Ana Sayfa Türk Devrimi Türk Milliyetçiliğinin Tarihsel Gelişimi 2

Türk Milliyetçiliğinin Tarihsel Gelişimi 2

2007

Uğurcan Yardımoğlu
Türk Milliyetçiliğinin Tarihsel Gelişimi 2
inciraltitarih.com
Ekim 2015

Misak-ı Milli’den Ergenekon’dan Çıkışa

Milliyetçiliği, milletlerin ödediği bedellerin toplamı olarak ele alan komitacı tarihçilik anlayışının temsilcileri olarak milliyetçiliğin tarihsel gelişimi yazılarımızı sürdürüyoruz. Ömer Nacilerden Yakup Cemillere kadar uzanan fedai kuşağının fikir babası Ziya Gökalp ve Yusuf Akçura’ya başvuracağız. Mahmut Esat, Şevket Süreya, Şefik Hüsnü ve Reşat Fuat gibi isimlerden bu konuda çok yararlanacağız. Bu isimlerin aynı cümlenin parçaları olması Türkiye’nin farklı kollardan ilerleyen devrimci nehrinin bir yatakta birleşmesidir. O selin coşkunluğu tüm gerici fikir akımlarını süpürüp atar. Ancak kendi düşüncelerimizi sistemli hale getirerek çelişik taraflarını ortadan kaldırdığımızda zihinler berraklaşır ve nehir pürüzsüz akar.

Coğrafyasının devrimci-milliyetçi öncüsü olan bir ülke: Türkiye

Batı’dan bakıldığında ‘Ortadoğu ‘ gibi görünen aslında güneşin doğduğu tarafın deyimiyle Batı Asya olarak isimlendirilen bu coğrafya tarih boyu nice savaşlara ve yeni toplumsal gelişmelere sahne olmuştur. Son yüzyılda emperyalistlerin doğrudan hedefi haline gelmiş Batı Asya ülkeleri ayakta kalabilmenin taktiklerini ve siyasi programlarını geliştirdi. Bilhassa 1980 sonrası ulus-devletleri hedef alan emperyalizme karşı milli bütünlüklerini korumaya çalışan söz konusu ülkelerin çeşitli liderleri ve programları öne çıktı. Suriye-Irak açısından Baas hareketi, Mısır’da Nasır liderliğindeki ulusal hareket ve Türkiye’de Mustafa Kemal önderliğindeki Kemalist Devrim. Osmanlı Devleti’nin çözülmesiyle başlayan milliyetçi-devrimci hareket ilk olarak Türkiye’de başarıldı. Kemalist Devrim’in başarısı tüm Batı Asya’ya örnek oldu.

Kemalist Devrim, maddeci bir bakış açısıyla yapılmış ve iktidarı gökten yere indirme yani özgürlük mücadelesi içinde gelişmişti. Programı hayatın gerekliliklerine dayanıyordu. Avrupai kategorizasyona göre ulusal burjuva olarak nitelenebilecek bir sınıfın başta köylüler olmak üzere geniş bir toplumsal kesimi örgütleyerek başardığı bir devrimden söz ediyoruz. Bu arada burjuva tanımını da doğru yere oturtmak gerek, Sadaret makamına geldiği halde resmi konutunu kullanmayan Talat Paşaların, malı mülkü olmayan Mustafa Kemallerin üretim ilişkileri açısından burjuvazinin temsilcisi olduğu kadar bunun Avrupa örneklerine ne kadar benzemediği de ortadadır. Halk adamı olan halkçı karakter taşıyan devrimin liderleridir. İktidar kuvvetini silaha sarılarak sultandan alıp millete veren bu devrimcilerin kökleri ilk yazıda da ayrıntılı değindiğimiz gibi 1876 1. Meşrutiyet’ine dayanır, orada da halkçı bir devlet adamı olan düşüncesi köylüyü kalkındırmaktan geçen Ziraat Bankalarının kurucusu Mithat Paşa ile karşılaşırız. Türkiye’de burjuvazinin önderlik ettiği milli demokratik devrim süreci liderleriyle, kadrolarıyla halkçı bir karakter taşır. Milliyetçilik hep toplumcu fikirleri ihtiva ederek gelişmiştir bu toprakların zaruriyetidir.

1908 Hürriyet Devrimi’nden 1918’e dek İttihat ve Terakki tarafından denenen imparatorluğu kurtarma çözümü Jöntürk devrimcilerinin tüm iyi niyetine rağmen başarısız olmuş fakat Kemalist Devrimcilere çok önemli deneyimler kazandırmıştı. Türk Devrimi’nin vatan savunması içerisinden çıkacağını işaret etmiş, ortaçağ kurum ve ilişkilerinin toplumdan temizlenmeden asla ileri atılımlar gerçekleştirilemeyeceğini öğretmişti. Cumhuriyet döneminde bu dersler harfiyen uygulanmış baştan aşağı yeni bir toplum yaratılmıştı. Atatürk’ün deyimiyle 10 yıl içerisinde çok ve büyük işler yapılmıştı.

Geri Dönüş Süreci’nde Milliyetçiliğin ve Halkçılığın Konumu

Ülkemizde Kemalist Devrim ciddi köklere sahip olduğundan 1950’ler itibariyle girilen Küçük Amerika sürecinde yıpratılmasına rağmen yıkılamadı. Ancak bu süreçte devrimin temel dinamikleri olan halkçılık ve milliyetçilik ayrıştı ve başka kuvvetler olarak konumlandı. Bunların temsil edildiği CHP ve MHP git gide NATO merkezli Küçük Amerika sisteminin partileri oldular ve sahip oldukları ideolojinin devrimci köklerinden koptular. Fransız ihtilaliyle gelişen milliyetçilik ve Narodnizmin etkisiyle ülkemizde devrimin programında belirleyici rol üstlenen halkçılık birer ucubeye dönüştürüldü. Amerikancılığın perdelenmesi için kullanıldılar. Halkçılık sosyal demokrasiye dönüştü, milliyetçilik ise halk düşmanı ve yayılmacı bir tarza büründü. Kemalist Devrimin önce kireçlenme sonra yıpratılma sürecinde söz konusu partilerin programları ve ideolojileri temsil ettiklerini söyledikleri şeyin karşıtına evrildi.

60’lar itibariyle geniş kitlelere yayılan sosyalist fikirler ise TİP öncülüğünde meclise girecek kadar maddi bir güç yarattı. 68 öğrenci hareketi ve 70 işçi eylemleri ile gelişen toplumsal hareket sosyalist bir çekirdek tarafından yönetilmekle birlikte halkçı-milliyetçi bir nitelik taşıyordu. Talepleri sosyalizmin inşasına yönelik değil Türkiye’de milli demokratik devrimin tamamlanmasına ilişkindi. Bu yüzden ulusal bayrağa sarılıyor ve Gazi Mustafa Kemal’in resimlerini taşıyordu. Yani AP-CHP-MHP gibi devrimci ideolojileri bırakarak sistemin merkez, muhalif veya tetikçi kuvveti haline gelen güçlere karşı gerçek halkçılık ve milliyetçilik sosyalistler önderliğinde savunuluyordu. Hatta 68’de devrimci gençler ‘2. Milli Kurtuluş Savaşı’nı verdiklerini söylüyor, toplantılarına ‘devrimci-milliyetçi’ gençlik kurultayları vs adlarını veriyordu.

12 Eylül ve halkçı-milliyetçi çizgiden tam kopuş

12 Mart müdahalesinin ardından parçalanan ve halkçı-milliyetçi çizgi ve güçler ile arasına mesafe koyan sol hareket yanlış eylem biçimleriyle emekçi halktan da kopuyordu. ABD eliyle kontrgerilla tarafından yaratılan terör ortamını bahane eden Amerikancı generallerin yaptığı 12 Eylül darbesi ülkemizi Atatürk’ün rotasından tam kopuş sürecine soktu. Laik-halkçı milliyetçiliğie en büyük darbe ‘Türk-İslam Sentezi’ ideolojisiyle vuruldu. 90’lar itibariyle piyasaya sürülen ideolojilerin sonu geldi, ulus-devlet yapısının dağılmasından yana, modernizm karşıtı bir program Sovyetlerin dağılmasıyla birlikte Türkiye gibi tüm Avrasya ülkelerine dayatılmaya başlandı.

Özgürlük adına bunun tam karşısında yer alan tarikatlar ve cemaatler, toplumun belirleyici unsuru haline getirildi. Bunların koalisyonu ile yaratılan AKP iktidarı memleketi hızla uçuruma sürükleyen sıcak para ekonomisinin diktası haline geldi. Demokrasi sloganıyla etnik ve dini kimlikler parlatılıyor, halkların ortaçağı aşarak çözmeye başladığı birlikte yaşama sorunu, ortaçağın yeniden üretilmesiyle bir çıkmaza sürükleniyordu.

Günümüzde Millet Düşmanlığının Maddi Kuvvetleri ve Hedefleri

Balkanlarda Yugoslavya’yı dağıtarak başlatılan süreç Ukrayna, Gürcistan gibi ülkelerde Turuncu Devrim, Suriye vb. ülkelerde ise ‘Arap Baharı’ adını alıyordu. Ülkemizde ise Fethullah cemaatinin yerleştiği kontrgerilla/gladyo marifetiyle söz konusu sürece direnecek milli kuvvetler ekarte ediliyor, AKP liderliğinde gerici ve bölücü politikalar toplumu ‘Yeni Ortaçağa’ uygun hale getiriyordu. Son dönemde ise ‘Büyük İnsanlık’ vb. gibi sol ve süslü sloganlarla alt kimliklerin belirginleşmesi ve ayrışması siyasetini güden HDP öne çıkarılıyor ve AKP’nin sözde muhalifliğine terfi ettiriliyor. ‘Dünya’yı bin parça devletçiğe bölmeye çalışan, ABD ezilen milletlerin kendisine direnmesini sağlayacak millet mefhumunu zihinlerden silmek için binlerce ideolojik araç yaratarak toplumu köksüzleştirmeye çalışıyor.

Birlikte yaşama ve halkların kardeşliği diye ifade edilen talebin siyasi bir formüle ihtiyacı var. Bu formül, AKP ve HDP gibi partilerin ve onlara uyumlu hale getirilmiş CHP ve MHP’nin içerisinde bulunduğu sistemin etnik aidiyetlere özgürlük formülü olmadığı çok açık. Günümüzde Suriye örneğinden de görülüyor ki laik bir temelde halkçı politikalarla şekillenen tüm kimliklerin içinde eridiği zengin bir kültür mirasını taşıyan millet yapısı ve bunun örgütlü gücü olan milli devlet olmaksızın birlikte yaşamak mümkün değil. Hatta insanın komşusunun kanına girdiği, terörün olağanlaştığı felaketler zinciri birbirini kovalıyor aksi durumda. Bu felaketleri ‘önleyecek güç’ olarak da emperyalizm bölgeye adımını atıyor ve hedefe ulaşılmış oluyor. Tarih bunu 20 yy’da kanıtladı, yeniden kanıt isteyenlere 21. Yy da yeter: Millet düşmanı bir siyasetin gideceği yer emperyalizmin kucağı oluyor.

Bilhassa 90’ların dersleri 2000li yılların başında birçok ülkeyi milli devletine sahip çıkmaya ve bu bağlamda emperyalizme karşı dayanışmaya itti. Rusya, İran ve şimdi de Mısır ve Suriye gibi ülkeler bu noktada örnek yaratıyor. Emperyalizmin Batı Asya’dan kovulma formülünü keşfettiler ve uyguluyorlar. Türkiye’de de emek ve cumhuriyet hareketi el birliğiyle vatanı bütünleştirme ve milleti birleştirme hedefine ulaşacak ancak yukarıda ifade ettiğimiz gibi yeniden halkçı-milliyetçi bir programa sarılarak. Türkiye’nin öncüsü Vatan Partisi bunu çok önceden ilan etti ve bu yolda ciddi kuvvetlerle birleşti

Ulus Meydanı’nın Açtığı Yol

Millet olma hedefine sosyalistlerin önderlik etmesi ve halkçı-milliyetçi programı savunması yapay sağ-sol ayrımını ortadan kaldırdı, kaldırıyor. Zihinlerde tortu tutmuş, sosyalist-milliyetçi mesafesi çoktan ortadan kalktı. Neoliberal güçler, bu konuda geniş kitleler nezdinde algı operasyonları yaptı. Olguların üzerinden atlayarak denildi ki sosyalistlerin milli bir programı savunmasına imkan yok. Milli programı savunmayan sözde milliyetçiler ve halkçılar da güya bu işin ölçütlerini belirledi. Bunlar postmodern putlardan başka bir şey değildi. 2005 yılında Milli Hükümet Programı’nı açıklayan Vatan(İşçi) Partisi putları kırdı. Putlara darbeyi bir kez vurduğunuzda onu bir daha kimse ayağa kaldıramaz. Türkiye, cumhuriyet mitinglerinin ardından hızla bir tertipler sürecine girdi. Ergenekon ve Balyoz tertipleri Cumhuriyet Mitingleriyle kitleleri ayağa kaldıran, Kıbrıs’ı savunan, Ermeni Soykırımı yalanlarına karşı mücadele eden, gericiliğe darbe vuran Türkiye’nin çözümünü gösteren kuvvetler başta Vatan Partisi olmak üzere hedef alındı. Ancak milletimiz Silivri önlerinde, 19 Mayıs 2012’de Taksimde, 29 Ekim’de Ulus Meydanı’nda milli bir çıkış yolu yarattı. Gezi olaylarıyla başlayıp Haziran Ayaklanmasına dönüşen halk hareketi o çıkışı doruğa ulaştırdı. Vatanseverler zindanlardan çıktı ve AKP-PKK ve cemaat gibi gayr milli kuvvetler birbirine düştü, milletin birlik mücadelesi yükseldi. Zindanlarda kendisine milliyetçi ve halkçı diyen isimlerde yaratılan putları kırma imkanı buldu, halkçıların, milliyetçilerin ve sosyalistlerin nasıl birleşebileceği derslerini öğrendi.

Putlar Yıkılacak! Aynı Kaynaktan doğanlar aynı yatağa akacak

Türk Devrimi’nin köklerine baktığımızda Jön Türklerin vatan ve hürriyet kavramlarının altını halkçı ve milliyetçi siyasetlerle doldurduğunu ve bunu programı haline getirdiğini görüyoruz:

-Ülkenin dış güçlere karşı bağımsızlığı ve bütünlüğü
– Ortaçağ ilişkilerinin tasfiyesi ve yeni toplum yaratma hedefinde birleşiyorlar.

Yabancı güçlerin kapitülasyonlarını kaldıran Jöntürk örgütü İttihat ve Terakki Cemiyeti, milli ordu reformu yapıyor, modern eğitim kurumları kurarak, geliştiriyordu. Köylüye yönelen Jöntürk devrimcileri ‘Halka Doğru’ şiarıyla dili sadeleştirmekten tutalım ekonomiyi millileştirmeye kadar geniş bir perspektifi olan programı uygulamaya koymuştu.

Saltanatın yetkilerini sınırlamanın değil onu kaldırmanın gerekliliğini kavrayan Kemalist Devrimciler ise Jöntürklerle aralarındaki örgütsel bağa da dayanarak milletin geniş kesimlerini harekete geçirerek sorunları kökten çözüyorlar. Bu arada ilk sosyalistlerimiz de İttihat ve Terakki örgütünün içinden çıkıyor, Kurtuluş Savaşı’nda yerini alıyor ve cumhuriyet döneminde gericilikle daha tutarlı ve kökten mücadele için net tutum alıyorlar. Şeyh Said gibi İngiliz emperyalizminin işbirlikçisi gericilere karşı ve tüm devrimci atılımlarda Kemalistleri destekliyorlar.

Fark en başından beri şurada oluşuyor: Tarih, sınıflar üzerinden mi yoksa kavimler üzerinden mi okunacak? Örneğin Yusuf Akçura tarihin maddi bir tarihsel akışının olduğunu kabul ederek sınıfsal bir yaklaşım biçimi geliştirmiştir. Milliyetçiliği daha toplumcu bir içeriğe büründürmüştü. Bilimsel sosyalistlerin milliyetçiliğe yaklaşım biçimine çok yakındır. Ziya Gökalp ise sınıfları reddederek solidarist-iş bölümcü bir toplumsal yaklaşıma sahipti. Sınıfları reddeden bu anlayış gerçek milliyetçiliği kimlerin savunacağını da anlayamadı ileriki dönemlerde. Hangi sınıfların milli programa ihtiyacı olduğunu görmezden gelen bu tutum milliyetçiliği tutuculaştırdı. Bu noktada sosyalizmin katkısını esas almak ve toplumsal mücadeleyi, eski milliyetçilerin geri özelliklerinden olan sınıf karşıtı ve kavmiyetçi bir tarzla değil sınıfsal ve tarihsel okumak gerek.

Jöntürk, Kemalist ve sosyalist mirası birleştirerek geleneğimiz olarak ifade ettiğimizde bunların birleşmesini sağlayacak köprüleri tarih içerisinden bulup çıkarmak ve bugüne doğru uyarlamak lazımdır. Bu yüzden Akçura’nın kavimlerin kendine has özelliklerini atlamadan sınıfa ve maddeye bilimsel yaklaşan tarzını milliyetçiliğin bel kemiği olarak düşünmek gerekir. Millet derken elbette bir sınıflar ittifakından söz ediyoruz. Ortak pazarı ve yaşama alanını yani vatanını koruması gereken toplum yapısı millettir. Başka türlü ne birlikte yaşama kalır, ne ortak pazar ve ekonomik gelişme ne de temel hak ve özgürlükler. O hak ve özgürlükler kendisini başka aidiyetlerin içinde gören küçük kimlik grupları halinde örgütlenmiş ve birbirini parçalamakla meşgul bir toplumu nasıl düzenleyebilir? Hangi sınıf iktisadi çıkarlarını savunabilir? Toplumun itici gücü olan işçi sınıfı kavmiyet aidiyetlerine göre mi çıkar kollayacaktır? Emekçi sınıfların toplam olarak en çok sömürüleceği haksız düzen biçimi vatan, millet ve cumhuriyet değerlerinin karşısındaki neoliberalizme aittir.

Herkesin inancı gereği yaşadığı bir toplumda hangi hukuku neye göre tesis edeceksiniz? Sekülerlik iddiası burada gülünç bir duruma işaret eder. Her etnik veya mezhep grubu kendi yargılamasını yapacak, kendi yasaklarını koyacak ve toplumu dipsiz bir kuyu gibi karanlığa hapsedecektir. Ortaçağın yeniden üretilmiş bu biçimi elbette laik ve aydınlanmacı programın da karşısındadır. Pozitivzm üzerinden materyalizmi mahkûm etmeye çalışan ders kitaplarımız da buram buram neoliberalizm kokuyor. Bilimi çöpe atan bu program doğrunun varlığını dahi tartışıyor. Emekçi halktan uzaklaşmanın adı olan vatan-millet düşmanlığı çizgisinde birleşen post-modern sanat da modernizm eleştirisi adı altında aydınlanma değerlerini tahrip etmekle meşgul.

Görüldüğü gibi siyasetten kültür-sanata kadar her alanda planlı bir tahribat için düzenlenmiş ve Amerikan emperyalizmine uluslararası sermayeye ve sıcak para baronlarına hâkimiyet alanı açmak için geliştirilmiş ideolojisizlik ideolojisi yani neoliberalizmin maskesi düştü. Bunların modası geçtiği dediği vatanseverlik, milliyetçilik ve sosyalizm yeniden kitleleri sarıp sarmalıyor. Başta Türkiye olmak üzere tüm Avrasya kurucu ideolojilerine tutunarak yeni programlar üretiyor. İdeolojik kaynakları bir olan fikir akımları, halkçılık, milliyetçilik ve sosyalizm arasındaki mesafeler kalktı, sadece ittifak biçimleri olarak ele almıyoruz bunları. Bu fikir akımları birbirine içkinleşerek mücadele ediyorlar.

Pratik doğruluyor, hayat kanıtlıyor, halkçı-milliyetçi fikir akımları ve bilimsel sosyalizm ideolojisi artık yalnızca emekçilerindir ve birdir. Milliyetçi-halkçı programın gereklerini yerine getirme görevini başarmak için iş başı yapanlar bunun ideolojik bütünleşmesini de sağlamak zorundadır. Emekçi halkımıza karşı en esaslı görevimiz budur.

Kaynakça:

1) Ulusoy, Mehmet, Türk Devrimi ve Milliyetçilik, 1.Basım, Nisan 2014, Kaynak Yayınları
2) Georgeon, François, Osmanlı-Türk Modernleşmesi,3 . Baskı, Şubat 2013, Yapı Kredi Yayınları
3) Gültekin, Mehmet Bedri, Batı Asya Birliği 5 Ülke 5 Deniz, 1. Basım, Eylül 2014, Kaynak Yayınları
4) Perinçek, Doğu, Kemalist Devrim-5 Kemalizmin Felsefesi veKaynakları, 2. Basım, Ekim 2011, Kaynak Yayınları
5) Akçura, Yusuf, Üç Tarz-ı Siyaset ve Tartışmalar, 1. Basım, Mayıs 2015, Bilge Kültür Sanat