İşçi Partisi 3. Genel Kongre Raporu’nun
Teorik Miras Bölümü
Teori Sayı 54 Haziran 1994
V TEORİK MİRAS
Bilimsel Sosyalizmin kurucusu Karl Marx, 70 günlük Paris Komünü deneyinden proletarya diktatörlüğü teorisini üretmişti. 1917 Ekim Devrimi’yle başlayan sosyalizmi kurma pratiklerinde ise, 70 yılı aşan bir deneyim birikti. Bu 70 yıl, insanoğlunun dünyayı değiştirme çabasında en yoğun ve en güçlü atılımı içermektedir. Böylesine dev bir pratik, Bilimsel sosyalist teoriye Paris Komünü’nün 70 günlük deneyimiyle karşılaştırılamayacak kadar zengin bir malzeme sunuyor.
İşçi Partisi, program ve tüzüğünü sosyalizmin 1990’larda son bulan birinci dalgasının teorik kazanımları temelinde üretmişti. Ancak bu teorik mirası, bir Parti belgesinde özetlemedik.
Artık 20. yüzyılın sosyalizm ve sınıf mücadelesi pratiklerinin derli toplu bir teorisini yapmanın zamanıdır. Çünkü Sovyetler Birliği’ndeki geri dönüş süreci sonuna varmış ve olgular. 1960’lardan bugüne uzanan tartışmaya ilişkin son sözünü söylemiştir.
19.Yüzyılın Avrupa Merkezli Sosyalizmi
Dünyamızdaki proleter devrimci pratik ve teorinin gelişmesini iki döneme ayırabiliriz. Birinci dönem, 1848’de Komünist partisi Manifestosu’yla başlar ve 1871 Paris Komünü sonrasına kadar uzanır.
İkinci dönem, 1917 Ekim Devrimi’yle başlar ve Sovyetler Birliği’ndeki geri dönüş sürecinin tamamlanmasına kadar uzanır.
Kısaca 19. Yüzyıl Sosyalizmi ve 20. Yüzyıl Sosyalizmi diye ifade edebileceğimiz bu dönemleştirme, dünyamızın ekonomik-politik süreçlerindeki köklü değişikliklerle çakışır, daha doğrusu bu köklü değişimlerden kaynaklanır.
19. yüzyılda dünya devriminin merkezi, gelişmiş kapitalist ülkelerdeydi, başka deyişle Avrupa’daydı.
Ekim Devrimi, “Proletarya Devrimleri ve Kurtuluş Savaşları Çağı”nı açtı. Kapitalizm, artık emperyalizm aşamasına ulaşmıştı. Bu koşullarda dünya devriminin merkezi, gelişmiş kapitalist ülkelerden Ezilen Dünya’ya doğru kaydı.
Bilimsel Sosyalizmin ilk dönemine 19. yüzyıl gerçeği damgasını vurmuştu. O zaman dünyanın tarih yapan haritası, Avrupa’dan ibaretti. Kuzey Amerika da, Avrupa’nın kapitalist uygarlığının bir parçasıydı. Asya, Afrika ve Latin Amerika, insanlığın ortak gelişme yatağına henüz girmemişlerdi. Bu koşullarda 19. yüzyılda devrim odağı Avrupa’daydı, olgu buydu.
Marx ve Engels, materyalist oldukları için, gerçeği olgularda aradılar. Gelişmiş kapitalist ülkelerde üretimin toplumsallaşması ile özel mülkiyet arasındaki çelişme, proleter devrimlerine yol açacaktı. Bu, bir kıta devrimiydi ve Avrupa ölçeğinde olacaktı; en azından en gelişmiş kapitalist ülkeleri kapsayacaktı. İktidarı alan proletarya, burjuvazinin devlet cihazını parçalamalı, devirdiği fakat bütün toplumsal, ekonomik ve ideolojik temelleriyle tasfiye edemediği burjuva sınıfı üzerinde sınıf diktatörlüğü uygulamalıydı.
Bilimsel Sosyalizmin kurucuları, ortaya koydukları bu devrim modelini 1848 devrimleri ve 1871 Paris Komünü pratiklerinden çıkardılar. 19. yüzyılın sınıf mücadelesi ve devrim pratikleri, hem Marx ve Engels’in teorisine malzeme oldu, hem de teoriyi doğruladılar. 19. yüzyıl Avrupa’sının sanayi kentleri, büyük proletarya hareketlerine sahne oldu. İşçi sınıfı 1871 yılında Paris’te ayaklanarak ilk kez iktidarı ele geçirdi. Paris Komünü, yayılamadığı ve burjuvazinin devlet aygıtını parçalayamadığı için ancak 70 gün yaşayabildi. Devrilmiş olan burjuvazi, yeniden toparlandı ve Alman burjuvazisiyle de işbirliği yaparak Paris Komünü’nü yıktı.
20. Yüzyılda Devrim Odağı: Ezilen Dünya
20. yüzyılın en büyük gerçeği, Asya, Afrika ve Latin Amerika’daki muazzam insan gücünün dünya siyaset sahnesine çıkması, bir anlamda dünya tarihine tüm ağırlığıyla girmesidir. Ezilen Dünya’yı, insanlığın ortak gelişme yatağına emperyalizm çekti. Kapitalizmin tüm dünyaya yayılması, anti-kapitalizmin de Avrupa dışına taşması sonucunu verdi. Bu anti-kapitalizm, çevre halkların metropollere muhalefeti idi, yani anti- emperyalizmdi. Kapitalizm, Avrupa’daki ölümcül krizine genişleyerek çare bulabildi. Fakat bu “çare”, krizin tüm dünyaya yayılmasından başka bir sonuç vermedi.
19. yüzyılda Avrupa ve yakın çevresi, burjuvazi-proletarya olarak ikiye bölünmüştü. 20. yüzyılda ise, dünyadaki ana bölünme, ezen ve ezilen uluslar biçiminde gerçekleşti. Bu bölünme, sınıf mücadelesinin uluslararası alanda devamıydı. Lenin, 19. yüzyılın devrim ve sosyalizm stratejisini esastan değiştiren bu gelişmeyi, dünya tahlilinin temeline oturttu ve Komünist Enternasyonal Kongresine sunduğu tezlere temel aldığını belirtti.
20. yüzyıla göz attığımızda, ezen-ezilen çelişmesinin, dünya çapındaki başlıca çelişmeler içinde baş çelişme olduğunu görüyoruz. Proletarya devrimleri, ezilen halkların emperyalizme karşı işçi sınıfı önderliğinde verdikleri mücadelelerde gündeme geldi.
Çağımızın temel özelliklerinden biri, devrim akımının Batı’dan Doğu’ya, Kuzey’den Güney’e, kapitalist merkezlerden çevre ülkelere doğru kaymasıdır. Kapitalizmin emperyalist aşamaya geçmesi, dünyanın ezen ve ezilen uluslar olarak ikiye bölünmesi, sömürünün ve dolayısıyla çelişmelerin çevre ülkelerde yoğunlaşması, devrim merkezinin bu yöne kaymasını getirmiştir.
Sosyalizmi “geri” ülkelerde kurma çabası, umutsuz bir zorlama mıdır, tarihe çalım atma gayreti midir? 20. yüzyıl sosyalizmleri başından beri bu eleştiriyle karşılaştılar. Eleştirenler arasında, kafaları 19. yüzyılda kalmış bazı “marksistler” de vardı.
Kim ne derse desin, insanlığın kapitalizmi şu veya bu düzeyde aşan yaşanmış bütün deneyleri, bu “geri” denilen ülkelerde gerçekleşti. Teori, alçak gönüllü olmalıdır, oturup bu olgunun nedenlerini tahlil etmelidir. Teori pratiğe uymadığı zaman, pratik yok sayılamaz, teori değiştirilir.
19. yüzyıldan farklı olarak, dünyanın devrime ve sosyalizme daha yakın kesimi, artık en ileri kapitalist ülkeler değil, kapitalizmin daha geri aşamalarını yaşayan ülkelerdir. Yüzyılımız gerçeğinin baştan sona kanıtladığı bu saptama, teorik hazinemizin köşe taşlarından birini oluşturur. Başarıya ulaşabilecek bir devrim stratejisi için öncelikle belirlenecek gerçek budur.
20. yüzyılda Bilimsel Sosyalizm, Avrupa-merkezli olmaktan çıkmış, dünyalılaşmıştır. Avrupa’nın ağırlığı ikinci plana düşmüştür. Günümüzden geçmişe doğru bakıldığında daha açık görüldüğü gibi, Ekim Devrimi klasik 19. yüzyıl Avrupa devrimi değil, “geri” ülke devrimidir. Rusya, Avrupa’nın en geri, Asya’nın ise en ileri ülkesiydi. Rusya’da başlayan devrim, Batı’ya doğru değil, daha Doğu’ya, Asya’nın içlerine doğru yayılabilmiştir. Lenin ve Bolşevikler, 1920’lere kadar ısrarla Avrupa proletaryasından devrim beklediler ve bunu Sovyet iktidarının yaşayabilmesinin koşulu olarak gördüler. Fakat özellikle Almanya ve İtalya’daki proletarya ayaklanmalarının başarısızlıkla sonuçlanması üzerine gözlerini Doğu’ya diktiler.
Ekim Devrimi, 19. yüzyıl devrimlerinden 20. yüzyıl devrimlerine geçiş sürecinde, yeni devrim odağının henüz tam belirginleşmediği bir aşamada gerçekleşti. İki dönemin özelliklerini de bağrında taşıyordu. Fakat devrimin, İngiltere, Fransa, Almanya gibi zamanın en gelişmiş kapitalist ülkelerinde değil de Rusya’da olması, sürecin yönünü gösterir. Rusya, ilerilerin en gerisiydi. Fakat günümüzden arkaya doğru bakarsak, Ekim Devrimi’nin ileri ülkelerin en gerisinde değil, geri ülkelerin en ilerisinde gerçekleştiğini belirleriz. Nitekim 1917 devrimi, Avrupa devrimini değil, Asya, Afrika ve Latin Amerika devrimlerini, ulusal kurtuluş savaşlarını ateşledi. Dünya kapitalizmi metropollerini koruyabildi, fakat sömürgeleştirmek istediği geniş alanlarda Ekim Devrimi’nin rüzgârını bastıramadı. Sovyet Devrimi’ni, Doğu Avrupa devrimleri, özellikle Çin Devrimi, Kore, Küba, Hindicini devrimleri ve tüm dünyada güçlü bir akım olan bağımsızlık mücadelesi izledi.
Dünya Çapında Cepheleşme ve Emperyalizmin Zayıf Halkası
20. yüzyılın temel gerçeklerinden biri de, sermayenin dünya çapında yayılması ve yeryüzünün büyük emperyalist devletler tarafından paylaşılmasıdır. Bu gelişme, proletaryanın devrim stratejisine önemli bir değişiklik getirdi. Devrim, artık 19. yüzyıldaki gibi herhangi bir ülkenin burjuvazisi ile proletarya arasında ulusal düzlemle sınırlı bir hesaplaşmanın ürünü olmayacaktı. Devrim, dünya ölçeğindeki cepheleşmenin belirli bir ülkede sonuç vermesiyle gerçekleşebilirdi. Dünya çapındaki emperyalist sömürü zinciri, en zayıf halkasından kırılacaktı.
20.yüzyılın bütün başarılı devrimlerinde ülke emekçileri, emperyalizmle karşı karşıya geldiler. İktidarı ele geçirmek, korumak ve sosyalizmi kurmak için emperyalist müdahaleyi boşa çıkarmak gerekti.
Çağımızda emperyalizmi gözardı eden hiçbir devrim stratejisi başarıya ulaşamadı ve ulaşamaz. Devrim ile karşı-devrim güçlerinin dünya çapında cepheleşmesi, dünya ölçeğinde hesaplaşma perspektifini zorunlu kılar. Devrim elbette dünyanın her tarafında birden değil, emekçi kuvvetlerin en güçlü olduğu, dolayısıyla emperyalist zincirin en zayıf olduğu ülkede gerçekleşecektir.
Dünya Devrimine Giden Biricik Yol: Ülke Devrimleri
Dünyanın ezen ve ezilen uluslara bölündüğü ve dünya çapında emperyalist zincirin oluştuğu çağımız koşullarında, devrim atılımını öncelikle Kuzey’den, Amerika’dan, Avrupa’dan veya Japonya’dan beklemek, devrimi olanaksız kılmanın teorisidir. Gelişmiş kapitalist ülkelerde devrim, Ezilen Dünya’daki devrimlerin yarattığı koşullarda olacaktır. Tek tek ezilen ülkelerdeki devrimler, emperyalizmin merkezindeki devrimleri zorlayacaktır. Dünya devrimi, tek tek ulusal ölçekteki devrimlerin ve sınıf mücadelelerinin yarattığı birikimin ürünü olacaktır.
Günümüz dünyasında herhangi bir ülkede sosyalizmin kuruluşunun ölçütü olarak devletin sönmesi getirilemez. Böyle bir ölçüt, 19. yüzyılın dünya devrimi varsayımından kaynaklanıyor ve emperyalizmi gözardı ediyor. 20. yüzyıl pratiklerinin de kanıtladığı gibi, ezilen bir ülkede gündeme gelen sosyalizmi inşa pratiklerinde, emperyalizmin varlığı ve iç savaş tehditi nedeniyle, başlangıçta emekçi devletinin sönmesi beklenemez. Tersine şiddetlenen sınıf mücadelesi, bir süre için emekçilere devletlerini güçlendirme ihtiyacını dayatacaktır. Geri ülkede sosyalizm kurulabilir, ancak geri dönüş tehlikesine karşı sınıf mücadelesi daha keskin olacak ve uzun sürecektir. Tek ülkede sosyalizm için mücadele, dünya devrimine giden biricik yoldur ve biricik enternasyonalist teoridir.
Ancak deneyimler, sosyalizmin ancak büyük ölçeklerde yaşayabileceğini kanıtladı. Dünya kapitalist sisteminden kopabilmek için, sosyalizmin belli bir insan ve üretim potansiyeline, az çok geniş bir coğrafyaya ve iç pazara ihtiyacı vardır.
Bu geniş ölçeği, tek bir ülke de oluşturabilir, birden çok ülke de. Türkiye, sosyalizmi kurmak için oldukça geniş ve elverişli bir ölçektir.
Köylülüğün Devrimci Potansiyeli
Devrim merkezlerinin kapitalist metropollerden çevreye kayması, köylü meselesini daha da önemli kıldı. Çünkü Ezilen Dünya’da yoğun köylü yığınları yaşıyordu. Proletarya, bu köylü denizinin ortasındaki sanayi merkezlerinden oluşan adalarda toplanmıştı. Köylü kitleleri emperyalist sömürü ve zulümle karşı karşıya bulunuyordu. Köylüye dayanmayan, onun taleplerini dikkate almayan, onu devrime katarak dönüştürmeyi benimsemeyen bir devrim stratejisi olanaksızdı. 20. yüzyıl devrimcilerinin Rusya, Çin, Kore, Küba, Hindiçini devrimleriyle kanıtlanmış gerçeği budur. Proletarya, gerek devrimde gerek sosyalist kuruluşta, emekçi köylülükte temel müttefikini buldu.
Ezilen ülkeler, emperyalizm çağında kendi iç dinamikleriyle kapitalistleşme, kendi burjuvazileri önderliğinde feodalizmi tasfiye ve bu anlamda demokratikleşme olanağını kaybettiler. Emperyalizm girdiği ülkede kendine bağımlı işbirlikçi bir kapitalist sınıf yarattı ve feodal gericilikle işbirliği yaptı. Gerek emperyalist burjuvazi, gerek ezilen ülke burjuvazisi, 20. yüzyılda feodalizmi yıkacak dinamiklerden artık yoksundu. Geniş halk kitlelerinin feodalizmden kurtuluş, demokratikleşme ve aydınlanma gibi ihtiyaçları, proletaryanın omuzlarına bindi ve ezilen ülke devrimlerinin karakterini belirledi.
Köylülük, kapitalizmin gelişme aşamalarında görüldüğü gibi, artık burjuvazinin bir müttefiki değil, proletaryanın bir müttefiki durumuna geldi. 19. yüzyıl Avrupa’sındaki temel saflaşmada, proletarya ile burjuvazi karşı karşıyaydı. 20. yüzyıl devrimlerinde ise, emperyalizm-işbirlikçi burjuvazi-feodal ağa ittifakına karşı işçi- köylü ittifakı ekseninde birleşen halkın yer aldığı yeni bir saflaşma ortaya çıktı. Feodalizme karşı mücadele ile emperyalizme-kapitalizme karşı mücadele birleşti. Köylü kitleleri devrimin gücü haline geldi. Köylülükteki bu devrimci gücü kavramayanlar, 20. yüzyıl dünyasına 19. yüzyılın kütüphane pencerelerinden baktılar; ne kadar saf sosyalist ve saf proleterci geçinseler de, sosyalizmi ve proletarya iktidarını olanaksız gören bir konuma düştüler. Ezilen Dünya’da ortaya çıkan ve Avrupa-merkezli revizyonizmin beslediği bu eğilim, aynı Avrupa’da olduğu gibi, burjuvazinin feodalizmi tasfiye edeceği hayalini besledi ve beklemeye geçerek devrimin dışına düştü, giderek emperyalizmin safına geçti. 20. yüzyılda köylülüğün devrimci potansiyelini reddetmenin varacağı başka bir yer yoktu.
Tarihin eşitsiz ve sıçramalı gelişim yasası, 20. yüzyıl boyunca hükmünü yürüttü. Avrupa’nın aydınlanma hareketi ve sanayi devrimi 19.yüzyıl ortalarına kadar burjuvazi önderliğinde gerçekleşmişti. Emperyalizm, kapitalizm öncesi ilişkiler içinde bulunan ülkelere bu yolu kapattı. 20. yüzyılla birlikte kapitalizm, aydınlanma ve ilerleme barutunu tüketti. Ezilen Dünya’nın aydınlanma ve gelişme sorunu, artık kapitalistleşme sorunu değil, emperyalizme karşı mücadele ve özellikle sosyalistleşme sorunuydu. Geride kalan, ileride olandan artık daha ileri bir potansiyel taşıyordu.
Aşamalı ve Kesintisiz Devrim
Devrimin merkezinin kapitalistleşme açısından daha geri ülkelere kayması ve yoksul köylü kitlelerinin taleplerinin proletaryanın gündemine girmesi, beraberinde aşamalı devrim olgusunu da getirdi. Yine çağımızda devrimin emperyalizmle hesaplaşmayı zorunlu kılması da, aşamalı devrimi dayattı.
Proletarya, sosyalizm ve sınıfsız toplum hedefine ulaşabilmek için, ilk aşamada programına toprağın işleyene dağıtılması, bağımsızlık, özgürlük, ulusal eşitlik, aydınlanma, insan hakları gibi sosyalizm öncesi demokrasi taleplerini aldı. Bu talepler burjuva demokratik karakterdedir. Sosyalizm ise, üretim araçlarının toplumsal mülkiyeti, toprakta kolektifleştirme ve proletarya enternasyonalizmi gibi sınıfsız topluma ilerleyen hedefleri içerir. 20. yüzyıl devrimlerinde, 19. yüzyılın Avrupa modelinden farklı olarak iki ayrı devrimin talepleri iç içe geçti. Rusya’da 1917 Şubat’ındaki demokratik devrimi Ekim’de sosyalist devrim izledi. Tarımda sosyalizm programının uygulanmasına ise, ancak 1929 yılındaki kolektifleştirmeyle başlandı. Doğu Avrupa devrimleri ise, Hitler ve Mussolini faşizmlerine karşı yurtsever-demokratik devrim aşamasından geçerek sosyalizme ilerledi. Sovyet deneyi ve özellikle Çin deneyi başta olmak üzere çağımızın bütün devrimleri, aşamalı devrim teorisinin parlak birer uygulamasıdır.
Dünyadaki devrim pratikleri göstermiştir ki, Ezilen Dünya ülkelerinde “bir çırpıda sosyalizm” dayatması, emperyalizme karşı en geniş güçleri birleştiremez, işçi-köylü ittifakını bozar, iktidarın kazanılmasını olanaksız kılar, dolayısıyla sosyalist kuruluşu da olanaksız hale getirir. Sosyalizm ve sınıfsız toplum temelinde ilerlemek, “bir çırpıda sosyalizm”le değil, “aşamalı ve kesintisiz devrim” yolundan mümkündür.
Proletarya Önderliği, Öncü Parti ve Kitle Çizgisi
Marx, devrimde ve sosyalist kuruluşta proletarya önderliğinin gerekli olduğunu saptamıştı. 20. yüzyıl sosyalizm deneylerinin işçi sınıfının azınlıkta ve köylülüğün yoğun olduğu ülkelerde gerçekleşmesi, proletarya önderliğinin önemini bir kat daha artırdı. Anti-emperyalist ve demokratik görevlerin tamamlanabilmesi ve kesintisiz olarak sosyalist kuruluşa geçilmesi için, işçi sınıfı önderliği zorunluydu. 20. yüzyıl devrimleri bu gerçeği kanıtladı. Sınıfın etkili olmadığı anti-emperyalist mücadeleler, demokratik görevi başaramadığı gibi, kısa sürede yeniden emperyalizmin ağına düştüler. Milli burjuvazi önderliğindeki Türkiye’nin Kurtuluş Savaşı ve sonraki süreç bu olumsuz deneyimin en çarpıcı örneğidir.
20. yüzyıl deneyleri, partisiz devrim olamayacağını kanıtladı. Bütün başarılı sosyalist devrimler,
proletaryanın öncülerini birleştirmiş, kitleler içinde kök salmış, sağlam bir ideolojik, politik ve örgütsel çizgi tutturmuş öncü partilerin kurmaylığında hayat bulabildi.
Öncü, Lenin’in bir icadı değil, fakat toplumsal bir gerçektir. Her sınıfın bilinçli ve ileri bir kesimi vardır. Yine her sınıfı, bu öncü uyandırır, yönlendirir. Sınıf mücadelesinin de bir kurmayı vardır. Kurmaydan yoksun olan bir sınıf, devrim yapamaz.
Öte yandan devrim, sırf öncüyle başarılamaz. Sınıftan kopuk “öncü savaş” yoluyla kotarılmış bir tek devrim örneği yoktur. Bu tür girişimler, hüsranla sonuçlandı ve ancak kendi çıkmazını kanıtladı. Gerek iktidarın ele geçirilmesi gerekse sosyalist kuruluşta, devrimin kitlelerin eseri olabileceği doğrulandı. Proletarya önderliği, öncü parti ve kitle çizgisi, başarılı bir devrimin birbirine bağlı üç temel unsurudur.
Stalin’in Sosyalizmde Direnme Çizgisi ve Stalin’i Aşmak
Stalin dönemi, ilk sosyalizmi inşa deneyimini içerir. İlk olması, en lekeli olmasını da getirdi. Stalin’in önderlik ettiği sosyalist iktidarın tarihsel konumunu belirleyen eylemi, özel mülkiyete karşı amansız bir saldırı ve köklü bir tavırla statükonun üzerine yürümesidir. Stalin, kapitalizmden kopmada ve sosyalizmi inşa etmede ısrar çizgisiyle tarihteki yerini almıştır; sosyalizmin safındadır ve bize aittir.
Bu saptamayı yapmak, Stalin’i aynen tekrar etmek anlamına gelmez. Yalnız sosyalizmi yıkmak isteyenler değil, ilk deneyi aşmak isteyenler de Stalin’i eleştirmek durumundadırlar. Ancak bu eleştiri, kapitalizm cephesinden değil, sınıf mücadelesi ve sosyalizm cephesindendir. Stalin sonrası sosyalizm pratikleri, özellikle Mao’nun önderliğindeki Çin pratiği o dönemden dersler çıkarmış ve Stalin’i aşmıştır.
Kitlelerin yorulduğu ve sosyalizmin inşasında tıkanıklığın başgösterdiği bir dönemde, Stalin önderliğindeki öncü, parti ve devlet mekanizmasını aşırı kullanarak bunalımı aşma yoluna gitti.
Stalin, 1936 yılında, üretim araçlarının kolektifleştirilmesi esas olarak tamamlandıktan sonra, Sovyetler Birliği’nde sınıf mücadelesinin sona erdiği tezini ileri sürdü, artık kapitalizme geri dönüş tehlikesi kalmamıştı. Oysa hayat, kolektifleştirmeden sonra da sınıf mücadelesinin devam ettiğini gösterdi. Stalin, sınıfların varlığını reddettiği için, Parti içindeki kapitalizm yolcularını “ajan”, “yıkıcı”, vb. olmakla suçladı. Böylece sınıf mücadelesi, “ajanlara” ve “yabancı devletlerin yıkıcı faaliyetlerine” karşı mücadeleye indirgendi. Bu tavır nedeniyle, ideolojik mücadele ve kitle inisiyatifi önemsizleşti; polisiye önlemler, siyasal ve ideolojik mücadelenin önüne geçti. Ayrıca halk içindeki çelişmeler yer yer düşmanca yöntemlerle ele alındı, hatta sosyalist yasallığa ve ahlâka aykırı uygulamalara bile girişildi. Bu yöntemler, emekçileri pasifleştirdi ve yabancılaştırdı, öncüyü kitlesinden kopardı, sosyalizmin biricik itici gücü olan emekçi hareketini köreltti, sosyalist demokrasinin koşullarını baltaladı.
Sovyetler Birliği’nde Stalin çizgisinin alternatifi olan Troçkizm, tek ülkede sosyalizmin kurulamayacağını iddia etmişti. Oysa devrim yapmış bir sınıfın sosyalizmi kurmada direnmek dışında devrimci bir seçeneği yoktu. Sovyet Devrimi’nin dünya devrimine katkısı da ancak bu yoldan olanaklıydı. Sovyetler Birliği, Stalin’in önderliğinde “tek ülkede sosyalizmi” kurmada direnerek, İkinci Dünya Savaşı’nda faşizmin yenilgiye uğratılmasında belirleyici bir rol oynadı, emekçi devrimleri ve sömürgelerin kurtuluşu için elverişli güç dengelerini yarattı. Sovyetler Birliği, bir bakıma kendisini feda ederek insanlığın gelişme yolu üzerindeki hendeği doldurdu. Yine Sovyet pratiği, ilk sosyalizm deneyimiyle, daha sonraları Mao Zedung’un katkılarında ifadesini bulan daha gelişmiş sosyalizm pratiklerine ve teorisine de basamak oldu.
Revizyonizm Kapitalizme Götürdü
Kruşçev önderliğinde bir hakim sınıf haline gelen Sovyetler Birliği’nin devlet burjuvazisi, 1990’a kadar süren otuz yılı aşkın gelişme sürecinde, “kapitalizmle yarış” adı altında kapitalist üretim, tüketim, bölüşüm ve sanayileşme modelini benimsedi. Çağımızda herhangi bir azınlık sınıfın rejimi, hele gelişmiş bir sanayi ülkesinde ancak burjuva karakterde olabilir, ancak burjuvazinin programıyla ekonominin çarkını çevirebilir ve ancak burjuvazinin dünya görüşüyle emekçi kitleler üzerinde hegemonya kurabilir.
Sovyetler Birliği’nin devlet burjuvazisi, ABD ile rekabetin öne çıktığı dönemlerde, aslında emperyalistler arası çelişmelerden kaynaklanan bu rekabeti, sistemler arası bir mücadele gibi yansıttı ve burada Bilimsel Sosyalizmin devrimci mirasından ve Sovyet Devrimi’nin Lenin ve Stalin dönemindeki saygınlığından yararlandı.
Ancak Sovyetler Birliği’nin devlet burjuvazisi, devlet mevkilerinin sağladığı rantlar biçimindeki sömürü sistemi tıkanınca, artı değerin piyasa mekanizmaları içinde kârla dağıtıldığı sisteme geçerken, yönettiği sınıf hakimiyeti sisteminin adını da koydu. Böylece Bilimsel Sosyalizm maskesini attı, Stalin düşmanlığından Lenin ve Marx düşmanlığına sıçrayarak, süreci doğal sonucuna götürdü.
Gorbaçov, emperyalizmin küreselleşme teorisiyle ve “Yeni Dünya Düzeni” projesinin savunucusu olarak ortaya çıktı. Kapitalist dünyanın merkezlerinde üretilen “değişim” doktrini, dünyanın her yerinde temsilcilerini buldu. Gorbaçov ile Turgut Özal’ın tezlerinin aynı olması, aynı ekonomik ve ideolojik kaynağa bağlı olmalarından ileri geliyordu.
Gorbaçov, başlıca üç tez öne sürdü:
– Sınıf mücadelesi ve devrimler çağı geçmiştir.
– Ezen-ezilen, gelişmiş-gelişmemiş bütün ülkeler karşılıklı bağımlılık içindeydiler (Interdependence). – Kapitalizm ve sosyalizm buluşmaya gidiyorlardı (Convergence).
Bu tezler, neresinden bakılırsa bakılsın, dünya sermayesinin ideolojisini seslendiriyordu; uluslararası
kapitalist piyasa ile alabildiğine bütünleşmeyi amaçlıyordu.
Sovyetler Birliği’nin kapitalizme geri dönüşü resmen de ilan edeceği sırada bu tezleri açıklaması, doğaldı.
Sovyet hakim sınıfının kuyruğuna takılan bir çok partinin, bu tezleri benimsemesi ve Gorbaçovculuğu emperyalistlerle birlikte savunması da, şaşırtıcı değildi. Modern Revizyonizm, yalnız Sovyetler Birliği’nde değil, dünyanın her yerinde sosyalizm saflarında önemli tahribat yapmıştı.
Ne var ki, Sovyet Revizyonizminden etkilenen partilerin, Sovyet burjuvazisi gibi bir sınıfsal temelleri yoktu. Bu partiler içinde, kendi halklarına değil, fakat Sovyetler Birliği’ne bel bağlayan bir burjuva eğilim yanında, kendi halklarının mücadelesi saflarında yer alan bir kanat da vardı. O nedenle Sovyet Revizyonizminden etkilenen partilerde bölünmeler oldu. Gorbaçov’un burjuva tezlerine cephe alan parti ve gruplar, adım adım Sovyetler Birliği’nde geri dönüş sürecinin eleştiri ve tahliline de girdiler.
Aynı süreci Türkiye’de de yaşadık. Başta TBKP olmak üzere çeşitli revizyonist parti ve gruplar bölündüler. Bunların önderlikleri “Yeni Dünya Düzeni” saflarına katıldılar, büyük burjuvazinin “değişim” projesi içindeki yerlerini aldılar. Sosyalizmde direnenler ise, belli bir ideolojik devrimcileşme sürecine girdiler.
Gerek Sovyetler Birliği’nde gerekse ülkemizde yaşanan deneyim, Revizyonizmin burjuva ideolojisi olduğunu kanıtlamıştır. Revizyonizm, sosyalizmin bir türü değildir. Revizyonist teori ve programla devrim yapılamaz, sosyalizm kurulamaz. Revizyonizm, devrime karşı koyar ve kapitalizme götürür. Revizyonizm kapitalizme hizmet etmiş ve burjuvaziye güç taşımıştır. Mao, “Revizyonizm burjuvazi demektir”, saptamasıyla, bu tarihsel gerçeği daha 1960’larda özetlemişti.
Mao Zedung’un Sosyalizmde Sınıf Mücadelesi Teorisi 19. yüzyılın büyük ustalarının sosyalizmin kuruluş sürecine ilişkin teorileri sınırlıydı. Çünkü o zaman henüz dişe dokunur bir sosyalizmi kurma pratiği yoktu. Marx ve Engels, çok kısa da sürse tarihin ilk proletarya iktidarı olan 1871 Paris Komünü’nü derinlemesine incelediler ve dersler çıkardılar. Marx, Paris Komünü’nün “işçi sınıfının hazır devlet aygıtına el koymakla yetinip onu kendi amaçları doğrultusunda kullanamayacağını” kanıtladığını belirtir. Burjuva devlet aygıtı parçalanmalı ve yerine “proletarya diktatörlüğü” kurulmalıdır. Geçmiş burjuva devrimleri ve Paris Komünü deneyiminden hareketle karşı-devrim tehlikesinin ancak yıkılan hakim sınıftan gelebileceği belirlenmiş ve proletarya diktatörlüğü bu bağlamda zorunlu görülmüştü.
20. yüzyılda ise, dev sosyalizm pratikleri gerçekleşti. Bu pratikler kapitalistleşme açısından geri ve köylülüğün yoğun olduğu ülkelerde yaşandı. Bu toplumsal yapı, sosyalizmin kuruluş sürecinin sorunlarını da belirledi.
Üretim araçlarının büyük sanayiden başlayarak toplumsallaştırılmasıyla birlikte kapitalizme geri dönüş tehlikesinin de kalkacağı düşünülüyordu. Bu görev tamamlandıktan sonra sınıflar ve sınıf mücadelesi son bulacak, geri dönüşün toplumsal ve ekonomik zemini yok olacaktı. 19. yüzyıldan kalan bu teori, 1960’larda Sovyetler Birliği’nde yoğunlaşan olgular karşısında geçerliğini kaybetti. Revizyonizmin Sovyetler Birliği’nde iktidara gelişi, sosyalist harekette yeni bir bunalım yarattı.
Bu noktada Mao Zedung, Sovyetler’deki geri dönüş sürecini ve Çin pratiğini tahlil ederek “Proletarya iktidarı altında devrimi sürdürme teorisi”ni ortaya koydu.
Sosyalizm, proleter devrimiyle başlayan ve sınıfsız topluma kadar sürecek uzun bir tarihi dönemi kapsar. Bütün bu süreç boyunca üretim araçlarının toplumsal mülkiyeti esas olarak tamamlandıktan sonra da, kapitalizme geri dönüş tehlikesi hâlâ vardır; iki sınıf, iki yol, iki çizgi arasındaki çelişmeler devam eder. Başka deyişle proletarya ile burjuvazi, sosyalist yol ile kapitalist yol, Bilimsel Sosyalizm ile Revizyonizm arasındaki mücadele sürer. Bir hukuki biçim olarak toplumsal mülkiyet, geri dönüş tehlikesini bütünüyle bertaraf edemez. Üretim araçlarının mülkiyetinin toplumsallaştırılmasından sonra esas tehlike, tasfiye edilen burjuvaziden değil, bizzat parti ve devlet aygıtı içinde yer alan mevki sahibi kapitalist yolculardan kaynaklanır. Sınıfsız topluma ilerleyen sosyalizmi kurma sürecinin itici gücü, sınıf mücadelesidir, emekçi kitlelerin inisiyatifidir, devrimdir.
Mao’nun teorisi, burjuva çoğulculuğunu merkez alan burjuva demokrasisinden de köklü bir kopuşu temsil eder, yeni bir emekçi demokrasisi geliştirir. Parti, devrimin gereğidir, varlık nedeni yönetmek değil, sınıfa hizmettir. Sosyalizmin güvencesi, emekçilerin iktidarı yaygınlığına ve derinliğine yeniden ve yeniden fethetmesidir. Parti, bu inisiyatifin önderi olabildiği sürece sosyalizm yolunda ilerleyebilir. Sosyalizmin kuruluşu için sıradan emekçi kitlelerin inisiyatifini seferber etme ve onları öncülere dönüştürme görevini terk eden bir öncü, yozlaşma ve çürüme sürecine girerek, burjuva yolcular sınıfını oluşturmaya başlar ve emekçiler üzerinde diktatörlük uygulamaya yönelir. Böyle bir öncünün denetlediği devlet mülkiyeti de, artı değerin bir azınlık sınıf tarafından gaspedilmesine temel oluşturan bir tür özel mülkiyete dönüşür.
Sosyalizm, sıradan emekçinin öncüleşmesini, böylece öncüye ihtiyaç kalmayan bir toplumu hedefler. Sosyalist iktidar, her tür iktidarı, gereksiz kılma perspektifini taşır. Yönetme-yönetilme ilişkisinin adım adım ortadan kaldırılması, burjuva demokratik ilişkilerden köklü bir kopuşu temsil eder.
Mao’nun teorisi, Sovyetler Birliği’ndeki son gelişmelerle kanıtlandı. Bu teoriyi benimsemeden Sovyetler’deki çözülüşü açıklama ve burjuvazinin ideolojik saldırısını göğüsleme olanağı yoktur.
Bugün herkes Sovyetler Birliği’nde sosyalizmden geri dönüldüğünü görüyor, otuz yıllık tartışma bitti. Fakat sorun gözlemi teori düzeyine yükseltmektir: Rusya’da kapitalizme geri dönülmesi, ülkeyi kapitalizme götüren bir hakim sınıfın 1990’dan önce oluştuğunu kanıtladı. Gorbaçov ve Yeltsin, 1917’de yıkılan burjuvazinin temsilcileri değildi, “Komünist” adını taşıyan Parti’nin ve “sosyalist” adını taşıyan bir devletin başta gelen sorumlularıydı. Üstelik çevrelerindeki Parti ve devlet yöneticileri de onlarla birlikte kapitalizme geçişe önderlik ettiler. Her toplumsal sistem, bir sınıf tarafından kurulur. Kapitalist sistemi de burjuvazi kurar. Rusya’da 1991 yılında açıkça ilan edilen kapitalizmi de, kapitalist sınıf getirdi. Ancak bu kapitalist sınıf, feodalizme karşı mücadele sürecinde
değil, sosyalizmin yozlaşması sürecinde doğmuş ve kapitalizme geri dönüş sürecinde gelişmişti. Devlet iktidarını elinde tuttuğu için üretim araçlarını da denetimi altına alan bu yeni tipte burjuvazi, Kruşçev’le birlikte emekçiler üzerinde diktatörlük kurmuş ve kapitalizmin inşasına girişmişti. Gorbaçov ve Yeltsin’ler işte otuz yıldan uzun zamandır iktidarı elinde tutan bu sınıfın liderleriydi. Devlet burjuvazisi, daha önce oluştuğu ve iktidarı ele geçirdiği içindir ki, 1990 yıllarına gelindiği zaman, başında bulunduğu sistemin de adını koydu.
Yaşanan süreç, Mao’nun 1960’larda açıkladığı tahlili doğruladı. Böylece Mao’nun tezleri kanıtlandı ve teori haline geldi.
Bilimsel Sosyalizmin Dünyalılaşması
20. yüzyılda Bilimsel Sosyalizme ilk önemli katkıyı, Ekim Devrimi’nin önderi Lenin yaptı. Lenin, kapitalizmin emperyalizm aşamasına geldiği gerçeğine dayanarak, çağımızda proletarya devriminin stratejisini belirledi, böylece 19. yüzyılın Avrupa merkezli teorisini aştı, Bilimsel Sosyalizmi dünyalılaştırdı.
Mao’nun sosyalizmde sınıf mücadelesi teorisi, Lenin’in katkısını tamamladı. Emperyalizm aşamasında devrimin geri ülkelere kayması, geri dönüş tehlikesini de kaçınılmaz olarak içeriyordu. Lenin, devrimin artık kapitalizmin en çok geliştiği ülkelerde olmayacağını açıklamıştı. Mao ise, sosyalizmin kuruluşu teorisini bu 20. yüzyıl gerçeği üzerine oturttu. Dünyanın ezilen kutbunda, kapitalizmin gelişmediği ülkelerde kurulan sosyalizm, geri dönüş tehlikelerini içeren uzun bir sınıf mücadelesi sürecinden geçerek sınıfsız topluma ilerleyecekti.
Mao, sosyalizmin sorunlarını emekçi kitleleri seferber ederek çözme teorisiyle Marx’ın teorisine derinlik getirdi. Marx, “En büyük üretici gücün devrimci sınıfın kendisi olduğunu” belirtmişti. Yine Marx, “Devrim niçin zorunludur” sorusuna şu yanıtı getirmişti: “Devrim, yalnızca yönetici sınıfı devirmenin başka bir yolu olmadığı için değil, fakat aynı zamanda onu deviren sınıf ancak bir devrim içinde kendisini geçmişin birikmiş tortularından temizleyebileceği ve böylece toplumu yeniden kurabileceği için de zorunludur.”
Devrim yapan emekçi kitleler, en büyük üretici güçtür. Öte yandan yeni toplumu kuracak sınıf, ancak ve ancak devrim için ayağa kalkmış olan sınıftır. Emekçileri eski toplumun bütün yüklerinden ve olumsuz özelliklerinden arındıran süreç, devrimci kitle eyleminin kendisindedir.
Mao, devlet aygıtına değil, emekçi kitlelerin devrimci eylemine yaptığı vurguyla, sömürü, baskı ve yabancılaşmadan arınmış yeni bir toplum kurmak isteyenlere ışık bırakmıştır.
Mao Zedung’un proletarya iktidarı altında sınıf mücadelesi teorisi, Bilimsel Sosyalizmin 20. yüzyılda ulaştığı doruğu belirler.
Mao, bu teoriyle 19. yüzyıl sosyalizmini aşmış ve 21. yüzyılın yeni sosyalizm dalgası için temel oluşturmuştur. Bu nedenle Mao Zedung’un katkılarını içermeyen bir Bilimsel Sosyalizm artık düşünülemez.
Kapitalizmle Yarışma Değil Kopuş
Sosyalizm, sınıflı toplumdan ve onun son biçimi kapitalizmden kopan ve onu aşan yepyeni bir uygarlık yaratma çabasıdır. Avrupa-merkezli ideoloji, Ezilen Dünya’da ileri geçme potansiyeli görmüyor, ezilen halklara devrimi yasaklıyordu. Bu ideoloji, sosyalizm saflarına kapitalizmle yarışma projeleriyle yansıdı: “Geri” ülkeler, kapitalizmin ötesine geçemeyeceklerine göre, olsa olsa kapitalizmle yarışabilirlerdi.
Sovyetler Birliği, Kruşçev dönemiyle birlikte kapitalizmden kopuş çizgisini tamamen terketti ve yarışmacılığı benimsedi. Bu çizginin Stalin döneminden gelen ekonomist kökleri de vardı, fakat Kruşçev’le birlikte hakim hale geldi. Sovyetler Birliği, kapitalizmle yarıştıkça kapitalistleşti, Brejnev döneminde bazı dallarda yarışı önde bile götürdü, öne geçtikçe daha çok kapitalistleşti. Sonunda kapitalistleştiği için yarışı kaybetti. Yarışla başlayan süreç, yarışa girdiği için yarışı kaybetti. Sosyalizmi, kapitalizmin üretim ve tüketim ölçüleriyle yarışma olarak benimseyen ekonomist model iflas etti. 20. yüzyılın belki de en trajik olayı budur. Sovyetler Birliği’nin vardığı yeri, bir zamanlar yarışta kendisini alkışlayanlar dahil, herkes görebiliyor: Kapitalist sefalet, ulusal boğazlaşmalar ve barbarlık! Revizyonizmin kapitalizmle yarış felsefesi, 21. yüzyılın sosyalizm dalgasına eşsiz bir ders bırakmıştır.
Kapitalizmle yarışın temelinde, Avrupa-merkezli “üretici güçler teorisi” ve ekonomizm vardı. 20. yüzyılın sosyalizm deneyleri, 19. yüzyıl felsefenin bu büyük efsanesini paramparça etti.
Yasakçı ve yarışmacı çizgi, tarihin diyalektiğini kavramadı, Avrupa gelişim çizgisine, daha doğrusu burjuvazinin pozitivist tarih anlayışına takılıp kaldı. Aslında Avrupa tarihi de onları doğrulamıyor. Her toplumun “ilkel komünal-köleci-feodal-kapitalist-sosyalist” turnikeden geçen düz bir gelişim çizgisi izleyeceğine, her aşamanın her yerde sonuna değin yaşanacağına dair kaba materyalist anlayış, bu çizgiyi en fazla doğrular gibi gözüken Avrupa’da bile, tarihsel gerçeklere uymuyor.
Tarih, önderlik merkezlerinin değişmez değil oynak olduğunu, gerek Avrupa gerek dünya çapında birçok kez kanıtladı. Yeni bir üretim tarzı, ille de varolan üretim tarzını en ileri biçimde yaşayanların içinden çıkmaz. Toplumsal gelişmeye önderlik de, değişir. Aynı üretim tarzı içinde yer alan toplumlar eşit olarak gelişmezler. Bir önceki aşamada “geri” olanlar, bir sonraki çağa sıçramanın başına geçebilirler. Her üretim tarzı belli bir aşamadan sonra tarihi ilerletici rolünü kaybediyor. Eskiyen sistemde diretmek, çürümeyle sonuçlanıyor. Arkadan gelen ve bu çürümeyi yaşamadığı için belli birikimler taşıyan toplumlar, daha ileri üretim tarzına geçebiliyor ve ilerlemenin önderliğini alabiliyorlar.
İlerlemenin yolu, çürüyenin peşine takılmak, ona yetişmeye çalışmak değil, ondan köklü bir kopuş, onu yadsıyış ve aşmadır. Çünkü çürüyen artık ilerlemenin değil, tersine gerilemenin merkezi olmuştur. İleriymiş gibi gözükmesi, geçmişin belleklerde bıraktığı bir yanılsamadır. Bu yanılsama içinde, kapitalizme yetişmeye çalışanlar, aslında ileriyi yakalamış değil, geriye dönmüş oluyorlar.
Kapitalist sistemden kopuş, dünya piyasasının sürekli ürettiği ekonomik hiyerarşiden, sömürü ve tahakküm ilişkilerinden, dünya kapitalist sisteminin dayattığı işbölümünden ideoloji ve kültürden kopuş anlamına geliyor. Dünya kapitalist sisteminden kopmak, kuşkusuz piyasa ve meta ilişkilerini bir anda ortadan kaldırmak anlamına gelmiyor, ancak uluslararası piyasanın dışardan dayattığı sistemin ve kuralların dışında kalabilmek, dünya ülkeleriyle ilişkileri bağımsız olarak yürütebilmek koşullarına kavuşmak anlamına geliyor.
Kapitalist sistemden kopuş, güçlü bir halk inisiyatifini ve ayakları üzerinde durmak için yeterli ekonomik olanakları gerekli kılar. Bu nedenle kopuş, günümüz koşullarında göreli büyük ölçeklerde gerçekleşecektir.
Tarihin En Yıkıcı Sistemi: Bugünkü Kapitalizm
Lenin, emperyalizmin çürüyen kapitalizm olduğunu tahlil etmişti. Günümüzde bu saptamanın hatalı olduğuna, kapitalizmin toplumları ilerletici potansiyelini henüz kaybetmediğine dair yaygın bir propaganda yapılıyor. Burjuva ideologlarından ve Gorbaçov’un tezlerinden kaynaklanan medya destekli bu propaganda, bazı “sosyalist” aydınlarda da yankı bulabiliyor. Onlara göre kapitalizmin de olumlu yanları vardır, sosyalizm kapitalist dünya sisteminden köklü bir kopuş olarak anlaşılmamalıdır, hatta sosyalizm ile kapitalizm buluşma yolundadırlar.
Oysa bireysel kâr ve mülkiyet sistemi, bugün geldiği noktada insan türünün varlığını sürdürmesi için vazgeçilmez olan doğal kaynakları yıkıma uğratıyor, gezegenimizi yaşanmaz hale getiriyor, dünyanın damını deliyor.
Kapitalizm, tekellerin diktasına dönüşerek, sömürü ve tahakkümü hem ulusal hem de uluslar arası boyutlarda ağırlaştırdı. Emperyalist-kapitalist sistem, insanlığı ulusal ve dinsel boğazlaşmalar içine iterek felaketlere ve savaşlara sürüklemekte, milyonlarca insanın kanına girmektedir.
Birey özgürlüğünü kutsadığı söylenen kapitalizm, bireyin iç dünyasını çürütüyor; birbirine benzeyen fakat birbirinden uzak, hatta birbirinin kurdu olan, parçalanmış, doğal tepkilerinden koparılmış; üretime, topluma, kendisine bile yabancılaşmış, yapayalnız bir insan tipi yaratıyor.
Kapitalizm, insanları “İletişim Devrimi”yle doğal ilişkilerinden ve hatta en yakınındakinden koparıyor, odasındaki ekrana bağımlı nesneler haline getiriyor, enayice pompalanan naylon ihtiyaçların peşinden koşan budalalar ordusu yaratıyor. İnsanlığın büyük bilimsel-teknolojik “zaferleri”, ölüm makinelerine dönüşüp, yine insanların tepesine çöküyor.
Ezenlerin Kuzeyi ile ezilenlerin Güneyi arasındaki kutuplaşma bugün öyle boyutlarda ki, insanlığın dörtte birinden fazlasında aşırı beslenme bozuklukları görülüyor, dörtte üçü açlık sınırında yaşıyor, hatta açlıktan ölüyor.
Kısaca kapitalizm, yaşam, doğa ve insan ile derin bir çelişme içindedir. Emperyalist-kapitalist sistem, dünya kaynaklarının ve insan emeğinin tepesine çökmüş çok küçük bir azınlık ile insanlığın neredeyse tamamına yakını arasındaki çelişmeyi alabildiğine keskinleştiriyor. Kapitalizm, insanlığın büyük akışının sürmesi için sökülüp atılması gereken bir kabuk haline geldi. Bir zamanlar bayraktarlığını yaptığı, eşitlik, özgürlük kardeşlik gibi büyük insanlık ideallerinden ve gerçek insan ihtiyaçlarından koptu, gereksizleşti. Kapitalizm şartlarında insanlık ilerlemiyor, tersine ilerleme potansiyeli iğdiş ediliyor.
Lenin’in “emperyalizm, çürüyen kapitalizmdir” nitelemesi hiçbir zaman bugünkü kadar doğru olmadı. Sosyalizm hiçbir dönemde günümüzdeki kadar can alıcı bir ihtiyaç haline gelmedi. Bu durum kapitalizmin yıkılışının insanlığın gündeminde olduğuna işaret ediyor. 20. yüzyıl Sosyalizmi, bu büyük umudu, 19. yüzyıldan devralıp, gerçekleşebilir bir olgu haline getirdi ve 21. yüzyıla taşıdı.
Geleceğin anahtarı, kapitalizmden ve onun ölçülerinden köklü bir kopuşta, kapitalizmi eleştiren ve yıkan emekçi pratiklerindedir.
21. Yüzyıla Köprü
Bilimsel Sosyalizm, 19. yüzyıl Avrupası’nda doğdu ve 20. Yüzyıl dünyasına damgasını vurdu. Bilimsel Sosyalizmin teorisinin ortaya çıkması için gerekli birikim, gelişmiş kapitalist ülkelerde oluşmuştu. Ancak Avrupalılardan çok farklı kökenlere ve geçmişe sahip olan ezilen halklar, insanlığın ortak tarihinin yatağına girerken, işçi sınıfının insanlığa sunduğu bu ortak hazineyi, devrim pratiklerinde kılavuz olarak benimsediler.
Bilimsel Sosyalizm, düşünce hayatının sınırları içinde kalan bir doktrin değil, fakat dünyayı değiştiren insan eylemine ışık tutan bir devrim teorisidir; toplumdaki maddi bir gücün, insanlığın bugüne değin gördüğü en modern sınıfın, proletaryanın ideolojisidir.
Bilimsel Sosyalizm, insan pratiğinden üretilir ve insan pratiğinde hayat bulur, “bilimselliği” buradan gelir. İnsanlık, yüzyılı aşan bir süredir sömürü ve zulme karşı Bilimsel Sosyalizm bayrağı altında mücadele ediyor. Savunduğumuz ideoloji, çağımızda yüz milyonları harekete geçiren bir enerji kaynağı olmuş, böylece iddiasını kanıtlamış, doğruluğunu ve güvenilirliğini devrim yapan halkların pratiğinde göstermiştir.
Bilimsel Sosyalist Teori, 20. yüzyılda kendi içindeki 19. yüzyılla mücadele içinde gelişti. Sosyalist hareket içindeki bütün anlamlı iki çizgi mücadeleleri bu temelde gerçekleşti. 19. yüzyılda sıkışıp kalan Avrupa-merkezli Sosyalizm ile 20. yüzyılın Dünyalı Sosyalizmi çatıştı. Bilimsel Sosyalist Teori, 19. yüzyıl tutuculuğunu aşarak gerçeklerle birleşti ve halkların mücadelesinde maddi bir güce dönüştü.
Dönem ve içerik olarak birbirlerinden farkları bulunmasına rağmen, 2. Enternasyonal Revizyonizminin, Troçkizmin ve Kruşçev-Brejnev-Gorbaçov Modern Revizyonizminin ortak özellikleri, Avrupa-merkezli olmalarıdır. Kapitalizme bağımlılıkları buradan kaynaklanır. “Geri” halkların devrimci potansiyelini red, onlara sosyalizmi bir türlü yakıştıramama ve tepeden bakma, bu akımların ortak karakteridir. Ezilen halkları ve sıradan emekçiyi hor görme, her türden Revizyonizm ile has burjuva ideolojilerinin kesişme noktasıdır.
Sonuçta, revizyonist akımlar ya emperyalizme katıldılar (2. Enternasyonal ve Avrupa Komünizmi) veya iktidarda emperyalist bir ideoloji haline geldiler (Kruşev-Brejnev-Gorbaçov Revizyonizmi), ya da hayattan koparak pratiğe giremediler ve dönüştürücülük gücünü yitirdiler (Troçkizm).
20. yüzyılda Bilimsel Sosyalizm, ideolojik planda Lenin ve Mao Zedung’un katkıları kanalında ilerledi. Bu çizgi, devrim yaptı, sosyalizmi kurma pratiğine girişti, dünyayı değiştirdi ve bu büyük pratikle teorideki büyük atılımların malzemesini de yarattı. Böylece 21. yüzyıla bir insanlık ve devrim köprüsü kurdu.
Dünya işçi hareketi, elbette 20. yüzyıl sosyalizmini de aşacaktır. Bu çabaya katkının bir tek yolu var: Örgütlü sınıf mücadelesi pratiğine girmek ve devrim için mücadele!