Ana Sayfa Bilimsel Sosyalizm SOSYALİZMİN KURULUŞU AÇISINDAN KISA MARKSİZM TARİHİ

SOSYALİZMİN KURULUŞU AÇISINDAN KISA MARKSİZM TARİHİ

2165

“Stalin’den Gorbaçov’a” kitabından
Doğu Perinçek

IV TEORİK SONUÇLAR

“Lenin, burjuva haklarını koruyan kapitalistlerin olmadığı bir burjuva devletinin kurulmasından söz etmiştir. İşte bizim kurduğumuz devlet de böyledir; eski toplumdan pek az farklıdır. Burada kademe farkı, sekiz kademeli ücret uygulaması vardır ve yapılan işe göre bölüşüm ve eşit değerlerin değişimi ilkesi varlığını sürdürmektedir. Bu koşullar sürdükçe, sınıflar, sınıf çelişmeleri ve sınıf mücadelesi varoldukça, burjuvazinin, uluslararası emperyalizmin ve revizyonizmin etkileri sürdükçe, kapitalist yolcular hâlâ kapitalist yolda ilerlerler.” * “Bugünkü Büyük Kültür Devrimi sadece ilkidir, gelecekte kaçınılmaz olarak bu tür devrimler olacaktır.”** Mao Zedung

1. SOSYALİZMİN KURULUŞU AÇISINDAN KISA MARKSİZM TARİHİ

“On bin fersahlık yürüyüş durduğun yerden başlar.” Mao Zedung***

En İlkel Marksist: Marx

SB deneyi, sosyalizmin kuruluşundan geri dönüşün mümkün olduğunu gösterdi. Bir emekçi devriminden sonra emekçilerin iktidarının yerini azınlık sınıf iktidarı alabildi. Bu olay, insanlık tarihinde yeni bir olaydır. Marksizmin kurucuları doğal olarak sosyalizmden geri dönüşü tahlil eden bir teori geliştirmemişlerdi. Hattâ onlar sosyalizmin kuruluşuna ilişkin bir teori de bırakmadılar. Aslında sosyalizmin kuruluşu ve geri dönüş, aynı sürecin iki karşıt eğilimidir. Bu nedenle sosyalizmin kuruluşu teorisinin özü, geri dönüş tehlikesinin açıklanması ve önlenmesidir. Marksizmin kurucuları, 1871 Paris Komünü’nün çok sınırlı deneyimi bir yana, herhangi bir ülkede sosyalizmi kurma pratiğine tanık olmadılar. Kendilerine gökten vahiy inmedi*ği için, teorilerini pratikten çıkarıyorlardı. Marx ve Engels, yaşadıkları kapitalizmin esaslı bir tahlilini yaptılar ve kapitalist sistemin sınıf çelişmelerinin kaçınılmaz olarak sosyalizme götüreceğini saptadılar. Devletin ve sınıfların varlığı ile üretimin gelişme düzeyi arasındaki ilişkileri teorileştirdiler. Marx, insanlığın teori hazinesine yaptığı katkıyı 1852’de Weydemeyer’e yazdığı mektupta özetlemiştir: “Modern toplumda sınıfların varlığını ve bunlar arasındaki mücadeleyi keşfetmiş olma şerefi bana ait değildir. Burjuva tarihçileri bu sınıf mücadelesinin tarihsel gelişmesini, burjuva iktisatçıları da sınıfların iktisadî yapısını benden çok önce açıkladılar. Benim yeni olarak yaptığım, sadece şunları kanıtlamak olmuştur: 1. Sınıfların varlığı, sadece üretimin gelişmesindeki belli tarihsel aşamalara bağlıdır; 2. Sınıf mücadelesi kaçınılmaz olarak proletarya diktatörlüğüne yol açar; 3. Bu diktatörlüğün kendisi, sadece, tüm sınıfların ortadan kaldırılmasına ve sınıfsız topluma geçişi meydana getirir.” (abç)1 Marx, “Fransa’da Sınıf Mücadeleleri (1848-1850)” adlı kitabında da, 1848 devrimi deneyiminden yararlanarak, sosyalizmin kuruluşu döneminin özet bir programını açıklamıştı. Sosyalizm, bütün sınıf ayrılıklarının kaldırılmasına, bu sınıf ayrılıklarının dayandığı bütün üretim ilişkilerinin kaldırılmasına, bu üretim ilişkilerinin karşılığı olan bütün toplumsal ilişkilerin kaldırılmasına, bu toplumsal ilişkilerin sonucu olan bütün düşüncelerin devrimcileştirilmesine zorunlu geçiş dönemidir. Görüldüğü gibi, sosyalizmin genel programı:

– Bütün sınıf ayrılıklarının,
– Sınıf ayrılıklarına yol açan bütün üretim ilişkilerinin,
– Bu üretim ilişkileriyle bağlantılı bütün toplumsal ilişkilerin,
– Bu toplumsal ilişkilerin üst yapısını oluşturan bütün siyasal ve düşünsel ilişki ve kurumların ortadan kaldırılmasıdır.

Üretimin gelişmesiyle bolluk toplumu gerçekleşecek, böylece mallan paylaşmak için yapılan sınıfsal kavgaların ve sınıf ayrılıklarının temeli kalkacaktır. Gene üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetin temeli de yıkılmış olacaktır. Mallar ihtiyaca yeterli olunca, onları “emeğe göre dağıtma” ilişkisi, anlamını yitirecek ve herkes üretimden ihtiyacına göre pay alabilecektir. Böylece meta üretiminin, malları para ile değişmenin temeli de yok olacaktır. Malların paylaşımını belli sınıfların çıkarına düzenleyen devlete ve sistemi ideolojik ve siyasal düzlemde koruyan düşüncelere ve kurumlara da gerek kalmayacaktır. Ancak bütün bunların gerçekleşmesinde kilit sorun, Marx’a göre, emekçilerin iktidara gelmesidir, siyasal ve ideolojik hegemonyayı ele geçirmesidir. Üretimin bolluk toplumunu yaratacak kadar gelişmesi, sınıfsız toplumun zeminini oluşturur. Ama anahtar, Marx’ın ısrarla vurguladığı gibi, siyasettedir, emekçilerin devlet haline gelmelerindedir. Emekçi devleti, kendisinin varlık nedenini de ortadan kaldıracaktır, sınıfların varlık nedenini de. Elbette bunu sınıfsal inisiyatifle, sürekli aşağıdan yukarı bir dinamizmi harekete geçirerek, bu anlamda tarihin görmediği bir demokrasi aracılığıyla başaracaktır. Marx, sosyalizmin kuruluşu programını 1871 Paris Komünü’nün üç aylık deneyimine dayanarak geliştirdi. Yeni toplumun eski devlet aygıtıyla kurulamayacağını, eski aygıtın parçalanması gereğini açıkladı. Ancak görüldüğü gibi, Bilimsel Sosyalizmin kurucuları, geri dönüş sorunsalına girmediler ve dolayısıyla sosyalizmin kuruluşuna ilişkin gelişmiş bir teori bırakmadılar, böyle bir deneyimi yaşamadıkları için bırakamazlardı da.

İlk Sosyalist Devrim

Geri dönüş sorunu, kaçınılmaz olarak ilk sosyalizm deneyi ile ortaya çıktı. Emperyalizmle kuşatılmış geri bir ülkede sosyalizm kurulabilir miydi? Buna devrimciler “evet kurulabilir, bu mümkündür” cevabını verdiler. Teorik kanıtlar bir yana; sınıf mücadelesinin uluslararası ve ulusal alandaki pratiği açısından bu soruya verilebilecek biricik devrimci cevap, “evet” idi. Sosyalizm uluslararası planda olsun, ulusal planda olsun bir süreçti. Proletarya, emperyalizm çağı koşullarında kapitalizmin sömürü zincirini bir ülkede kırmış ve siyasal iktidarı ele geçirmişti. Tarih bu büyük sınıfsal altüst oluşu gerçekleştiren sınıfın önünde, ne kadar yorgun düşse, nesnel olarak erise ve son derece olumsuz koşullarla kuşatılsa bile, bir tek yol bırakmıştı: İlk sosyalizm dalgasını götürebildiği yere kadar götürmek, sürece olabildiği kadar omuz vermek ve geleceğin yeni sosyalizm dalgaları için bir birikim, bir dayanak, bir tecrübe oluşturmak. Soruna böyle bir sınıf mücadelesi perspektifiyle baktığınız zaman, yani dünyayı değiştirmek için bir teori inşa ettiğiniz zaman, tek ülkede sosyalizmi kurma çabasına “mümkün” diyenler doğruydu. “Mümkün değil” diyenler ise, pratikte uygulanamayacak, idealist bir teori üretmekteydiler. Çünkü bir kez iktidarı ele geçirmiş olan bir sınıfın, hele bir de kanlı iç savaşlardan ve emperyalist kuşatmalardan sonra, iktidardan kendi isteğiyle vazgeçmesi mümkün değildi; o gün o sınıfın önünde sosyalizmi kurabileceği kadar kurmak dışında bir eylem olamazdı ve bu nedenle sınıfın benimseyeceği, pratiğe ışık tutan bir teori de, sosyalizmi inşa çabasına olumlu vaatlerde bulunmak zorundaydı. Tarihsel gerçek de buydu ve bunu doğruladı. Gerçekten de ilk sosyalizmi kurma deneyi, insanlık tarihinde büyük bir dalga yarattı; yalnız uygulandığı ülkeyi değil, dünyanın çehresini değiştirmede görülmemiş etkilerde bulundu. Bu kadarı, meselenin bir cephesidir. Diğer cephesi ise, “mümkündür” cevabının verilmesinden sonra sürecin ilerletilmesinin önündeki olağanüstü büyük zorlukların görülmesi ve buna uygun, doğru bir teorinin inşasıydı. Lenin, son yıllarında, sosyalizmi inşanın güçlükleri karşısında bazı ipuçları yakalamış ve teorik çabasını bu yöne çevirmişti. Ancak, deneyin ilk basamaklarında olunması nedeniyle, geri dönüş tehlikesinin kaynağı konusunda, ilerde tecrübenin kanıtlayacağı berrak kavrayışlara ulaşılamamıştı. Devrim, henüz kapitalizmi tasfiye aşamasındaydı. Köylük alanlarda zengin köylü (yani kapitalizm) varlığım koruyordu. Şehirlerde NEP gibi kapitalizmi canlandırma politikalarına geçici olarak başvurulmuştu. Bütün bu nedenlerle tehlikenin kaynağı olarak, tasfiye edilmekte olan eski sınıfların yeniden iktidarı ele geçirmesi ihtimali üzerinde duruluyordu. Bu da o günün gerçekliğine uygundu. Çünkü yıkılan sınıflarla hesaplaşma kesin bir sonuca ulaşmamıştı. Bununla birlikte zamanın devrimcileri, devlet ve parti içinde gelişen bürokratik yönelişler, sınıftan ve halktan kopma eğilimleri üzerinde de durmaya başlamışlardı. Ama varolan hesaplaşma yanında sınıfın yorgun düşmesi ve hesaplaşmanın esas olarak öncüye dayanılarak yürütülmesi zorunluluğu, bu ikinci problemi gölgelemekteydi. İşte bu koşullarda önemli bir teorik zaaf (yaratıcı Marksizm eksikliği) gölgeyi daha da koyulaştırdı. O zamana kadarki kavrayışa göre, üretim araçlarının toplumsallaşması sınırları ve geri dönüş ihtimalini ortadan kaldıracaktı. Kolaylıkla Marx’a kadar dayandırılabilecek bu teori, sosyalizmin önkoşullarının oluştuğu gelişmiş kapitalist ülkelerde girişilecek bir sosyalizmi kurma çabası için önerilmişti. Lenin, emperyalizmin yarattığı yeni koşullarda, klasik teoriyi sosyalist devrimin görece az gelişmiş ülkelerde de gerçekleşebileceğini ortaya koyan tahliliyle düzeltmiş, geliştirmişti. Siyasal devrim açısından berrak bir biçimde yapılan bu geliştirmenin diğer ayağı, 1960’lara kadar kurulamadı. Siyasal devrimin mümkün olması açısından geliştirilen teori, sosyoekonomik dönüşümün tamamlanmasının zorluğu, ve sosyalizmi inşa sürecinde geri dönüş tehlikesinin saptanması açısından eksik kalmıştı. Emperyalist sömürü zincirinin geri bir ülkede kırılması mümkündü (“zayıf halka”). Bu geri ülkede, uluslararası alanda dayanışma içinde olacağı başka sosyalist ülkeler olmaksızın, tek başına sosyalizmi kurmak da mümkündü. O zaman, gerek siyasal devrimin zaferi ve gerekse sosyalizmin kuruluşunun başarılabileceği yönündeki bu teorik yeniliğin, mutlaka sosyalizmin kesin zaferinin koşullan açısından da tamamlanması gerekiyordu. Ama bu tamamlama yapılamadı. Demek ki, emperyalizm teorisiyle ve tek ülkede sosyalizmin inşasının mümkün olduğu teziyle yapılan katkı, bütünsel sonuçlarına kadar götürülemedi.

Üretim araçları bir kez toplumsallaştırılınca, sınıfların ortadan kalkacağı ve geri dönüş tehlikesinin içsel kaynağının kurutulmuş olacağı şeklindeki teori, 19. yüzyılın kalıntısıydı. Gelişmiş kapitalist ülkelerde, hem de uluslararası çapta gerçekleşecek bir sosyalizm deneyine göre yapılmış bir teori dogmatik bir tavırla benimsenmişti. Hep eski yıkılan sınıflardan gelecek restorasyon girişimlerinden korkuluyordu. Burjuvazi ile aristokrasi arasındaki mücadelelerde iktidarın birkaç kez el değiştirdiği görülmüştü. Bazı ülkelerde alaşağı edilen krallık ve aristokrasi daha sonra iktidar girişimlerinde bulunabilmiş ve bazı örneklerde başardı da olmuştu. İlk sosyalizm deneylerinde Marksist teorinin bu tarihsel tecrübeye takılıp kaldığı görülüyor. Devrimin doruk noktalarında cephe eski hakim sınıflara dönüktür, doğal olarak teori ve programın cephesi de. Ancak merkezî iktidar mevzilerindeki ve mülkiyet hukukundaki hesaplaşmalardan sonra, hiçbir sosyalist ülkede eski hakim sınıflar bir daha iktidarı ele geçirme girişiminde bulunamadılar. Burjuvazinin iktidarı yeniden ele geçirdiği ülkeler olmadı değil. Ama dikkat edilirse bu örnekler kuvvetler arasındaki kesin boy ölçüşmenin sonuçlanmadığı ülkelerdir, 1919’da Macar Sovyetleri’nin üç ay sonra düşmesinde olduğu gibi. Toplum içinde küçük azınlıklar olan eski hakim sınıfların gücü, iktidar mevzilerinden, üretim araçları üzerindeki mülkiyetlerinden ve ideolojik hegemonyalarından geliyordu. Her üç düzlemde ayaklarının altındaki zeminin bir devrimle çekilmesi, onlarda yeni bir iktidar girişimi için mecal bırakmıyordu. Proletarya diktatörlüğü programlarının ruhu, 1960’lara kadar 19. yüzyıldan kalmıştır. Bu programların içerikleri esas olarak Paris Komünü varsayımına göre oluştu. Emekçiler iktidarı ele geçirdikten sonra eski hakim sınıflar yeniden iktidar girişimlerinde bulunacaklardı. Nitekim Paris Komünü, üstelik yabancı ülke ordularının desteklediği gericilik tararından yıkılmamış mıydı? Marksist teori, uzun süre bulunduğu zamanı şaşırarak (anakroni) yaşadı, 19. yüzyıldan kalan sabit fikirlere saplandı. Emekçi iktidarını savunma ve pekiştirme mekanizmaları namlularını yıkılan hakim sınıflara çevirmişti. Sosyalizmin kuruluş deneyleri, bu teorik şizofreni içinde bir bakıma gafil avlandı. Geri dönüş girişimleri, üretim araçları üzerindeki mülkiyetin dönüşümü tamamlandıktan sonra, eski hakim sınıflardan değil, bizzat devletin ve partinin içinden geldi. Pratikte devlet ve parti mevzilerinde zaman zaman şiddet yöntemleriyle çözülen siyasal mücadeleler yaşanıyordu, fakat teoride geri dönüş girişimlerinin kaynağı hâlâ eski hakim sınıflardı. 1960’lara gelinceye kadar eski teori hakimiyetini sürdürdü. Sosyalizmden geri dönüş olayı SB’de yaşanıyordu, fakat bu olayın henüz teoride yeri yoktu. Hıristiyanlığın ve İslamiyetin etkileri hatırlanırsa, her yeni olgunun açıklamasını kutsal kitaplarda arayan ve kitapta yeri olmayan olguları reddeden zihinsel alışkanlıkların Marksistler arasında da sürmesi anlaşılabilir. Geri dönüşü inkâr eden revizyonizm, burada dogmatizmden kuvvet alıyordu. Kuşkusuz emekçi devrimi yapmış toplumlardaki geri dönüşü, çok kritik de olsa, tek başına bir teorik yanılgıya bağlıyor değiliz. Ancak burada konuyu teori düzleminde tartışıyoruz. İlk büyük revizyonizm dalgası olan İkinci Enternasyonal, Avrupa’daki sosyalist hareketin ve işçi sınıfının bilincinde uzun yıllar devam eden bir paslanma yaratmıştı. Lenin’in önderlik ettiği devrimci akım ve Ekim devrimi, sınıfın zihnindeki pasları açmıştı ve Bilimsel Sosyalizmi yeniden canlı ve yaratıcı bir gelişme mecrasına sokmuştu. Dünya devrimci hareketi, SB’deki geri dönüş olayıyla birlikte yeniden gerçeklerden kopma tehdidiyle karşı karşıya geldi. Revizyonizm bu kez büyük bir sosyalist devletin yönetimine hakim olmuş ve emekçiler üzerinde diktatörlük uygulayan bir rejimin ideolojisi haline gelmişti. Revizyonizm, bir süper devletin dünya ölçüsündeki etkisinden güç alarak, yalnız uluslararası komünist hareketin saflarında değil, bütün insanlığın düşüncesinde yer yer çürümelere yol açtı. Bu çürümenin etkisini bugün özellikle SB ve Doğu Avrupa halklarında görüyoruz.

Mao Zedung’un Katkısı

1960’ların ortamında Marksist teori, dinamizmini Mao Zedung’un katkılarıyla ortaya koydu. Mao, SB’deki geri dönüş olgusunu ve Çin deneyini değerlendirerek eski teoriyle hesaplaştı ve proletarya iktidarı altında devrimi sürdürme teorisini açıkladı. Sosyalist toplum oldukça uzun bir tarihsel dönemi kapsıyordu. Bu dönem boyunca, sınıflar, sınıf çelişmeleri ve sınıf mücadelesi devam ediyordu. Üretim araçlarının esas olarak toplumsal mülkiyete geçmesinden sonra da, iki sınıf, iki çizgi, iki yol arasındaki mücadele ortadan kalkmıyordu. Proletarya ile burjuvazi, Marksizm ile Revizyonizm, Sosyalizm ile kapitalizm arasındaki mücadele henüz kesin bir sonuca ulaşmış değildi. Kapitalizme geri dönüş tehlikesi vardı. Bu tehlike, esas olarak yıkılmış olan hakim sınıfların kalıntılarından değil, devlet ve parti içinde kapitalist yolu tutmuş mevki sahiplerinden geliyordu. Mao, proletarya devrimini sürdürmek için, öncelikle devlete ve partiye değil, geniş emekçi kitlelerin inisiyatifine güvendi; bir emekçi demokrasisinin teorisini ve pratiğini geliştirdi. 1966 yılı 16 Mayısında “Karargâhı bombalayın” çağrısıyla başlayan Büyük Proleter Kültür Devrimi, Mao’nun emekçi demokrasisine ilişkin teorisinin ilk önemli uygulaması oldu. Mao, Kültür Devrimi pratiği içinde ve daha sonra, sosyalizm döneminde “fırtına halinde kitle mücadelelerinin gerekliliğini” teorileştirdi. İktidarı ele geçiren burjuvazi, emekçilere ayaklanmak dışında bir çıkış yolu bırakmıyordu. Burjuva yolcuların iktidarı bütünüyle ele geçirme girişimleri de, fırtına halinde emekçi hareketiyle önlenebilirdi. Mao, Kültür Devriminin başlamasının birinci yıldönümünde, ilerde böyle birçok devrim olacağını da belirtti. Mao’nun teorisi, Çin, SB, Polonya, Doğu Almanya ve diğer Doğu Avrupa pratiklerinde doğrulandı ve doğrulanıyor. Revizyonist diktatörlükler büyük kitle hareketleriyle yıkılıyor. Toplumun yeniden sosyalizm rayına girmesi de, fırtına halinde kitle hareketlerini gerektiriyor. İktidardaki devlet burjuvazisinin bir kesiminin yukarıdan aşağı reformları, sosyalizmi getirmiyor ve getiremez de. Çünkü sosyalizm ancak işçi sınıfının eliyle kurulabilir. Mao, 1976 yılında öldüğü zaman, sosyalizm ve geri dönüşe ilişkin deneyler de sınırlıydı. En önemlisi o, Revizyonizme karşı Çin’deki Proleter Kültür Devrimi dışında büyük kitle hareketlerini görmedi. Kültür Devriminin
sonuçlarını ve bugün Doğu Avrupa’da yükselen büyük halk hareketlerini değerlendiremedi. Mao’nun ölümünden iki yıl sonra, 1978 yılı sonundan itibaren Çin, Mao’nun sosyalizmin kuruluşuna ilişkin teorisini reddeden bir çizgiye girdi ve bu yeni çizgi 1989 baharında Tien Anmen alanındaki büyük halk hareketleriyle karşı karşıya geldi. Arkasından SB’deki büyük madenci grevleri başladı. Polonya işçi sınıfı yirmi yıl soluklu bir mücadele yürüttü. Doğu Almanya’da, Çekoslovakya’da ve Bulgaristan’da büyük halk hareketleri oldu. SB’deki millî ayaklanmalar da kuşkusuz önemli. Mao, Prag Baharı’nın birkaç aylık pratiğine tanık olmuş, fakat reformcu akımın Gorbaçov’la iktidara gelmesini ve uluslararası bir akıma dönüşmesini de görmemişti. Bu nedenle Mao’nun sosyalizmin kuruluşuna ilişkin teorisi, tanık olduğu dönemin pratiğiyle sınırlı kaldı. Nasıl Marx ve Engels, sosyalizm deneylerini yaşamadıkları için bir sosyalizm programı geliştiremedilerse, Mao’nun günümüz gerçekleriyle doğrulanan teorisi de, geliştirilmeye muhtaçtır. Halkların Revizyonizme karşı mücadele pratiği, sosyalizmin önünde yeni teorik ufuklar da açıyor.

* Mao Zedung, Büyük Proleter Kültür Devrimi 16 Mayıs 1966 Genelgesi.
** Genelgenin 1. Yıldönümünde Mao’nun söyledikleri.
*** Mao Zedung. Sovyet İktisadının Eleştirisi, s. 120. 1 Marx’ın J. Weydemeyer’e Mektubu, 5 Mart 1852.