Doğu Perinçek
Türklerde Devlet Kuruculuğu ve
Geleceğe Bakış
Arkadaşlar bana verilen konu, Türklerde Devlet Kuruculuğu ve Geleceğe Bakış. Şimdi devlet, devlet tarihsel bir kurum. Tabii bunu söylediğim zaman “Devlet tarihsel bir kurum”, hiçbir şey söylemiyorum. Çünkü tarihsel olmayan hiçbir ilişki ve kurum yok, her şey tarihsel. Yani maddi süreçler, madde, tarihin içinde akıyor, bir nehir gibi düşünün, o nehrin içinde madde hareket ediyor. Zaman, o nehir zaman. Madde de zamanın içinde. Madde zamanın içinde olduğu için süreçler, yani yeniden doğuşlar, kurumların doğuşları, ilişkilerin doğuşları vs. hepsi tarihsel. Devlet de tarihsel.
İnsanlığın başlangıcı, üretimle başlıyor, elle başlıyor, ellerimizle. Yani iki ayak üzerine doğrulduğumuz zaman, ellerimizi üretimde kullandığımız zaman ve ellerimizle birlikte beynimizle tasarımlar yaptığımız zaman. Yani bu toprağa şu tohumu attığım zaman, o tohum baharda yeşerecek ve ondan sonra ben oradan bir ürün alacağım, bir tasarım. Üretimle birlikte insan beyninin faaliyeti ve tasarım da başlıyor. Ve orada insan başlıyor. Ama devlet orada başlamıyor. Bize devlet sanki, biz insan denen canlı var olduğundan beri sanki devlet var. Çünkü devlet kendisini böyle dayatmak zorunda. Ama arkamıza dönüp baktığımız zaman bir veya bir buçuk milyon insanın geçmişi; devlet orada, arkada üç-dört bin yıllık. Ama her coğrafyada da üç-dört bin yıllık değil. Diyelim devletin ilk doğduğu coğrafyada, yani Mezopotamya, Hint, Çin, Mısır vs. oralarda en kabadayısı devletin tarihi dört bin- beş bin yıl. Sümerleri alırsak beş bin yıl. Milattan önce üç bin yıl. Demek ki biz, insan, bir- bir buçuk milyon yıl devletsiz yaşamışız.
Peki devlet niye ortaya çıktı? Yani gökten bir emirle mi devlet ortaya çıktı? Burada anahtar kavram malların kıtlığı. Yani biz insan, ancak yaşamımızı sürdürebileceğimiz, karnımızı doyurabileceğimiz kadar üretim yaptığımız zaman, mallar kıt olduğu zaman devlet ortaya çıkmıyor. Ama bir üretim fazlası ortaya çıktığı zaman yani biz toplum, teknolojinin gelişmesiyle, diyelim sabana demiri taktık, tarlayı odunla sürerken onun ucuna demiri bulup demiri taktık ve derinden sürdük ve ürün arttı derinden sürdüğümüz zaman. O zaman bir üretim fazlası doğdu. Veya hayvancılık yapıyoruz, ürettiğimiz hayvanlar bizim karnımızı doyurduğumuzun ötesinde bir fazla yarattı. Onun için malların kıtlığından üretim fazlasına geçiş aynı zamanda devlete geçiş, devletin doğumu. Şimdi o olayı aynı zamanda Türk tarihi açısından da inceleyeceğiz.
Devlete geçiş, değerli arkadaşlar, bakın insanlık tarihini iki büyük devrimle özetliyoruz. Devlete geçiş eşittir uygarlığa geçiş. Yani devlet ve uygarlık birlikte doğdu. Devlet öncesinde uygarlık yoktu. Peki devlet nasıl doğdu; bir üretim fazlası oluştu, teknolojinin gelişmesiyle, tarım teknolojisinin, hayvancılık teknolojisinin. O zamanlar esas olarak insanların üretim faaliyeti tarımdı. Ama bunun yanında zanaatler doğmaya başladı, demircilik ve birtakım aletlerin yapılması ve bir üretim fazlası. Yani diyelim biz bir kabile toplumuyuz ve bu yıl -istikrarlı olarak tabii, bazı yıllar üretim fazlası olabilir, bu devletin doğmasına yetmiyor ama istikrarlı olarak bir üretim fazlası yarattığımız zaman, bu ne demek; bizim o kabile olarak ya da kabileler topluluğu olarak karnımızı doyurmanın ötesinde bir buğday veya arpa, hayvan… Bir üretim yapıyoruz. O zaman o üretim fazlasını paylaşma sorunu ortaya çıkıyor. Eskiden ürettiklerimiz ancak bizi doyuruyordu. O zaman malların paylaşılması diye bir sorun yoktu. Yani mallar kıt olduğu zaman, onun paylaşılması diye bir sorun yok. Çünkü kabile üyelerinin ancak karnını doyurabiliyorduk, avcılık vs. oralara girmiyoruz. Ama karnımızı doyurmanın ötesinde mallar ortaya çıktığı zaman, o malların paylaşılması sorunu da ortaya çıktı ve kabile aristokrasisi diyelim, kabile reisleri o zamana kadar kabilenin eşitleriyken, yani bizlerden biriyken, bizim reisimiz ama eşitler arasında bir reis, bizlerden biriyken, bu durumda o kabile reisleri veya kabile aristokrasisi, kabilenin önde gelenleri, beyler diyelim Türk tarihinde beyler, “Geçti beyler mürveti/ Binmişler birer atı/ Yediği yoksul eti/ İçtiği kan olmuştur” diye Yunus Emre bir tarihsel devrimi anlatıyor. Bakın bu aslında, şu dört dize Yunus Emre’nin, “Geçti beyler mürveti” yani beylerin mürüvetli olduğu, malları vs. paylaştığı, insanlara verdiği, bağışladığı, armağan ettiği dönem geçti; “Binmişler birer atı”, beyler atların üzerine bindiler ve şovalye oldular yani atlı oldular; “Yedikleri yoksul eti/ İçtiği kan olmuştur” yeni yoksul eti yemeye başladılar ve kan içmeye başladılar. Bu neyi anlatıyor, Yunus Emre’nin bu dizeleri; 13. YY’da bir sınıflaşmanın başladığını, kabile eşitliğinin parçalandığını, kabile içerisinde bir üretim fazlasının doğmasıyla birlikte sınıflaşmanın başladığını. Ve sınıflaşmanın başlaması ile birlikte de o mürüvetli olan, bizden biri olan, aramızdan biri olan, bizim eşitimiz olan beyler yoksul eti yemeye başlıyorlar ve bir sınıf çelişmesi ve sınıf mücadelesi başlıyor. Peki o sınıf çelişmeleri ve o sınıf mücadelesi neyi ortaya çıkarıyor? İşte devlet orada doğuyor. Devlet, sınıfların ortaya çıkması ile birlikte oluşuyor, tabii sınıfların ortaya çıkması için bir üretim fazlası gerekiyor.
Burada şemada da görüyoruz, üretici güçler gelişiyor, diyelim sabanın ucuna demiri taktık, derinden sürdük, bir üretim fazlası oluştu; üretim fazlasıyla birlikte o üretim fazlasının değiş tokuş meselesi çıktı. Biz atı götürüyoruz, öbür taraftan buğday alıyoruz örneğin. Değişiyoruz ve ticaret başlıyor. Ticaretle birlikte para ortaya çıkıyor. Pazarda o değişim yapılırken takas halinde, yani malla malı değişirken bu sefer malları değiştirmede bazı araçlar, bazı simgeler ortaya çıkıyor. Altın gibi, gümüş gibi. Hatta Eski Türklerde, Uygurlarda birtakım kağıtlar, kumaşlar gibi. Sonuç itibariyle para da bir kağıt. Para ortaya çıkıyor ve zenginlik ortaya çıkıyor. Bu malların değişimi ile birlikte, o malların belli ellerde toplanması, depolanması, nasıl depolanıyor; buğdayı depolamıyor, inekleri depolamıyor; para olarak, bir simge olarak depoluyor. Ama o para aslında neye denk düşüyor? Buğdaya denk düşüyor, arpaya denk düşüyor. Üzüme denk düşüyor, şaraba denk düşüyor. Ve ineğe veya ata denk düşüyor. Bu zenginlik tabii bir özel mülkiyet; özel mülkiyet ortaya çıkıyor. Özel mülkiyet ile birlikte sınıflaşma, yani özel mülkü olanlar, devletliler, devletli… Devlet kavramı ile mülkiyet kavramı aşağı yukarı dünyanın bütün dillerinde aynı kavram. Devlet aynı zamanda mülkiyet. Türkler ve Türklerin tarihinde de “Ogur” -biraz sonra da konuşacağız- hem devlet hem zenginlik. Ve Marks ne diyor: “Nerede altın varsa orada devlet vardır”. Yani, nerede altınlar depolanıyorsa, stok yapılıyorsa, orada devlet vardır. Çünkü altınları tekeline alan, depolayan, kasasına koyan bir sınıf ortaya çıkıyor. O sınıf da mevcut ilişkileri ancak bir aygıtla, devlet denen aygıtla ve o devletin yaptırım gücü olan, silahlı gücü olan orduyla kontrol altına alabiliyor. Yani sınıflaşma, sınıfların ortaya çıkması ve o sınıflar ortaya çıkınca o Yunus Emre’nin feryadı. Beylerin mürüvetli olduğu zaman geçti, yoksul eti yiyorlar, kan içiyorlar. Bu sınıf çelişmeleri sınıf mücadelelerine yol açıyor. Örneğin bizim meşhur Orhun Yazıtları’nı incelediğimiz zaman, Orhun Yazıtları’nın satır aralarında, satır aralarında değil hatta hep orada o sınıf mücadelelerini görüyoruz. İki tane mücadele görürüz; bir, kabile toplulukları arasındaki yağma, savaşları; iki, ak odun ile kara odun arasında. Yani ak odun ak sınıf, ak topluluk, odun, boylar demek. Ak olanlar aristokrasisi; kara olanlar, kara odun. Ak koyunlu kara koyunlu var ya tarihte; aslında oradaki koyunların renkleri ak ya da kara değil. Bazı tarihçiler onu “ak koyunluların koyunları ak, öbürlerinki kara” diye şey yaparlar halbuki bakarsanız ak koyunluların da kara koyunu var kara koyunluların da ak koyunu var. Orada, aristokrat olan geçmişte diyelim, onların adını, onların damgasını vurduğu akkoyunlular var öbür tarafta karakoyunlular var. Bunu bütün Türk tarihnde görüyoruz; aklar ve karalar. Yani aristokrasi ve aşağıda çalışanlar, çobanlar, köylüler, üretenler… Ve o Orhun Yazıtları’nda da bu sınıf mücadelesini çok etraflı olarak görüyoruz. Ben bunu Oktan Ogur’a adlı kitabımda ve aynı zamanda Toplum ve Devlet adlı kitabımda, Bozkurt Efsaneleri ve Gerçek kitaplarımda inceledim ve bu miliyetçi camiada da çok büyük sarsıntılara yol açtı. Yani sınıfların oluş meselesi, Türk tarihinde. Ve tabii bu ak ve karaların ortaya çıkması, ak odun, ak sınıflar, aristokrasi… Mallara, mülklere, hayvan sürülerine; Türk tarihinde öncelikle hayvan sürülerine… Mesela, o Kültigin’in diyor, Orhun Yazıtları’nda, on bin atı vardı, on bin at… Hani Kültigin var ya hani o Bilge Kağan’ın kardeşi Kültigin… Orhun
Yazıtları’nda diyor ki Kültigin’in on bin atlık sürüsü vardı. Demek ki, on bin atlık bir zenginliğe sahip. Ve yine onların mezarlarını açtığımız zaman hep altınlarla karşılaşıyoruz. Örneğin İskit mezarları açılıyor, altın elbiseli adamlar çıkıyor, Kırgızistan’da, Kazakistan’da. Zenginlik o kadar birikmiş ki, elbiseleri de altından yapmışlar. Başlarındaki külahlar, elbiseleri hep, zırhları, altından… Onu gördüğümüz zaman, ha diyoruz bakın altın varsa, bu insanlar -prensler, beyler- altından elbiseler giyiyorsa demek ki burada devlet var. Ve bir sınıflaşma var. Ve sınıf mücadelesi var. O sınıf mücadelesi ve sınıflaşma ile birlikte hukuk, din, bilim, sanat, Allah, Tanrı; hepsi birlikte ortaya çıkıyor. O sınıflaşma ile birlikte.
Şimdi değerli arkadaşlar burada, özellikle soldaki, çok önemli bir bilimdışı safsataya değineceğiz. O safsata nedir; devlet tarih boyunca kötüdür. Devlet dışılık tarih boyunca iyidir. Ve bu bir ideoloji olarak 1980’lerden itibaren, 70’lerden hatta Birikim Dergisi ile filan, Türkiye’de piyasaya sürüldü, “Sivil Toplumculuk” diye adlandırıldı ve sivil toplumcular hep şunu söylediler: Devlet katı kötüdür. Orada şeytanlar vardır, diyelim, ben diyorum onlar demiyor da. Devlet katında şeytanlar vardır. Toplum katında ise hep melekler uçuşur. Oysa tarihe baktığımız zaman, öyle değil. Devletin de ilerici olduğu ki bu ilericilik ve gericilik de tarihsel; ha devlet de doğuş döneminde, yükseliş döneminde ilerici bir rol oynuyor. Yine devlet, yeni toplumların kurulduğu dönemlerde, diyelim kapitalist toplum kuruluyor veya uygarlığa geçişteki devletin rolü, ondan sonra kapitalist toplumda devletin rolü… Bizim Mustafa Kemal Devrimi’nde olduğu gibi, milli demokratik devrim ile kurulan cumhuriyetin, devletin rolü…Veya Sovyetler Birliği’nde Sovyet Devleti’nin rolü… Veya Çin Halk Cumhuriyeti’nde, 1949’da Çin Halk Cumhuriyeti’nin kuruluştaki devletin rolü… Yani yeni bir sistem oluşurken, o yeni sistemin devleti de ilerici bir rol oynuyor. Neden, çünkü o yeni sınıf, yükselen sınıf, yeni toplumu yaratacak olan sınıf, hangi kattan kendi yeni, devrimci, ileri ilişkilerini topluma götürüyor; devlet katından. Yani toplumu değiştimek için, devlet olacaksınız ve o devlet üzerinden diyelim burjuva devrimci sınıfsınız, biraz evvel Yıldırım Koç arkadaşımız anlattı, 1640 Cromwell İngiliz Devrimi onunla beraber Hollanda, efendim, 1789 Fransız Devrimi, 1776 ondan evvel Amerikan İstiklal Savaşı vs., burjuvazi iktidara geliyor, kralları yıkıyor; Cromwell İngiliz Kralını ipe çekiyor, giyotine yolluyor Fransız Devrimi, Mustafa Kemal Vahdettin’i deviriyor, o kaçıyor ve o yeni kurulan devlet kendi ilişkilerini yani diyelim özel, kapitalizmin yükseliş döneminde, kapitalist toplumsal ilişkileri, ücretli işçi ile burjuva sınıfı arasındaki ilişkileri yani köylünün özgürleşmesini… Feodal dönemde köylü ağasına bağlıyken, toprağa bağlıyken, müritken, marabayken, yanaşma iken burjuva demokratik devrimi veya milli demokratik devrim ile ne oluyor o köylü; o bağımlılıktan kurtuluyor, özgür emekçiye dönüşüyor, işgücünü serbestçe satan, ister Sabancı’nın fabrikasına gider çalışır ister Koç’un fabrikasında çalışır. Bu burjuva demokratik devrimine denk düşüyor. İşte buralarda devlet ilerici, devrimci bir rol oynuyor. Onun için, bu sivil toplumculuğun, “Devlet her zaman şeytandır, toplumdan da her zaman melekler uçar”, o doğru değil. Eğer o toplum, tarikatlar toplumu, cemaatler toplumu ise yani toplum da aynı devlet gibi, toplumun da içinde eski ve yeni var. Diyelim bugün açısından veya Kemalist Devrim, bizim milli demokratik devrim sürecimizde tarikatlar toplumu var, cemaatler toplumu var. O toplum nedir, devletle olan ilişkisinde devlet onları ancak ezerek, tasfiye ederek yeni toplumsal ilişkileri getirebiliyor. Bugün Mısır’da ne yapıyorlar, ilk önce 500 idam çıkardılar, sonra 600 idam çıkardılar, kimlere? Münafık kardeşlere. Yani Mısır’ın demokratik devrimini sürdürmek için siz Münafık Kardeşleri Mısır’da ezmek zorundasınız. Veya Kemalist Devrim’de toplumu ilerletmek, özgür insanı yaratmak, köylüyü özgürleştirmek, köylüyü memleketin efendisi yapmak için padişahı yıkmak, ağalığı, beyliği, şeyhliği ortadan kaldırmak. Mustafa Kemal’in, “Türkiye şeyhler, dervişler, müritler, mensuplar ülkesi olamaz” dediği olay, tam bir demokratik devrim tarifidir. Demokratik devrim dendiği zaman biz oy sandığını anlamıyoruz; toplumsal ilişkilerdeki özgürleşmeyi, ağalıktan, şeyhlikten, kiliseden kurtulmayı anlıyoruz. Ve tarihte böyle cereyan etti. Şimdi bu açıdan, bu çok çok önemli. Geleceği belirlemek açısından, geleceği yaratmak açısından da önemli. Yani biz, Türkiye’de bugün ancak devlet olarak; bastırılan, ezilen sınıflar Türkiye’de ancak devlet olarak, devlet iktidarını ele geçirerek Kemalist Devrim’i tamamlayabiliriz.
Veya milli demokratik devrimimizi tamamlayabiliriz. Yeni toplumsal ilişkileri devlet katından… Çünkü şu tartışma hep vardır, aydınlarımızın bir kısmı, efendim işte burs verelim, öğrencilerimize yurt yapalım, o şekilde bilmem ne yapalım, toplumu aydınlatalım falan… Bu süreçlerle toplumun dönüşeceğini zannederler. Ben buna itiraz etmiyorum, evet burs verelim, yurt açalım, ayrı mesele. Ama o süreçlerle yeni bir toplum kuramazsınız. Ama o yeni toplum için mücadelede bir kuvvet yaratabilirsiniz. Yeni toplumu nasıl kurabiliriz, devlet olarak. O zaman devlet şeytan değil. Devlet, ezilen sınıflar ele geçirdiği ve devlet olduğu zaman, devlet nedir, devlet yeni toplum yaratılmasına bir araç… Zaten Marks da Manifesto’da bunu söylemiyor mu? Başka bir şey söylemiyor. Söylediği tek şey bu. Veya Lenin Devlet ve Devrim’i yazmış. Bunun için yazmış. Veya Mustafa Kemal’e dikkat edin tek bir meselesi var, anahtar kavram: iktidar, devlet, devlet olmak. Devleti karşıt sınıflara kaptırmamak, teslim etmemek… “Ey Türk Gençliği” bir gün yine tersanelerine girilebilir, polis bile onlardan olabilir, ordu bile onların ordusu olabilir ama sen o zaman onları devireceksin. İşte bu bir devrimcinin devlet meselesine nasıl doğru baktığını gösterir. Ve bizim tarihimizde değerli arkadaşlar, arkada kalan tarihimizde, devlete isyanlar tarihinden geliyoruz. Yani bizi yaratan tarih. Bizim geleneklerimizde ne var; Abdülhamit’in zindanlarında yatan devrimciler, Abdülhamit’i devirenler, Abdülhamit’i devirmek için dağa çıkanlar… Sarayın kontrolünden çıkıp, Anadolu’ya geçip, oradaki yoksul, zavallı köylüyü örgütleyerek bir İstiklal Savaşı verip yeni bir cumhuriyet kuranlar… Ha orada da çok kritik bir şey var. Şimdi bakın, biz hep bunu İlhan Selçuk, efendim, Bülent Tanör gibi arkadaşlarımız, toprakları bol olsun, bu yanlışı hep şey yaptılar, şunu söylediler hep, dediler ki; “Önce kurtuluş, sonra kuruluş”. Yani önce kurtuluruz sonra o kurtulmamızdan sonra devlet kurarız. Tarihe bakıyoruz öyle değil. Bu çok kritik. Şimdi bu söylediğim benim anlatacaklarımın özü: Önce kurtuluş, sonra kuruluş değil. Önce kuruluş, sonra kurtuluş. Yani, önce devletinizi kurarsınız, bir iktidar yaparsınız, ezilen sınıflar iktidar olur veya yükselen sınıflar iktidara gelir, o yükselen sınıf yeni toplumsal ilişkileri yaratır. Kendi tarihimize baktığımız zaman da 1920, 23 Nisan 1920 değerli arkadaşlar, bizim kuruculuk tarihimiz. Yani Ankara’da bir Cumhuriyet kurduk, 23 Nisan 1920. Büyük Millet Meclisi’ni açtığımız gün Cumhuriyet’in kuruluşudur. 23 Nisan 1920’de Cumhuriyet’i Ankara’da kurduk. Kurmasaydık İstiklal Savaşı yapabilecek miydik? Yapamayacaktık. Orada çok kritik bir tartışma var. Onu Ali Fuat Paşa, Cebesoy anlatır, Bilinmeyen Hatıralar’da, Temel Yayınları’nda. Der ki, Atatürk Samsun’a çıktı, işte biz Amasya’da meşhur komutanlar toplantısı yaptık. 16 Haziran 1919, 21 Haziran’a kadar beş gün sürer. Oradaki kritik tartışma şudur; “Biz” der Ali Fuat Paşa, “Orduyu örgütleyelim” dedik. “Orduyu örgütleyelim ve düşmanı denize dökelim”. Mustafa Kemal Paşa dedi ki “Hayır orduyu örgütlemek ikinci iş, orduyu örgütleyebilmek ve onu kumanda edebilmek için İstanbul’daki sarayın karşısına Anadolu’da bir geçici hükümet kuracağız”. Yani bir devlet kuracağız Anadolu’da. Ve, işte o Mustafa Kemal’in projesi, şimdi uzatmayalım, o ayrı ve güzel bir konudur, onu da bir gün hep beraber konuşalım. O proje uygulanır ve o sürecin sonunda biliyorsunuz Ankara’da 23 Nisan 1920’de Cumhuriyet kurulur. Fiilen, resmen değil de fiilen. O cumhuriyet, milleti örgütleyerek ve köylüyü ve orduyu örgütleyerek İstiklal Savaşı yaptı. Ve o 23 Nisan 1920’de, Çocuk Bayramı değil o çok yanlış bir seçim Çocuk Bayramı bence, ben çok yanlış buluyorum. O 23 Nisan bizim devrim tarihimizdir. Ve o siyasi iktidarı ele geçirilmesi ve yeni devletin örgütlenmesinin başlamasından sonra işte o devrimler vs. oluyor. Yani önce siyasi iktidar, önce devletin örgütlenmesi; o siyasi iktidarın üzerinden toplumun dönüştürülmesi. Bu Fransız Devrimi’nde de böyledir, bakın, o açıdan şöyle; sanayileşme mi Fransız Devrimi’ni yarattı, Fransız Devrimi’mi sanayileşmeyi yarattı? Sanayi Devrimi biliyorsunuz Fransız Devrimi’nden sonra oluyor. Yani önce burjuvazi, kralları devirdi, feodaliteyi devirdi, devlet iktidarını ele geçirdi, köylüyü özgürleştirdi ve bu sayede özgürleşen köylüyü işçi yaparak Sanayi Devrimi’ni gerçekleştirdi. Bunu bütün dünya tarihinde görüyoruz. Onun için, efendim evrim yoluyla o süreçler yürür yürür yürür, o sürecin sonunda toplumlar özgürleşir veya o süreçler tamamlanır, bu safsata. Tabii belli bir gelişme durağında, altta olan sınıf ya da yükselen sınıf diyelim, bu burjuvazidir, proleteryadır, daha önce feodallerin iktidara gelmesi de bir devrim, odur. O yeni toplumsal ilişkiler eski toplumun içinde filizlenir ve belli bir noktada devlet kurulur, iktidar ele geçirilir ama esas yeni toplumsal ilişkilerin toplum içerisinde ve devlet katında örgütlenmesi ve hayata geçirilmesi o devlet sayesinde olur. Bu benim size bu konferansta ve geleceğe özgü bildirmek istediğim en önemli meseledir.
Şimdi, tekrar eskiye dönersek kabile toplumundan ilk büyük sıçrama, biraz evvel söyledik, uygarlığa geçiş dedik. Şimdi, eskiden böyle turnikeden geçer gibi bazı kitaplar vardı Yıldırım Koç, Semih Koray ve sizler de okuyorsunuz belki felsefe kitapları, toplumsal ekonomi kitapları vs. buralarda şöyle bir şey var; sınıfsız toplum, köleci toplum, feodal toplum, kapitalist toplum… Bütün toplumlar bu turnikeden geçecek. Öyle değil. Toplumsal, bütün insanlık tarihine baktığımız zaman sınıfsız toplumdan köleci topluma geçiş bir sapma bir istisna. Onu nerede görüyoruz, Akdeniz havzasında, deniz ticaretinin çok geliştiği Roma’da, ondan sonra Atina’da görüyoruz. Yani bu Avrupa tarih yazdığı için ve Avrupa’da Germenler de kendi tarihlerini değil de Roma’nın tarihini yazdığı için böyle bir turnike şeyi kurulmuş. Ve o Rus birtakım ekonomi-politik yazarları falan da, böyle bir şey kurmuş. Öyle değil. Bütün insanlığa baktığımız zaman sınıfsız toplumdan sonraki aşama yani uygarlık aşaması feodal toplum dediğimiz aşama. Bunun istisnası Roma ve Yunan. Neden istisnası, çünkü oralarda deniz ticareti ile diğerlerinden farklı olarak o kadar muazzam zenginlikler birikiyor ki, Atina’da ve Roma’da, o büyük zenginlik sayesinde insanın mülk konusu olması gündeme gelebiliyor. Yani insanlar alınıp satılmağa başlanıyor. Ve köle emeğiyle üretim esas oluyor. Aslında bütün toplumsal süreçlerde köleyi görüyoruz. Türklerde de köle var. Ve onu destanlarda falan da görüyoruz, üç sınıf görüyoruz; beyler var, sömürülen çobanlar vs. var bir de en altta mülk konusu olan köleler var. Ama üretim esas olarak bizim Türk tarihinde köleler ile yapılmıyor. Köleler daha çok ev hizmetlerinde, uşak, cariye vs. olarak kullanılıyor. Ve Orhun Yazıtları’nda da görüyoruz, gidiyor diğer kabilenin mallarını, davarını falan çevirip getiriyor ve birtakım kadınları ve erkekleri de mülk konusu haline dönüştürüyor ve köle yapıyor. Sarayda, şurda burda cariye vs. olarak değerlendiriyor. Ama Türk tarihinde üretim esas olarak köle emeğine değil kul diyelim ona, bağımlı çobanlar ve çiftçilerin emeğine dayanarak bir sömürü görüyoruz.
Sömürüye geçiş… Şimdi belki sizin hayretle karşılayacağınız bir şey söyleyeceğim. Sömürüye geçiş değerli arkadaşlar, bir ilerleme. İnsanların sınıfsız toplumdan sömürü toplumuna geçmesi bir ilerleme… Niye; daha önceki toplumda, yani kabile toplumunda yağma var. Bir kabile gidiyor silah gücüyle, gidiyor öbürünü basıyor. Mallarını, davarlarını yağma ediyor, geliyor. Ama devletin kurulmasından sonra yağmadan sömürü sistemine geçiyor. Devlet yağmayı yasaklıyor. Yani bir yerde yağma varsa orada devlet yok diyebilirsiniz. Veya devlet daha tam oturmamış, yerleşmemiş. Devlet ne yapıyor, yağma edip öldürmüyor, öldüreceği adamı çalıştırıyor. Çalıştırıyor ve onun emeğinden zenginlikler yaratıyor, onu sömürüyor. Peki, bu bir keşif mi? Hayır, keşif değil. Bir insanın emeği kendisini doyurmanın ötesinde bir şey ürettiği zaman onu çalıştırmak rasyonel hale geliyor. Eğer diyelim bir köle yaptınız ama o köle yaptığı üretimle ancak karnını doyuruyor, o kölenin size bir faydası yok. Ama köleleştirdiğiniz veya kul haline getirdiğiniz insan kendi karnını doyurmanın ötesinde bir şey üretiyorsa, diyelim tarlayı o demirle sürüyorsa, onun yarattığı artı, fazla, sömürü olur. Ve işte teknolojinin gelişmesi ile birlikte yağma sisteminden sömürü sistemine… Yani sınıfların oluşması… Sömürü şu; yağma yok, Hz. Muhammet… Yağma yok, Cengizhan Yasaları… Veya yağma yapamazsınız, Hunlar… Bütün, dikkat ederseniz, hakanlıklara, kağanlıklara, imparatorluklara, devletin kuruluş sürecine geçişte Kur’an-ı Kerim gibi, Cengizhan Yasaları gibi, Göktürklerin getirdikleri kanunlar gibi; yağmayı yasaklayan ve sömürüye geçiş… Sömürü ne: yağma yok, kimse kimseyi yağmalayamaz ama insanlar çalıştırılır ve onların emeğine el konur. Bu, sömürü. Veya haraç alınır; gidip kontrol altına aldığımız, fethettiğimiz topraklardaki toplumları öldürüp mallarını yağmalamak yerine, siz burada çalışmaya devam edin fakat verginizi Fatih Sultan Mehmet’e şu kadar vereceksiniz. Bakın çok ilginçtir, Rus tarihçileri diyorlar ki iyi ki bu Moğollar var. Yani tarihçi söylüyor bunu.
Gelmişler Rusya’da, önce, o Moğol akınlarında fethettikleri zaman, önce köylerdeki, şehirlerdeki insanları sayıyorlar; senin köyünde kaç kişi var, senin kasabanda kaç kişi var, senin şehrinde kaç kişi yaşıyor… Ve onlar kayıtlara geçiyor, neden, çünkü adam başına haraç alıyor, vergi alıyor. Sayıyı bilmezse vergiyi doğru alamayacak. Bu ne, bu devlete geçmiş. Vergi alıyor, haraç alıyor. Vergi, haraç, yağmadan farklı. Devlet düzeninin şeyi. Ve bu tabii insanların öldürülmemesi ve üretici güçlerin gelişmesi, teknolojinin gelişmesi, zenginliklerin birikmesi ve o zenginliklerle yeni zenginliklerin yaratılması, uygarlığın yaratılması. Onun için yağmadan sömürüye geçiş, aynı zamanda uygarlığa geçiş ve bu uygarlığa geçiş de nedir, şu tarihsel, siyasal süreçlerle yaşanıyor; uygarlığa geçerken o devlet denen siyasal kurumlar oluşuyor. Devlet, hakan, kral, etrafındaki beyler, beylerin etrafındaki yiğitler, keleşler…Dede Korkut Destanı mesela, oralarda yazar, “yiğitleriyle geldiler”, kırk tane yiğidiyle şöyle yaptı böyle yaptı… O yeni sınıf, yeni sınıf devletini oluşturuyor ve devletin oluşması da tabii bir silahlı güçle. Demek ki ordu varsa devlet var. Ordu devlet ile birlikte ortaya çıkıyor ve yeni nizamın, yeni düzenin silahlı gücü. Tabii ordu da aynı silah gibi, kimin elindeyse onun. Eğer ordu Mustafa Kemal’in ordusuysa ilerici bir rol oynuyor. Veya Roberspier’in. Veya Cromwell’in ordusu, İngiliz Kralını aşağı çekiyor ve ipe sallıyor ve yeni İngiltere’yi, demokratik devrimi yapıyor. Veya Kızıl Ordu, Sovyetler Birliği’nin. Veya Çin Halk Cumhuriyeti’nin ordusu. Yani ordu da, ordu her zaman kötüdür, ordu her zaman iyidir böyle bir şey yok. Türk tarihine baktığımız zaman da neyi görüyoruz, onun derinliklerine, sebeplerine vs. de girmiyoruz; Türk subayı demokratik devrim sürecinde ortaya çıkıyor, Yeniçeri Ocağı vs. o feodal ordular tasfiye ediliyor, yeni bir ordu oluşuyor ve o yeni ordunun subayları sivil aydınlarla birlikte Türkiye’nin demokratik devriminin önderleri, öncüleri arasında yer alıyor. Ordu da, Abdülhamit’in ordusu ezen ordu, Abdulhamit’e isyan eden subaylar ihtilalci subaylar… Çanakkale Savaşı’nda vatanı savunan ordu, ilerici bir ordu ama İstiklal Savaşı’nda Kuvayi İnzibatiye, Vahdettin’in askerleri, ordusu gerici; Mustafa Kemal’in ordusu ilericidir. Onun için de aynı devlet gibi ordu konusunda da ordu her zaman gericidir, ordu her zaman ilericidir diye değil. Ordu, hangi devletin, hangi toplumsal sınıfın silahlı gücü? Hangi toplumsal sınıfın menfaatlerini hayata geçirmenin yaptırım gücü? Çünkü yeni bir düzeni silahla kurabilirsiniz, yeni bir toplumu silahla nizam altına alabilirsiniz, bunlar çok önemli. Ve bu aynı zamanda, Türkiye’nin önündeki süreçleri anlamak ve oralarda devrimci bir tavır almak, bir halk devrimi, bir halk iktidarı kurmak açısından da anahtar değerindedir. Bakın son yaşadığımız Ergenekon, Balyoz, bize neyi gösterdi; iki tane ordu var. Bir devrimci, Mustafa Kemal geleneğinden gelen bir ordu var, subaylar var. Bir Tayyip Erdoğan’ın diyelim bir karargahı var. Bunu bütün Türk tarihçileri de görüyor. Ve yani, Yıldırım Koç arkadaşımızın biraz önce bahsettiği o kriz dönemlerinde halk ile sistem arasında hesaplaşmalar olduğu dönemlerde, aynı Mısır’daki gibi, ordu senin tarafındaysa veya senin tarafındaki silahlı güç ağır basıyorsa sen kazanacaksın, karşı taraftaysa o kazanacak. Mısır’da ne oldu halk Tahrir Meydanı’nda birikti birikti, bir hesaplaşma oldu, orduyu kazandı ve eski rejimi devirdi ve şimdi bakın, Mısır’da neler oluyor… Hem bağımsızlığa doğru süreçler hem de feodalizmi tasfiye eden süreçler… Şimdi orada, Türkiye’de de büyük bir tartışma oldu. Efendim Mısır’da darbe oluyor… Veya, ordu olduğuna göre ordu olan her yerde kötülük vardır… Ama Mısır Tahrir Meydanı’ndaki adam öyle düşünmüyor. Tahrir Meydanı’ndaki adam orduyu yanına çekmeye çalışıyor. Çünkü orduyu yanına çekerse üste kalacak, yanına çekemezse ezilecek. Aynı Mustafa Kemal gibi orduyu yanına çekmeye çalışıyor. Orduyu Vahdettin’e bırakmıyor. Vahdettin’in altından çekmeye çalışıyor. Çünkü Vahdettin’in ordusunu yenecek. Her devrimci savaş, milli savaş da olsa dışa karşı da olsa bir iç savaştır. Ve iç savaş da silahla yapılır. Onun için önümüzdeki dönemde de kritik soru, tabii halk, halktır; halkı örgütlemektir, emekçileri örgütlemektir ve milli olan bütün sınıfları, işçi sınıfından milli sermayeye kadar bir cephe içinde toplamak ve örgütlemektir ama eğer örgütlediğiniz o halk silahsızsa devlet olamazsınız. Onun için, büyük bir devrimci diyor ki, namlunun ucundadır diyor, devrim namlunun ucundadır. Bu ordu meselesini bize hatırlatıyor. Ve çağımızda da mevcut orduların içinden devrimin orduları çıkıyor. Bütün demokratik devrimlere baktığımız zaman, Fransız Devrimi, Rus Devrimi, Çin Devrimi, Türk Devrimi… Mısır, Cezayir, Hindistan, diğer bütün ülkeler, ezilen dünya… Yani mevcut sistemin içindeki ordulardaki bölünmelerde devrimci olan, demokratik olan, halkın yanında olan kesim üste kaldığı zaman devrim oluyor, altta kaldığı zaman devrim yeniliyor.
Şimdi değerli arkadaşlar, bu süreçleri Türk tarihinde burada şimdi bizim zamanımız sınırlı olduğu için, benim bu konuda yazılmış dört tane kitabım var, biri “Og’dan Oğur’a” bu en son çıkan, yani Türkçe’deki kavramların gelişmesine bakarak Türkler nasıl kabile toplumundan og’dan oğul, Divan-ı Lügati Türk’te oğul, devlet ve zenginlik. Oğ-uz, bizim oğuz dediğimiz, Türkiye Türkçesindeki Oğuz, Kuzey Türkçesinde Oğur. R-Z değişimi… Og’dan uğur, Uğur Mumcu mesela, uğur ne demek, zenginlik, devlet demek. “Uğurlar olsun” diyorsun; yani zenginliğe, devlete uğurlar olsun. Uğur sonradan biraz materyalist olmayan bir kavrama dönüşmüş, uğurlu, uğur böceği gibi ama köküne baktığımız zaman orada zenginlik ve devlet demek. O Türk tarihindeki açıklamalara girmeyeceğim, Og’dan Oğur’a kitabımı meraklı olan arkadaşlarımıza öneriyorum. İkincisi, “Bozkurt Efsaneleri ve Gerçek”, üçüncüsü “Toplum ve Devlet” kitabım, dördüncüsü de “Orta Asya Uygarlığı”, bu size anlattığım konulardadır.
Şimdi bu süreçte, tabii silahlı güçte bir devlet, silahlı bir gücüyle toplumu zapturapt altına alıyor, kontrol altına alıyor, nizamı altına alıyor. Hz. Muhammed çıkıyor yasalarını getiriyor. Artık kervanları basamazsınız, yağma yapamazsınız ama devlete vergi vereceksiniz, bakın bu ilerleme. Ama yetmiyor bu, yani silahlı gücünüzün olması, yağmaya son vermeniz… Şimdi o Osmanlı Tarihi’nde görüyoruz, Osmanlı Devleti’nin yeniden kuruluşunda hangi toplumsal ilişkileri görüyoruz; eski kabile toplumunu ve o kabile toplumundan gelen talepleri bastıran ve yeni feodal toplumu örgütleyen bir devlet, Fatih Sultan Mehmet bunun doruğu. Ve bunu yaparken tabii neyi bastırıyor; işte o Dadaloğlu Madaloğlu var ya onlar olmaz diyor eskiden ne güzel eşittik, kardeştik, kabileydik, aşirettik, siz buna ihanet ettiniz, çıktınız padişahlık yaptınız beylik yaptınız. Ama bu sürecin başında zengilikleri arttıran, uygarlığı geliştiren, bilimi geliştiren, matematiği geliştiren, o yeni feodaller. Bilim de böyle ortaya çıkıyor, eğer bir üretim fazlası olmasa, saraylar olmasa, bilim de gelişmeyecek. Evvelden büyücüler vardı ama bir üretim fazlası oluşup zenginliklere beyler, krallar, hakanlar, padişahlar el koyduktan sonra saraylarını kuruyorlar ve aynı zamanda o sarayların çevresinde birtakım adamları besleyip onların bilimi geliştirmesini sağlıyor. Bilim, özel mülkiyetle, özel mülkiyetin gelişmesi ile, zenginlikle birlikte gelişiyor. Matematik, aritmetik de öyle. İlk aritmetik nasıl, ticaretle başlıyor, işte alacak verecek yazıyor şu kadar alacağı var, senet yapıyor. Altı ay sonra ben kervanı getireceğim, sana şu kadar davar getireceğim sen de bana şunu şunu vereceksin vs. Yani ilk aritmetik, o hesaplarla başlıyor bütün dünyanın her yerinde. Veya arazilerin geometri ile ölçülmesi, biçilmesi, özel mülkiyet sınırların belirlenmesi… Ama burada silahlı güç yetmiyor, bu yeni toplumu kurarken, aynı zamanda toplum üzerinde bir ideolojik hakimiyet, bu daha ekonomik, daha ucuz bir hakimiyet. Yani nedir, beylerin, ağaların, mülk sahiplerinin kurduğu sistemin, bir yüksek iradenin ürünü olduğu; yani itiraz edenlere, ne oluyoruz, eşitlik bozuluyor diyenlere, bu sana bir yüksek, gökten gelen bir iradeyle, itiraz edemeyeceğin bir efendi tarafından dayatılmaktadır.
Değerli arkdaşlar, bütün dillere bakınız Tanrı sözcüğü aynı zamanda efendi sözcüğü ile aynıdır. Yani Tanrı, efendi anlamına gelir. İşte Türklerde -iye eki, Arabi dillerde rab- ve o ilk başlarda kağanlar, hakanlar aynı zamanda tanrıdır. Zeus’a bakın eli var, ayağı var, kıskançlığı var, onun karısını kaçırıyorlar bilmem ne yapıyor falan…Yani ilk tanrılar insandır. Bilge Kağan oğlunun adı Tengri Kağan. Bilge Kağan da Orhun Yazıtları’nda nasıl adı: gökten indirilmiş. Tanrı Kağan. Tanrı ile Kağan’ın ayrışması bir tarihsel süreç içinde olmuştur. Bakıyor ağzı var burnu var, kendisine benziyor falan en iyisi ne oluyor onu göğe çıkartıp eli yok ayağı yok her yerde var ama hem de eli ayağı var. Kutsal kitapları incelediğimiz zaman elinin ayağının olduğunu görürüz ama bir yandan da hiç insana benzemez, her yerde vardır, gökte de değildir yerde de değildir. Bu bir soyutlama süreci. Ama bu yeni toplumu kurmak için gerekli ve ilerici bir olay. Ona dayanarak Hz.Muhammed yeni toplumu kuruyor, yeni toplumsal ilişkileri. Kervanları basamazsın, hırsızın eli kesilir, bu Allah’ın emridir veya zina yasaktır vs.vs. Yeni toplumun, özel mülkiyetli uygarlık toplumunun ilişkilerini bir göksel iradeye ve otoriteye, güvenceye bağlıyor. Garantiye alıyor. Böylece toplumda bir “rıza, konsansus” dedikleri oluşturuluyor. Yani, o rıza sayesinde silah kullanma falan filan, o asgariye iniyor. Bu da yeni devleti, yeni toplumu kurmanın ideolojisi oluyor.
Burada devletin ilerici rolünün gördük ama o yeni kurulan sistem köhneleşmeye başladığı zaman, toplumun çarkını, üretimi geliştiremediği veya tıkandığı zaman o sistem miyadını doluyor ve yeni sistemler geliyor, bunu insanlık tarihinde görüyoruz ve ancak eski kurulan devleti ve toplumu yıkarak üretici güçleri geliştirebiliyorsunuz. Burjuva demokratik devrimlerde, milli demokratik devrimlerde ve sosyalist devrimlerde olduğu gibi. Burada devlet ilerici bir rol oynuyor. Demokratik devrimleri, Yıldırım arkadaşım anlattı, bunun tipik olanı, tabii İngiliz Devrimi, Hollanda Devrimi, Amerikan İstiklal Savaşı ve Amerikan Devrimi, Fransız Devrimi vs. ama bunun en tipik olanı ve en kurumlaşmış olanı ve dünyada da model olarak kabul edilmiş olanı, ideolojik geçmişi ve gelenekleriyle büyük Fransız Devrimi. Bu büyük Fransız Devrimi’nin, burjuva demokratik devrimin arkasından gecikmiş demokratik devrimler geliyor. Bunlar hangileri; Alman, Japon, Rus… Alman Devrimi, Yıldırım arkadaş da söyledi, İtalyan Devrimi 1871. 1789 Fransız, 1871 Alman. Ve Marks, o 1871’de bir Prusyalı General Bismarck’ın gelip Almanya’yı birleştirmesini selamlıyor, bu diyor ilerici bir olay. Marks için diyorlar ki bu adam Bismarckçı, kimler diyor anarşistler, bu adam generalleri övüyor. Onun için Bismarck’ın 1871 Alman Devrimi Türkiye’de pek incelenmedi, öneriyorum Emrah Maraşo’ya, iyi Almanca bilen ve Almanya’yı iyi bilen arkadaşlar… Türkiye için çok önemli. Fransız Devrimi de çok önemli garip halde, bizim Türk Devrimi’ni çok etkiledi yani o Fransız Devrimi’nin çok ilişkileri, kurumları, ideolojisi bizim Jöntürkleri çok etkiledi. İşte o Fransız Devrimi’nin arkasından Alman, Rus, Japon; bu gecikmiş devrimler, Alman 1871, daha sonra Japonlar ve 1905 Rus Devrimi. Ruslar iki arada bir derede. Yani 18. YY’ın ve 19. YY’ın devrimleri ile 20. YY’ın milli demokratik devrimleri arasında karma bir devrim, Rus Devrimi. 1789 Devrimi’nin modelini izleyen demokratik devrimler daha çok nerede oluyor, Batı Avrupa’da ve Kuzey Amerika’da. Yani kapitalizmin geliştiği, işçi sınıfı ile burjuvazi arasında çelişmelerin keskinleştiği… Marks da işte o süreçlerin teorisini yapıyor. Diyor ki, çağımızda devrimin merkezi ileri kapitalist ülkelerdir. Bir ülkede sanayi geliştiyse, işçi sınıfı ortaya çıktıysa, o işçi sınıfı büyük üretim yerlerinde üretim yapıyorsa, topluysa yani bin kişi iki bin kişi üç bin kişi çalışıyorsa, öyle atölyelerde, manifaktörde olduğu gibi yirmi kişi otuz kişi değil; klein master dediği arkadaşın, yani küçük usta, onlar patrondan çok biraz kendisi de üretimi katılan, işte demirci ustası falan filan… Buna bakarak Marks bir teori üretiyor, diyor ki işçiler ile kapitalistler karşı karşıya ve devrim bir ülkenin içinde işçilerin burjuvaziyi devirip iktidara gelmesidir. Ama milletin de başına geçerek. Bakın o Manifesto’nun o cümleleri çok önemlidir. “Proletarya milletleşerek”, bizdeki Manifesto çevirileri hep yanlıştır, benim kardeşim Işık Soner doğru bir Manifesto çevirisi yaptı, orada proletaryanın milletleşerek, milletin öncü sınıfı haline gelerek burjuvaziyi devirdiği çok güzel ifade edilir, doğru çeviri. Bu bir model. Fakat 19. YY’ın sonunda ya da 20. YY’ın başında kapitalizmde önemli bir değişiklik oluyor, kapitalizm gericileşiyor. Kapitalizmin ilericiliğinin şifresi ne? Eşdeğerlerin değişimi. Yani ben bu kalemi ürettim, nasıl ürettim, bir saatlik emek ile ürettim, bir saatlik emek. Mert can da bu kağıtları üretti, o da bir saatlik emek. Bu kağıdın değeri ve kalemin değerini belirleyen ne, içindeki bir saatlik emek ve bunlar eşdeğer. Piyasada ne oluyor, karşı karşıya geliyor, bir liraya bunu değişiyoruz. Ama değiştiğimiz şey ne, birer saatlik emeğimizi değişiyoruz. O zaman ben üretim yaparken başkalarından daha ucuz emek kullandığım zaman veya emeği daha verimli kullandığım zaman, bu kağıdı bir saatte değil de 45 dakikada yaptığım zaman diğer bütün kağıtçıların önüne geçiyorum ve diğer bütün kağıtçılar iflas ediyor. Bu nasıl oluyor? Teknolojiyle, yani bir saatte kullandığım emeği ileri bir teknoloji yaratarak 45 dakikada bu kağıdı üretir hale getiyorum. Bu da kapitalizmin rasyoneli oluyor. Yani teknolojiyi geliştirmek, emeği daha verimli hale getirmek…
Böylece emeği ucuzlatmak ve emeği ucuzlatarak piyasada rakipleri temizlemek… Bu sayede toplum ilerliyor, teknoloji ilerliyor, emek verimlileşiyor, zenginlik artıyor, sermaye büyüyor. Ama emperyalizm ile birlikte bu eşdeğerlerin değişimi ortadan kalkıyor. Ne oluyor, bugün mesela şey yapalım, Amerika dolar ihraç ediyor, kağıt, ama tuvalet kağıdından hiçbir farkı yok değer olarak, kağıt parçası. Üstüne yeşil 50 dolar yazıyor, o 50 dolar dediği kağıtla siz 50 dolarlık kalem veriyorsunuz, sizi ütüyor, 50 dolarlık kağıdınızı alıyor size kullanım değeri olmayan, hiç bir işe yaramayan bir şey veriyor, yeşil kağıt. O zaman ne oluyor, Marks’ın Kapital’de bize anlattığı eşdeğerlerin değişimi dediği kapitalizmin şifresi olan temel rasyonel ortadan kalkıyor, emperyalizm çağında. Bu, kapitalizmin merkezlerinin, o sömürülen alanları yağmalamasının hepsinde gördüğümüz olay; sermaye ihraç ediyorlar ve eşdeğerlerin değişimi değil birçok değere karşılığı olmadan el koyan bir sistem çıkıyor, emperyalizm sistemi. Ve bununla birlikte kendi işçilerine, bunu Yıldırım Koç Türkiye’de öğretti, çok güzel öğretti, çok çok önemli çünkü yaşadığımız çağın sırrı burada; kendi işçilerini o Hindistan’dan, Çin’den, Türkiye’den diğer ezilen Afrika’dan vs. emperyalizm sayesinde yağmaladı diyelim, kaynaklarla kendi işçisini de beslemeye başladı. İngiltere, Fransa, arkasından Almanya… Ve böylece yeni bir dünya oluştu. Lenin, Inferding, Robson bu adamlar da çıktılar dediler ki yahu bu kapitalizm başka bir kapitalizm. Emperyalizm çağına girdik, artık bu gerici bir kapitalizm, geberen bir kapitalizm… Ve çelişme de değişti. Ülkelerin içersindeki burjuvazi proletarya arasındaki çelişme kuşatıldı, sömürü azaltıldı, oradaki sömürü ve baskı ezilen dünyanın üzerine yıkıldı. Yani kendi işçisi yerine Hint işçisini ve köylüsünü, Çin işçi ve köylüsünü, Türk işçi ve Rus işçi ve köylüsünü sömüren bir emperyalizm. Bununla birlikte de dünyadaki devrimin teorisi ve pratiği de değişti. Lenin orada çıktı ve şunu söyledi, dedi ki; artık devrim bir ülkenin iç çelişmeleri, burjuvazi ile proletarya arasındaki çelişmenin ürünü değil, dünya çapında ezen milletler ile ezilen milletler arasındaki çelişmenin çözümü. Emperyalizmin zayıf halkasında devrimler olur. Yeni devletler de, işte milli demokratik devrimler konumuza dönersek, bu çelişmenin çözümü ile ortaya çıktı. Mustafa Kemal, Çin’de Sun Yat-sen.. Bakın 1900’lerin başını düşünün, 1905 Rus Devrimi, 1908 Türk Devrimi, 1907-1909 İran Devrimi, 1910 Meksika Devrimi, 1911 Çin Devrimi… Ezilen dünyada milli demokratik devrimler başlıyor. Yeni bir devrim silsilesi, yeni bir devrim dalgası. Fransız Devrimi, Hollanda Devrimi, Amerikan Devrimi, İngiliz Devrimi gibi gelişmiş kapitalist ülkelerde değil, devrim Doğu’ya kaydı. Bu devrimin Doğu’ya kayışı nerede başladı Rusya’da, Türkiye’de, Çin’de, İran’da. Ama bu ülkeler işçi sınıfın çok gelişmediği ama ezen- ezilen millet kapışmasının derin olduğu ve imparatorluklar birikimi nedeni ile altını çiziyorum Rusya, Çin, Türkiye, İran; dördünün ortak tarafı ne? İmparatorluklar. Afrika’dan farkı o.
İmparatorluklar kurmuş halklar emperyalizme karşı direnme birikimine sahip ve ayağa kalktılar milli demokratik devrimler yaptılar. Ve hala bakın, bugün dünya devrimine bakın devrimin ön cepheleri neresidir; Türkiye’dir, Çin’dir, İran’dır, Rusya’dır. Onun için, 1917 Ekim Devrimi bir proleter devrimi olmaktan çok karakteri itibariyle, bunu Lenin de çok açık söyler, bir milli demokratik devrim. Zaten o yüzden tamamlayamadı ve geri döndü. Şimdi çok önemli bir şey, belki dün Taner Timur ümit ediyorum söylemiştir, 1870’lerde Marks diyor ki, bunu bizim Türkiye’ye öğretmemiz lazım özellikle solculara, gençlere; Marks diyor ki 1870’lerde, şimdi tarihini tam hatırlamıyorum, 76 öncesinde, bakın diyor Avrupa’nın en faziletli, en yetenekli köylüsü Türk köylüsüdür. (Efendim? Söyledi mi bunu? Çok güzel, çok sevindim.) İşte Almanca’da yani Marks’ın anadilinde yalnız yetenekli değil aynı zamanda faziletli anlamına da geliyor. Yani Türk köylüsü en faziletli. 1870… Ve Türkçe öğrenmeye başlıyor Marks, ölümüne doğru, Türkçe ve Rusça… (Bunu da söyledi mi Taner? Bunu da söyledi, peki.) Şimdi bakın, bu da çok önemli, yani Avrupa devrimleri bitmiş. 1871 Paris Komünü olmuş, baş aşağı gitmiş ve o ekonomik kriz tahlillerini yapmışlar, Engels’le birlikte şunu görmüşler; Avrupa’da devrim söndü. Ama Doğu’da Rusya, Çin, Türkiye, bunu bakmağa başlamışlar, bakmışlar. Buralardan gelecek devrimleri görmüşler. Mustafa Kemal, 1881’de doğdu ama Marks 1881’den önce Türk köylüsü en faziletli, kimden daha faziletli? Alman köylüsünden, Fransız köylüsünden, İtalyan köylüsünden, İngiliz köylüsünden daha erdemli ve daha yetenekli. Yani bu adamlar devrim yapacak. Mustafa Kemal ne diyor? “Köylü milletin efendisidir”, bir köylü devrimi. İsmet Paşa 1930’larda diyor ki “Bizim hükümetimiz bir köylü hükümetidir”, tabii bir köylü hükümeti değil ama onların kafalarında kurmak istedikleri toplum köylüyü özgürleştirmek. Onun için Dersim’e giriyor. Onun için 1935’te CHP programına o toprak reformunu getiriyor ve hazırlıklar yapıyor, Türkiye’de feodalizmi biçecek. Ve Yıldırım Koç arkadaşımızın dediği, “Kemalist Devrim üst yapı devrimi, mülkiyet ilişkilerine dokunmadı” bu büyük bir safsata, mülkiyet ilişkilerine dokundu.
Hanedanlığın bütün mallarına, saraylarınael koydu. Dolmabahçe Sarayı kimin şimdi? Osmanlı padişahlarının mı? Özel mülkiyete el koydu. Bütün, 1935 yılının sonunda, tarikatların, tekke ve zaviyelerin kurumlarına, mallarına, mülklerine, binalarına, her şeylerine el koydu. 1934 yılında bir kanun çıkarttı, onun 10-a maddesinde diyor ki, “Aşiret reislerinin tapuya kayıtlı kayıtsız bütün malları yoksul köylülere dağıtılacaktır”. İskân kanunu. O iskân kanununa saldırırlar, bölücüler. Ama iskân kanunu ne diyor, bütün aşiret reislerinin mallarına el koyuyor, aynı Fransız Devrimi gibi ve onları yoksul köylüye dağıtıyor. Hangi yoksul köylü? Bizim Kürt yoksul köylüsü. Dersim olayları da bunun arkasından geliyor. Şimdi bu, toplam olarak baktığımız zaman millli demokratik devrim.
Emperyalizme karşı ama emperyalizmi yenmeden feodalizmle hesaplaşamaz. Çünkü artık kendi padişahı kendi feodal hakim sınıfları dışında dünya çapında ezilen dünyayı denetim altına alan ve orada tahakküm kuran ve orada padişahlarla, toprak ağalarıyla vs. birleşen emperyalizm var ve onun devleti var. İşte bizim milli demokratik devrimimiz bir devleti yıktı. Şimdi Atatürkçüler dönüştükten sonra bir kısmı ve sistemle birleştikten sonra hep devletçi olmuşlardır ama Atatürkçülüğün kökü nedir, ihtilalciliktir. Bütün ideolojisinde ne var, ihitilalcilik. Ekonomik bakımdan devletçi evet ve o İttihat ve Terakki’den gelir. Yani Yıldırım Koç arkadaşımıza orada bir ek yapayım, devlet sosyalizmi ve devletçilik Atatürk’te ve Havza’da başlamıyor. İttihat ve Terakki’yi incelediğimiz zaman, onların da devlet sosyalizmini savunduğunu, Almanlardan etkilenerek, Rodbertus vs., o Alman devlet sosyalisti Lassalle, Rodbertus’la, o Alman devlet sosyalizmi ekolü bizim Türkiye’deki devrimcileri etkiliyor. O zaman daha Sovyet Devrim olmamış. Almanlar gibi biz de diyor devlet müdahalesi ile yapalım. Almanların özelliği de ne, arkadan geldiler ya; Fransızlar gibi 1789’da değil 1871’de devrim yaptılar. Arkadan gelen devletçi olmak zorundadır. Çünkü sermayeyi devlet eliyle bir yerlerde toplayacak ve o sermayeyle yatırım yapacak ve kalkınacak. İşte bizim milli demokratik devrimimizin, devletimizin ideolojisi bu süreçlerde, Sovyet Devrimi’nden önce, o Narodnklerden, halkçılık cereyanından; Alman devlet sosyalizminden etkilenerek oluşuyor. Ve “Altı ok” olarak formüle ediliyor yeni devletin ideolojisi.
Şimdi biz değerli arkadaşlar (Yıldırım Koç arkadaşımız sayesinde benim anlatacaklarımda da iktisat yapabiliyorum) biz hala o süreci yaşıyoruz yani 1876 öncesinden başlayan milli demokratik devrimimiz, 1876 Devrimi, 1908 Devrimi, 1920 Devrimi, 1960 kendine çapında bir devrim ve şimdi önümüzdeki devrim… Bu devrimlerin hepsi ne? İhtilalci… Yani bir devleti ve toplumsal düzeni yıkıp yerine yeni devleti kurma. Atatürk’ün meşhur 10. yıl nutuğunda “yeni sosyete, yeni devlet, yeni devlet”… Çünkü devrimci. Çünkü Harbiye’nin zindanlarında, Ali Fuat Paşa’nın anlattığı; biz diyor sabahlara kadar uyumazdık, ihtilali tartışırdık. O gelenekten geliyoruz, fedailer geleneği, ihtilali tartışan. “İhtilal yapacağız, Osmanlı padişahını devireceğiz, yerine bir cumhuriyet kuracağız.”… “Padişahım bunlar cumhuriyet getirmek istiyor” bu jurnaller ne zaman veriliyor daha Namık Kemal, Mİthat Paşalar hakkında 1876 öncesinde Abdülaziz’e verilen jurnallerde bu var. “Bunlar cumhuriyet yapacak, cumhuriyet”… O “cumhuriyet” oradan başlıyor. Cumhuriyet ideolojisi de 1919’da, 1920’de çıkmış bir olay değil. Ta oradan, Namık Kemallerden gelen ve gittikçe derinleşen bir şey. Ve cumhuriyet kurmadan da İstiklal Savaşı yapamadı. Bakın Çanakkale Savaşı yaptık, emperyalizme karşı direndik, savaştık falan filan ama onu ancak bir cumhuriyet ile tamamlayabildik. Burada devletin ve devrimin ilerici rolünü işte kendi tarihimizden görüyoruz.
Şimdi bu yeni çağda değerli arkadaşlar, dünyaya baktığımız zaman bir ezenler kulübü var, zenginler kulübü, Kuzey ve Batı. Avrupa, Batı Avrupa, Kuzay Amerika, Japonya vs. Bir de ezilen
yoksullar var buna sırf ezilen değil gelişenleri de katmak lazım. Yani yalnız ezen-ezilen kavramı artık yetersiz kalıyor, bir dünyada gelişen ülkeler çıktı, dikkat ederseniz Çin, Hindistan, Brezilya… Bunlar sosyalist olmamakla beraber üretici güçleri ile gelişen, kalkınan, zenginleşen ülkeler. Ama eski ezilen; ezilenlerden gelişenler kategorisine bir devrim ile çıkmış ülkeler… Veya kendi toplumlarındaki siyasal iktidar süreçleri ile. Şimdi bugün dünyada, (bu şemayı ben eskiden yaptığım için 10-15 önceki konferanslarımın bir kalıntısı) ezilenler yoksulları, ezilenler artı gelişenler diye ifade etmek lazım. Bu iki tane kulüp, küme oluştu dünyada. Alttan üste ancak devrim ile geçebilirsiniz, alttan üste. Yani ezilenler kulübünden zenginler kulübüne ya da gelişen dünyaya bir devrim ile geçebilirsin, aradaki şey kapandı. Eskiden ne oldu, geride kalan ülkeler, yine Japonya, Almanya deneylerinde bir delik vardı, alttan üste çıkabildiler. Fakat şimdi oraya diyelim beton döküldü, hiçbir ezilen dünya ülkesi, arkada kalan dönemimize bakın, kendi ülkesindeki iktisadi kalkınma süreçleriyle falan filan üste çıkamadı. Yani gelişmiş, zengin, kalkınmış bir ülke haline gelmedi. O, kapandı o. Ne oldu; bir tek size devrim yolu bıraktı.
Şimdi çok kısa, yani bu önümüzdeki kuruculuk ve yarına bakış… Bütün bunları ben size yalnız tarih bilgisi olarak değil, önümüze ışık tutacak bilgiler olarak sunmağa çalıştım. Önümüzde, Yıldırım arkadaş güzel anlattı, bence kaçınılmaz bir derin kriz var. Yani rakamlara bakarak. Bu yılın sonu, gelecek ayın başı vs. bunların sıcak para diktatörlüğünün, Tayyip Erdoğanların iki yüz yirmi dört milyar dolarları bulan acil, yakıcı, bu yıl bulmaları gereken iç kaynak… Bunu bulmaları mümkün değil. O nedenle borçlanmayla; sosyal hizmet vermek, işçinin ücretlerini yüzde 45-60 artırmak, kamu emekçisininkini yüzde 45 arttırmak falan bunların hepsi borçlanmayla… Bir eve para girince “Al hanım harca… Çocuklar gidib gezin tozun bir şeyler yapın” falan, değil mi? Evin bütçesinde de bunu yaşıyoruz. Ama sonra bir hacizci geliyor kapıya dayanıyor.Borçlanmayla, Yıldırım Koç arkadaşın da dediği, Türkiye’de belli gelişmeler, alt sınıflarda dahi oldu, doğru. Ama bu borçlanmayla oldu. Şimdi o hacizcinin kapıya dayandığı döneme giriyoruz. O nedenle Türkiye önümüzdeki iki-üç yıl içinde bir karar verecek; bu borçlanma ekonomisi ile devam edebilir mi? Bana göre devam edemez. Bir üretim ekonomisine geçmek zorundadır. Kredi kartları falan, o borçlanma alt sınıflara böyle yansıyor. Kartlar da parar basmak gibi bir şey. Ha ben merkez bankasını çalıştırmışım para basmışım ha “alın size kredi kartı…”, o da kağıt o da kağıt… Üstine bir kılıf geçirilmiş.. “Alın bunla alışveriş yapın” yani piyasada talebi yükseltecek ki onlar da gitsin alışveriş yapsın. Şimdi bu sürecin sonuna geliyoruz, bu kaçınılmaz olarak Türkiye’de çok köklü değişikliklere yol açacak. Bir ek faktör daha var, onu da söyleyeyim; ikinci etken değerli arkadaşlar Türkiye’nin vatan krizi. Yani Türkiye bölünüyor, kim bölüyor, Amerika bölüyor, Avrupa bölüyor. Ama o bölünme süreci de geldi bir duvara dayandı. Hangi duvara dayandı; Suriye duvarına dayandı ve orada yenildi. Suriye’yi Amerika bölemedi. Irak’ı gitti iki kere işgal etti, şimdi Irak birleşiyor, Barzani merkezi hükümet ile birleşiyor. İran’ı hani vuracaktı kıracaktı, gökten inecekti, alttan girecekti? İran’ı iki günde işgal edecekti, parçalayacaktı filan… Hepsi hikaye. İran dik durdu ve Amerika oraya hiçbir şey yapamadı. İşte bu güney komşularımız bizi kurtardı. Eğer bu ülkeleri bölüp Kürdistan adı altında bir ikinci İsrail kurup, o ikinci İsrail’i Doğu Akdeniz’e, Suriye üzerinden açabilselerdi bu Diyarbakır’da zelzele olacaktı. Şimdi bunu başaramadılar. Şimdi ne olacak, Türkiye bütünleşecek. PKK baş aşağı gidecek. PKK’yı silahsızlandıracağız. PKK’yı etkisiz hale getireceğiz. Bu bölünme sürecine son vereceğiz. Türkümüz ile Kürdümüz Türk Milleti içinde birleşecek. Bununla birlikte aynı zamanda ekonomik depremi beraber mütalaa etmek lazım, değerlendirmek lazım. Bu bir devrime denk düşüyor. Kendine göre bir devrim, nedir o, Kemalist Devrimi tamamlamak. Yani Türkiye vatanını birleştirmek ve Türkiye’de bir üretim ekonomisi kurmak. Borçlanmaya son. Zaten borçlanamayacaksanız, borçlanabilirseniz devam eder o süreç zaten. Borçlanamayacaksınız, o zaman sıcak para diktatörlüğü yıkılacak. Yıkılıcak değil yıkacağız, siz yıkacaksanız. İki, Türkiye’nin sıcak para diktatörlüğü aynı zamanda Türkiye’yi bölüyor. Tayyip Erdoğanlar, Obamalar, Abdullah Öcalan… Emperyalizm Türkiye’yi bölüyor. Sıcak para komisyoncuları Türkiye’yi bölüyor. Şimdi bu iki süreç, bölünme ve sıcak para süreci, bir kayaya dayandı ve bu köklü bir çözüm ile sonuçlanacak. Bir devrim olacak. Siz devrimi yaşayacaksınız, göreceksiniz. Burada oturan insanlar Türkiye’de 1920 Mustafa Kemal’den sonra en köklü dönüşümü yaşayacak. İşte burdan görev üretmek lazım. O devrimin güçleri de ortaya çıktı. Güzel bir soru sordu arkadaşımız Yıldırım Koça’a; Peki dedi, siz anlatıyorsunuz bu kadar işçi sınıfının durumunu, kamu emekçisinin durumunu, topluma belirli bir şey veriliyor, ondan sonra, ama insanlar da ayağa kalkıyor. Onu Yıldırım Koç arkadaşımız çok güzel anlattı. Yani Türkiye’de 29 Ekim 2012’den bu yana barikatlar yıkılıyor. 10 milyonun üzerinde insan o Taksim’de başlayan halk hareketinde, halk ayaklanmalarında ayağa kalktı. Kırklareli’nden ta Kars’a kadar… Ellerinde Türk bayrakları ve “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” sloganı ile. Bakın bu bir devrim programıdır. Niye insanlar tribünlerde bile “Mustafa Kemal’in askeriyiz” diyor da “sosyalist devrim” diye bağırmıyor? Var mı bir tane “sosyalist devrim” diye bağıran emekçi? Çünkü toplum önündeki sorunları çözeceği sloganların peşinden yürür. Oradaki adama “sosyalist devrim” dedirtemezsiniz. Ha neyi yaşıyor Türkiye; Mustafa Kemal Devrimi’ni tamamlama, bağımsızlaşma, sıcak para diktasını yıkma, halkçı, devletçi, kamucu bir ekonomiyi yeniden inşa etme, toplumu bu temelde zenginleştirme ve özgürleştirme… Emekçiyi bu temelde… Şimdi, peki, bu Kemalist Devrimi tamamlama, eski devrimin kopyası mı olacak? İşte bazı Atatürkçülerimizin yanıldığı nokta bu. Hayır onun bir kopyası olmayacak. Neden olmayacak, onu da Yıldırım Koç söyledi burda, çünkü o zaman işçi sınıfı çok zayıftı, fakat bugün Türkiye’de işçi sınıfı var. Bir gerçeğimiz var; iki kanaldan devrim geliyor, biri Cumhuriyet kanalı, yani ortaya çıkan Atatürk, bağımsızlık, bayrak falan filan… Öbür ikinci kanal, emeğimi sömüremezsin, KİT’leri özelleştiremezsin, beni sendikasız bırakamazsın, taşeron işçi yapamazsın, diyenler. Bu iki kanalın da ortak karakteri emekçi olması… Bazı arkadaşlar, Cumhuriyet kanalı burjuva, öbürü emekçi gibi, bu çok yanlış… Onu da hem Yıldırım Koç arkadaş hem ben hem Korkut Boratav yazılarımızda işledik; Cumhuriyet hareketi de emekçi. O “Mustafa Kemal’in askerliyiz” diyen insanların sınıfsal karakterine bakın, hep çalışanlar, büyük sermaye sahipleri filan değil. Şunu da unutmayalım, küçük zanaat sahipleri, esnaf da çalışandır. Akşama kadar ayakt duruyor berber, tornacı, ayakkabıcı vs. İkisi de emekçi karakter. İkisi arasında ne fark var, Cumhuriyet hareketi siyasidir. Yani ben Mustafa Kemal’in askeri gibiyim demek siyasidir, iktidarı hedefliyor. Emek hareketi önüne ekonomik taleplerle ortaya çıkıyor. Hangisi daha ilerici? İkisi de ilerici fakat burada Cumhuriyet hareketi daha ilerici. Onun için, Cumhuriyet hareketi ile emek hareketi birleştirken siyasi iktidar amacında birleşecek. Cumhuriyet hareketi içerisinde diyelim emekçiye yan bakan, emekçiye yabancı olan unsurlar Türk Devrimi’nin bir köylü devrimi olduğunu, emekçiyi dayandığını anlayacak ve emekçiler de ekonomik taleplerinin bir Cumhuriyet programı ile, bir devrim ile sonuçlanması anlayacak. Bunu kim yapacak, İşçi Partisi yapacak.Yani burada öncü faktör devreye giriyor. Hiçbir zaman sınıflar bunları kendiliğinden keşfetmiyor. Dünyada hiçbir zaman kendiliğinden devrim olmuyor, kendiliğinden Mustafa Kemal olmuyor. Sınıfları ayağa kaldırmak, bilinçlendirmek çok köklü bir şey; devrimciler ile evrimciler arasındaki fark da bu. Hiçbir zaman sınıf kendiliğinden bilinçlenmez. Bazı öncüler çıkar ve biliçlendirir. İşte siz, böyle bir kararın eşiğindesiniz; emekçileri bilinçlendiren o örgütlü öncünün içinde yer alacak mıyız almayacak mıyız? Toplumsal süreci böyle ilerletecek miyiz ve buradan bir devlet kuracak mıyız… Yeni bir devlet, niçin? Yeni bir toplumu örgütlemek için. Ve Kemalist Devrimi’n aynısı olmayacak çünkü bu sefer emekçilerin ağırlığı olacak. Mustafa Kemal zamanında işçi sınıfı vardı da Mustafa Kemal mi başına geçmedi ve sosyalizmi kurmadı? Her devrim ve her devrimci kendi halkıyla ve elindeki malzeme ile, Mustafa Kemal de öyle. Mao çıktı dedi ki yahu bu Çin’de köylüler ayaklanıyor, gelin bunun başına geçelim, milli demokratik devrim yapalım sonra sosyalizme geçeriz. O muhafazakar, tutucu, Marksizm’i bir kalıp olarak anlayanlar, onun pratiğin bilimi olduğunu anlamayanlar dediler ki bu adam revizyonist falan… Halbuki ne oldu Mao Marks’ın çizgisinde bir devrim yaptı. Çünkü Çin’de köylü var, işçi bir avuç. İşçi sınıfı içinde örgütlenerek devrim yapamazdın. İşçi sınıfı ile devrim yapmak isteyenler 1927-1934 arasında dört tane büyük kanlı ayaklanmalar yaptılar ve milyonlarca insanı ezdirdiler. O Mao denen adam, kendi toplumsal gerçeğini gördü. Yani biz bir köylü ülkesiyiz, onun başına geçeceğiz ve devrim yapacağız.
Şimdi gelelim Türkiye’ye. Bizim dayanacağımız çok esaslı bir insan kaynağımız var, dinamik bir halkımız var, ayağa kalkmış. Bunu en son ayaklanmalarda, Haziran- Temmuz aylarında gördük. Bizim şimdi meselemiz bu ayağa kalkan ve yeniden bu yılın sonu ve önümüzdeki sene de ayağa kalkacak ve Türkiye’nin geleceğine el koyacak bu kuvveti örgütlemek, doğru programlara ve hedeflere yöneltmek. Ki yeniden halkçı bir devlet kuralım ve burada emekçiler daha önceki Atatürk Devrimi’nden farklı olarak ağırlığını koysun, önder sınıf haline gelsin ve Türkiye’nin geleceğini açalım.
Peki, niye Kemalist Devrim geri döndü? Eğer siz Kemalist Devrim’in, tabii dünya şartlarını filan konuşmuyorum, Atlantik, Amerika vs. ama subjektif, bize ait etkenler açısından; bir devrimin kendisini tamamlayabilmesi için kendinden sonrasına ait bir projesi olması lazım. Atatürk onu gördü, 1935 CHP Kongresi’nde “arasız devrimler”, bakın Atatürkçüler hiç işlemez bunu,arasız devrimler Lenin’in kesintisiz devrimler kavramıyla aynı kavram. Hatta arasız devrimler bizim Türkçe’ye bence daha güzel. Arasız devrim… Ve Atatürk de yine, bir uyum dünyası, sınırsız, sömürüsüz falan filan hep konuşmalarında söyler. Ama CHP programında bu, biz Kemalist Devrimi tamamlayacağız ve oradan sosyalist devrime geçeceğiz gibi bir formül netleştirilmedi. Bu da bence nesnel olmayan, öznel faktör. Tamamlamak için ötesine geçeceksiniz. Bolu’ya gitmek için Ankara’ya gideceksiniz, eğer yolun devamı yoksa Bolu’ya gidemezsiniz. Bir devrimi tamamlamak için onun ötesine geçecek projenizin olması lazım. O da, arasız devrim.
Benim sizlere sunmak istediklerim bu. Bir emekçiye dayanacağız, iki Cumhuriyet Devrimi birikimi çok önemli, bunu kesinlikle küçümsemeyeceğiz. “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” devrimci bir slogandır, asker silahlı diye “yurttaşıyız diyelim” dedi, sihasızlandırdılar ne oldu bunu diyenler yenildi. Bir diğer önemli şey de, Türk Bayrağı bir devrim bayrağıdır. Ve bugün daha fazla bir devrim bayrağıdır. Onun için Türk Bayrağı altında “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” diyenler bu coğrafyada devrim yapacak ve yeni bir devlet kuracak. Bu yeni devlet, yeni toplumu; özgür, kendi kaynaklarını bağımsız olarak kullanan ve dünyadaki diğer ülkelerle uyumlu, kan kavgası olmayan, komşularıyla kardeş, yeni bir toplum kuracak. Hepinizi saygıyla selamlıyorum.
Sorular bölümünde çok rica ediyorum serbestçe konuşalım. Ben incinmem, kırılmam onu söyleyeyim. Tartışmalarda böyle kaygılar olmamalı. Ama birbirimizi sevdiğimiz saydığımız için acaba incitir miyim gibi soru düşüncelerimiz oluyor. Bu düşüncüleri bırakalım, biribirimizle açık yürekli, dürüst, aydınlara yaraşan şekilde konuşalım.
Not: Bu metin Genel Başkanımız Doğu Perinçek’in, Bilim ve Ütopya Dergisi ve Türkiye Gençlik Birliği’nin Boğaziçi Üniversitesi’nde ortak düzenlediği Tarih Okulu’nda yaptığı konuşmanın dökümüdür. İlerleyen günlerde Bilim ve Ütopya Dergisi tarafından yayınlanma ihtimali olduğundan metni kampa katılacak üyeler haricinde kimseye iletmeyelim.