Yalçın BÜYÜKDAĞLI TEORİ DERGİSİ MART 2009 – SAYI: 230
YENİ BİR DÜNYA DOĞARKEN
1. GİRİŞ: GERİ ÇEKİLME VE YÜKSELİŞ
Yirmi yıl bile olmadı. Emperyalist sistemin ideologları, “tarihin sonumun geldiğini ilan etmişlerdi. “Kamuculuk iflas etti”, “serbest piyasa tanrısının sihirli elinin her şeyi düzenlemeye kadir olduğu ispatlandı”, “sınıf mücadeleleri, emperyalizm ve ulusal kurtuluş savaşları tarih oldu” diyorlardı.
Sovyetler Birliği’nin son lideri Gorbaçov, bu süreci başlatırken “Ülkeler, sistemler ve sınıflar arasında karşılıklı bağımlılık ilişkilerinin egemen olduğunu”, “Kapitalizmle sosyalizmin ortak bir noktada buluşmaya gittiğini”, “Savaşlar ve devrimler çağının bittiğini” açıklıyordu.
Kısa bir süre sonra tarihte görülmemiş bir olay gerçekleşti ve süper devlet Sovyetler Birliği kapitalist bir devlete dönüştüğünü ilan ederek kendisini feshetti. Sovyetler Birliği”nin dağılmasıyla birlikte ABD’nin önderliğinde yeni haçlı seferi başladı. “Yeni Dünya Düzeni” kurulacaktı.
Doğu Almanya kendini feshederek Federal Almanya’nın bir parçası oldu. Polonya, Romanya, Macaristan, Çekoslovakya, Bulgaristan emperyalist batı tarafından ilhak edildi. Yugoslavya bir boğazlaşmanın içine itilerek parçalandı ve ele geçirildi. Genişletilmiş Ortadoğu ve Kuzey Afrika Projesi uygulamaya sokuldu. Amerikan kaması, Asya’nın içlerine girmeye çalışıyor. Irak ve Afganistan işgal edildi. Yeni operasyonlar devam ediyor.
Tarihte sık görülen 20–30–50 yıllık geri çekiliş ve geriye dönüşler, aldatıcı değerlendirmelere zemin oluşturabiliyor. Ancak gerçeklerden kaçmak, olguları ortadan kaldırmak mümkün değil.
Batı’nın haçlı seferi Tien An Men meydanından geri püskürtüldü. Böylece insanlık tarihinin en belirleyici olaylarından birisine tanık olduk. Emperyalizm Irak ve Afganistan’da batağa saplandı. Güney Amerika’da Küba’nın tuttuğu direniş cephesi genişledi ve bütün kıtayı kapladı.
2008 yılı, “küreselleşmeci serbest piyasa” ideologlarının ve emperyalist sistemin strateji uzmanlarının hayal şatolarını yerle bir etti. Atlantik dünyası şaşkınlık içinde. Yaşanan ekonomik krize önce anlam veremediler. Boyutlarını göremediler. Kapitalist sistem için öldürücü etkilerini kabul etmek istemediler. “Faiz indirimi” gibi etkisiz ilaçlarla sorunu çözeceklerini zannettiler. “Acı” gerçek, yoluna devam etti. Kriz çığ gibi büyüdü. Kapitalist sistemin yüzyıllar içinde yarattığı bankalar, otomotiv devleri, büyük emperyalist tekeller bir anda “yok hükmünde” şirketler haline geldikçe karamsarlıkları arttı. Ne olduğunu ve kendilerini nelerin beklediğini hala anlayabilmiş değiller.
Brzezinski’nin çelişkili değerlendirmeleri
Amerika’nın en önemli strateji uzmanlarından Zbigniew Brzezinski’nin analizlerinde kısa sürede gerçekleşen değişiklik, bu şaşkınlığı ve arayışı berrak olarak gösteriyor.
Önce 1997 yılında yayınlanan Büyük Satranç Tahtası’ndan bir değerlendirme: “Amerika’nın küresel üstünlüğü, genişliği ve nitelikleri açısından benzersizdir. Amerika şimdi Avrasya’nın başhakemidir. Önemli hiçbir Avrasya sorunu Amerika’nın katılımı olmaksızın ya da Amerika’nın çıkarlarının tersine çözülemez. (…) en azından bir nesil daha hiçbir gücün Amerika’nın dünyanın birinci gücü olma konumuyla tek başına rekabet etmesi mümkün değildir.”1
2004 yılında yayımlanan Tercih adlı kitabında aynı analiz devanı ediyor: “21. yüzyılın başlangıcında Amerika’nın gücü, küresel askeri uzantısı açısından rakipsizdir. Bu güç, dünya ekonomisinin iyiliği için, Amerikan ekonomik canlılığının merkezinde, Amerika’nın teknolojik dinamizminin yenilikçi etkisi içinde, çok yönlü ve çoğu zaman incelikten yoksun Amerikan kille kültürünün dünya çapındaki beğenisinde yer almaktadır. Tüm bunlar Amerika’ya eşsiz bir küresel siyasi nüfuz sağlıyor. İyi de olsa kötü de olsa Amerika küresel hızı belirleyendir ve şu anda herhangi bir rakibi yoktur.
“Ekonomik gelişimine rağmen Çin de en azından iki nesil daha bu yarışta zayıf kalacak gibi görünüyor ve bu sırada çok ciddi siyasi zorluklarla karşı karşıya kalabilir. Rusya artık koşuda yok. Özetlemek gerekirse, Amerika’nın küresel rakibi yok ve yakın zamanda da olmayacak.”2
Brzezinski’nin son değerlendirmesi ise oldukça yeni. 16 Aralık 2008 tarihli International Herald Tribune’de yayımlanmış:
” … ulusal boş vermişlik, mali sorumsuzluk, gereksiz bir savaş ve ahlaki sınır ihlalleri bu liderliğin [ABD kastediliyor] itibarını dibe indirdi. Küresel ekonomik kriz işleri daha da kötüleştirdi. (…) Atlantik güçlerinin 500 yıllık egemenliği, Çin ve Japonya’nın yeni ortaya çıkan üstünlüğüyle sona yaklaşıyor. Hemen arkada Hindistan ve belki de yeniden dirilen bir Rusya bekliyor. Yeni başkanı bekleyen muazzam görev, daha kapsayıcı bir küresel yönetim sistemi için ortak bir çabaya önderlik ederek ABD’nin küresel meşruiyetini tekrar kazanmak.
“… G–8’in miadı doldu. (…) ekonomik ağırlığın yanı sıra jeopolitik önemdeki ülkeleri bir araya getiren G–14 veya G–16 türü bir yapı oluşturmak. (…) üst düzey yetkililerin kilit güçler, bilhassa Avrupa Üçlüsü, Çin, Japonya, Rusya ve belki Hindistan arasında gayrı resmi görüşmeler yürütmesi…
“ABD başkanıyla Çin lideri arasında düzenli şahsi diyalog, tek süper güçle en muhtemel yeni süper güç arasındaki ortak sorumluluk duygusunun gelişmesi açısından bilhassa faydalı olur. (…) Çin’in yokluğunda yüz yüze bulunduğunuz ortak sorunların birçoğu çözüme kavuşturulamaz.”3
II. KAPİTALİZMİN ÇÖZÜMSÜZ SORUNLARI
Üretmeyenin gereksizliği
Emperyalist sistem duvara dayandı. Kapitalist ülkeler sanayi devrimiyle ele geçirdikleri üretim üstünlüğünü hızla kaybediyorlar. Kapitalizm, meta üretiminin işgücünün de meta haline geldiği en yüksek aşamasıdır. Serbest rekabetçi aşamada meta ihracı ön plandadır.
20. yüzyıla girerken sermaye ihracı, sistemin belirleyici özelliği haline geldi. Tekeller oluştu. Banka sermayesiyle sanayi sermayesi birleşti ve mali sermaye belirleyici hale geldi. Mali sermayenin belirleyici hale gelmesiyle birlikte üretimden tamamen kopuk asalak bir rantiye sınıfı oluştu.
Dünyanın paylaşımı tamamlandı ve yeniden paylaşım için emperyalist ülkeler arasındaki çelişmelerin emperyalist savaşlar yoluyla çözümü dönemine girildi.
Kapitalist ülkeler, sömürge ve yarı sömürge olarak egemenlik altına aldıkları ülkelerin tarım ürünü, maden gibi hammaddelerine bedelsiz el koydular ya da ucuza kapattılar. Sömürge ve yarı sömürge ülkeleri ucuz işgücü deposu olarak kullandılar. Tarihe karışmış köleciliği bile dirilttiler. Sanayi mallarını ise pahalı sattılar. Tefecilik, bu ülkelerin emek ve maddi kaynaklarını sömürmenin başlıca aracı haline geldi.
Ezilen dünya ülkelerinin üretici güçlerini olağanüstü ölçekte tahrip ettiler. Doğal seyri içinde kapitalist gelişme sürecine girecek bu ülkelerin ekonomilerini kendilerine bağımlı hale getirdiler. Kapitalist ülkeler, egemenliklerini, yarattıkları devasa askeri güçlerini seferber ederek kurdular. Askeri ve ekonomik güç, sistemin iki ayağı oldu. Biri olmadan diğeri olmuyor.
Ancak son yıllarda emperyalist ülkeler üretimdeki üstünlüklerini hızla kaybediyorlar. Asya üretiyor, ABD kâğıt basarak ödüyor. Ancak kâğıdın değeri yok. ABD’nin bir kâğıdı, bir de askeri gücü var. Artık eskiden farklı olarak meta ve sermaye ithal ediyor, kâğıt ihraç ediyor. Egemenliğini şiddet uygulayarak sürdürmeye çalışıyor.
Lenin, Emperyalizm: Kapitalizmin En Yüksek Aşaması adlı kitabında sistemin “rantiyenin ve mali oligarşinin egemenliği”‘ne dayandığını, sermayenin üretimden koptuğunu ve asalaklaştığını belirtiyordu. Günümüzde ise emperyalist ülkeler asalaklığı son noktasına kadar götürmüş bulunuyorlar. Üretmeyen bir sistem! Böylece kendi gereksizliğini ilan etmiş bulunuyor. Karıncalar üretecek, asalaklar tüketecek.
Bu düzenin bekçiliğini de askeri güçle yapıyorlar. Zor kullanmak dışında dayanakları kalmıyor. Ama nereye kadar? Karıncalar dünyasında yaşamıyoruz. İnsanlık bu sorunu çözecektir. Yeni bir dünyanın doğum sancıları gündemdedir.
Üretimle ve tüketim arasındaki çelişki
Kapitalist üretim tarzı, üretimle tüketim arasındaki çelişkiye çözüm bulamıyor. Son kriz, bu gerçeği bütün boyutlarıyla tekrar ortaya çıkardı. Ancak bu kez işin çapı çok büyük. Bir yıldır alınan hiçbir tedbir işe yaramadı.
Sistemin itici gücü, kapitalistin azami kar hedefi. Ancak üretilen mallar satılmadan bu hedefe ulaşmak mümkün değil, üretilen mallar milyarlarca alıcı tarafından tüketilmek zorunda. Alıcının alım gücü olmadan malların satın alınması ve tüketilmesi olanaksız.
Ekonomik zenginlikler çok küçük bir azınlığın elinde toplanmış bulunuyor. Büyüme ve bolluk dönemlerinde emekçiler bu gelişmeden az da olsa pay alabiliyor. Ancak daralma dönemlerinde işsizlik artıyor, çalışanların alım gücü azalıyor. Depolar mal dolu. Kitlelerin almaya gücü yetmiyor.
Bu noktada zincir kopuyor ve kriz ortaya çıkıyor. Emekçilerle birlikte ara sınıflar ve kapitalistler de darbe almaya başlıyor. Birikimleri ve sermayeleri aşınıyor ve el değiştiriyor. Sermayenin yoğunlaşması ve tekelleşme süreci hızlanıyor. Bir tarafta işsizlik, açlık ve sefalet diğer tarafta sermayenin yoğunlaşması sonucunda aşırı zenginleşme, lüks ve sefahat. Bu süreç sadece ülke içindeki sınıflar arası ilişkilerde değil ülkeler arasında da yaşanıyor.
Sistemin aksamadan sürmesi için bu tıkanıklığın aşılması lazım. Kapitalizmin içinde kalıcı bir çözüm yok. Kriz koşullarında devletçi istihdam politikaları gündeme geliyor. Aksi takdirde düzenin işlemesi olanaksız. Tıkanıklık aşılıp üretim tüketim çarkı normale döndüğünde aynı süreç tekrar işlemeye başlıyor.
Sermayenin devasa boyutlarda yoğunlaşması, üretimden kopuşun ve asalaklığın zeminini güçlendiriyor. Artık üreterek kazanmak, sistem içinde saçma hale geliyor. Sermaye için üretim süreci zahmetli ve tehlikeli. Para oyunlarıyla kazanmak varken niçin bu yola girsin. Küçüğünden büyüğüne her türlü sermaye, kolay çoğalma yoluna yöneliyor. “Her şey bireysel kar için!”. Sistemin şiarı bu. Oysa ekonomi, insan ihtiyacının emrinde olmalı.
Kapitalist üretim tarzı, insana ve topluma büyük bir yabancılaşmayı yaratıyor, insan insanın kurdu haline geliyor. Kültür bu ilke temelinde gelişiyor.
Üretim-tüketim çarkını sürdürmek için kapitalizmin bulduğu büyük çözüm; tüketici kredileri, kredi kartları, araba kredileri, konut kredileri sistemidir.
Böylece kapitalistler emekçileri borçlandırarak süreci hızlandırmış ve karını büyütmüş oluyor. Ücretleri artırmadan, tüketim harcamalarını büyütmek! Hem de emekçilerin bütün yaşamını ipotek altına alarak. Artık ömür boyu borçlu ve sisteme bağımlı. Ekonomik olarak, kültürel olarak, her şeyiyle. Gece gündüz aldığı eşyaların, arabanın ve içinde oturduğu konutun borcunu ödemek için kafa patlatmak zorunda, insanoğlu insanlığını unutuyor. Dâhiyane bir buluş!
Üretmeden tüketmek: İşte ABD ekonomisi
İkinci Dünya Savaşı bittiğinde Amerika dünya ekonomisinin yarısı kadar üretiyordu. Savaş topraklarına ulaşmamış, zarar görmemişti. Büyük bir askeri güce sahipti. Kapitalist dünyanın tartışmasız lideriydi.
Dünya ekonomisinde 1944 yılma kadar gerçek değişim aracı altındı. Kâğıt para sistemi altına bağlıydı. Eldeki altın kadar kâğıt para. Denetim bu yolla sağlanıyordu.
1944 “de yapılan Bretton Woods anlaşmasıyla Dolar uluslararası değişim aracı olarak kabul edildi. Ancak Dolar bu işlevi, altın güvencesine bağlı olarak görecekti. İsteyen elindeki Doları Amerikan Merkez Bankası bürolarında altınla değiştirebilecekti. Dolar bu güvenceyle uluslararası para birimi haline geldi.
Savaş sonrası dönemde 1960’lara kadar kapitalist dünya ekonomisi genişlemesini sürdürdü. Ardından daralma başladı. ABD, dış ticaretini başta petrol olmak üzere dolarla yapıyordu. 70’lerin başında dolar-altın ilişkisi koptu. ABD ekonomik ve askeri gücüne dayanarak altın karşılığı olmadan Dolar basmayı hızlandırdı. 1971 yılında Nixon’un başkanlık döneminde ise, Dolar karşılığı altın garantisini resmen kaldırdı. Ama, uluslararası askeri, siyasi ve ekonomik gücüne dayanarak Doların uluslararası para birimi kabul edilmesini sürdürdü. Artık Amerika kâğıt para basarak dünya pazarlarında serbestçe hareket eden bir ayrıcalığa sahipti. Adı Dolar olan kâğıt parçalarıyla maddi zemini olmayan sahte refah dünyası böyle yaratıldı.
Emperyalizm, yüz yıl önceki “rantiye ve mali oligarşi hakimiyetine dayanan asalak kapitalizm” özelliğini de aşarak, hiçbir denetime bağlı olmayan üretimden tamamen kopmuş bir sistem haline dönüştü. ABD, üretim gücü azalan rantiye devlet-rantiye toplum oldu. ABD’nin ekonomik gücü artık hızla zayıflıyordu. Ancak askeri ve kültürel egemenliği bu gerçeğin üzerini bir süre örttü.
Sonun başlangıcı: Üretim üstünlüğü el değiştiriyor
Öte yandan ezilen dünyada Asya’dan başlayan büyük bir ekonomik çıkış başladı. Çin’in yükselişi bir dönüm noktasıdır: Emperyalist boyunduruktan kurtuluş ve feodal, yarı feodal sistemin tasfiye edilmesi. Milli Demokratik Devrim. 1949 yılında bağımsız ve sosyalist Çin Halk Cumhuriyeti’nin kurulması. 1980’lere kadar büyük bir eğitim ve kültür atılımı. Yeni insanın yaratılması. Sanayide ve tarımda çağdaş bir temelin yaratılması. Büyük bir coğrafya, büyük bir nüfus, insanlık tarihinin en köklü ve süreklilik gösteren uygarlığı. Çin bu olguların birleşmesiyle son yıllarda herkese parmak ısırtan büyük çıkışını gerçekleştirdi.
Kendisiyle birlikte yakın coğrafyasından başlayarak bütün mazlum dünyanın ekonomik çıkısını da ateşledi. Çin ve Uzakdoğu ülkeleri dünyanın ihtiyacı olan sanayi mallarını üreten bir fabrika haline geldiler. Ucuz üretimle dikkat çektiler. Süreç içinde kaliteli mallarda üretmeye başladılar. Özellikle Çin teknolojide de üstünlüğü ele geçirmeye başladı.
ABD ve diğer kapitalist ülkeler sanayideki üstünlüklerini böylece Asya’ya kaptırdılar. Mazlum dünya üretiyor. Amerika’nın başını çektiği emperyalist ülkeler ise mali ve askeri güçlerine dayanarak borçlanıyor ve üretmeden tüketiyorlar. Üretilen malları, karşılığı olmayan Dolar basarak ya da devlet tahvili ve bono karşılığı borçlanarak alıyorlar.
Sonuç olarak Amerika olağanüstü borçlu bir ülke haline geldi. ABD’nin dış borcu 12 trilyon Dolar. Toplam borcu 50 trilyon Dolar. Kişi başına borç 169 bin Dolar. Aile başına borç 673 bin Dolar.
ABD’nin yıllık milli geliri 12 trilyon Dolar. Dünya üretiminin yaklaşık beşte biri. İç ve dış borcu, milli gelirinin dört katıdır. Amerika bu rakamlarla iflas etmiş bir devlet görüntüsü veriyor.
Bireylerin ve şirketlerin borçlanması da aynı mekanizmanın benzeri: Üretmeden tüketmek. Tüketimin karşılığı değersiz kâğıt parçaları.
Kredi türevi denilen “krediye dayanan kredi”nin Amerikan bankalarındaki miktarının 180 trilyon Dolar olduğu söyleniyor. Amerika’nın yıllık üretiminin 18 katıdır bu. 1998’de 80 trilyon Dolar olan türev ürünler 2007 sonunda 596 trilyon Dolara çıktı. Dünyadaki tüm gayrimenkullerin tahmini değeri ise 75 trilyon Dolardır.
İş o kadar şirazesinden çıktı ki, kredi piyasasının rakamları bile tespit edilemiyor. Dünya kredi piyasasının büyüklüğü için 1 katrilyon Doların üzerinde rakamlar telaffuz ediliyor. Oysa dünyanın toplam yıllık üretimi 60 trilyon Dolar. Emperyalist sistem dünya üretimini yirmiye katlayan bir balon yaratmış durumda. Alımlarda kullanılan kâğıtların değersizliği açığa çıktı. Ve bu balon patladı.
Bankalara, “hedge fon” denilen tefeci sermayesinin kuruluşlarına, güven kalmadı. Artık devletlerin batışı gündeme geldi. ABD batan devasa büyüklükteki kuruluşları devletleştiriyor. Devlet güvencesiyle Çin vb ülkelere tahvil ve bono satmaya çalışıyor. Riski devlet olarak üstlenmekten başka bir yol bulunamıyor. İyi de devletlerin batmayacağının güvencesi ne? Küçük devletler batmaya başladılar bile. İzlanda battı. Fortis battı, Fortis’i devletleştiren Belçika devleti riski üstlendi. Belçika devletini iflastan ne koruyabilir?
Amerikan Dolarının uluslararası para birimi özelliğinin kalmadığı, üzerinde birleşilen bir olgu. Yeni para birimi ne olacak? Altına bağlı bir sisteme dönülebilir mi? Yeni bir dünya para birimi mi oluşturmak gerekli?
Amerika’da devletin, şirket ve bireylerin borçlanmasına dayalı sistem sürdürülemez. Balon patladı. Yaratılan tahribatı ortadan kaldırmak olanaksız. Kaçınılmaz bir büzülme olacak.
Avrupa Birliği de aynı sistemin parçası. Ekonomik bir güç, ancak büyüme hızı sıfıra yakın. Nisbi olarak küçülüyor. Askeri güç değil. Nüfusu azalıyor ve yaşlı bir kıta haline geliyor. Büyüme dinamizmi yok. İhtiyarlayan ve geleceği olmayan bir uygarlık.
Kapitalist dünyanın diğer devi Japonya uzun süredir durgunluk içinde. Onun da askeri gücü yok. Tek şansı yükselen Asya’da bulunması. Ancak “Çin Güneşi”nin yanında parıltısının kaybolacağı kesin.
Kaçınılmaz olarak bütün dünyada kamucu bir dalga geliyor. Kapitalizmin Keynescilik dışında bulduğu bir çözüm yok. Bu da artık çözüm değil.
III. UYGARLIK VE GÜÇ MERKEZLERİNİN KAYIŞI
Sistemin kafalara geçirdiği çuval: “Çıkış yok!”
Emperyalist-kapitalist sistemin seçeneksiz olduğu yalanı, ülkemizde de önemli bir etki yarattı. Bu nedenle birçok emperyalizm karşıtı bile eleştirinin ötesine geçemiyor. Ülkemizin değerli bilim insanlarının pek çoğunun tavrına çaresizlik ve çözümsüzlük sinmiş. Sistem dışına çıkamıyorlar.
Gözlere perde inmiş durumda. Olguları görememek ya da bilimsel analizle ele alamamak gibi bir sonuç ortaya çıkıyor. Bu durumda Keynescilik dışında bir çözüm üretmek mümkün olamıyor. “Gerçeği olgularda aramak”: Bilimsel yöntem budur. Olgular bağırıyor, ancak sistemin yarattığı önyargı, gerçeğin görülmesini engelliyor.
İlelebet egemen bir uygarlık yoktur. Mısır, Mezopotamya, Yunan, Roma, Bizans, Osmanlı, Topraklarında güneşin batmadığı Büyük Britanya nerede? Büyük uygarlık merkezlerinin hemen hepsi büyüklüklerinin sonsuza kadar devam edeceği iddiasındaydılar. Bu iddia, bir sistemi ayakta tutan en önemli payandalardan birisidir. Sistem içerde ve dışarıda kendini böyle göstermek zorundadır. Oysa her uygarlık bir canlı varlık gibi doğar, büyür, olgunlaşır, yaşlanır ve yok olur. Bir kalıntı haline gelmeyi de yok olma kapsamında ele alıyoruz.
Bu toplumsal bir kanundur. Uygarlık coğrafyaları da değişkendir. Sürekli olan insanlığın ortak uygarlık mirasıdır. İnsanlık geleceğe bu ortak mirasını geliştirerek ilerler.
Eşitsiz ve sıçramalı gelişme, uygarlıkların gelişimine ışık tutmakladır. Bir uygarlık merkezi süreç içinde yaşlanırken, yeni bir uygarlığın gelişimi genellikle kenarda atılım yapma enerjisine sahip olan bir noktadan filiz verir.
Doğu’dan Batı’ya kayma
Mezopotamya ve Mısır uygarlıkları doruktayken Ege uygarlığa adımını atmamıştı. Mısır ve Fenikelilerin kurduğu koloniler, uygarlık tohumunu Ege’ye taşıdı. Eski uygarlık merkezleri çökerken merkez Ege’ye kaydı. Ege doruktayken İtalya yarımadası ve Roma merkezin etki alanında ve kenar bir bölgeydi. Ege çökerken Roma merkez haline geldi. İstanbul (Konstantinapolis) Roma uygarlığının kenarındaydı. Roma’nın çöküşüyle Bizans büyük bir uygarlık merkezi haline geldi. Etki alanı bugünkü Rusya coğrafyası’na kadar uzandı. Bizans’ın yok oluşundan hemen sonra Moskova merkezli Rusya doğdu ve yeni bir uygarlık merkezi oluşmaya başladı.
MS. 600’lü yılların başında Arap yarımadası Hz. Muhammed önderliğinde uygarlığa adım atarken. Bizans ve İran Sasani uygarlıklarının etki alanında kenar bir bölgeydi. 100 yıl sonra ise Pirene dağlarından Çin sınırına kadar Avrasya ve Kuzey Afrika coğrafyasında egemen olan büyük İslam uygarlığı ortaya çıktı.
Orta Asya coğrafyasında birbiri ardına ortaya çıkan Hun, Göktürk, Selçuklu, Moğol, Timur uygarlıklarında da benzer süreçlerin yaşandığını görüyoruz. Atlantik ülkelerinin uygarlık merkezi haline gelişi de aynı olgunun görüldüğü tarihsel bir örnektir.
Görüldüğü gibi gelişmenin filizi, genellikle mevcut uygarlığın kenarı sayılan daha geri noktalardan fışkırıyor. Atlantik merkezli “seçeneksiz sistem” iddiası. Bir hurafeden ibarettir. Bilimsel hiçbir dayanağı bulunmamaktadır.
Uygarlık bileşenleri
İnsanlık tarihinde büyük değişiklik süreçlerinin başladığı dönüm noktaları var. Yaklaşık 500 yıl önce böyle bir altüst oluş yoluna girilmişti. Bugün de benzer bir süreci yaşıyoruz. Günümüzü ve geleceği iyi görebilmek için geniş ufuklu bir bakışa ihtiyaç var. Atlantik Çağı’nın eşiği, doğuşu, yükselişi ve gerilemesine kuşbakışı bakarak özet bir tarih gezintisi yapacağız. Ele alacağımız 500 yıllık tarih içinde süreci tetikleyen, etkileyen ve belirleyen bileşenler var. Analiz ve değerlendirmelerde bu bileşenleri birer ölçüt olarak kullanabiliriz.
En önemli iki bileşen, ekonomik ve askeri güçtür. Ekonomik güç temeldir. Olmazsa olmaz. Ancak bugünkü Avrupa ve Japonya Örneklerinde görüldüğü gibi büyük güç olmak için tek başına yeterli değildir. Askeri güce sahip olmak zorunlu. Devlet bir zor aracıdır ve esası ordu örgütlenmesidir. Elinizde böyle bir zor örgütlenmesi yoksa varlığınızı bile koruyamazsınız.
Büyük uygarlıklar barış, huzur ve güven sağlayarak insan toplulukları için çekim merkezi oluşturmuşlardır. Bu olgu, büyümenin vazgeçilmez unsurudur. Ticaretin güvenliği ancak silahlı güçle sağlanır. Hz. Muhammed, Cengiz Han, Osman Bey gibi büyük uygarlık ve devlet kurucuları kargaşa, anarşi yerine bir düzen yerleştirdikleri için çekim merkezi haline gelmişlerdir. Dolayısıyla ekonomik zenginlik, askeri güç ve yasalarla kurallara bağlanan düzen bir bütündür.
Büyük ölçekli coğrafya, dengeli bir nüfus yapısı, istihdam yaratılabilen genç, dinamik, eğitimli bir nüfus, zengin bir kültür, tarihsel bir derinlik, uygun iklim koşulları, ulusal birlik ve moral gücüne sahip olmak, ittifaklar, dünya ve bölgedeki güç dengeleri diğer başlıca bileşenlerdir.
1500’lerin başında dünyanın belirgin güçlerini inceleyelim. İnceleyeceğimiz örneklerin hepsi, büyük güç olmanın bileşenlerine sahipti. Bu özelliklerin bir ya da birkaçını kaybettiklerinde durgunluk ardından gerileme ve çöküş sürecine girdiler.
Osmanlı İmparatorluğu
Karadeniz, Doğu Akdeniz ve Ege Osmanlı gölüdür. Akdeniz’de oluşturulan birleşik haçlı donanmaları etkisizdir. Haçlılar kıyılarına bile hakim olamıyorlar. Cebelitarık’a kadar bütün güney sahilleri Osmanlı toprağıdır. Balkanlar Viyana’ya kadar Osmanlı egemenliğindedir.
İstanbul fethedildiğinde 50 000 nüfuslu bir kenttir. 100 yıl sonra ise 700 000 nüfusuyla dünyanın en büyük kenti olur. Aynı tarihte Paris, Londra Roma gibi merkezlerin nüfusu ise 30-80 000 arasında değişiyordu.
Suyolları, köprüler, camiler, kervansaraylar, ulaşım yolları ile çağdaşlarına parmak ısırtıyor. Ulaşım yollarının güvenliği, Avrupalı seyyahların dilinden düşmüyor.
1572’de İnebahtı’da donanmanın Haçlılar tarafından yakılmasından sonra 4 ay içinde Haliç ve Sakız tersanelerinde 350 savaş gemisinden oluşan yeni bir donanma inşa edecek teknoloji ve üretim gücüne sahipti Osmanlı. Akdeniz’de kıyısı olan Avrupa ülkeleri her an Osmanlı donanmasından gelecek bir saldırı korkusu içindeydi.
Fransa ve İngiltere’nin büyük güç olmasının önünü açan Kraliçe 1. Elizabeth, İspanya ve Papa’ya karşı Osmanlı ile ittifak kurmuştu. Bu iki ülke başları sıkıştığında Osmanlı donanmasını yardıma çağırıyorlardı. Osmanlı Avrupa’yı siyasi olarak bölmüştü. Viyana kapılarından Rusya içlerine, İran’a Hint okyanusu kıyılarına kadar birkaç yüz binlik orduları getirip götüren teknik, askeri, mali ve yönetim gücüne sahipti.
Çin
Çin tarih boyunca büyük bir uygarlık merkeziydi. Birçok alanda insanlığın öncüsü oldu. Matbaa 11. yüzyılda Çinliler tarafından bulundu. Avrupa’dan 400 yıl önce Çinliler kitap basabiliyorlardı. Kütüphaneler Çin’de yaygınlaşmıştı. Kâğıt para, ticaretin zorlamasıyla çok erken zamanlarda kullanılmaya başlamış, ekonominin gelişmesinde ve pazarların büyümesinde önemli bir rol oynamıştı. Barut Çin’de bulundu. Pusula da bir Çin buluşudur. Top. 14. yüzyıl sonlarında Ming’ler tarafından Moğolları devirirken kullanıldı. Daha 11. yüzyılda büyük miktarda üretim yapan demir üretim tesisleri vardı. Yılda 125.000 tonluk demir üretiliyordu. Bu miktar 700 yıl sonra gerçekleşen İngiliz Sanayi Devrimi’nin ilk yıllarındaki üretimden daha fazladır.
1420 yılında 1350 savaş gemisine sahip bir donanmaya sahipti. Ünlü Amiral Chang Ho’nun 1405–1433 arasındaki denizaşırı seferleri Afrika kıyılarına ve Kızıldeniz girişine kadar uzanmıştı. Bu yıllardaki Çin gemileri yanında aynı dönemde denizcilikte en çok gelişmiş olan Portekiz gemileri neredeyse kayık ölçeğinde kalıyordu. Çin 1750’lerde bile dünya üretiminin üçte birini elinde bulunduruyordu.
İran
İran tarih boyunca güçlü bir uygarlıktı. Köklü bir devlet geleneğine sahipti. Avrupa’nın büyük bir atılım yoluna girdiği 1500’lerde İran’ı Türk kökenli hanedanlar yönetiyordu. Osmanlı İmparatorluğu bir yandan Avrupa içlerine seferler düzenliyor, öte yandan Doğu cephesinde İran’la bitmek tükenmek bilmeyen uzun süreli savaşlar sürdürüyordu.
İspanya, Papalık gibi güçler Osmanlı’ya karşı İran’la ittifak peşindeydiler.
Hindistan Babür İmparatorluğu
Orta Asya’daki Timur İmparatorluğu’nun uzantısı olarak Türk hanedanlar tarafından kuruldu. 300 yıl Hindistan’ın büyük bölümüne hâkim oldu. Büyük kentler, gelişmiş bir ticaret, ileri bir bankacılık ve kredi ağı, gelişkin bir mimari, saraylar, camiler, yol ve köprülerle parıltılı bir uygarlık ortaya çıktı. İngiltere’nin Hindistan’ı sömürge haline getirdiği 19. yüzyıla kadar varlığını sürdürdü.
Rusya
Rusya 13. yüzyıldan itibaren 240 yıl süreyle Moğol egemenliği altında yaşadı.
Moskova Prensliği, merkezi devlet ve ordu geleneğini Moğollardan devralarak bütün Rus prensliklerini birleştirdi. Özellikle nüfusun yeknesak olduğu doğuya doğru genişlemeye başladı. Rusya 1556’da Hazar Denizi’ne 1638’de Pasifik’e ulaştı. Böylece Moskova Prensliği çekirdek devlet işlevi gördü. Orta Avrupa’dan Pasifik’e kadar dev bir coğrafya’ya hükmeden büyük bir devlet ortaya çıktı. Rusya jeopolitik olarak tarihte Hun, Göktürk, Avar, Moğol kabile konfederasyonları ve imparatorluklarından kalan jeopolitik boşluğu doldurdu.
Çar 1. Petro (Büyük Petro, bizim tarih kitaplarındaki “Deli Petro”: gerçekte ise, Dahi Petro) Baltık Denizi’nin kıyısında 1703 yılında Saint Petersburg’u kurarak başkent yaptı. Böylece Rusya stratejik bir hamle yaparak Batı’ya doğru genişleme iradesini ortaya koydu. 1. Petro bu girişimle Rusya’nın çağdaşlaşması için bir çıkışa da önderlik etti.
Japonya
Japonya’nın coğrafi konumu İngiltere’ye benziyordu. Kara güçlerinden gelen saldırılara karşı korunaklı bir ada devletiydi.
Tarih boyunca Çin’in etkisi altında kalmıştı. Nitekim kültürü de Çin etkisi taşır. Dağınık feodal yapı 16. yüzyılda Tokyo merkezli bir feodal birliğe dönüştü.
Japonya 17. yüzyılda Avrupa’dan gelen sömürgeleşme tehlikesini gördü, kendisini korumaya aldı ve dış dünyaya kapandı. 19. yüzyılın son döneminde sanayileşme atılımını gerçekleştirdi. Atlantik dışında sanayi devrimini yapan tek ülke oldu. Asya’nın en güçlü devleti haline geldi.
Avrupa’nın yükselişi ve Atlantik uygarlığının doğuşu
Avrupa coğrafyası: bölünmüş, dağlar, nehirler etrafındaki vadilerde yoğunlaşan bir yerleşim. Büyük ovaları yok. Üç tarafı denizlerle çevrili bir kıta. Güneyde büyük bir iç deniz…
Bu coğrafya, küçük ve orta ölçekte feodal prensliklerden oluşan bir siyasi yapı ortaya çıkarıyordu. Roma mirası dışında merkezi bir devlet geleneği yoktu.
15. yüzyılda İspanya, Fransa ve İngiltere’de merkezi devletler ortaya çıktı. Doğuya giden yollar Osmanlı tarafından tutulmuştu. Batıya giderek doğuya ulaşma umutları, keşif gezilerini kışkırttı. Kâşifler Avrupa’nın dışında o güne kadar bilmedikleri toprak parçalarına ulaştılar. Böylece Avrupa’nın ağırlık merkezi, güneyden batı ve kuzeye kaydı. Açık denizlere yönelen Portekiz, İspanya, İngiltere, Hollanda gibi ülkeler büyük bir inisiyatif kazandılar. Böylece Atlantik Çağı başladı. Atlas Okyanusu’nda kıyısı olan Avrupa ülkeleri ve Kuzey Amerika büyük bir ekonomik gelişme kaydederek öne geçti. Akdeniz ise, dünyanın merkezi olma özelliğini kaybetti.
Avrupa ülkeleri yerkürenin geniş alanlarını askeri güçleriyle zor kullanarak sömürgeleştirdiler. 11. Yüzyıldan itibaren doğuya doğru gerçekleşen Haçlı seferleri püskürtülmüştü. Keşiflerle başlayarak açık denizler üzerinden gerçekleşen yeni Haçlı seferlerinde askeri olarak zayıf halklar boyunduruk allına alındı. Dünyanın geniş alanları Avrupa ülkelerinin sömürgesi haline getirildi. Yeni dünyaların altın, gümüş, çeşitli tarım ve hayvancılık ürünleri (patates, tütün, mısır, pamuk, kereste, kürk, et. vb) Avrupa’ya aktı. Bu zenginlik ve sermaye birikimiyle Avrupa ekonomi ve ticarette büyük bir atılım gerçekleştirdi. Yerkürenin denetimi Avrupa’nın eline geçti.
İngiliz, Fransız ve Amerikan demokratik devrimleri
Ekonomik temeldeki bu gelişmeler, toplumların yapısında büyük alt üst oluşlara neden oldu. 1640 İngiliz Demokratik Devrimi, 1776 Amerikan Bağımsızlık Devrimleri, 1789 Büyük Fransız İhtilali gerçekleşti. Demokratik devrimler tarihinde öncü olan bu üç büyük devrimin Atlantik’in doğu ve batı kıyılarındaki ülkelerde gerçekleşmesi, görüldüğü gibi, bir tesadüf değildir. Bu ülkelerdeki demokratik devrimler, sanayi devriminin önünü açtı.
19. yüzyılda ABD batısındaki, Rusya doğusundaki nüfus olarak yeknesak topraklara doğru genişledi. 20. yüzyılın iki büyük gücünün coğrafyası şekillendi. İngiltere dünya denizlerindeki egemenliğini sağlamlaştırdı.
Dünyanın geniş alanlarını sömürgeleştirerek “Güneşin Batmadığı İmparatorluk” haline geldi. Hindistan tamamen İngilizler tarafından sömürgeleşti. Çin’in liman kentlerinin bir bölümü sömürge, kalan Çin yarı sömürge haline geldi.
Sanayi Devrimi
1780’lerde İngiltere’de başlayan sanayi devrimi, dünya güçler dengesinde kısa sürede çok büyük değişikliklere yol açtı. 1500’lerde başlayan Amerika, Afrika ve Asya’nın Avrupalılar tarafından yağmalanması. Avrupa ile diğer kıtalar arasındaki deniz trafiğinin başlaması ve hızla gelişmesi, önemli bir birikimin oluşmasına ve ticaretin yerküre çapında genişlemesine yol açtı.
Buhar gücünün keşfedilmesiyle makinaların devreye girmesi ise mamul madde üretiminin o güne kadar hayal edilmesi bile mümkün olmayan boyutlarda artmasına neden oldu. İnsanlık sanayi devrimiyle birlikle bolluk çağına doğru dev bir adım attı.
Bairoch’un, Uluslararası Sanayileşme Düzeyleri isimli çalışmasından aktaracağımız 17501900 yıllarını kapsayan dünya mamul madde üretimi ve kişi başına sanayileşme düzeyleriyle ilgili karşılaştırmalı iki tablo, yaşanan gelişmeyi ve değişikliği bütün çıplaklığıyla önümüze sermektedir.
1500’lü yıllarda başlayan yaklaşık 200–250 yıllık bir birikim sürecinden sonra 1780’lerden itibaren Avrupa ve Kuzey Amerika, dünyanın diğer bölgelerinin açık farkla önüne geçmişti.
Çin 1750’de toplam dünya mamul madde üretiminin %32,8’ine sahipken bu oran 1900’de %6,2’ye düştü. Aynı dönemde Hindistan’ın payı %24,3’den %1,7’ye geriledi. Tabloda Üçüncü Dünya diye tanımlanan Asya, Afrika ve Güney Amerika ülkelerinin payı 1750’de %73 iken 1900’de %11’e iniyordu.
İkinci tabloda 1900 yılında İngiltere’de kişi başına sanayileşme düzeyi 100 kabul edilirse Çin’de 3, Hindistan’da 1, Üçüncü Dünya da 2 olarak belirleniyor.
150 yıl öncesine gidelim. Kişi başına sanayileşme düzeyi İngiltere 10, Çin 8, Hindistan 7, Üçüncü Dünya 7 olarak görülüyor.
İngiltere kişi başına sanayileşme düzeyinde 150 yılda 10 kat sıçrama yapmış. Çin, Hindistan ve Üçüncü Dünya ise mevcut durumlarını kaybetmişler. 1750’de birbirine yakın olan sanayileşme düzeyleri arasında 1900’e gelindiğinde yüzde bir, iki, üç gibi büyük bir uçurum oluşmuştur.
Aynı tablolarda kapitalist ülkeler arasındaki eşitsiz ve sıçramalı gelişmeyi de görüyoruz. İngiltere 1800’de hızlı bir gelişme yoluna girmiştir. Fransa ve ABD 1830’dan, Almanya 1860’dan, Japonya 1880’den itibaren hareketleniyor. Almanya 1880’den sonra sıçramalı bir gelişmeyi başarıyor. İngiltere için 1860 ve 1880’ler zirve noktalandır. ABD 1860’dan sonra olağanüstü bir gelişme kaydediyor. 1900’e gelindiğinde İngiltere’yi geçerek dünyanın en büyük sanayi gücü oluyordu.
Ezilen Dünya’nın üretimdeki gücünü kaybetmesinin iki nedeni var. Birincisi Avrupa, Kuzey Amerika ve Japonya’nın gerçekleştirdiği bilimsel devrim ve sanayi devrimi, ikincisi ise, ezilen dünyanın sömürge ve yarı sömürge haline düşerek mevcut üretim yapısının tahrip edilmesi.
Ezilen Dünya ayağa kalkıyor
1900’lerin ilk 20 yılı içinde Türkiye, Çin ve Rusya’da gerçekleşen devrimler ve emperyalizme karşı yürütülen milli savaşlar, tersine gelişecek yeni bir sürecin işareti oldu.
Kapitalist dünyada 1929 yılında başlayan ekonomik buhran sürerken, Türkiye ve Sovyetler Birliği 1930’lu yıllarda devletçiliği esas alan sanayileşme programları gerçekleştirdiler. Sovyetler Birliği bu sanayi alt yapısı ile 2. Dünya Savaşı’nda Hitler faşizminin belini kırarak insanlığı büyük bir tehditten kurtardı. Böylece ilk kez kapitalist-emperyalist sistemin dışında bağımsız kamucu ve halkçı bir model ortaya çıkmış oldu.
İkinci Dünya Savaşı ve sonrasında, mazlum milletler sömürgeci sisteme öldürücü darbeler indirdi. Çok sayıda siyasi bakımdan bağımsız devlet ortaya çıktı. Sömürgecilik tarihe karıştı. Ancak emperyalist baskı ve sömürü, yeni sömürgeci yöntemlerle devam etti.
Yeni bağımsızlıklarına kavuşan ülkeler Türkiye ve Sovyetler Birliği’nin deneylerini örnek alırken, ülkemiz 1945’lerden itibaren milli, halkçı ve devletçi çizgiden uzaklaşarak “Küçük Amerika” olma yoluna girdi. İkinci Dünya Savasından sonra bağımsızlıklarına kavuşan ülkelerden bazıları ise, üzerlerinden eksik olmayan emperyalist baskı ve denetime rağmen büyük bir ekonomik çıkış gerçekleştirdiler.
Amerika, Japonya ve Avrupa ekonomilerinin büyüme hızları düştü; daha sonra Japonya’dan başlayarak durgunluk içine girmeye başladı. IMF’nin 2008–2013 yılları arasında dünya ülkelerinin milli gelirlerindeki muhtemel değişiklikleri inceleyen raporu, son krizden önce hazırlanmasına rağmen çarpıcı. Dünyanın 2013 yılındaki ilk 7 ülkesi şöyle sıralanıyor.
Çin 5 yıl sonra ABD’yi yakalıyor. Hindistan Japonya’yı geçerek üçüncü sıraya yerleşiyor. Şu anda G–7 ülkeleri arasında olan Fransa, İtalya ve Kanada liste dışında kalıyor. Brezilya, Fransa’yı geçerek 8. sıraya, Meksika, İspanya’yı geçerek 11. sıraya, Güney Kore, Kanada’yı geçerek 13. sıraya yükselecek.
Gelişmeyi 2013 yılının ötesine uzattığımızda. Çin tartışmasız dünyanın en büyük ekonomik gücü olarak görülüyor. Brezilya, Meksika ve Kore ilk yedi ülke arasına girmeye aday, Almanya ve İngiltere liste dışı kalacak. Avrupa ülkeleri dünya sıralamasında orta sıralara doğru gerilemeyi sürdürecekler.
Milli gelir hesaplarında ‘yerli seriye’ geçilmesiyle 2008 yılında 941 milyar 584 milyon dolarlık satın alma gücü paritesiyle gayri safı yurtiçi hâsılaya (SGP-GSYH) ulaşacak olan Türkiye, dünyanın en büyük ekonomileri sıralamasında 19’unculuktan 15’inciliğe yükseldi. IMF’nin 2013’e kadarki tahminlerine göre 2011 yılında Endonezya, SGP-GSYH’de Türkiye’yi geride bırakacak. 2008’de 906,7 milyar dolarlık SGP-GSYH ile 16. olan Endonezya. 2011 yılında 1 trilyon 159,7 milyar dolara, Türkiye ise 1 trilyon 146,5 milyar dolara yükselecek. Türkiye, 2013 yılında 1 trilyon 311,1 milyar dolarlık bir SGP-GSYH ile, Endonezya’nın (2013 SGP-GSYH’si 1 trilyon 369,5 milyar dolar) ardından 16.’lıktaki yerini koruyacak. 2007 yılında 18’inci olan İran, 2008 yılında Avustralya’yı geride bırakarak 17’inci sıraya yükselecek.
IV. YENİ BİR DÜNYANIN DOĞUŞU VE GELECEK
Yapılan çeşitli incelemelerin vardığı sonuç aynı. 40–50 yıl sonra Asya ve peşinden Güney Amerika dünya ekonomisinde büyük bir ağırlık oluşturacak.
Su anda gelişme tablolarında görülmeyen Afrika’nın Güney ve Kuzey bölgelerinden başlayarak benzer bir gelişme süreci izleyeceğini söyleyebiliriz. 1800’lerde coğrafi kırılmaya uğrayan tarihin yeniden Asya merkezli doğal rayına yerleştiğini görüyoruz.
Tarih boyunca ispatlanan bir olgu: bir ülke ekonomik olarak geliştiği zaman çok özel bir durum yoksa yakın çevresindeki ülkeler de aynı yola giriyor. Avrupa’nın gelişmesi ve sanayi devrimi ile Asya’nın doğusundaki ekonomik gelişmenin yaygınlaşması çok açık iki örnek. Simdi aynı süreç mazlum milletler dünyasının büyük bölümünde yaşanıyor.
2007 yılında ortaya çıkan ekonomik kriz ise başta kapitalizmin merkezleri olmak üzere bütün dünyayı sardı.
Krizin bütün sonuçları henüz yaşanmadı. Ancak kapitalist sistemin yapısal zaaflarının dipten gelen derin bir sarsıntıyla hissedilmeye başlandığı bir yolun başındayız. Bu süreç dünya güç dengelerinin değişimini hızlandıracak.
Çin’in seçeneği
Amerika kaynak açığını kapatmak için Çin’in yarattığı ekonomik fazlaya gözünü dikmiş durumda. Çin’in elinde 1 trilyon dolarlık Amerikan devlet tahvili bulunuyor. Yani Amerika Çin’e 1 trilyon dolar borçlu. Çin’in döviz rezervi ise 2 trilyon dolar.
Bazı Amerikalı strateji uzmanları, Amerika ve Çin’in ekonomik ilişkileri nedeniyle kaderlerinin ortak olduğu görüşünde. Kriz nedeniyle Amerika’ya ihracat yapamazsa Çin’in ekonomik gelişmesinin duracağı görüşündeler. Ancak bu bir avuntudan başka bir şey değil. Çin büyük bir iç pazara sahip. 1 milyar üçyüz milyon nüfus, kıta büyüklüğünde 9.5 milyon kilometrekare yüzölçümü var. Yakın çevresindeki ülkeleri ve bu ülkelerin hızla gelişen pazarlarının büyüklüğünü, ek olarak Afrika, Güney Amerika ile gelişen ilişkilerini hesaba kattığınızda Çin’in geniş bir hareket alanının ve seçeneğinin olduğu görülüyor.
Bu gerçeği gören Amerikalılar var. 2001 Nobel Ekonomi Ödülü sahibi Joseph Stiglitz’in değerlendirmesi şöyle: “İnsanlar sıklıkla Çin ve Amerika’nın eşit biçimde birbirine bağlı olduğunu söylüyor. Ama bu artık doğru değil. Çin’in, ekonomisinin büyümesini sağlamak için iki yolu var. Bu yollardan biri Amerikan tüketicilerini, diğeri ise kendi tüketicilerini finanse etmek. Kendi vatandaşlarını finanse edecek ki ekonomik büyümeyi hızlandıracak tüketimi yapabilsinler. Onların seçeneği var, bizim yok. Amerika’nın açığını finanse edecek gerçekten başka bir ülke yok.”4
Başka bir uzman N. Ferguson da aynı görüşte: “Kesinlikle Amerikalıların tüketiminin sürmesi için çaba sarf edeceklerdir, ama işe yaramadığı ortaya çıkarsa bir B planları var. B planı, kamu harcamaları ve vatandaşlarına kredi kolaylığı sağlama yoluyla Çin’in, kendi tüketimini artırmaya odaklanması olacaktır”. Aynı yazıda şöyle diyor: “Beraberlikleri sürerse sizi ormandan çıkartacak patikayı görürsünüz. Ayrılırlarsa, küreselleşmeye hoşçakal deyin.”
Amerikan’ın çıkışsızlığı… Çin borç vermezse ormanda kalmaktan bahsediliyor. Son cümleyi üstü kapalı bir savaş tehdidi olarak da algılayabilirsiniz.
Bu gerçeği Çinliler de görüyor. Krize karşı iç pazarı güçlendirmeyi ve kamu yatırımlarını esas alan 587 milyar dolarlık paketi uygulamaya başladılar. Çin’in siyasal ve ekonomik düzeni, bu planı uygulamak için son derece uygun bir alt yapı sunuyor. Ayrıca elindeki Amerikan devlet tahvillerinin kâğıt parçasına dönmekten nasıl kurtaracağını düşünürken yeni “kâğıtlar”a niçin para yatırsın? Amerika’yı yatıştırma politikasının ise ne gerçekçiliği ne de bir sınırı var. İnsanlık, Hitler Almanya’sına karsı izlenen yatıştırmacı siyasetlerin felaketin boyutlarını büyüttüğünü kısa süre önce yaşadı.
Amerikan ekonomisinin ihtiyacı çok fazla. Bir Amerikalı gazeteci, “Çin’den insanlık tarihinin en büyük iki mali genişleme paketini (kendilerinkini ve bizimkini) eş zamanlı olarak finanse etmesini istiyoruz. Muhtemelen gönlümüzü hoş tutmaya çalışacaklar çünkü aküsü boşalmış Amerikan ekonomisini kendilerininkiyle şarj etmek onların çıkarına. Ama doğal olarak öncelikleri kendi büyümeleri olacaktır” diyor. İşte nesnel çelişme bu.
Yeni Dünya’nın büyük ve öncü ülkeleri: BRIC (Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin)
Yeni bir dünyanın doğum sancıları hızlanırken bazı ülkeler öne çıkıyor. Bu ülkelerin içinde bazıları ise ekonomik büyüklükleri ve dev yüzölçümleri ile önemli bir ağırlık oluşturuyor. Sırasıyla Çin, Hindistan, Rusya ve Brezilya yeni dünyanın doğuşunda lokomotif görevi görüyorlar.
Dünya zenginler kulübü diye bilinen G–7’nin işlevini yitirmesinin ardından Kasım 2008’de yapılan G–20 zirvesinden önce bu dört ülke iki kez toplandı. Bu iki toplantıda alınan kararlar ve yönelim oldukça çarpıcıdır.
Rusya’nın Ekaterinburg kentinde yapılan ilk toplantıda “Daha Demokratik Bir Uluslararası Sistem” zemininde ortak hedefler belirlediler. Yapılan açıklamada dön ülkenin “uluslararası güvenliği tehdit eden sorunlarla mücadelede çok taraflı diplomasiyi güçlü bir tercih” olarak benimsediği belirtildi. Açıklamada terörle mücadele, enerji güvenliği, sosyo-ekonomik gelişim, iklim değişikliği alanlarında ortak görüşler belirtildi. Açıklamanın en dikkat çeken maddesi “Güney-Güney ülkelerinin işbirliğinin” önemle vurgulanmasıydı. Böylece Kuzey’in emperyalist ülkelerine karşı bir Güney cephesi inşa etme iradelerini açıkladılar.
Dört ülke daha sonra G–20 toplantısından hemen önceki günlerde Brezilya’nın Sao Paulo kentinde toplandılar. 2009 yılında liderlerin katılımıyla Hindistan’da yeni bir toplantıda buluşmayı kararlaştırdılar.
Dört ülke Birleşmiş Milletler ve diğer uluslararası kuruluşlarda alırlıklarını artırmak için ortak bir mücadele veriyorlar. Ortak çabalarını kendi ulusal çıkarları olarak gördüklerini belirtiyorlar. Brezilya ve Hindistan, Doha Ticaret Görüşmeleri’nde AB ve ABD’ye karsı ortak bir mücadele yürütüyor. Bu iki ülke BM Güvenlik Konseyi’nin daimi üyesi olmak istiyor. Rusya, Dünya Ticaret Örgütü’ne girmek için mücadele ediyor.
Batı basınında “Yeni ‘Yeni Dünya Düzeni’ni yükselen piyasalar belirleyecek” temalı yazılar yayınlanıyor. “Yükselen piyasalar”dan kasıt BRIC ülkeleri. Dört ülkenin öngörüleri aşarak ekonomik güçlerini büyük bir hızla jeopolitik güce dönüştürdükleri belirtiliyor.
Türkiye’nin yeri
Türkiye, devletçi, planlı ve halkçı bir ekonomik modeli ezilen dünyada tarihte ilk kez uygulayan ülkedir. 1930’lu yıllarda bu uygulama sürerken Çin, emperyalizm ve işbirlikçi Çan Kayşek rejiminden kurtulmak için savaşıyordu. Hindistan İngiliz sömürgesiydi. Brezilya Amerikan emperyalizminin arka bahçesi olarak yarı sömürge, sömürge arası bir düzen içinde yaşıyordu. Türkiye tarihsel olarak bu ülkelere önderlik ediyordu. Çin, Hindistan ve Brezilya bizim yolumuza daha sonra girdiler.
Türkiye’nin 1920 ve 1930’lardaki öncü atılımı
Türkiye emperyalizme karşı tarihin zaferle sonuçlanan ilk ulusal kurtuluş savaşından sonra milli ve halkçı programı uygulamaya başladı. 1920’li yıllar Cumhuriyet Devrimimizin ağırlıklı olarak siyasal, kültürel atılımlarının gerçekleştiği dönemdir.
Ekonomik alanda ise yabancı sermayenin elindeki liman, demiryolu, maden, enerji işletmeler gibi işletmeler millileştirildi. 1920’ler uzun savaş yıllarından sonra ekonominin yaralarını sarması için bir iyileşme dönemi oldu.
Kapitalizmin merkezlerinin girdiği bunalım, ezilen ülkeler için büyük bir fırsattı. Emperyalist sistemin bunalımı siyasi bağımsızlığına sahip sınırlı sayıdaki ülkede ulusal bir ekonomi ve ulusal bir sanayi kurulmasının koşullarını yaratıyordu. Türkiye emperyalizm çağının ilk Ulusal Kurtuluş Savaşının zaferini arkasına alarak bu alanda da öncülük yapabilirdi.
Sonuç olarak çok sayıda olgunun bir araya gelmesiyle, Türkiye 1930’ların başında devletçi bir programa yöneldi. Aynı yıllarda SB’de 1929 da başlayan hızlı bir sanayileşme planı uygulamakta ve büyük başarılar kazanmaktadır. Türkiye, Sovyetler Birliği’nden sonra dünyada ekonomik plan yapan ikinci ülkedir. Sanayileşme planının gerekçesinde kapitalist ülkelerdeki sanayi devrimi, ezilen dünya ülkelerinin üretimi üzerindeki etkileri ve çıkış yolu üzerinde yapılan değerlendirme son derece doğrudur. Plan gerçekçidir ve somuttur.
Planın temel çizgisi, ana sanayiyi iç pazarın ihtiyaçlarıyla uygun ölçekte kurmaktır. Plan, bölgeler arası dengesizliği kaldırmayı amaçlamaktadır. Kurulacak tesisler ülke coğrafyasında dengeli bir dağılımla yerleştirilmiştir. Yatırımların kaynağı, esas olarak tarımdan sağlanmaktadır. Tarım ürünlerini ihraç etmek yerine işleyerek değerlendirmek, halkın ihtiyacı olan temel tüketim mallarını ithal etmek yerine kurulacak sanayi tesislerinde üretmek, böylece tarım ürünlerimizin ucuza kapatılmasının, sanayi ürünlerinin bize pahalı satılmasının önüne geçmek, yaratılan kaynakla milli sanayiyi inşa etmek ve iç pazarı güçlendirmek esas alındı.
Kurtuluş Savaşı’nın ve Cumhuriyet Devrimlerinin devrimci ruhu ve halkçı dinamizmi ekonomi alanına taşındı. Savaş alanlarındaki gibi topyekün bir seferberlikle kısa sürede büyük bir ekonomik başarıya imza atıldı.
Ülkenin bütün kaynakları tek bir potada birleştirildi. Türkiye’nin doğusu batısına, kuzeyi güneyine demir ağlarla bağlandı. Merkezi bir planlamayla ülkenin ihtiyacı olan sanayi tesisleri inşa edildi. Emperyalist sömürü mekanizmalarına önemli darbeler vuran program başarıyla uygulandı.
Türkiye dokuz yıl gibi kısa bir sürede büyük bir ekonomik atılımı gerçekleştirdi. Üstelik bu atılım, halkın uzun süren savaşlarla yorgun düştüğü, dinamik ve aydın nüfusun önemli bir kısmının savaşlarda kaybedildiği bir dönemde gerçekleşti.
30’lu yılların sonuna gelindiğinde ekonominin kilit sektörlerinde ya sanayi kurulmuş ya da gelecek yıllarda yapımı gerçekleşecek tesislerin planı yapılmıştı.
Türkiye, 1937 yılında denizaltı gemilerini yapmaya başlamıştır. Uçakların birçok bölümü ülke içinde üretilmektedir. 14 yaşında olan genç Cumhuriyet, Hava Kuvvetleri’nin bütün uçaklarını ve uçak motorlarını kısa sürede üretmek hedefini önüne koymuştur.
Sanayileşme atılımın rakamları
30–39 yıllarında sanayinin yıllık büyüme hızı ortalaması %11,6’dır. Bu rakam sanayide Cumhuriyet tarihinin en yüksek büyüme hızıdır. Günümüze kadar bu hıza hiçbir zaman ulaşılamamıştır. 1930–39 yılları yıllık büyüme hızı ortalaması %6,8’dir. Bu yıllarda Sovyetler Birliği ve Türkiye hariç bütün dünyada büyük bir ekonomik düşüş yaşanıyordu. Bu oran, dünya ekonomik krizi koşullarında büyük bir başarıdır.
Sanayinin milli gelirdeki payı, cari fiyatlarla 1929’da %9,9 iken 1939’da %18,3’e çıkmıştır. Bu oranlar 1938 yılı sabit fiyatlarıyla %11 ve %18’dir.
Bu gelişme, ülkenin iç kaynaklarıyla gerçekleştirilmiştir. Bu dönemde sadece Sovyetler Birliği ve bir miktarda İngiltere’den (Karabük Demir Çelik için) kredi alındı. Sovyet kredilerinin koşulları son derece elverişlidir. Kredi faizsizdir. Yirmi yıl içinde geri ödenecektir. Geri ödeme nakit olarak değil malla yapılacaktır.
1930–39 döneminde tarımın yıllık ortalama büyüme hızı %5,8’dir, 1928–29 ile 38–39 üretimlerini karşılaştırdığımızda buğday üretimi %94, tütün %56 şeker pancarı %754 artmıştır. 1930–39 yılları arasında bir önceki dönemden farklı olarak dış ticaret açığı ortadan kalkmıştır. Dış ticaret fazla vermiştir. İthalatın milli gelirdeki payı bir önceki dönem % 15 civarında iken 30–39 döneminde bu oran %1 olmuştur. İhracatın milli gelirdeki payı ise 1923–29 yılları arasında %11, 1930-39’da %8 olmuştur. Dış ticaret dengesi, korumacı tedbirler sonucu ithalatın yarı yarıya kısılması ile sağlanmıştır.
Planların uygulanmasından sonra bölgelerarası dengesizliği azaltan sonuçlar ortaya çıktı. İstanbul’daki işletmelerin toplam katma değere katkı oranı 1932’de %41,3 iken 1941’de %33’e düştü. Tarıma dayalı sanayi işletmelerinde İstanbul’un payı 1932’de %52,7 iken 1941’de %39’a, dokuma sanayisinde ise %45,6’dan %23’e indi.
Yarım kalmış demokratik devrim ve sanayi devrimi
Sanayileşme atılımımız, Ulusal Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet Devrimimizin yarattığı temel üzerinde gerçekleşti. Ekonomik atılım ülkenin toplumsal yapısında önemli gelişmelere neden oldu. Çağdaş bir toplumun işçi sınıfı, milli burjuvazi gibi sınıfları şekillendi. Çağdaş insan tipi ortaya çıktı. Ortaçağ kurumlarının altyapısı büyük darbe aldı.
Bu dönem 2. Dünya Savaşı’nın gelmesiyle kesintiye uğradı. 1930–39 dönemi, Türkiye açısından sonuna kadar götürülemeyen yarım kalmış bir sanayi devrimidir. Aynen Kemalist Devrimin yarım kalmış bir demokratik devrim olması gibi.
Cumhuriyet Devrimimizin ekonomik alandaki çizgisi 1940’larda kırılmaya uğrasa da, olumlu etkileri 1960 ve 70’li yıllarda devam etti. Türkiye çarpık bir çizgide de olsa sanayileşmesini sürdürdü. 1980 yılı bir dönüm noktasıdır. Emperyalizmin küreselleşme programı ekonomimizde büyük tahribata neden oldu.
Türkiye’nin çıkış yolu ve geleceği
— Büyük ölçekte bir ekonomik güç olmanın koşullarına sahibiz.
— Sanayi ve tarımın gelişmesi için nesnel temel vardır.
— İklim son derece uygundur.
— Son yıllarda önemli bir tahribata uğramış olsa da Cumhuriyetin yarattığı yetişmiş bir insan gücüne sahibiz. Genç, dinamik, kabına sığmayan enerjik bir toplum yapısı vardır.
— Tarihsel dayanak, Cumhuriyet Devrimimizin planlı devletçi-halkçı milli ekonomi modelidir.
— Dış politikada Avrasya Seçeneği ve bölge merkezli politika açılımına sahiptir.
— Birbirinin eksiklerini tamamlayacak bölge ülkeleri, Türkiye, İran, Irak, Suriye, Azerbaycan. Türkiye sanayi ve tarım, turizm ve yetişmiş girişimci insan gücüne sahiptir. İran, Irak, Azerbaycan Türkiyelin petrol, doğalgaz vb. enerji eksiğini kapatır.
— Bölgesel ekonomik ve siyasi ittifakların koşulları uygundur. Üstelik bu ittifakların tarihi bir zemini bulunmaktadır.
— Türkiye dünyanın sinir merkezindedir. Üç kıtanın birleştiği köprü. Ortadoğu, Orta Asya, Rusya petrol ve doğalgaz kaynaklarının dünyaya dağılım merkezidir.
— Tarihsel derinliğe sahiptir. Ulusal kurtuluş savaşları çağının ilk muzaffer ülkesidir. Cumhuriyet devriminin altı ilkesiyle dünyada ve bölgemizde çağdaş bir model.
— Ülkemiz, güçlü bir devlet ve ordu geleneğine sahiptir.
— Türkiye bağımsız, kişilikli, politik çizgiyle bölgede ve dünyada çok sayıda ülkeyle ittifak kurma potansiyeline sahiptir.
Türkiye’nin atacağı ilk adım, 60 yıldan bu yana Amerika ve Avrupa emperyalistlerinin kapısında dilenen işbirlikçi ve teslimiyetçi yönetimleri tarihin derinliklerine gömmektir.
Türkiye milli bir iktidarla yaratacağı güçlü ekonomi, güçlü ordu, dünya ve bölge çapında ittifaklar, ulusal birlik ve moral gücüyle; genç dinamik nüfusunu, tarihi derinliğini, zengin kültürünü, uygun iklim koşullarını birleştirerek kamucu, halkçı bir uygarlık atağının eşiğindeki insanlığın öncü ülkelerinden biri olmaya adaydır.
Kavranacak halka
Bugün milli çevrelerde karamsarlık hâkimdir. Karşı devrimin aldığı yol, bu karamsarlığı güçlendiriyor. Büyük bir tehlikeyle karşı karşıya olduğumuz açıktır. Ancak milli güçlerin de önemli olanakları var. Şu ana kadar çizdiğimiz güncel ve tarihsel çerçeve bunu gösteriyor. Şimdi tarihin tekerleği mazlum milletlerin başarısı yönünde ilerliyor. Emperyalist merkezler büyük sıkıntı içindedir.
Ülkemizin uygulayacağı milli program ve politikalar oluşturulmuştur. Atılacak adım, Türkiye devriminin bu program ve politikaları etrafında milli güçlerin örgütlenmesidir.
Milli güçler çok geniş bir kitlesel temele sahiptir. Milletimizin %92’si ABD’ye karşıdır. ABD’nin Ortadoğu’daki üssü ve öncü gücü İsrail saldırganlığı ise %100’e yakın oranda lanetlenmektedir.
AB’ye katılma projesine milletimizin %70’i karşıdır. Üstelik bu oran hızla yükseliyor.
Öncü çekirdek, milli program ve politika, kitlesel temel ve yönelim mevcuttur. Bütün toplumsal atılımlar, uygun nesnel koşullarda öncü örgütlenmelerin ateşlemesiyle başlayan zincirleme bir tepkimenin sonunda gerçekleşmiştir. Bu süreç bir toplumsal mayalanmadır.
Kavranacak halka, sabırlı, inatçı ve kapsamlı bir çabayla öncü örgütlenmenin geliştirilmesidir. Çözüm ve karamsarlığın ilacı, öncü örgütlenme çabasına aktif olarak katılmaktır.
Gelecek ellerimizdedir. Yeter ki gereğini yapalım.
1 Zbigniew Brzezinski, Büyüt Satranç Tahtası, Sabah Kitapları, İstanbul, Mayıs 1998, s. 265, 266.
2 Z. Brzezinski, Tercih, İstanbul, İnkılâp Kitabeyi, Nisan 2005, s.7, 8.
3 Aktaran, Radikal, 24 Aralık 2008.
4 Farced Zakaria, “Ormandan çıkaran patika”, Newsweek (Türkçe), 23 Kasım 2008.