yaygın olanıdır(…). Aşırı sol cephenin genç teorisyenlerinin en azılısı, en teşkilatçısı olan Doğu PERİNÇEK’tir(…). İşçi-Köylü-Gençlik kesimlerinin PDA kültürü doğrultusunda bilinçlenmesini hedef olarak seçmişlerdir. Bu gayretlerin sonunda kendilerine sempati duyan bir kitle yaratmaya da muvaffak olmuşlardır.”

Süper NATO’nun 34 yıl önceki saptaması budur. 1980’e kadar İşçi Partisi dışındaki sol örgütler, Süper NATO tarafından çeşitli yollarla denetim altına alınmış ve dolaylı müttefik haline getirilmişlerdir. Denetim altına alınamayan tek örgüt, Türkiye İşçi Köylü Partisi’dir; bugünkü adıyla İŞÇİ PARTİSİ’dir. Süper NATO bağlantılı, milli olmayan bütün strateji ve planlarda saptanan budur. O nedenle psikolojik savaşın soldaki tek hedefi İŞÇİ PARTİSİ olarak belirlenmiştir. Son 20-25 yılın bütün karargâh sözcüleri; Hiram Abas’lar, Mehmet Eymür’ler hep bu saptamayı dillendirdiler. CIA ile ilişkileri artık ayyuka çıkan MİT Daire Başkanlarından Mehmet Eymür, PERİNÇEK karşıtlığının uzmanı haline gelmiştir. Fethullah Hoca’nın Zaman gazetesi, PERİNÇEK’e karşı psikolojik savaş arşivi haline gelmiştir. Hürriyet gazetesinde Hadi Uluengin’e, PERİNÇEK düşmanı yazıları nedeniyle maaş verildiğini bizzat Hürriyet gazetesi yazarları saptamaktadır. Dönekler, İşçi Partisi ve Doğu Perinçek’e karşı yalan kitabı yazmak için Teşkilat’ın kapısında sıraya girdiler. Bir cilt yazana, Datça’da bahçeli bir ev veriyorlar. Devrimci hayatlarında “haber değeri” olmayanlar, dönek olup, Doğu Perinçek hakkında “hatıralar” yazınca, manşetlere yükseltiliyorlar. Bizim Partimizde dalkavuk olmasına izin verilmeyenler, psikolojik savaş merkezlerinin yıldızı olmuşlardır. İşçi Partisi ve Doğu Perinçek’e yönelen psikolojik savaş malzemeleri, toplam yüz klasöre yakın bir hacme ulaşmış bulunuyor.

O yayınlara baktığım zaman, ne Partimi tanıyabiliyorum, ne arkadaşlarımı ve ne de kendimi. İşte psikolojik savaş budur ve teorisini yapanlar da aynen böyle tanımlamışlardır.

Partimizin ve Aydınlıkçıların geçmişlerine niçin bu kadar önem verilmektedir? Aydınlıkçıların tarihi, psikolojik savaş merkezlerinde niçin en önemli araştırma konusudur? Niçin en büyük yalanlar, Partimize karşı üretilmektedir? Niçin böylesine çaplı bir uydurmacılık aygıtı kurmuşlardır? İşçi Partisi’ne ve önderlerine bunca saldırı, sisteme ne kazandırıyor?

İşte bizim gücümüz, bu soruların cevabındadır. Bizim etkimizin büyüklüğü, psikolojik savaşın boyutlarıyla ölçülebilir. İşçi Partisi’nin Türkiye’de emperyalizme karşı biricik seçenek olduğu, bu büyük gerçekte yatar. O nedenle bize karşı, psikolojik savaşın azaldığını görmek, bizi kahreder. İşte o zaman kendimizi sorgularız; hatamızı bulmaya çalışırız.

Oysa bizim saflarımızda bu psikolojik savaştan yakınanlar vardır. Emperyalizmin elindeki medyanın büyüklüğüne sık sık gönderme yaparlar. Ben bu arkadaşlara hep Kurtuluş Savaşı örneğini anlatırım. İstanbul’da Mustafa Kemal Paşa’ya küfreden, Kurtuluş Savaşı’mızın bozguna uğradığına, hatta Mustafa Kemal Paşa’nın esir edildiğine dair her gün yalan haberler yayınlayan kaç gazete vardı? Sayısını ben bilmiyorum. Ama güya büyüktüler; alımlıydılar; çalımlıydılar; baskıları çoktu. Arkalarını emperyalist büyük devletlere dayamışlardı. Mustafa Kemal Paşa’nın ise, Ankara’da elinde bir tek kırık pedallı ‘Hâkimiyeti Milliye’ vardı.

Diyelim ki kuvvet dengesi 40 yalana karşı 1 gerçekti. 40, her zaman 1’den büyük değildir. Tek gerçek, kırk yalanı her zaman yenmiştir. Erzurum’dan, Kars’tan atılan Antep, Urfa ve Adana’dan sürülen, İzmir’den denize dökülen yalan, 21. Yüzyıl’da boyanıp, yeniden gerçek haline getirilebilecek midir? Bu soruya cevap verip, psikolojik savaş elemanlarının moralini bozmayalım. Onlar da belki insandır.

İşçi Partisi, neredeyse 40 yıldır Süper NATO’nun psikolojik savaşıyla boğuşmaktadır. Boğuşa boğuşa zırhlandık. Partimizde, psikolojik savaşa karşı bir uzmanlık birikimi oluştu. Ve psikolojik savaşa karşı koyma ustaları yetişti. Bu ustaların ustası Hasan YALÇIN’dır.

Üniversite gençliğinin önderi, halk kitlelerinin örgütleyicisi, teorisyen, parti önderi, parti okullarında öğretmen, hapishanedeki devrimci, Kontrgerilla merkezlerinde sorgulanan partizan olarak Hasan Yalçın, büyük tecrübeler kazandı. Elde edilen birikimin, psikolojik savaşa karşı mücadele cephesinde kuşkusuz özel bir yeri vardır. Kıvrak zekâsıyla, derin bilgisiyle, mücadele azmiyle, dürüstlük ve ahlakıyla, her şeyden önce halka ve Partiye bağlılığıyla, toplam olarak önderlik yetenekleriyle Hasan Yalçın, psikolojik savaşa karşı mücadelenin baş ustasıdır. İşte bu kitap, o baş ustanın birikimini yansıtmaktadır.

Yalanla nasıl mücadele edilir? Sınıflı toplumun, ikiyüzlülük ve uydurmacılık tarihinin büyük sorunlarından biri de budur. Yalan’ın, psikolojik savaş uzmanlarına göre, binlerce seçeneği vardır. Onlara göre, yalanın seçeneği yine yalandır. O yalan yerine, bu yalan konabilir. DEVRİMCİYE GÖRE, YALANIN TEK SEÇENEĞİ BULUNMAKTADIR: DOĞRU! Aydınlıkçılara “Doğrucu Davut” denmesinin bir nedeni de budur.

Hasan Yalçın, bu kitapta, psikolojik savaşa, ancak doğru bilgiyle karşı konacağını ispatlamaktadır. Türkiye’mizde ne yazık ki yalan o derece geçerli olmuştur ki, doğruyu savunmak da sorgulanır. Aydınlıkçıların en çok karşılaştıkları sorulardan biri budur: BİLGİLERİNİZİ NEREDEN ALIYORSUNUZ? Oysa bilgi, dünyayı değiştirmek için gereklidir ve aynı zamanda yalanla mücadelenin biricik silahıdır. “Hayatta en hakiki yol gösterici”, bu nedenle “bilim”dir. Psikolojik savaşta uzmanlık, bilimsel bir uzmanlık değil, bir tür sihirbazlıktır; üçkâğıtçılıktır; aldatma yeteneğinin geliştirilmesiyle elde edilir. Psikolojik savaşa karşı uzmanlık ise, bilimle olur. O da yetmez, cesaret de gerekir. Gerçeği savunmak, her zaman, ama özellikle tarihin sıçrama dönemlerinde, cesaret ister.
Psikolojik savaşa karşı mücadele, o nedenle aynı zamanda bir cesaret işidir.

Bu kitapta Hasan Yalçın’ın derin bilgi birikimini ve gücünü halka ve devrime bağlılıktan alan cesaretini göreceksiniz. Bir eğitim kitabı sunuyoruz, Türkiye aydınına ve devrimcisine…

Birden aklıma şu soru geldi: Süper NATO’nun psikolojik savaş uzmanları da, bu kitaptan yararlanırlar mı? Orasını tam bilemem, ama Hasan Yalçın’ın önünde eğilmekten başka yapabilecekleri bir marifetleri yoktur.
Namık Kemal, “Felek bütün cefasın toplasın gelsin / Dönersem kahpeyim millet yolunda bir azimetten” demişti. Psikolojik savaş merkezi bilmektedir ki, böyle bir gelenekle çarpışmaktadır. Bütün yalanlarını toplasın gelsinler, cümle fesat ve fitnelerini üretsinler, hafif kalır! Çünkü yalan ve fesatla doğruyu değiştirme başarısına ulaşmış tek bir örnek bulunmamaktadır.

Doğu Perinçek
Gayrettepe, 12 Mart 2006
PSİKOLOJİK SAVAŞ
Hasan Yalçın

Öğrenci Kimliği Olan Herkese Öğrenim Hakkı

Şimdi unutuldu gitti ama 12 Eylül öncesinde bir de şu veya bu grubu okullara sokmama politikası vardı. Kendini güçlü hisseden grup “Bu okula faşistler giremez” sloganıyla işe girişiyor, sonunda kendisinden olmayan herkese karşı terör uygulama noktasına varıyordu. Bu politika da, kendinde halka şiddet uygulama hakkı gören çizginin ürünüydü. Üstelik Türkiye çapında bir güç hesabına da dayanmıyordu.

Bugünkü düzen içinde devrimcilerin okullara kimin girip kimin giremeyeceğini sürgit belirlemelerine olanak yoktu. Bu çizgi, sonunda devrimci öğrencileri okullara gidemez duruma getirecekti. Doğru politika herkesin okullara özgürce gidebilmesini savunmaktı, gençlik yığınlarıyla devrimciler ancak bu temelde buluşabilirdi. Aydınlıkçılar bu görüşleri dile getirdiler, “Öğrenci kimliği olan herkese öğrenim özgürlüğü” sloganını ortaya koydular. O dönemde bu slogan yeteri kadar sınıfsal bulunmamış, hatta “Siz MHP’lilerin okuma özgürlüğünü savunuyorsunuz” şeklinde saldırıya uğramıştı. Zaman Aydınlıkçıların ne kadar haklı olduğunu gösterdi. Mesele şunun bunun özgürlüğünü ortadan kaldırmak değil, devrimcilerin özgürlüğünü koruyabilmek, geliştirebilmekti.

Bütün bu yanlış politika, uygulama ve eylemlerin sahipleri gerçek bir özeleştiri yaparak, Aydınlıkçılığın hakkını teslim etmek yerine, Aydınlıkçılığa saldırarak suçlarını örtmeyi tercih ettiler. Doğruları savunanları psikolojik savaş malzemeleriyle karalayıp “ajan” veya “muhbir” ilan ederlerse sorumluluklarının azalacağını sandılar. Bunun adı hatada ısrardır. Halktan kopuşu sürdürmektedir. Psikolojik savaşa kendini alabildiğine açmaktır.

Temel Soru: Kitleleri Kim Kazanacak?

İsterse solcu kisve altında yürütülsün, Aydınlıkçıları ve İşçi Partisi’ni hedef alan iftira ve yalan kampanyalarının merkezinde daima CIA, MIT ve Kontrgerilla vardır. Psikolojik savaş aygıtı Aydınlıkçılığı stratejik düşman olarak belirlemiş, Aydınlıkçılara karşı mücadeleyi neredeyse doğasının parçası haline getirmiştir. İstediği kadar silahtan söz etsin, hatta istediği kadar silaha başvursun, kitleleri harekete geçirmeyi esas almayan bir solculuk, psikolojik savaş aygıtları tarafından ciddiye bile alınmaz. Böyle grupları rejim olsa olsa ayağına batan dikenler olarak görür, bunların asla öldürücü bir darbe indiremeyeceğini bilir. Böyle grupları kolayca saf dışı bırakabilir. Sonuçta üstte kalarak halk kitleleri karşısında gücünü kanıtlamış olacağı için bu tür grupların varlığından, kendisiyle mücadelesinden hoşlanır bile.

Bizim bir kısım solcularımız devrimin nasıl bir iş olduğunu hiçbir zaman kavramamışlardır; yaşanmış devrimlerden ders çıkarmazlar. Burjuva devletleri ise, hele işte o “modern” denilen devletler, bütün devrimlerin deneyimini ciddiyetle incelemişlerdir. O yüzdendir ki, psikolojik savaşın bütün teorisi bir tek soru üzerine kuruludur: Kitleyi kim kazanacak! Yöntemler farklıdır ama kitleleri kazanan üstte kalacaktır.

Psikolojik savaş, kitleleri devrimcilerden uzaklaştırmak ve devletin yanında tutmak sorunuyla ilgilidir. Bu yüzdendir ki, kavgası Aydınlıkçılık ve İşçi Partisi’yledir. Çünkü İşçi Partisi kitle devrimciliğidir, bütün hesabını kitleleri kazanmak üzerine yapar, bütün eylemlerinde sadece bu ilkeyi gözetir. Stratejik olarak kazanması mümkün biricik devrimcilik de budur.

Psikolojik savaş aygıtının Aydınlıkçılık dışındaki şu veya bu grupla ilgili olarak uzun süreli hesapları, planları, tecrit kampanyaları yoktur. Onlar hakkında psikolojik savaş yürütmeye gerek duymaz, enerji harcamaz; onları birer polisiye olay düzeyinde ele alır. Bu durumun istisnası gösterilemez. Çünkü bu kadarı o grupları etkisizleştirmeye yetmektedir. Aydınlık söz konusu olduğunda yedi koldan kuşatmalar, yirmi dergiden ve gazete köşelerinden hücumlar söz konusudur. Aydınlıkçılık işte bu nedenle kendisine karşı yürütülen psikolojik savaş kampanyalarında devrimciliğinin kanıtını bulagelmiştir.

Ajanlarla Birlikte

Psikolojik savaş aygıtı, solcu gruplar içine yerleştirdiği ajanları Aydınlık ve İşçi Partisi’ne karşı hep kullanageldi. Aydınlıkçılar tarihleri boyunca birleşici oldular. Önemli birlikler de gerçekleştirdiler. Bu birleşme süreçlerinde ajan faaliyetinin özellikle yoğunlaştığını, birleşecek devrimciler arasına ayrılık sokmak için büyük çabalar harcandığını, bölücü roller üstlenenleri isim isim saptayarak gördüler.

Yalan ve iftira kampanyalarının gruplar içindeki kuşkulu kişiler tarafından körüklendiği bir gerçektir. Hele itirafçılar! İtirafçı rolünde Aydınlık hakkında yazıp çizenler. Son günlerde iki kişi özellikle kullanıldı. Çok dikkat çekici tipler. Biri İşçi Partisi’ne sızdırıldıktan sonra Hıristiyanlığa geçtiği saptanarak disiplin kuruluna verilmiş bir insan; öteki gene bir zamanlar Aydınlıkçılar arasında bulunmuş, daha sonra devrimciliği alenen de terk etmiş, bir zavallı provokatör. Bu ikincisi eskiden devlete ihbarcılık yaptığını da itiraf ediyor. Ama kendi ihbarcılığını Aydınlıkçıların üzerine yıkmaya çalışıyor. Aydınlıkçılara ve İşçi Partisi’ne saldıracağız, proleter devrimcileri tecrit edeceğiz diye kendi aralarında “platformlar” kuran bazı gruplar, işte bula bula bu iki karışık tipi bulup dergilerini onlara tahsis ediyorlar. Onların ağzından konuşmakta olan psikolojik harbin farkında değiller.

Psikolojik Savaş Devrimcilerin Zaaflarını Kullanır

Psikolojik savaş aygıtı Aydınlıkçılığa karşı mücadelesinde doğrudan ajan faaliyetiyle yetinmiyor. Hatta daha da fazla olarak, solcuların zaaflarından yararlanıyor. Türkiye Solu aynı sosyal ve siyasal süreçler içinde uzun yıllar birlikte bulundu. Bu yıllar boyunca karşılıklı birçok ideolojik ve siyasi mücadele yaşandı. Aydınlıkçılık bu mücadelelerde esas olarak sürekli doğru tarafı temsil etti. Çoğunlukla haklı çıktı. Milli Demokratik Devrim-Sosyalist Devrim tartışması; Sovyetler Birliği’nin niteliği meselesi; öncü savaş mı kitle çizgisi mi meselesi; devrimciler arası ideolojik mücadelede şiddet kullanılır mı kullanılmaz mı meselesi; Cumhuriyet Devriminin mirasına karşı alınacak tutum meselesi; Türkiye sosyalist hareketinin tarihi meselesi; legal-İllegal mücadele biçimleri meselesi… İdeolojik mücadelenin belli başlı konularıydı. Ancak her döneme ilişkin siyasi tahlil sorunlarına kadar inen tartışmalar da oldu. Bu tartışmalarda Aydınlıkçıların karşısında yer alan gruplar zaman içinde yanıldıklarını gördüler. Ya eskiden beri doğru görüşü savunuyormuş gibi yaparak yollarına devam etmek istediler; ya da yanlışta ısrar ettiler. Örneğin, legal mücadelenin önemini savunarak Parti yaptıkları için on yıllar boyunca Aydınlıkçıları “Legalistlikle” suçlayan birçok grup şimdi, yasal parti girişimi içinde. Ama “Aydınlıkçılar doğru yapmış” demiyorlar.

Sovyetler Birliği meselesinde de öyle olmuştu. On yıllar boyunca Sovyetler Birliği’nin “sosyalist bir ülke” olduğunu savuna gelen kimi çevreler, gerçek ortaya çıkınca eski yazılarını didik didik edip, oralarda Sovyetler aleyhine birkaç cümle var mıdır arayışına girdiler. Hemen bütün konularda durum aynıdır.

Böyle olunca, Aydınlıkçılığa karşı bu gruplarda bir tür kıskançlık oluştu. Kıskançlığın ötesinde bu çevreler Aydınlıkçılığa neden karşı olduklarını açıklamak zorunda kaldılar. Grup yapılarını sürdürmek için Aydınlıkçılığa bir kulp bulmaları gerekiyordu. O kulpu ise devletin psikolojik harp aygıtları hazırlayıp ilgililerin hizmetine çoktan sunmuştu. Yeter ki kullanılmak istensin, iftira boldu. İnsanları kendi buyrukları altında tutmakta zorluk çeken şefler kolay yolu seçtiler. MIT’in, Kontrgerillanın mallarına sarıldılar. Devrimci fikirleri henüz öğrenen insanları Aydınlık düşmanlığıyla zehirlemekte sakınca görmediler. Gruplarına kazandıkları insanlara ilk eğitim olarak Aydınlık hakkındaki iftiraları anlattılar. Onların Aydınlık fikirleriyle karşılaşıp kendilerini terk etmesini böyle önleyebileceklerini düşündüler. Yalanla eğitilen insanların gerçekten devrimcilik yapmaları mümkün olmadığı için de, sonuçta Türkiye’nin birçok iyi niyetli insanını devrimcilikten uzaklaştırmış oldular. Devrimin güçlenmesini engellediler. Tabii, Aydınlık düşmanlığını aynı zamanda, güçleri yettiğince kitlelere de götürdüler.
Karşılarına her yerde, Aydınlıkçılardan ne farkınız var, niye İşçi Partisi’ne girmiyorsunuz da böyle ayrı girişimlerde bulunuyorsunuz, sorusu çıkıyordu. Aydınlıkçıların, İşçi Partisi’nin etkilediği insanları ikna edecek devrimci bir fikre sahip değillerdi. O zaman iftiraya el attılar, karalama yoluna gittiler. Halk içinde yaygın masal kültürüne yaslandılar. Gerçek bilgi yerine masallarla avunmayı yeğleyen beyinler için kolay hazmedilir “ajan” ve “ihbarcı” hikâyeleri anlattılar. İnsanları korkuttular. Halk içinde devrime yönelen insanları tedirgin edip soğuttular. Aydınlıkçılık devrime insan kazanırken bunlar devrimcilikle halk arasına duvarlar ördüler. Psikolojik savaşın amacını hatırlayalım: “Asiyi halktan tecrit etmek.”

Kendilerine bulaşan insanların kafalarında yedi kafalı, kırk sekiz gözlü bir Doğu Perinçek hayali yerleştirdiler. İstediler ki, Aydınlıkçı denince etkiledikleri insanların aklına elinde testere, kesmek için veya fır dönen gözleriyle ihbar etmek için devrimci arayan bir katil veya bir ajan gelsin!
1960’lı yılların başlarını anımsayanlar bilir, o zamanlar Türk devleti komünistler için sıradan insanın kafasında gerçekten tam da böyle bir tip oluşturabilmişti. Şimdi aynı psikolojik savaş Aydınlıkçılara karşı ve solculuk adına yürütülüyor. Bu grupların iftira bombardımanına uğradıktan sonra Aydınlıkçıları tanıyıp İşçi Partisi’ne katılmış, Doğu Perinçek’le tanışmış birçok devrimciyle bu konuyu görüştüm. Yaratılmış imajla gerçek arasındaki uçurum ilk dönemlerde bu insanları adeta dehşete düşürmüştü. Psikolojik savaşın gücü!

Aydınlık Bilgileri Nereden Alıyor?

Bazı solcuların tekrarladığı bir suçlama daha var: “Aydınlıkçılar yayımladıkları bilgileri nereden alıyorlar?” Giderek suçlama şu biçime dönüşüyor: “Aydınlık MİT’ten hatta ClA’dan bilgi alıyor.” Dikkat edilirse “tekrarladığı” dedik. Çünkü biliyoruz, burada da “solcu” kisve altındaki psikolojik savaşın bir yaratıcılığı yok. Mal doğrudan doğruya Kontrgerilla’ ya ait.

Aydınlık’ın 1978’deki Kontrgerilla yayını sırasında ve sonrasında devletin psikolojik savaş aygıtı, ortaya konulan gerçekler üzerinden şüphe yaratma yolunu tuttu. “Bilgileri nereden alıyorlar?” fısıltısını ortaya sürdü. Sol içindeki bir kısım çevre de tuzağa düştü: bu fısıltının yayılması rolünü üstlendi. O zamandan beri bu iftira hem Aydınlık’a hem de Aydınlık’ın devamı olan 2000’e Doğru’ya karşı sürekli canlı tutuluyor.

Psikolojik savaş aygıtı, Sol’un Materyalizm konusundaki yetersizliğinden, deneyim eksikliğinden sonuna kadar yararlanıyor. Önünüze devrimciler olarak sizi ortadan kaldırmak isteyen devlet örgütlerinin gizli bilgileri, suç kanıtları, hatta doğrudan kendinize işkence yapanların kimlikleri, fotoğrafları getirilip konuyor, siz ilk olarak, “Bu bilgiler nerden geldi, yoksa MİT’ten mi aldınız!” diye soruyorsunuz. O bilgileri açığa çıkarıp teşhir edenleri “Yoksa bunlar MIT ajanı mı ?” diye kuşku altına sokuyorsunuz. Bu yaklaşımın akılla, fikirle en küçük bir ilgisi olabilir mi? İşte Materyalizm konusunda yetersizlik derken bu yaklaşımı göz önüne alıyoruz. Maddeye bakarak karar verilmiyor; düşünceye hayaller, kuşkular, fısıltılar, dedikodular hükmediyor. Oysa devrimci, devleti teşhir eden bilgi ve belgeler karşısında sevinir; mücadelede bunları nasıl kullanırım diye hesap yapar.

Herhangi bir bilgi konusunda sorulacak ilk soru şudur: Bunların yazılıp çizilmesi kimin işine yarar? Halkın işine mi, yoksa MIT’in, Kontrgerilla’nın işine mi? Devrimci karargâhın karar vereceği konu budur. İster Emin Çölaşan’ın deyimiyle pencereden giren kuş getirmiş olsun, isterse başka bir kaynak; bilgi ve belge, düzeni, egemen sınıfı, egemen sınıfın halka karşı savaş aygıtlarını zor duruma sokuyorsa; halkın aydınlanmasına, seferber edilmesine hizmet ediyorsa devrimci karargâh onu halka ulaştıracaktır. Devrimci karargâh, zaten bu kararların sağlıklı biçimde verilmesi için vardır. Aydınlık daima bu ölçüyü kullandı, daima devrimci bir karargâh tarafından bu ölçülere göre yöneltildi.

Niçin Sadece Aydınlık Yaptı?

Üzerinde iyi düşünülmesi gereken bir gerçek var. Türkiye’de devrimci isimlerle bugüne kadar sayısız yayın organı çıktı. Hâlâ da çıkıyor. Bunlar arasında günlük gazeteler de vardı. Ama hiçbiri Aydınlık gibi toplumda iz bırakan, üç -beş sene, hatta birkaç ay sonra da hatırlanan bir yayın başarısı gösteremedi. Hiçbiri, hiçbir önemli başarının altına imzasını basamadı. Sadece Aydınlık’tır ki, büyük bir tarih yazdı. Büyük kampanyaların altına imzasını koydu. Aydınlık ve 2000’e Doğru ciltleri gün geçtikçe değer kazanan, en başta bütün devrimcilerin, ama aynı zamanda tarihle, devletle, siyasetle ilgilenen herkesin, her zaman başvurmak zorunda olduğu birer büyük ansiklopedi değeri kazandı.

Niçin acaba? Kıskançlıkla hep denir, “Aydınlıkçılar gazeteciliği iyi yapıyor”. Aydınlıkçılar gazeteciliği mi iyi yapıyorlar? Evet, Aydınlık aynı zamanda bir gazetecilik okulu görevi yaptı. Ama bu, işin en son üzerinde durulması gereken noktasıdır. Aydınlık gazeteciliği değil, devrimciliği iyi yaptı, iyi yapıyor. Olaylara, bilgiye, belgeye halkın çıkarları açısından yaklaşıyor, Materyalizmle sonuca ulaşıyor. Aydınlık bir gazetecilik okulu değil, bir devrimcilik okuludur. Sol’da çıkmış ve çıkan yayınların Aydınlık’tan eksik oldukları konu işte budur. Fark, devrimci teori politika ve bilinç farkıdır. Aydınlık “Bu bilgi kimin işine yarar!” diye sorar; diğerlerinin böyle bir sorusu yoktur. Onlar daha çok, “Aydınlık bu bilgileri nereden aldı?” diye sorarlar!

Devrimci Gazeteciliğin Sırrı

Çizgi, bakış açısı ve analiz belirleyicidir. Bu konularda donanımsız olanlar devrimci politika da yapamazlar, devrimci gazetecilik de. 2000′ e Doğru dergisi 4 Ocak 1987de çıkan ilk sayısında devletin Kürt bölgesinde duvarlara astığı, uçaklardan attığı ayetli hadisli illegal bildiri ve afisleri kapak yapmıştı. Kapak sloganı şuydu: “Laik devlet cihada çağırıyor”. Yıllardır basın hayatının içinde bulunmuş bir gazeteci dost o ilk sayıyı görünce şöyle dedi: “Yahu bu bildiriler benim masamda aylarca durdu, hatta birini de panoma asmıştım.” Elinin altındaki hazineyi görmemişti.

2000’e Doğru’nun o kapağı yıllarca konuşuldu, toplantılarda o kapağa göndermeler yapıldı, yazarlar ele alınan konuya değinmelerde bulundular. Çünkü devletin hem laiklik taslayıp hem de dinden birleştiricilik beklemesi büyük bir çelişkiydi. Devletin nereye sürüklendiğinin somut bir kanıtıydı.

Belgelerin illegal oluşu da ayrıca önemliydi, bir psikolojik savaş kampanyası söz konusuydu.
İşte devrimci gazetecilik haberi böyle buluyor, böyle yapıyor. Yerlerde sürüklenen bir kâğıt parçası bile devrimci bakış açısıyla bambaşka özellikler kazanabiliyor.

Bilgi Gerekli Yere Gider

2000’e Doğru dergisinin ortaya çıkarıp kamuoyuna sunduğu “MIT Raporu” olayı, hem bilginin karakterine, hem de haberin nasıl yapıldığına ilişkin son derece öğretici bir örnektir. Özal tarafından, siyasal rakiplerine karşı kullanılmak üzere Mehmet Eymür ve ekibine hazırlattırılan Rapor’dan 2000’e Doğru’ya ilk söz eden gazeteci İrfan Taştemur’dur. O dönemde Taştemur 2000’e Doğru’da çalışıyordu. Taştemur’da raporun kendisi yoktu, ancak onu baştan sona okumuş, aklında tutmuştu. Anlattıkları korkunçtu. Yeri yerinden oynatacak bilgiler, ilişkiler, inanılması zor olaylar söz konusuydu.

“Aydınlık bu bilgileri nereden alıyor!” diye soran solcular böyle bir durum karşısında ne yaparlardı acaba? Olayı kesinlikle anlayamazlardı, bunları bize niçin anlatıyor diye İrfan Taştemur’dan kuşkulanırlardı; bu bilgileri bize kim gönderiyor acaba diye korkuya kapılırlardı: sonuç olarak o bilgileri hiçbir zaman yayınlamayı düşünmezlerdi. Aydınlık farklıdır. Aydınlık olaya “Bu, halkın işine yarar mı” diye yaklaşır. 2000’e Doğru’nun yönetimi öyle yaptı. Durumu değerlendirdi. Elinde belge olmadığı halde Taştemur’un anlattıklarını haber yapıp yayımladı.
Evet, elinde belge yokken!

Çünkü analiz, hâkim sınıflar içindeki çekişmelerin değerlendirilişi, böyle bir belgenin var olabileceğini gösteriyordu. Turgut Özal’ın böyle bir rapora ihtiyacı vardı. Politikada MIT’i kullanmaktan kaçınmayacaktı.
Devlet, ilgili kişiler ve basın ancak iki gün susabildiler. Sabah gazetesi 2000’e Doğru’nun elinde Raporun bulunmadığını yazdı. Çünkü Rapor kendisinde vardı. Hürriyet’in kasasında da vardı. Rapor oraları dolaşmıştı. Ancak kendini yazdırtacak yer bulamamıştı. En son 2000’e Doğru’ya gelip şansını değerlendiriyordu.

Bilginin karakteri derken işte anlatmak istediğimiz budur. Haber veya bilgi, ortaya çıkabileceği kanalı buluncaya kadar dolaşır. Kendisini ortaya çıkarıp halka sunacak yere gider. Yani o bilgileri kullanmasını bilmeyen, “Bu bilgiler de nereden geliyor!” diye korkuya kapılanlara gitmez.

Tabuları Yıkma Cesareti
2000’e Doğru 1987’nin başında çıkmaya başladı. 12 Eylül’den sonra devlete ait büyük sırlar oluşmuştu. Devlet içindeki karanlık güçlerin birçok suçu üst üste yığılmıştı. Korku vardı. Korku tabuları bekliyordu. Bir kısım basın, devleti koruyarak tabulara ve sırlara hiç dokunmuyor; dokunmak isteyenler ise cesaret edemiyordu. Toplum, bilgiler ve tabular adeta 2000’e Doğru’yu bekliyordu.

2000’e Doğru “Haberde sınırın ötesi” sloganıyla geldi, “Tabu tanımayacağını açıkladı”. MIT Raporu 2000’e Doğru’nun başarılarından sadece biridir. Şimdi herkesin dilinde dolaşan Türk-İslam Sentezi konusunu da 2000’e Doğru ortaya çıkarıp aydınlattı; Kenan Evren’in kızlarına verilen sudan ucuz villaları da 2000’e Doğru kamuoyunun önüne getirdi. Din ve Kürt sorunu başta olmak üzere, “tehlikeli” sayılan her konunun üstüne gitti. Bu uğurda, Turan Dursun gibi büyük bir insani şehit verdi, gözünü budaktan esirgemedi. 2000’e Doğru’nun Kürt sorununu bütün yönleriyle gündeme getirdiği günlerde bazıları Kürt sözcüğünü açıkça yazamıyordu da, “AT…” diye geçiştiriyordu.

Evet, cesaret gereklidir. Hem devletin hedefi olmayı, hem de “Bu bilgiler kimden geliyor!” diye soracak bir tür solculuğun iftiralarını göze alacaksınız. “Aydınlık bu bilgileri nereden alıyor, yoksa MİT’ten mi?” solculuğunun ise cesaret gerektirir tarafı yoktur. Tam tersine böyle davrananlar devletten mükâfat görürler. Gördüler.

Düşman Kampın İçinden

Haber kaynağının hiç mi önemi yoktur? Olmaz olur mu? Çok önemi var. İftiracıların dediği anlamda değil. Tam tersine. Düşman kamptan bilgi ve haber alamayan devrimci parti, devrimci pratiğin içerisine yeterince girememiş bir örgüttür. Türkiye sosyalistlerinin bir kesimi bu önemli gerçeğin farkında bile değiller. Sınıf mücadelesi pratiğinin kenarındadırlar. Yaptıkları iş Marksist klasikleri eğip bükerek kâğıda dökmektir. Teoriyi hayata geçirme aşamasına bir türlü ulaşamamışlardır. Dolayısıyla hâkim sınıflara ve aralarındaki kapışmaya dair bilgiye ihtiyaç bile duymamaktadırlar. O bilgi sökülüp de önlerine konduğunda ise, “Bunlar da nereden geliyor!” diye yaftalar asma yolunu tutmaktadırlar.

Karşı kamptan bilgi alabilen, o bilgiyi o saflardaki çelişmeleri derinleştirmek üzere kullanılabilen örgüt, gerçekten devrimci adına layık örgüttür. İftira haline getirilip tekrarlanan “Aydınlık’ın her yerden bilgi alabiliyor oluşu” Aydınlık’ın zaafı değil üstünlüğüdür. Devrimci niteliğinin kanıtıdır.

Bilgisizlik ve Birikimsizlik: Psikolojik Savaşa Zemin

Aslında Aydınlık ve İşçi Partisi’ne karşı iftira kampanyaları düzenleyen bu “Solcu” çevrelerde büyük bir bilgisizlik, bilinçsizlik ve kavram kargaşalığı hâkimdir. Ne Marksizm’i doğru dürüst incelemişlerdir, ne proletaryayla herhangi bir bağları vardır. Türkiye’nin ve Türkiye sosyalizminin tarihi konularındaki bilgileri kulaktan dolma birkaç cümleyi geçmez. Sosyalizmi kendi gruplarının ortaya çıkmasıyla başlayan bir mücadele sanırlar. O bile değil, sık sık bölündükleri için her bölünmede, bölünen her iki taraf sosyalizm için yeni bir doğum tarihi saptar. Sosyal çevreleri kendi dar gruplarından ibarettir. Kendilerini dünyanın merkezi sanırlar. Kendilerine benzeyen gruplarla yürüttükleri ittifak çalışmaları onlara göre işte, komünist literatürde geçen örneğin faşizme karşı birleşik cephedir. Aralarında sürekli itişip kakışırlar. Davranışları büyükleri taklit eden çocuklarınkinin aynıdır.

Kavramlar konusunda hiçbir kültüre sahip değillerdir, “ihbarcı” kimdir, “muhbir ” diye kime denir, “ajan” kimdir, nasıl faaliyet gösterir; devlet devrimci gruplara nasıl sızar, oralarda nasıl yöntemler izler? Bütün bu konularda hiçbir deneyim ve bilgileri yoktur. Sözcükleri iki sınıfa ayırmışlardır: İyi sözcükler, kötü sözcükler. Diyelim ki, faşizm onlara göre emperyalizm çağında ortaya çıkmış bir emperyalist burjuva rejimi değil, şiddete başvuran herkestir. Dolayısıyla kızdıkları her insana “faşist” derler. Hiçbir zaman hiçbir tahlil çabasına girişmezler. Kafalarını otomatiğe bağlamışlardır. “İhbarcı” ve “ajan” sözcüklerini de böyle kullanırlar. Kendi yapıları içinde de kızdıkları arkadaşlarını kolayca ajan ilan ederler. Şu “Objektif ajan”, “Sübjektif ajan” kavramları da böyle bir kafanın ürünüdür. Yanlış fikir savunduğunu düşündükleri veya hata yapan arkadaşlarını işte bu “objektif ajan” sınıfına sokuverirler. Böyle suçlanan birçok devrimcinin kendi arkadaşları tarafından öldürüldükleri bilinmektedir. Tabii tersi de olur. Dün “ajan” ilan ettikleri birini, öfkeleri yatışınca yeniden “yoldaş” sınıfına alabilirler. “Muhbir ” dedikleri insanlardan özeleştiri yapmasını isterler. “Muhbirliğin” özeleştiri yapılarak değiştirilebilecek bir konum olduğunu sanırlar.

Sözlerinin bir ağırlığı yoktur. Dün söylediklerini bugün hatırlamazlar. Dün “ajan ” dedikleriyle bunları yarın kol kola görebilirsiniz. Gerçek ajanlara karşı ise son derece donanımsızdırlar. Proleter devrimcilere karşı gösterdikleri kindar tutumu gerçek ajanlara karşı hiç göstermezler.

Proleter devrimcilere yönelttikleri, yani Aydınlık ve İşçi Partisi için söyledikleri “ajan”, ” muhbir” gibi sözleri de aslında içtenlikle, inanarak kullanmazlar. “Ajan”, “muhbir” gibi sözcükleri bir tür siyasal mücadele, bir tür ideolojik tartışma terimi olarak bilmektedirler. Nitekim bu tür grupların şefleri ihtiyaçları olduğunda Aydınlıkçılara ve İşçi Partisi’ne gelip yardım da isterler; İşçi Partisi liderlerini gördüklerinde saygılıdırlar. “Abi” diye ayağa da kalkarlar. Tek tek görüşüldüğünde gruplarının yürüttüğü kampanyaları doğru bulmadıklarını, kendilerinin öyle düşünmediklerini de itiraf ederler. Daktilolarının başına geçtiklerinde Doğu Perinçek ve İşçi Partisi için “devrimcileri ihbar etti” diye vicdansız yazılar döktüren Yalçın Küçük gibi, Mustafa Yalçıner gibi, hatta Abdullah Öcalan gibi birçok simanın da Aydınlıkçılarla yüz yüze geldiklerinde saygıda hiç kusur etmediklerini herkes biliyor. Psikolojik savaş böylesi solcu grupların bilgisizlik ve kargaşalık ortamından sonuna kadar yararlanır. Herkese kolayca “muhbir”, “ajan” denilebilen yerlerde gerçek ajanlar kendilerini rahatlıkla gizleyebilirler. Psikolojik savaşın dedikodu ve kışkırtmaları buralarda akıl almaz kolaylıklar bulur. İşini tereyağından kıl çeker gibi yürütür. Aydınlık ve İşçi Partisi’ne karşı yürütülen iftira kampanyaları işte böylesi kolaylıklardan yararlanılarak sürdürülebiliyor.

Hedef Alınan, Sosyalizmin Önderlik Birikimidir

Psikolojik savaşın kitabı şöyle diyordu: Amaç, “Liderleri bertaraf etmektir.” Bu açıdan bakıldığında Aydınlık ve İşçi Partisi’ne karşı yürütülen yalan ve iftira kampanyasının özelliği daha iyi anlaşılıyor. “Ajanlıkla”, “muhbirlikle” suçlanan İşçi Partisi’nin Başkanlık Kurulu’nun listesini sunuyoruz.
Genel Başkan Doğu Perinçek: 1964 yılından beri tam otuz bir yıldır örgütlü proleter devrimci mücadelenin içinde, önünde; devrimci mücadelesi nedeniyle 1971 12 Mart darbesinden sonra ve 1980 12 Eylül darbesinden sonra iki seferde toplam yedi yıl hapis yattı.

Genel Sekreter Mehmet Bedri Gültekin: On altı yaşından beri, toplam yirmi yedi senedir sosyalist, proletarya partisi içinde mücadele ediyor. 12 Mart ve 12 Eylül darbelerinden sonra iki kez hapse etildi, toplam altı yıl hapis yattı.

Genel Başkan Yardımcısı Hasan Yalçın: Otuz yıldır devrimci örgütlü mücadelenin içinde, her iki askeri darbeden sonra hapse atılıp toplam yedi yıl hapis yattı.

Genel Başkan Yardımcısı Tayfun Tabakoğlu: Tersane isçisi Tabakoğlu, on dokuz senelik proleter devrimci. Defalarca gözaltına alındı. THKP-C’den geliyor.

Genel Başkan Yardımcısı Hıdır Hokka: Emekli belediye işçisi olan Hokka, on yedi yıldır proleter devrimci; devrimci mücadelesi nedeniyle otuz ay hapis yattı.

Genel Sayman Yalçın Büyükdağlı: Yirmi altı yıllık örgütlü sosyalist; iki yıl hapiste yattı. TKP-ML’den geliyor.
Turan Özlü: Yirmi yedi yıldır proleter devrimci mücadelenin içinde. Dört buçuk sene hapis yattı. THKP-C’den geliyor.

Arslan Kılıç: Yirmi dokuz senedir örgütlü sosyalist. On iki yıl hapis yattı. TKP-ML’nin kurucularından.

İlknur Kalan: On dokuz senedir örgütlü sosyalist mücadelenin içinde. THKP-C’den geliyor.

Uzatmamak için bu kadronun hangi kitle örgütlerinde liderlikler yaptığı, hangi mücadelelere önderlik ettiği gibi konulara girmiyoruz. Şu kadarını söyleyelim, bu insanlardan her biri gençlik hareketlerinde, işçi mücadelelerinde, içinde bulundukları komünist örgütlerin kadroları arasında lider roller oynayarak süzülüp, bugünlere gelmişlerdir. Defalarca işkenceli sorgulardan geçmişlerdir. Sınıf mücadelesinin bütün sınavlarını yüzlerinin akıyla geride bırakmışlardır. Bir büyük devrimci ısrarı, halka bağlılığı, yaşamlarıyla kanıtlamışlardır. Çoğu orta yaşın üstündedir, yani davayı temsil etme konumunu bir ömürle hak etmişlerdir. Değişik devrimci akımlar içinde pişerek, olgunlaşarak İşçi Partisi’nde buluşmuşlardır. İşçi Partisi’nin Merkez Komitesi ve Başkanlık Kurulu Türkiye Marksist hareketinin önderlik birikimidir.

İşçi Partisi’nin devlet tarafından hedef seçilmesinin nedeni işte bu listenin niteliğidir.
Peki, “Solcu” kisve altında İşçi Partisi’ne karşı iftira kampanyası yürütenler kimdir? Hangi mücadelede yer almışlar, hangi deneylerden geçmişlerdir? Adları sanları nedir? Halka hangi hizmeti yapmışlardır? Hangi marifetleriyle tanınmaktadırlar? Akıllarda kalan, iki cümlelik makaleleri, dört satırlık bir fikirleri var mıdır? Bütün bu soruların yanıtı kocaman bir sıfırdan ibarettir.

Bugün ne yaptıkları belli değildir ama yarın ne yapacakları daha da belirsizdir. Polise düştüklerinde itirafçı olup olmayacakları; arkadaşlarını ele verip vermeyecekleri; hapse düşseler cezaevi idaresine sığınıp sığınmayacakları; otuz yaşını geçince bir iş veya ihale karşılığında fikirlerini SHP-CHP’ye satıp satmayacakları; beyinlerini alkole yatırdıktan sonra, geceler boyu devrimcilere küfredip, gündüzleri de efendilerine yağcılık yapıp yapmayacakları; DYP’ye ANAP’a hatta RP veya MHP’ye geçip de işten çıkarılan işçilere sopa sallayıp sallamayacakları; küçük örgütlerini bir gün mafya örgütüne dönüştürüp dönüştürmeyecekleri; sosyalist eserlerden öğrendikleri kapitalizmi uygulamaya koyarak küçük birer çakal haline gelip gelmeyecekleri; müteahhit veya taşeron kimliğiyle halkı soyup soymayacakları… Bunların hiçbiri şimdiden bilinemiyor. Bilinemez. Çünkü bunun örneklerine toplum ve bütün devrimciler çok tanık olmuşlardır.

İşçi Partisi’ne “muhbir”, “ajan” diyorlarmış. Sen kimsin? Kim oluyorsun? Bu Partinin lider kadrosunun hapislik yıllarının toplamı senin yaşının birkaç katıdır. Sen sadece o hapislik yıllarının deneyimi altında ezilirsin. Bir şişe mürekkebin yarısını devrimcileri karalamak için kullanıyorsun. Kendini psikolojik savaşın emrine veriyorsun. Ama başını kaldırıp suçladığın insanlara bakmıyorsun bile. Gerçeklikten kopmuşsun. Halktan kopmuşsun. Devrimciliği kuru gürültü sanıyorsun.

Aydınlık ve İşçi Partisi’ne Yönelik Psikolojik Savaşın Yasaları

Aydınlıkçı hareketin otuz yılı aşkın tarihi içinde uğradığı psikolojik savaş saldırılarından, yasa değerinde belirli sonuçlar çıkarılabilir. Şöyle sıralayabiliriz:

Bir; Aydınlıkçı hareket ve İşçi Partisi Türkiye sosyalizminin proleter devrimci temsilcisi olarak psikolojik savaşın başlıca stratejik hedefidir.

İki; Aydınlıkçı hareketin güçlendiği dönemlerde psikolojik savaş şiddetlendirilir.

Üç; psikolojik savaş aygıtı Aydınlıkçı hareket ve İşçi Partisi’ne karşı mücadelesinde Solun geriliklerini, bilgisizliğini, kitlelerden kopukluğunu, grupçuluğunu esas silahlarından biri olarak kullanır;

Dört; Aydınlıkçı hareketle ve İşçi Partisi ile ideolojik mücadelede yenik düşen “Sol” çevreler daima psikolojik savaş silâhlarına başvururlar.

Beş; Sol’un, teori ve pratik düzleminde emperyalizme yaklaşan kesimleri Aydınlıkçı hareket ve İşçi Partisi’ne karşı mutlaka saldırıya geçer.

Altı; psikolojik savaşın saldırıları Aydınlıkçı hareketin ve İşçi Partisi’nin güçlenmesini engelleyemez.

Psikolojik Savaşa Karşı Devrimci Partinin Üstünlüğü

Psikolojik savaş modern devletlerin varoluş biçimi, doğal davranışı haline gelmiştir. Ezilen yığınların nasıl güdüleceğine ilişkin bir büyük bilim haline getirilmiş, bütün devlet aygıtı onun emrine verilmiştir. Dahası, devlet yapıları psikolojik savaşa göre yeniden biçimlendirilmiştir, bu savaşın ihtiyacına göre yeniden biçimlendirilmektedir. Devrim söz konusu olduğunda psikolojik savaşın iki temel amacı vardır. Birincisi, devrimin öncüsünü (asi) halk kitlelerinden tecrit etmek; ikincisi, öncü içinde çelişmeler yaratıp derinleştirmek, öncünün lider unsurlarını “bertaraf etmek”. Devrimin ise ancak kitlelerin kazanılmasıyla mümkün olabileceğini biliyoruz. Demek ki devrimin öncüsü ile psikolojik savaş aygıtı arasındaki mücadelenin temel sorusu şudur: Kitleleri kim kazanacak?

Psikolojik savaş, sömürücü sınıf düzenlerinin halka karşı yürüttükleri bir mücadeledir. Hem dünya çapında, hem de ülkeler düzeyinde çok küçük bir azınlığın, insanların hemen hemen tamamına karşı, menfaatlerini korumak ve savunmak amacıyla yürütülüyor. Psikolojik savaşın Aşil topuğu işte burasıdır. Ne kadar geliştirilmiş olursa olsun, ne kadar modern teknolojileri kullanırsa kullansın bu özelliği değişmeyecektir. Bu değişmez özelliği onun silahlarını da belirler. Psikolojik savaş geniş kitlelere karşı iki yöntem kullanacaktır. Ezmek ve aldatmak… Psikolojik savaş özetle şiddet ve yalandan oluşur.

Halkın öncüsü, yani proleter devrimci parti, daima psikolojik savaşın saldırısı altında olacaktır. Bundan kurtulmak, bir an için dinlenme molası elde etmek mümkün değildir. Birkaç ay geçmesin ki, Lenin veya Mao Zedung hakkında büyük basında, televizyonlarda karalamaya yönelik uydurma haberler çıkmasın. “Lenin acaba Alman Kayzeri’nin ajanı mıydı?”, “Mao küçük kızlara düşkündü” gibi zırvalıkların medyada sık sık boy vermesinin büyük bir anlamı vardır. Emperyalistler, Çin’den Amerika’ya kaçmış, CIA’ya memur olmuş tipleri; Sovyetler Birliği’nin çözülmesinden sonra emperyalist ideolojiyi benimsemiş dönekleri hâlâ Mao’ya veya Lenin’e karşı kullanmaktadırlar. Psikolojik savaştan devrimcileri devrim yapmak, hatta ölüm bile kurtarmıyor. Ama yapılan iş tabii ki, ölmüş büyük devrimcilerden intikam almak değil; bütün dünyada yaşayan, kapitalist sistemi tehdit eden, onu er geç yıkacak olan sosyalizme karşı sistemli bir savaştır.

Devrimci parti bütün bu gerçekleri bilerek mücadele edecektir. Yani ne yapacaktır?

Devrimde ısrar edecektir.
Marksizm-Leninizm’de ısrar edecektir.
Halka güvenmekte ısrar edecektir.
Proletaryaya bağlılıkta ısrar edecektir.
Kitle çizgisinde ısrar edecektir.

Yanlıştan dönme yeteneğini geliştirecek, doğru siyasi çizgide ısrar edecektir.
Soğukkanlı, kitlelerle birleşen, akıllı, güç toplayan, fırsat kollayan, ateşkesler yapabilen doğru bir eylem çizgisinde ısrar edecektir.

Her sınıf kendi silahlarıyla dövüşür. Sömürücü sınıfların psikolojik savaşına karşı, devrimci partinin elindeki silah halk yığınlarının ve gerçeğin gücüdür. Halk yığınları sömürücü sınıfları tarih boyunca püskürte püskürte ilerlemişlerdir. Gerçek, yalana karşı daima galebe çalmıştır. Psikolojik savaşın bütün teori kitaplarında Çin Devrimi, Kore Devrimi, Vietnam Devrimi, Cezayir Kurtuluş Savaşı derinlemesine ele alınıp incelenir, dersler çıkarılır. Devrimci mücadele psikolojik savaşın öğretmenidir. Ama bütün silah üstünlüğüne, bütün o psikolojik savaş teorilerine rağmen, işte bütün o devrimler zafer kazanmıştır. Devrimci parti, gerçekleşmiş devrimlerin dersleriyle kendini eğitir. Ama aynı zamanda düşmanın savaş yöntemlerinin bilgisini de edinmelidir. Psikolojik savaş konusundaki bu yazıyı da zaten böyle bir ders çıkarma çabasına katkı olsun diye sunuyoruz.