Abdulkadir YAŞARGÜN Yazar TEORİ DERGİSİ ŞUBAT 2009 – SAYI 229
FİLİSTİN’DE KATLİAM VE ARKASINDAKİ GERÇEKLER
İsrail ordusunun Gazze’yi kuşatması tam olarak aralıksız 22 gün gece ye gündüz devam etti. Bölgede, kelimenin tam anlamıyla bir katliam yaşandı. 1245 Filistinli öldü, 5000 kişi de yaralandı. Şehrin binalarının büyük bir kısmı yerle bir oldu. Fiziki altyapı tamamen tahrip oldu. Elektrik su yok! Gıda ilaç yok! Yaralılar hastanelerde doktorsuz kaldı.
Filistinlilerden ölenlerin onda dokuzu sivil; yani çocuk, kadın, yaşlı kişilerden oluşuyor. Katliam, insanların vicdanlarını yaralayacak boyutlarda sürdürüldü. Bütün dünya katliamın durması için ayağa kalktı. Ama uygarlığımızın evrensel değerlerle donanımlı kurumları olanları sadece seyretmekle yetindi. Çözüm yolları sadece konuşuldu.
Filistin’de bu gün bütün bu yaşananlar ne bir ilk, ne de bir son katliamdı. Tarihi gelişmeler hatırlanacak olursa, benzer durum. 1948’de Der Yasin’de. 1982’de Lübnan’da Şatila ve Şabra’da da yaşandı.
Olayların temelindeki gerçekler nelerdir?
2009 yılının şu ilk günlerinde insanlar niçin acımasızca öldürülüyor? Bunun sıradan bir savaş olmadığı herkes tarafından biliniyor. Bir katliam, bir oransız güç kullanımı veya katliam okluğunu her aklı başında hukukçu söylüyor. Ama, temeldeki gerçeklere gelince, anlayışlar ve kavrayışlar değişiyor.
Kimileri yaşanan olayları Müslüman ve Yahudi çatışması olarak değerlendiriyor ve tavrını ve tutumunu buna göre belirtiyor. Eğer öyle olsaydı, bir buçuk milyar Müslüman beş milyon Yahudi ile neden baş edemiyor sorusunun bir yanıtı olurdu.
Kimileri de yaşanan olayları, Arap-Yahudi çatışması olarak görüyor. Bu durumda da iki yüz elli milyon Arap, beş milyon Yahudi ile nasıl oluyor da başa çıkamıyor sorusu gündeme geliyor ve kafaları karıştırıyor.
Oysa gerçek, beş milyon Filistinli halk ile dünyayı yöneten Siyonistler arasında bir hak mücadelesi. Gözardı edilmeye çalışılan şey, beş milyon Filistin ulusunun doğal ve yasal haklarının açık bir biçimde çiğnenmesidir. Gasp edilen, bu beş milyon insanın toprakları ve vatanlarıdır.
Bu nedenle emperyalist yalanlarla uyuşturulmuş Batı kamuoyu karaya vurmuş bir balinaya gösterdiği duyarlılığı Filistin sorununun çözümüne göstermekten kaçınıyorlar. Propaganda mekanizmaları dünya kamuoyunun gerçekleri görmesini engelliyor. Çünkü, onlar büyük medyalarıyla dünya kamuoyunu belirleyen, yönlendiren ABD’yi arkalarına almış, çıkarlarını emperyalist emellerle bütünleştirmişlerdir. Siyonistler ellerindeki sermaye güçleriyle çok uluslu dev şirketleri yönetimlerini ve Batılı büyük devletlerin siyasetlerini etkiliyorlar. Bütün dünyanın hükümetleri üzerinde etkinlikleri var. Devletlere borç para verip faiz alıyorlar. Bunlar dolar zengini kişilerdir. İşte onun içindir ki, bu soykırım, bir din savaşı veya bir Arap-İsrail savaşı değil. Filistin ulusunun haklarının, Siyonistlerce zorla gasp edilmesi mücadelesidir.
Bugünlere hangi aşamalardan geçerek gelindi?
Filistin, tarihi ve sosyolojik olarak, hem Yahudilerin, hem de Arapların ana vatanı sayılır. Yahudiler Mısırdan gelmiş, Araplar da Finike kolonileridir. Bilinen tarih boyunca aralarında toprak kavgası hep var olmuştur.
Yahudiler Filistin’den iki kez kovuldular. İlki, Babilliler tarafından oldu. Babil kralı Nebukadnezar onları savaşta yenerek esir etti. Bütün Yahudileri Filisti’den Babil’e götürerek köleleştirdi.
Babil’lilerin köleci devletine isyan eden klan federasyonları Babil devletini yıkınca, Yahudiler kölelikten kurtuldular. Ve tekrar vatanları olan Filistin’e döndüler. İkinci kez, Roma İmparatoru Titus MS. 30 yılında Filistin’deki İsrailoğulları da denen Yahudileri kılıçtan geçirdi. Bu tarikten sonra Yahudiler bütün dünyaya dağıldılar. Ve bulundukları toplumların gözeneklerinde etnik kimliklerini korumaya çalıştılar, sarraflık ve ticaret ile uğraşarak yaşamlarını sürdürdüler.
1789 Fransız Devrimi’nden sonra ulus devletler tarih sahnesinde görünmeye başladı. Bu tarihten itibaren, her ulusal özellik taşıyan topluluk bir devlet çatısı altında yaşam sürdürmeye başladı. Ama Yahudiler bir ulusal özellik taşımıyorlardı. Ulusu meydana getiren özelliklerden yoksunlardı. Ortak bir dilleri yoktu. Üzerinde yaşadıkları bir toprakları yoktu. Ekonomik bütünlük ve manevi biçimlenmeleri tarih içinde istikrarlı bir yapı oluşturmuyordu. Bu durumda ne yapabilirlerdi?
Karl Marx Yahudi kökenli büyük bir düşünür ve bilim adamıydı. O Yahudilerin bir ulus olamayacağını belirtmişti. Bu nedenle, fakir kökenli Yahudiler, kurtuluşu proletarya egemenliğinde görüyorlardı. Ama zengin Yahudiler öyle düşünmüyorlardı. Onlar diğer uluslar gibi bir vatanlarının olmasını istiyorlardı. Bu vatan neresi olabilirdi? Elbette ki Filistin olabilirdi. Çünkü Filistin Tevrat’a göre Yahudilere tanrı tarafından verilmişti ve bu nedenle kutsal sayılıyordu.
Böylece harekete geçen Siyonist hareket adını Filistin’de bulunan kutsal Siyon dağından aldı. Dinci ve ırkçı bir ideolojiyi benimseyen Yahudiler tarafından kuruldu. İlk kongresini 1882 yılında İsviçre’nin Bassel şehrinde yaptı. Kongrenin başkanlığına Teodor Herdsel seçildi. Amaç, dünyaya dağılmış Yahudileri bir araya toplayan bir devlet kurmaktı. Bu devletin toprakları, Nil’den Fırat’a kadar uzanan kutsal topraklardı. Bu topraklar onların dedelerinin yaşadığı yerlerdi. Yapılan bu ilk Kongrede devlet kurma yönünde kararlar alındı ve kongreden sonra bu yönde girişimlere başlandı.
Filistin toprakları. Halife Ömer zamanında Müslümanların hâkimiyetine geçmişti. 1517 yılında da Osmanlı yönetimine geçti. Yavuz Sultan Selim’den beri Filistin’i Osmanlı padişahları yönetiyordu. 1882 yılında Padişah II. Abdülhamit idi. Osmanlı devleti borç yüzünden iflas ettiğini açıklamış, alacaklılar devletin gelirlerine el koymuşlardı.
Siyonistler Osmanlının iflas ettiği bir zamanı toprak satın almak için uygun görmüşlerdi. Osmanlının borçlarının ödenmesi ve Osmanlı maliyesinin düzenlenmesi karşılığında Filistin topraklarını satmasını Sultan Hamit’e teklif ettiler. Teklif çok cazip bir teklifti. Ama küçük bir sorun vardı. Sultan Hamit, eğer Filistin’i Siyonistlere satarsa Arap Milliyetçi hareketinin o bölgede tahrik olacağını ve kendisine sorun yaratılacağını düşünüyordu. Bu nedenle, Fırat ve Dicle arasında toprak satmayı o günkü koşullarda daha uygun görüyordu. Böylece, Abdülhamit ile Siyonistler arasında, günümüzde gericilerin inkâr etmesine karşın, anlaşma sağlandı.
Bu anlaşma 1908’de İttihat-Terakki’nin iş başına gelmesi ile bozuldu. Çünkü, Enver Paşa ve İttihatçılar, zaten kendileri pan-Türkist ve pan-İslamist siyasete dayalı bir imparatorluk kurmaya çalışıyorlardı. Bu durumda Siyonistlerin Osmanlılarla yapacak bir işleri kalmamıştı. Bu yüzden zamanın büyük bir imparatorluğu olan İngilizlere gittiler. Bu kez teklifleri çok mütevazı idi. Dünyanın her hangi bir yerinden toprak istiyorlardı. Yeter ki dağınık Yahudilerin de bir sığınacak yerleri olsun ve birlikte yaşasınlar. Örneğin Arjantin’de ve Latin Amerika’nın her hangi bir köşesinde bile toprakları olabilirdi.
Ama İngilizler öyle düşünmüyorlardı. Teklifleri daha iyi bir teklifti. “Doğunun barbarlığına karşı, Batının uygar bir kalesi olmak koşulu ile” onlara, Filistin’de toprak vermeyi kabul ediyorlardı. O zamanlar henüz Birici Dünya Savaşı başlamamıştı, ama Filistin gizili bir anlaşma ile İngilizlerle Fransızlar arasında paylaşılmıştı. Bu gizli anlaşmaya göre Filistin İngiliz egemenliğinde kalacaktı. Gerçekten de Birinci Dünya Savaşı’nın bitmesi ile Filistin İngiliz hakimiyetine geçti.
30 Ekim 1918 Mondros ateşkes anlaşmasının hemen ardından Filistin İngiliz yönetimine geçti. Bu tarihlerde o topraklarda sadece 37 bin Yahudi yaşıyordu. Bu sayının Arap nüfusa göre oranı ise % 3 idi. Bu rakam, dünyada dağınık yaşayan Yahudilerin yaşadıkları her hangi bir şehirdeki oran kadardı.
Yahudiler Birinci Dünya Savaşı’ndan sora koloniler halinde Filistin’e yerleşmeye başladılar. Yani örgütlü ve silahlıydılar. Ama Filistinlilerin her hangi bir örgütleri olmadığı gibi silah ve bıçak taşımaları da ağır bir suç olarak yasaklanmıştı.
İlk koloniler başlangıçta toprakları Lübnan ve Suriye’de ikamet eden beylerden para karşılığı satın aldılar. Tıpkı şimdi Urfa, Mardin, Kilis vb’de olduğu gibi. O yıllarda toprak İslami geleneklere göre işletiliyordu. Topraklara verilen fiyat, pazar fiyatlarının çok üzerindeydi. Beyrut ve Şam’da ikamet eden bir kişinin toprağını satmaması için hiçbir neden yoktu. Ancak, bu satılan topraklar, Filistin’in toprak olarak yüzde 3’ünü geçmeyen çok küçük bir miktardır. Bu nedenle, “Araplar Filistin topraklarını para karşılığında İsrail’e sattılar” sözü bir Siyonist propagandadan öteye bir anlam taşımamaktadır.
1924 yılından 1937 yılına kadar Arap Filistin ile Yahudi kolonileri arasında çatışmalar aralıklarla devam etti. 1937 yılında savaş tam olarak iki yıl sürdü. Bu savaşta bütün Yahudi kolonileri Arap Filistinliler tarafından işgal edildi. Ama araya İngilizler girdi. Mücadeleyi, askeri alanda kazanan Filistinliler, barış masasında kaybettiler. Bundan sonra İkinci Dünya Savaşı başladı. İkinci Dünya Savaşı, tüm insanlık için bir yıkım savaşıydı. Bu savaşta Nazilerin milyonlarca Yahudi’yi gaz odalarında yakmış olması, dünya kamuoyunun dikkatlerini Yahudiler üzerinde yoğunlaştırdı. Artık Yahudiler mazlum konumundaydılar. “Onların da sığınacak bir vatanlarının olması gerekir” düşüncesi dünya kamuoyunda sempati ile karşılanmaya başlandı. Yahudilerin Filistin’de bir arada ve bir devlet çatısı altında yaşamaları düşüncesi artık hemen her ülkede kabul görüyordu.
İsrail devletinin kuruluşu ve
Arap ulusal hareketlerinin iktidar oluşu
Siyonistler Der Yasin’de soykırım yaparak Arapları topraklarından attılar. Hemen ardından devlet olduklarını ilan etliler. Birleşmiş Milletler, bu kararı onaylarken Filistinlilere de devlet olabilme olanağı tanıyordu.
İsrail devletini ilk tanıyanlar. ABD, Sovyetler Birliği ve üçüncü ülke Türkiye oldu.
1952 yılında Mısırda General Necip ve Albay Nasır, Kral Faruk’u bir askeri darbe ile devirdiler. Arap toplumunda ilk kez ulusal nitelikli bir iktidar kuruluyordu. Bu tarihten sonra Arap ulusal hareketi bütün Arap topraklarında genişlemeye, gittikçe canlanmaya ve güçlenmeye başladı. O güne kadar İslam ideolojisi damgasını taşıyan Arap siyasi hareketlerine o günden sonra ulusal nitelikler eklendi.
Cemal Abdul Nasır hareketinden sonra Baas sosyalist hareketi ve Cezayir Ulusal Kurtuluş Hareketi de Arap dünyasında henüz yeni yeni biçim almaya başlıyordu.
Nasır, Birleşmiş Milletler kararını gerekçe göstererek Filistin’de bir Arap ulusal devletinin kurulmasını destekliyordu. Bu nedenle Mısır’ın başkenti Kahir’de Filistin Kurtuluş Örgütü’nün (FKÖ) kurulmasını destekledi. Örgütün başkanlığına da Av. Ahmet Şukayri seçildi.
O tarihten sonra Birleşmiş Milletler düzeyinde Filistinlileri hep FKÖ temsil etti. Ayrıca, Filistinliler Filistin kurtuluş örgütünde zorunlu askerlik hizmeti görmeye başladılar.
EL FETİH’in doğuşu
Yaygın bilinenin tersine, El Fetih’in kurucusu Yaser Arafat (Ebu Amer) değil. Halil Vezir’dir (Ebu Cihat). Ebu Cihat, Filistin Ulusal Kurtuluş Hareketi’nin baş harfleri olan EL FETİH’i 1956 yılında Gazze Üniversitesi’nde öğrenciyken kurdu. Yaser Arafat o yıllarda Mısır ordusunda bir teğmen olarak görev yapıyordu.
Arafat’ın mesleği kimya mühendisliği idi. Uzun yıllar Kuveyt’te kimya mühendisi olarak çalıştı. Bütün servetini, ki o yıllarda kazandığı “450 bin Kuveyt dinarı tutan birikmiş parasını” EL FETİH’e bağışladığı için bu fedakarlığına karşılık örgüt onu lider yaptı ve Ebu Cihat hep ikinci planda kaldı. Gerçekte ise örgütün bütün yükünü Ebu Cihat taşıyor, Arafat ise kamuoyuna karşı bir simge olarak liderlik yürütüyordu.
Arafat’ın liderliğinde El FETİH, ilk desteği Suriye hükümetinden aldı. Suriye hükümeti, El FETİH’in Suriye’de büro açmasına izin veriyor ve örgüte faaliyetlerini sürdürmesi için Şam’da bir çiftlik evi tahsis ediyordu. Bu çiftlik evi, EL FETİH’te “69 numaralı büro” olarak uzun yıllar kullanılacaktır.
EL FETİH ilk olarak silahlı mücadeleye 1965 yılında başladı. İlk başladıklarında 13 kişiydiler. Bunlardan ikisi halen hayattadır. Biri şimdiki Filistin Devlet Başkanı olan Ebu Mezin kod adlı Mahmut Abbas, diğeri ise, FKÖ güvenlik danışmanı Ebu Lütuf kod adlı Faruk Kaddumi’dir. Faruk Kaddumi uzun yıllar FKÖ’nün dış işleri bakanlığını da yaptı.
1967 yılının Haziran ayında Arap devletleri ile İsrail devleti arasında 6 gün süren bir savaş oldu. “Altı gün savaşları” olarak ta tarihe geçen bu savaşlarda İsrail sınırlarını büyük ölçüde genişletti. Gazze bölgesi ile Sina yarımadasını Mısır’dan, Golan bölgesini Suriye’den ve Batı Şeria bölgesini Ürdün’den alıp kendi topraklarına kattı. Böylece, Hz. Ömer zamanından beri Müslümanların egemenliğinde olan Kudüs şehri de İsrail idaresine geçiyordu.
Altı gün savaşlarından sonra EL FETİH örgütü nicel bir büyüklük kazandı. Artık, bir gerilla örgütü olarak adı sadece Arap aleminde değil, bütün dünya basınında da yavaş yavaş duyuluyordu. Ama, Ebu Ömer dışında hiç bir liderinin adı henüz bilinmiyordu.
El Kerame Savaşı ve EL FETİH’in büyümesi
1968 yılının yaz aylarında EL FETİH’in silahlı kuvvetleri El Asifa varlığını eylemleri ile duyurmaya başlamıştı. Gerillalar, Lut gölü yakınlarında ve Şeria nehrinin doğusunda bulunan 80 bin nüfuslu El Kerame şehrinin doğusunda Ürdün topraklarında bulunan ormanlık alanlarda üslenmişlerdi. Bu bölgeden İsrail’e operasyonlar düzenliyorlardı. Bölgede gerillalar için tehlike İsrail’den çok Ürdün ordusuydu. Ürdün hükümeti, topraklarında gerillaların faaliyetlerine olanak tanımıyordu. Hatta zaman zaman aralarında silahlı çatışmalar çıktığı da duyuluyordu.
İsrail hükümeti, güvenliği için gerillaların ne denli bir tehlike olabileceğini yaptıkları eylemlerden anlayabiliyordu. Bu nedenle Kerame’nin kuzeyinde bulunan üsleri yok etmek için bir sabah güneşin doğuşu ile bölgeyi kuşatma altına aldı. İsrail Ordusu Genelkurmayının amacı gerillaların gücünü toptan yok etmekti. Çarpışmalar bir gün boyunca devam etti. Gün batımına doğru süngü savaşına dönüşen bu meydan savaşını EL FETİH kazandı. Ölen İsrail askerleri ve tahrip edilen tankların resimleri Arap aleminde büyük heyecan dalgalarının uyanmasına neden oldu. Uzun zamandan beri ilk kez Arap aleminde İsrail birliklerine karşı askeri bir zafer kazanıyorlardı. Bu savaş EL FETİH’i Arap dünyasında ön plana çıkardı. Savaşın hemen ertesinde binlerce gönüllü EL FETİH saflarına katıldı. Örgütün gücü birden bire bütün dünyaya yayıldı. Artık Filistinlilerin fiilen en güçlü temsilcisi EL FETİH örgütü idi. Ama Birleşmiş Milletler ve dünyanın birçok ülkesi meşru temsilci olarak FKÖ’yü tanıyordu.
1969 yılında örgüt liderinin gerçek adı, yani Yaser Arafat dünya kamuoyuna açıklandı. Aynı yıl, bir başka gerilla örgütü olan Halk Cephesi dört parçaya bölündü. Bunlar: Halk Cephesi, Demokratik Halk Cephesi, Merkez Komutanlığı ve Arap Cephesi’dir. Bu parçalanmışlığı Arafat pek onaylamıyordu.
Arafat ilişkilerini Çin ve Sovyetler birliği ile güçlendirdi. Dağınık halde, bölünmüş Filistinli örgütleri milli bir birleşik cephede birleştirdi. Böylece, Filistin Kurtuluş Örgütü Filistinlilerin tek ve yasal örgütü oluyor, bütün silahlı güçler de Filistin Direniş Örgütü adı altında birleştiriliyordu. Arafat, birleşik cephenin başına geçti ve Filistin’in devrim lideri unvanını aldı.
Bu dönemde Filistin kurtuluş hareketi belirli bir tırmanış kaydetti. Bütün dünyanın sosyalist ve ilericilerinin desteğini aldı. Adeta, dünya devrimci hareketinin en ilerici temsilcisiydi. Arap alemi de FKÖ’ye siyasal desteğini esirgemiyordu.
Askeri olarak, gerillalar en önde İsrail sınırları boyunca üslenmişlerdi. Geri planda Ürdün’de Ürdün düzenli ordusu, Suriye’de Suriye düzenli ordusu ve Suriye’ye bağlı El Saika gerillaları, Lübnan’da ise Lübnan düzenli ordusu destekliyordu. Askeri alanda Vietnam benzeri bir strateji uygulanıyordu. Yani gerilerde düzenli ordular, önde ise gerillalar vardı. Ve gazetelerde şu slogan yer alıyordu: “Bütün silahlar düşmana doğru!”
1973 yılından itibaren Filistin devrim hareketi aynı tempo ile yükselişini devam ettiremedi. Lübnan’da Falanjistler, Ürdün’de gericiler İsrail ile birlikte hareket etmeye yöneldiler. Ürdün ile FKÖ arasında şiddetli çatışmalar yaşandı. Sonunda gerillalar Ürdün’deki üslerini boşalttılar ve bürolarını kapatmak zorunda kaldılar. Suriye Filistin hareketini denetim altına almaya çalışıyordu. Bu yüzden de aralarında büyük anlaşmazlıklar yaşanıyordu.
Böylece, “Fedai” güçleri Lübnan topraklarına taşındı. Aynı zamanda bu bir arada bulunma, İsrail’in hareketi toptan yok etmesinin koşullarını da hazırlamış oluyordu.
İsrail, Lübnan’daki sağcı güçler ile ilişkilerini geliştirdi ve onları her yönden Filistin’lilere karşı kışkırttı. Lübnan’da Filistinlilere destek veren ve Suriye ile birlikte hareket eden bütün güçleri tarafsızlaştırdıktan sonra 1982 yılında gerilla birliklerine karşı kuşatma hareketine girişti. Gerillalar sonunda Lübnan topraklarından da atıldılar. FKÖ’nün merkezi Cezayir’e taşınmak zorunda bırakıldı.
Hamas ve EL FETİH
Dünyada Soğuk Savaşın sona ermesi ile FKÖ politikalarında köklü değişmeler oldu. Bu değişikliklerden en önemlisi FKÖ’nün, bazı koşulların yerine gelmesi şartıyla, İsrail ile yapılacak bir barışa evet demesiydi. Zaten Mısır İsrail ile, daha önceleri Sina yarımadasının geri verilmesi koşulu ile bir barış anlaşması imzalamıştı. Arafat ise aynı sürece dâhil edilmek isteniyordu. Ama Arafat bazı koşullar ileri sürüyordu. Barış için Arafat’ın şartları şunlardı:
1. İsrail “in 1967 sınırlarına çekilmesi,
2. Mülteci sorununun çözümü,
3. Kudüs’ün her iki ülkenin de başkenti olması.
Bu üç şartın yerine getirilmesi ile FKÖ’nün İsrail’i tanıyacağını belirtiyordu.
Bu barış görüşmeleri sırasıyla Kamp Devit, Oslo ve Minepolis olmak üzere üç ana başlık altında devam edecekti. Her sürecin sonuna gelindiğinde İsrail kendince bir neden ileri sürerek barışı baltalıyordu. Dünya medyası ve Türkiye medyası bu konuları kendilerine göre, görünüşe dayanarak basit mantık yöntemleriyle değerlendiriyordu. Bunun için konu ile ilgili değerlendirmeler çok yönlü ve çok çeşitliydi. Ancak hiçbir değerlendirmede diyalektik mantık metodolojisi yoktu. Bu nedenle olayların gerisinde yer alan gerçekler değerlendirmelerde parça parça keyfi bir şekilde yer almaktaydı. Bu parçaların birleştirilmesi ve canlı olarak incelenmesi ile Filistin’in geleceği daha da net bir biçimde anlaşılacaktır. Bu noktada açıklanması gereken en önemli sorun Hamas örgütünün sahneye çıkması olayıdır.
Hamas’ın lideri Şeyh Yasin’dir. Şeyh Yasin, sünni Müslüman mezhebindendir. Örgütün ideolojisi dini esaslara dayanmaktadır. Mısırdaki Müslüman Kardeşler örgütünün Filistin’deki bir uzantısıdır.
Hamas, soğuk savaş döneminde emperyalizmin yeşil kuşak politikası stratejisi içinde yer alıyordu. Filistin kurtuluş hareketi içinde uzun yıllar sessizliğini korudu. Sonra EL FETİH’in çağdaş düşüncelerine, akılcı politikalarına karşı çıkmaya başladı. Çünkü EL FETİH Arap Filistinlilerle, Yahudi halkın ortak demokratik bir cumhuriyetini savunuyordu. Oysa Hamas. İslami esaslara dayalı, şeriatçı bir cumhuriyet istiyordu. Bu nedenle Hamas’ın EL FETİH’e karşı hareketlerini dolaylı yollardan hep İsrail desteklemiştir. Kısacası, Hamas’ı İsrail ajanları destekledi ve güçlendirdi. Ama giderek kontrolden çıktı ve hareket İsrail’e karşı yöneldi.
Arafat’ın liderliğinde Filistinlilerin barış sürecine girdikleri bir dönemde Hamas intihar saldırıları ile ortaya çıktı. Canlı bombalar İsrail’de korku, bütün dünyada dehşet yarattı. Bu durum, süreç içinde uzlaşmacı görünen EL FETİH’in hem Filistin hem de dünya kamuoyu önünde yanlış değerlendirilmesine neden oldu. EL FETİH prestij kaybederken, Siyonizme karşı kararlıymış gibi görünen Hamas prestij kazanıyordu. Geçmişte, El Kerame savaşı nasıl ki EL FETİHi güçlendirdi ise, şimdilerde intihar saldırıları Hamas’ı güçlendiriyordu. Sonunda canlı bombalar Hamas’ı güçlü bir konuma getirdi. 2006’da Filistin’de yapılan seçimlerde birinci parti olarak zafer kazandı.
Şimdi devleti EL FETİH yönetiyor, hükümeti ise Hamas. EL FETİH Batı Şeria’da iktidarda, Hamas Gazze şeridinde. İki başlı bir Filistin yönetimi var. Böylesi bir bölünmüşlük İsrail’in yayılmacı politikasına tam olarak uygun düşen bir ortam yaratıyor. Ama İsrail’i asıl korkutan Filistinliler değil, İsrail yayılmacılığının önünde en büyük engel oluşturan İran’dır. Çünkü İran, nükleer ve kimyasal silah elde etmeye çalışıyor. Eğer İran, nükleer ya da kimyasal bir bomba yaparsa bunu Filistinlilere verebilir. İran yapımı bu nükleer bombayı Lübnan’ın güneyinde bulunan Hizbullah’ın veya Filistin’deki Hamas’ın eline geçmesi büyük bir olasılıktır. Bu nedenle İsrail, nükleer araştırmaları konusunda İran’a baskı yapması için bütün dünyayı harekete geçirmeye çalışmaktadır. İşte Ortadoğu sorunun püf notası da burası, yani İran’ın nükleer araştırmalarını devam ettirmesidir. Önümüzdeki günlerde gözlemleyeceğiz ve göreceğiz ki, İsrail, İran’ın, nükleer silah üretememesi konusunda her türlü yolu deneyecek ve her türlü baskıyı uygulayacaktır.
Sonuç olarak, bu günlerde, ABD’nin Siyonistlerle ortak girişimi olan Büyük Ortadoğu Projesi başarısızlıkla sonuçlandı. Bu da ABD güvenlik stratejisinde bir değişikliğe gidilmesini zorunlu kılacak. Aynı zamanda, kapitalizmin küresel krizi de düşünüldüğünde dünyanın yeni bir dönemeçten geçmekte olduğu açıkça görülmektedir.
Çok uluslu tekeller küresel olarak kendini genişletmeden kesintiye uğramaktadır. Bu da dünya krizi demektir. Kriz, ekonomileri milli önlemlere zorlamaktadır. Ekonomik politikalarda yeni uygulamalara gidilmesi kaçınılmazdır. Dünyayı ağır aksak yürüyen bir gelişme beklemektedir. Yerel savaşlar, açlık ve hastalık, küresel ısınma. İnsan kaçakçılığı, uyuşturucu, işsizlik vb… birçok sorun insanlığın gündeminde çözüm beklemektedir.
Bilimin ve teknolojilerin bu denli geliştiği bir dünyada bu denli çoğalan sorunların çözülememesinin tek nedeni sermayenin çıkarları doğrultusunda hareket edilmesidir. Bütün insanlığın, canlıların ve doğanın yıkımı pahasına buna değer mi? İnsanlığın geleceği için politikacıları daha akılcı ve gerçekçi düşünmeye davet ediyorum. Sonunda tarihin dediği olacak.