Aydınlık, sayı 488, 27 Ekim 1996, Hasan Yalçın; Selim Uslu imzasıyla.
Bizim Özcan’da öyle yapıyor. Pazara gidiyor; elinde torbalar, o tezgâhtan bu tezgâha dolaşıp duruyor; önünden geçtiği her tezgâhtan birkaç üzüm tanesi alıyor; satıcıların beğendirmek için sundukları birkaç elma, kavun veya mandalinayı yiyor; dolaşmaya devam ediyor. Kötü niyetle değil. Bütün meyvaları seviyor, satın da alıyor; ama tezgahlardan ufak ufak yemekten ayrıca hoşlanıyor. “Hayır Abi” diyor, “mıncıklamak, sağını solunu yoklamak, ellemek anlamındadır. Benim yaptığıma mıncıklama denmez.” Tabi biliyorum hoş değil. Ama kitaplarla son zamanlarda kurmak zorunda kaldığım ilişki için başka kelime bulamıyorum. Ayrıca Özcan da katılıyor, yaptığım işin mıncıklamak olduğuna. Her kitap sever kaçınılmaz olarak mıncıklar kitapları. Bir kitabevinin sergisini gezerken raflardan bir kitabı alır, önüne arkasına bakar, önsözünden birkaç cümle okur, sonra aralarından birkaç paragrafa göz atmaktan kendini alamaz. Ama ben kendi kitaplığımdakilere da biraz böyle davranıyorum.
Şimdi aklımdan geçiriyorum, bu tür ilişki içinde bulunduğum kitapları, Kafka’nınkiler başta olmak üzere… Sonra Gogol, Poe, Brecht, Cervantes, Gonçarov, Balzac, Dostoyevski, Çehov, Flaubert, Sartre, Canetti, Eco, Fuentes, Marquez, hatta zaman zaman Milan Kundera… Okunmuş, unutulmamış kitaplar…
Gecenin çok geç saatleridir. Dünya, perdeleri ardına kadar açık pencerelerden içeri dolmaktadır. Zaman enlemesine doğru sınırsız gibidir ama, uzunluğu bir romana başlamak için bile son derece yetersiz. Olsun! Diyelim, Şato’nun ilk paragrafı bile insanı Kafka’nın dünyasına götürebilir. Me-Ti‘nin Özdeyişleri’nden birkaç bölüm… Yeniden. Calvino’yu, Kişon’u, Pappini’yi, Aziz Nesin’i tabii, sonra Kitabı Mukaddes’i yeniden okumak için ne yapmalı? Ligaçev’in Kremlin’in Sırları kitabını okumamız kesin zorunlu. Peki gerekli zamanı nereden bulmalı?
Ya yeni kitaplar?
Ahmet İnam’ın Düşten Düşünceye ve Taner Timur’un Osmanlı Çalışmaları masamda duruyor. İmge Kitapevi henüz çıkardı. Dumanı tütüyor. İkisi de insanı ne yazık ki feci tahrik ediyor, iştah kabartıyor. O zaman içiniz gidiyor. Zamana, zamanın yetersizliğine kahrediyorsunuz. Mıncıklıyorsunuz. Sağından solundan okuyorsunuz. Bir fikriniz olsun istiyorsunuz. Hadi mıncıklama demeyelim, koşulların başlangıç aşamasında kalmaya mahkûm ettiği aşk ilişkilerine benzer bir durum. Bir tür dokunma. Doyumsuz ve doyumsuzluğu arttıran bir dokunuş. Evet doyumsuzluğu arttıran! Mıncıklanmış kitaplar, sevilip de birlikte olunamamış kadınlar gibidir. Ve sadece erkekler açısından söylersek aşk, sevilip de birlikte olunamamış kadınları ele alan bir bilim dalıdır.
Ne büyük çelişme!
İnsan en geniş kitap okuma özgürlüğüne her türlü özgürlüğünü yitirdiği yerde sahip olabiliyor. Kitap evlerini gezerken; gecenin geç saatlerinde; perdeleri ardına kadar açık salonda kitaplarla baş başa kalınca hep cezaevi gelir aklıma. Okumanın tadını almamış insan için cezaevi gerçekten korkunçtur. Zaman canavar dişleriyle ruhunuzu durmadan doğrar. Öyle hemencecik doğrasa gene iyi, zımparayla tüketir. Okumayı seven insan ise, cezayı bir tür ödüle dönüştürebilir. Kitapsız bir gün hapislik bile çıldırtıcı olabilir. Kitaplarla olmak koşuluyla bin yıl hapiste yatılabilir.
Albay Saldıraner, yani şu Mamak Askeri Cezaevi’nin eski ve ünlü komutanı, okumayı seven adam için cezaevinin cezaevi olmadığını çok iyi bilirdi. Cezaevindekilerin okumasını kıskanırdı. Devlet ceza veriyor, adamlar yemeklerini yiyip kitaplarını okuyorlar. Oysa ceza niçin verilmektedir? Cezayı alan kendisiyle hesaplaşsın, suçu üzerinde düşünsün diye. Bu yüzden sık sık toplattırırdı kitapları. Hücreye atılan adama kitapların yasaklanması da sanırım bu nedenledir.
“E canım, kitap okumak istiyorsan oku, bunun için cezaevini özlemen ne kadar saçma.” Böyle demişti Fatma. Doğru gibi görünüyor. Ama işte sadece görünüyor.
Gene ne büyük çelişme!
İnsanın özgürce okumak için, bu kez de kendi özgürlüğü içinde bir cezaevi kurması gerekiyor. Okuma özgürlüğü diğer özgürlüklerden çok farklı. Cezaevinde artıyor, dışarıda azalıyor. Ve dışarı da ancak bilinçli olarak kendinizi hapsettiğinizde o özgürlüğü büyütebiliyorsunuz. Çok okuyanlara “kendini odasına hapsetmiş” deniyor.
Tabii şimdi cezaevleri de eskisinden çok farklı. İnsanın bırakın okumasını, yaşamasına izin verilmiyor. Bu nedenle devletin cezaevlerine heves etmemeli insan, kendi bilinciyle kendi cezaevini kurmalı.
Kendi cennetini.
Kitaplar cezaevini cennete dönüştürür. Okuyanın atılabileceği cezaevi yoktur. Perdeleri ardına kadar açık pencerelerden dünya odama dolmaktadır, raflarda sevdiğim kitaplar…
İstesem mıncıklayabilirim, istersem sevişebilirim.
Aydınlık, sayı 488, 27 Ekim 1996
Hasan Yalçın; Selim Uslu imzasıyla.