Ana Sayfa Yazılar ŞAFAK ERDEM YAZDI: TÜRKİYE NEYE MUKTEDİR?

ŞAFAK ERDEM YAZDI: TÜRKİYE NEYE MUKTEDİR?

1396

Şafak Erdem, Öncü Gençlik GYK Üyesi

İngiltere’in sanayileşme sürecine ilişkin standart görüş, bunun, ekonomik alanın devlet müdahalesinden azade olduğu bir iktisadi ve siyasi atmosfer içinde gerçekleşmiş olduğudur. Bu görüş, devlet gibi öznelerin büyüğünden bir öznenin elinin ayağının bulunmadığı bir alan olarak ekonomideki “kendiliğindeliği” olumlayan bir fikri yanında getirir. Doğru anlaşılıp anlaşılmadığından bağımsız olarak, Adam Smith’e atıfla kullanılan “görünmez el” ekonominin kendiliğindenliğinin ottosu olarak çok yaygın kullanılır. Bu görüşte  alımlanan şekliyle görünmez el, genel itibariyle ekonomik alanın dışsal müdahaleye maruz kalmadığında bir kapalı sistem olarak kendi dinamikleriyle zenginlik ve refah yaratacak biçimde işleyeceğini söyler. Böylece bir özne olarak devlet ve devletin ekonomi alanına “taşan” bütün faaliyet biçimleri kapalı sistemin insicamını bozacak dışsal bir müdahaledir. Peki bu görüş, İngiltere’nin sanayileşme sürecinin gerçeğine ne ölçüde tekabül eder? Hobson, Batı Medeniyetinin Doğulu Kökenleri isimli eserinin 11. bölümünde bu konuyu tartışır. Hobson, eserin önsözünde amacının “Batı gelişiminin tüm ayrıntılarını sadece Avrupa’nın ışığında almayı bekleyen okuru hayal kırıklığına uğratmak” olduğunu açıkça belirtiyor. [1] Bütünü de üzerinde tartışmaya değecek eserin “İngiliz Sanayileşme Sürecinin Karanlık Yüzü ve Bırakınız Yapsınlar Miti: Savaş, Irkçı Emperyalizm ve Sanayileşmenin Afrika-Asya Kökenleri” başlıklı 11. bölümünde “bırakınız yapsınlar”ın bir “mit” olduğunu ve bu mitin İngiltere’nin sanayileşmesi döneminin ekonomik yapısını yanlış yansıttığını hem de Batı dışındaki dünyayla kurduğu ilişkinin “karanlık yüzünü” gölgelediğini iddia ediyor. İngiliz sanayileşmesinin devletin hem sınırları içinde hem de dışında birçok alanda etkin müdahaleleriyle gerçekleştiğini iddia eden Hobson’un verileri ve savları, Türkiye’nin önümüzdeki dönem potansiyel ekonomik sorgulayışlarını düşünmek için bazı ışıklar tutabilir. Serbest piyasayı, 1970’lerden sonra ise neoliberalizmi kendinden menkul haliyle kutsayan tezler, Batı’nın dünya genelinde kurduğu hegemonyanın önemli ayaklarından biridir ve Türkiye emperyalizmi tüm yönleriyle sorguladığı bir dönemde bu kutsiyeti de sorgulamaya muktedir görünüyor. Yazının hedefi ekonomik çözüm önerilerini derinlemesine tartışmak değil, yalnızca bir ışık tutmaya çalışmaktır.

SORUNUN ÖZÜ

Alman ikitsatçı Friedrich List, İngiltere’nin izlediği taktiği tarif etmek için çarpıcı bir metafor kullanır: “merdiveni tekmelemek”. Merdivenin tepesine çıkan, çıktığı yükseltiye başkalarının tırmanmaması için merdiveni ortadan kaldırmıştır: “Serbest ticaret İngiltere’ye üretim üstünlüğünü garantilemesi anlamında fayda sağlar. … Adam Smith’in ve İngiliz hükümetinin kozmopolitik doktrininin sırrı bırada yatar.” [2] Hobson, serbest pazar ve ticaret savunuculuğunun iddia ettiği gibi İngiltere’nin ekonominin devletin müdahalesinden yalıtıldığı koşullarda sanayileşmediğini ortaya koyar.  Serbest piyasa, sanayileşmiş olan İngiltere’nin diğer devletlere dayattığı ve telkin ettiği bir “merdiven tekmesidir”. Hobson, sanayileşme döneminde hem devletin ekonominin işleyişindeki yönlendirici konumunu hem de ekonominin temel bazı parametrelerinin devletin yapabileceklerini gerçekleştirmesindeki kilit rolünü ortaya serer.

İNGİLTERE EKONOMİ

Hobson, ekonomik yapının niteliğinin anlaşılabileceği temel bileşenlerinden üçünde İngiltere’nin “bırakınız yapsınlar”ın ne kadar uzağında bir profil çizmiş olduğunu gösterir. Hobson’un geniş bir veri çalışmasına dayandırarak ulaştığı sonuçlara göre İngiltere sanayileşme döneminde (1715-1850), otokrat devletler olarak görülen Rusya ve Almanya’nın sanayileştiği dönemdeki (sırasıyla 1860-1913 ve 1850-1913) askeri savunma harcamalarının önüne geçmiştir. [3] Borçlanma düzeyi bakımından mitin “devlet müdahalesiz” sanayileştiğini söylediği İngiltere’nin 1688-1815 yılları arasındaki kamu borçları ulusal gelirin %180’ini oluştururken sanayileşmelerinde devletin merkezi rolü olduğu kabul edilen Çarlık Rusyası’da 1914’teki ulusal borç tutarının ulusal gelire oranı %47, Wilhelm Almanyası’nın 1913 oranı ise %9’dur. [4] Vergi politikası düzleminde bakıldığında İngiliz vergileri, Hobson’un “yüksek sanayileşme evresi” olarak tabir ettiği 1800-1845 döneminde, aynı dönemdeki “himayeci” olduğu söylenen Almanya’dan 6 kat, Avrupa’nın en yüksek korumacı endüstri politikası yürüten Rusya’dan 1,5 kat fazladır. [5] Ayrıca İngiltere azalan oranlı bir vergi politikası yürüterek sanayileşmenin yükünü zenginlerden çok yoksullara yıkmıştır ki, bu oranlar hakim anlatıda serbest piyasa ekonomisi uygulamadığı söylenen devletlerin oranlarından yine yüksektir. Serbest piyasa mitinin önemli ayaklarından biri de malların ve hizmetlerin sınırlardan gümrüklendirilmeden serbestçe geçebilmesidir. Fakat bu parametrede de İngilitere şablona uymamaktadır: Askeri harcamalara ayrılan kaynağın %60’ı hammadde girdilerinden elde edilen gümrük vergileriyle karşılanır. [6] Hobson bütün bu temel parametrelerdeki durumu “İngiltere’nin vergileri, harçları, bütçe açıkları, ulusal borçları ve askeri harcamalarının en dikkat çekici yanı son derece yüksek seviyede olmalarıdır”[7] diye özetler.

Buraya kadar olanlar sürecin bir yüzüdür; diğeri Hobson’un “karanlık” olarak nitelendirdiği yüzüdür ve bu İngiltere’nin “despot müdahil devlet” vasfının ortaya çıktığı kısımdır. Hobson’un analizi bunun nedenlerini ortaya koyar. Birincisi; İngiltere, sanayileşmesi için kilit önemdeki pamuklu tekstil ve demir ürünlerinde dış rekabet sorunu yaşamıştır. Verilerin açıkça gösterdiği gibi İngiltere 19. yüzyılın başlarına kadar Hindistan’ın tekstil ürünleri ithalatçısıdır. İngiltere, kuşkusuz içeride kritik teknolojik ilerlemeler eşliğinde, fakat ancak Hindistan’a karşı güç uygulayarak bu süreci tersine çevirebilmiş ve 1873’ten itibaren pamuklu ihracatının %40-45’ini Hindistan’a yapabilir hale gelmiştir. İkincisi; İngiliz sanayileşmesinde köle emeği önemli bir ağırlık taşır. Ekonominin toplamına yüksek katkısıyla Atlantik sömürge ülkelerinden elde edilen hammadde ve mallar köle emeği sayesinde mümkün olmuştur. Üçüncüsü; içinde Brezilya, Osmanlı İmparatorluğu, Çin ve İran da bulunan dünyanın Avrupa dışı coğrafyasında İngiliz ticaretinin önündeki engellerin kaldırılması ihtiyacıdır. Bu ihtiyaç, sanayileşmemiş ülkelerin sömürgeleştirilmesi ya da yarısömürgeleştirilmesi anlamına gelir ki, bu İngilitere için üstünlüğünü kabul ettireceği bir askeri gücü zorunlu kılar. Bütün bunlar dünya çapında askeri ve mali gereklilikleri yansıtır ve ancak bunları eşgüdümlü kılabilecek bir güçlü aygıt tarafından yerine getirilebilir: “İngiliz hükümeti yine geniş çapta mali-askeri nedenlerle entegre bir sermaye piyasası oluşturmak için aracılık etmiştir”. Başka bir deyişle “Finansal sermayenin gelişimin temelinde İngiliz hükümetinin militarizmi finanse etmek amacıyla yarattığı öncü aktif politikalar yatmaktadır”. Bu sürecin sonucu olarak “Dünyanın pek çok yöresi İngiltere için hammadde yetiştiren üretim merkezlerine dönüştürülmüştür. [8]

İki yönlü bu süreci topladığımızda serbest piyasa mitinin anlattığı devletten oldukça farklı işlevler görmüş bir İngiliz devleti tablosu ortaya çıkıyor. Hem ülke içinde temel ekonomik parametrelerde sanayileşmeyi gerçekleştirmeye odaklı açık bir devlet müdahaleciliğini hem de ekonomisin ihtiyaçlarını karşılacak şekilde dünyanın diğer coğrafyalarına “despotça müdahil olan” bir askeri-mali kompakt bir güçlü aygıtı görüyoruz.

TÜRKİYE NEYE MUKTEDİR?

Türkiye siyasi, askeri ve ekonomik sıkışmaların birlikte yaşandığı ve bunların giderek iç içe girerek bir bütünsel sorun oluşturduğu dönemi yaşıyor. Devletin içindeki ABD aygıtını temizleme, sınır içinde ve dışında bölücü teröre karşı güvenliği sağlama mücadelesi Türkiye’yi yerleşik kabullerini sorgulamaya adım adım itiyor. Emperyalizmle önce siyasi ve diplomatik alanda başlayan çarpışma, askeri alandaki çarpışmayı da kapsayarak derinleşiyor. Bu çarpışma süreci, özellikle ekonomik buhranın yoğunlaştığı yaklaşık son 1 yıllık dönemde ekonomi alanını da kapsama yönünde hızla ilerleme başladı. Türkiye, Atlantik kampına bağlandığı dönemde, özellikle 1980 sonrasında edindiği yerleşik kabuller, siyasi ve askeri düzlemde ciddi şekilde yıkılmaya başlamış durumda. Bunun artık ekonomi düzleminde de gerçekleştirilmesi ihtiyacı Türkiye’nin önüne geliyor. Dolayısıyla Türkiye neoliberal saldırı döneminin ezberlerini bozmaya muktedir görünüyor.

HAREKETE GEÇEN YER ALTI GÜÇLERİ VE MİTLERİN YIKIMI

Marx, Komünist Parti Manifestosu’nda burjuva toplumunun, “yer altından kendi çağırdığı güçlere artık hükmedemez” hale geldiğini söyler. [9] Bunun anlamı, burjuva toplumunun yaratımlarının bizzat kendisini de içine katacak bir girdap yaratıp kontrol altında tutulamaz bir güç yaratmış olmasıdır. Belli bir anlamda denebilir ki ABD de Türkiye’nin “yer altı güçleri”ni yeryüzüne çağırmıştır: Türk devletini içerden çökertme ve bölücü terör örgütü aracılığıyla Türkiye’yi diz üstü çökertip bölme girişimi, hem bütün kilit önemdeki kurumlarıyla devleti hem de geniş kesimleriyle Türk milletini güçlü bir reaksiyon vermeye itti. 2014’ün başından beri yükselen ayak seslerinin ardından Türkiye, 24 Temmuz 2015’te başlayan bir varlığını koruma mücadelesinin içine girdi.

Bu mücadele siyasi ve askeri mitleri yıkmaya başladı. Türkiye’nin emperyalist karar merkezlerinden bağımsızca hareket edemeyeceği, daha özelde ABD’den “izinsiz” iş yapamayağı şeklindeki ezberi savunmak artık mümkün değildir. Görmek için bakan her gözün gördüğü gibi Türk devleti kendi kararlarını alıp uygulama yeteneğine ve kararlılığına sahiptir. Askeri alanda da TSK’nın NATO ordusu olması gerçeğine atıf yaparak “ABD’ye bağımlılığını” öne süren fikirlerin yersiz olduğu ortaya çıktı. TSK fiili olarak NATO konseptinin dışına çıktı “memnu mıntıkaya” girdi. Ayrıca bu fiillerin maddi dayanakları yaratılıyor. [10] Şimdi sıra ekonomi düzleminde yerleşik kabulleri sorgulamaya gelmektedir. Harekete geçmiş yer altı güçleri doğru yönlendirilmelidir.

TÜRKİYE’DE SERBEST PİYASA MİTİ

Türkiye’nin toplumsal söyleminde Batı’ya kıyasla “geri kaldığımız” yaygın bir yerleşik kabuldür. Yalnızca ekonomik değil, siyasi ve kültürel anlamlar da taşıyan bu kabule, azımsanmayacak yoğunlukta kendini aşağı görme biçimde bir kompleks de eşlik eder. Sebeplerinden yalıtılmış bu “gerilik” mevcut durumu mutlaklaşırmaya ve giderek karamsarlığa yol açar. Konuya sezgileriyle yaklaşan kesimlerde sorunun kaynağı ”kötü ve akılsızca yönetim”, “yolsuzluk”, “cehalet” olarak görülür, görece eğitimli ve konuya teması daha fazla olan kesimlerin önemli bir kısmı da Türkiye’nin reçetesinin gelişmiş Batıyı izlemek olduğunu o ya da bu formülasyonla önerir. Genel olarak, Türkiye ekonomisinin içinde bulunduğu sorunları emperyalist bağımlılık ilişkilerini içerecek şekilde bir bütünsel anlayışın zayıf olduğu çok zorlanmadan söylenebilir. Yine de zorunluluklar bir bilinçlenmeyi çağırıyor.

Antiemperyalist bilinci yüksek kesimlerde sorunun kaynağı artık açıkça anlaşılmış durumda: Türkiye bugüne 1980’den sonra devletin ekonomi üzerindeki denetleyici mekanizmalarını tasfiye ederek ve ekonomik varlıklarını elden çıkararak, iç piyasayı koruyan gümrükleri kaldırarak, finansal kurumlarını küresel sermayenin hakimiyetine terk ederek geldi. Bu neoliberal taarruz, bir yandan “deniz yükseldiğinde bütün kayıklar yükselir” gibi serbest piyasa mitlerle çok kuşatıcı bir ideolojik atmosferle örülürken bir yandan da  1980 Darbesiyle başlayarak bu dönüşüme direnek güçler siyaset alanının dışına zor kullarak çıkarılmıştır. Sonuç olarak; “Dünya Ekonomisiyle Bütünleşme” programıyla milli ekonomisi köklü biçimde tasfiye edilen Türkiye, gelinen noktada büyük bir ekonomik buhranın içine girdi. Ülkesine ve halka karşı sorumluluk duygusu taşıyan hemen her ekonomistin açıkladığı gibi Türkiye bugün bir ekonomik eşiğe dayanmış durumda. Doların Türk Lirası karşısında aşırı değerlenmesiyle iyiden iyiye hissedilen buhran, enflasyondaki çok yüksek oranlarla, yine yüksek orandaki işten çıkarmalarla, birçok şirketin konkordatolar açıklamasıyla hızlı biçimde ilerliyor. 18 Mayıs 2018 tarihli yazısında Mahfi Eğilmez, devasa boyutlara ulaşmış borçlanma verilerini aktardıktan sonra gelinen noktayı şöyle yazıyor: “Bundan sonrası daha da zor görünüyor. Çünkü buraya gelirken evdeki gümüşlerin büyük çoğunluğunu satmış, kamu kesimini, özel kesimi ve bireyleri yüksek oranlarda borçlandırmış bulunuyoruz. Yani satacak fazla gümüşümüz kalmadığı gibi borçlanacak imkânımız da pek kalmamış görünüyor.” [11] Neoliberalizmin serbest piyasa mitinin denizi hayatın içinde kendini hissettiren ekonomik gerçeklerin başladığı yerde bitmiş gözüküyor.

SORGULAYIŞ VE POTANSİYEL

Hobson’un iki yönlü çıkarımının önümüzdeki dönem Türkiye’nin ekonomik arayışlarına ikili bir ışık tuttuğu söylenebilir. Türkiye gibi kapitalist sistemin çevre bir ülkesinde, hele de devletin ekonomik alandaki varlığının ve etkinliğinin bu ölçüde kırıldığı koşulda milli üretime dayanarak kendi ayakları üzerinde duran bir ekonomi ancak köklü bir devletçi programla hayat bulabilir. Bu fikrin anlaşılması ve yaygınlaşması, Türkiye’yi Atlantik Sistemine yeniden sokmak isteyenlerin neoliberal temeldeki restore edilmiş ekonomik önerilerinin aslında çözüm olmadığının görülmesini sağlayabilir. Bunu perçinleyen ikinci ve belki de daha önemli ipucu, Türkiye’nin Borçlanma Ekonomisi batağından kurtulmasının basitçe teknik yönden ele alınabilecek bir ekonomik işlem olmadığının, yapılacak bir ekonomik çıkışın ancak köklü bir siyasi programla mümkün olabileceğini anlamada katkı sunabilir. Hobson’un gösterdiği şey, hakim kapitalist gücün kendine uygun ekonomik anlayışları ve pratikleri yaratması, serbest piyasa mitindeki gibi hem ideolojik bir kuşatmayla hem de istediği alabilen bir güçlü devlet aygıtıyla gerçekleşebilir olduğudur. Kuşkusuz Hobson’un analiz ettiği dönem ile bugün arasında özneler ve bağlımlılık ilişkilerinin  yapısı açısından farklılıklar vardır. Fakat Türkiye’nin ekonomik bağımlılık ilişkileriyle siyasi bağımlılık ilişkileri birbirine kopmazcasına bağlanmış durumdadır. Emperyalizmle siyasi, diplomatik ve askeri çarpışmalarla başlayan sürecin ekonomik sorgulayışları da peşisıra getirmesi bu anlamda tesadüf değil. Türkiye zinciri siyasi ve askeri düzlemde kırmaya başlamış ve ekonomik düzleme doğru ilerlemektedir. Hükümetin özellikle son 2 yıldır neoliberal ekonominin içinde tanımlanamayacak adımları bu sorgulayışın ilk işaretleri. Neoliberal piyasa ekonomisini Türkiye’nin önündeki mümkün tek yol olarak dayatan emperyalist sistemle başlayan mücadele ekonomik alanda da kendini giderek daha fazla hissettiriyor. Bu koşullarda Türkiye, mitleri yıkmaya ve dünya çapında yıkılmasına etki etmeye muktedir görünüyor. Potansiyelin gerçekleşmesi, yer altı güçlerinin doğru yönlendirilmesine bağlıdır.

Dipnot:

  1. John M. Hobson, Batı Medeniyetinin Doğulu Kökenleri, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2015, s. 12
  2. A.g.e. s. 258.
  3. A.g.e. s. 244.
  4. A.g.e. s. 245.
  5. A.g.e. s. 247.
  6. A.g.e. s. 250.
  7. A.g.e. s. 249.
  8. A.g.e. s. 267.
  9. https://www.marxists.org/turkce/m-e/1848/manifest/kpm.html
  10. https://www.haberturk.com/milli-savunma-bakani-akar-yerli-savunma-sanayi-bir-tercih-degil-zorunluluktur-2337412#
  11. http://www.mahfiegilmez.com/2018/05/bu-kez-gecmisi-de-sattk.html