Ana Sayfa Türk Devrimi MİLLİYETÇİLİK

MİLLİYETÇİLİK

1800

Prof. Dr. Alpaslan IŞIKLI
Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Öğretim Üyesi
TEORİ DERGİSİ – Ocak 2007
MİLLİYETÇİLİK

Hiçbir deyimin tek bir anlamı yoktur. Tüm sözcükler gibi, deyimler de çok değişik anlamlarda kullanılırlar.
Herhangi bir deyimin, zamanın akışı içinde değişik anlamlar kazanması mümkün olabileceği gibi, belli bir deyimin, değişik toplumlarda veya değişik koşullarda farklı anlamlara geldiği de görülebilir.

Bazen de bazı deyimlerin, kasıtlı olarak tamamen ters anlamda bir olguyu ifade etmek üzere kullanıldığına tanık olabiliriz. Tarih boyunca, geniş halk kitlelerini peşlerine takarak felâkete sürüklemiş olanların, çoğu zaman, gerçek kimliklerini ve gerçek emellerini bazı genel kabul görmüş deyimlerin arkasına saklama kurnazlığına başvurdukları görülmüştür. Milliyetçilik, bu amaçla istismar edilmiş ve edilmekte olan deyimler arasında en önce akla gelen bir tanesidir.

Milliyetçilik deyimini hiç hak etmediği bir biçimde çarpıtmış ve kendisine siper yapmış olan isimlerin en ünlüsü, herhalde Hitler’dir. Hitler’in başında bulunduğu partinin adı Milliyetçi Sosyalist İşçi Partisi idi. Gerçekte ise Hitler, yaptıklarıyla. Alman kapitalizminin emrinde tam bir emek düşmanı olduğunu hiçbir tereddüde yer bırakmayacak biçimde kanıtlamıştır. İktidarının arifesinde sendikalarla birlikte 1 Mayıs kutlamaları örgütleyen Hitler’in, iktidarı ele geçirdikten hemen sonra yaptığı ilk işlerden birisi de sendikaları kapatmak, sendika önderlerini ağır baskı altına sokmak, gerekirse gaz odalarına göndermek olmuştur. Özünde, Hitler’in bütün yaptıkları, emperyalist devletler arasındaki paylaşım mücadelesinde Almanya’nın en çok payı alması ve acımasızca sömürülen emekçi kitlelerin başkaldırısı dolayısıyla sarsılan Alman kapitalizminin iktidarının, demokrasi dışı bir zorbalık rejimine dönüştürülerek onarılması ve korunması amacına hizmet etmekteydi.

Bu çerçevede, milliyetçilik, Hitler’in dilinde ırkçılıkla özdeş bir anlama büründürülmüştü. Alman ırkının üstün ırk olduğu savunuluyor; diğer milletleri esir etmek, köleleştirmek ve en aşağı ırk olarak görülen Yahudileri başka bazılarıyla birlikte gaz odalarında ölüme mahkûm etmek, bu üstünlükten kaynaklanan bir hak olarak görülüyordu. Bu arada, Almanya’nın 2. Dünya Savaşı öncesinde içine yuvarlandığı bunalımdan, başta Yahudiler olmak üzere aşağı görülen bazı unsurların sorumlu tutulması, sorunun asıl kaynağını gizlemek bakımından, önemli bir işlev görmüştür. Bunalım, özünde kapitalizmin bunalımıydı. Irkçılık, çok kullanılan bir tabirle “kapitalizmin incir yaprağı” olarak kullanılmak suretiyle kapitalizmin ayıbını örtme amacına hizmet etmiştir.

Kuşkusuz, milliyetçilik deyimini çarpıtan, ona farklı anlamlar yükleyen ve farklı bir kavramı ifade edecek biçimde içeriğini değiştiren yalnızca Hitler olmamıştır. Milliyetçilik deyimini, özüyle hiçbir ilgisi bulunmayan bir kavramı ifade etmek üzere kullanmış olan başka pek çokları da vardır. Bu durum, sıkça karşılaşılan bazı kavram karışıklıklarının nedeni olabilmektedir. Bunca değişik anlamlar yüklenmiş olan bir deyimi kullandığımız vakit, ifade etmek istediğimizden tamamen farklı bir biçimde algılanmamız tehlikesi vardır. Kimilerinin, yalnızca öztürkçe kullanma titizliğinden dolayı olmasa gerek, biraz da bu nedenledir ki (milliyetçi olduklarını söyledikleri vakit Hitler’le veya bu kavramı çarpıtmış olan başka bazılarıyla aynı kefeye konulmak endişesini duydukları için) çoğu kez milliyetçilik yerine ulusalcılık deyimini yeğledikleri görülmektedir.

Bütün bunlardan sonra, gerçekte milliyetçilik nedir sorusunun sorulması kaçınılmaz olmaktadır. Bu sorunun yanıtının anlaşılır olabilmesi bakımından, bizim ülkemizin koşullarında gerçek milliyetçilik denildiğinde, öncelikle Atatürk milliyetçiliğine yönelmemiz gerekli görünmektedir.

Atatürk Milliyetçiliği

Atatürk milliyetçiliğinin ne demek olduğunu Atatürk’ten öğrenebiliriz. Atatürk, 15 Ağustos 1920’de Meclis’te yaptığı konuşmada kendi milliyetçilik anlayışını şöyle özetlemektedir:

“Gerçi bize milliyetçi derler. Fakat biz öyle milliyetçileriz ki, bizimle birlikte çalışan bütün milletlere hürmet ve riayet ederiz. Onların bütün milliyetlerinin gereklerini tanırız. Bizim milliyetçiliğimiz herhalde bencil ve mağrurane bir milliyetçilik değildir…”

Bir kimsenin kendi ailesinin fertlerini sevdiği için diğer insanlara düşman olması, onları aşağı görmesi, olsa olsa hastalıklı bir ruh yapısının ürünü olabilir. Sağlıklı bir insan sevgisi, sağlıklı bir aile sevgisi temelinde biçimlenebilir. Bunun gibi, milletini sevme, milletine hizmet etme ve milletine yönelen kötülüklere karşı savaşım verme sorumluluğunu duyma anlamında milliyetçi olan bir kimsenin, başka uluslardan nefret etmesi gerekmez. Tam tersine, böyle bir anlamda milliyetçi olmak, diğer uluslara ve tüm insanlığa sevgiyle bakan ve bu uğurda yararlı olma sorumluluğunu duyan bir birey olmanın kaçınılmaz önkoşuludur. Atatürk bu anlamda milliyetçi olduğu içindir ki İsmet Paşa’nın özlü tanımlamasıyla, aynı zamanda “insanlık idealinin âşık ve mümtaz siması” olmuştur.

Bu nedenledir ki Atatürk’ün önderlik ettiği kurtuluş mücadelesi yalnızca ülkemizin ve ulusumuzun kurtuluşu amacıyla sınırlı, değildi. Büyük önder, 9 Temmuz 1922’de yaptığı bir konuşmada bu konudaki görüşlerini şöyle dile getirmiştir: “Türkiye’nin bugünkü mücadelesi yalnız kendi nam ve hesabına olsaydı belki daha kısa, daha az kanlı olur ve daha çabuk bitebilirdi. Türkiye azim ve mühim bir gayret sarfediyor. Çünkü müdafaa ettiği, bütün mazlum milletlerin, bütün şarkın davasıdır.”

Atatürk Milliyetçiliği ve ırkçılık

Ulus olarak, tüm dünyaya karşı göğsümüzü kabartan bir üstünlüğümüz vardır. Biz, tarihin hiçbir döneminde ırkçı olmadık. Irkçılığı, bu hastalığın anavatanı olan Avrupa’dan son dönemlerde kapmış olan içimizdeki bazı unsurların varlığına rağmen, bugün de bu özelliğimizi geniş ölçüde korumaktayız.

1492’de İspanya’da Müslüman Endülüs imparatorluğunun son bulmasıyla Katolikler egemen oldular. Katoliklerin ilk işi, Müslümanlara ve Yahudilere karşı ağır baskılar uygulamak oldu. Müslümanların yönetiminde barış içinde yaşayan Yahudilere karşı acımasız bir yakma eylemi başlattılar. Yahudiler arasında yakılmaktan kaçıp kurtulmayı başaran bazıları, yeryüzünde sığınabilecekleri yeri Osmanlı topraklarında bulabildi.

Daha sonra, 2. Dünya Savaşı döneminde Hitler’in zulmünden kaçan Alman ve İsviçreli bilim adamları da sığınabilecekleri ve bilimsel faaliyetlerini özgürce sürdürebilecekleri ortama, Atatürk döneminin Türkiye üniversitelerinde kavuşabilmelerdir.

Anadolu topraklarında Türklerle Ermeniler barış içinde yaşamışlar; Ermenilere, diplomasiden musikiye kadar değişik alanlarda en itibarlı konumlar açık tutulmuştur. Ancak, 20. yüzyılın başlarından itibaren emperyalizmin bu topraklara tırnaklarını geçirmesinden sonradır ki Türkler ve Ermeniler arasındaki uyumlu ilişkiler ciddi ölçülerde tahribe uğramıştır.

Amerika’nın Saddam’a karşı kışkırttıktan sonra, Halepçe olayları patlak verince ortada bıraktığı ve aynı topraklarda birlikte yaşadığımız kardeşlerimizin kardeşi olan Kürtlerden bazıları da canlarını Türkiye’ye sığınarak kurtarabilmiştir.

Bizim bu özelliğimiz, ”yetmiş iki milleti bir sayma” felsefesi üzerinde biçimlenmiş olan Anadolu hümanizmasının doğal uzantısıdır. Bu özelliğimizde elbette ki İslam’ın temel öğretisinden kaynaklanan izler de bulunmaktadır. İslam derken, kuşkusuz, günümüzde türban ve sakal görüntülerine dayalı bir ayrımcılık merakının tutsaklığındaki aksesuar Müslümanlığını düşünmememiz gerekir. İslam derken, ilk ezanı Bilâli Habeşi’ye okutturarak, insanlar arasındaki renk farkının inanç ortaklığından kaynaklanan birlikteliğe engel teşkil etmeyeceğini vurgulamış bulunan Hazreti Muhammed’in bu tavrında yansıyan İslam’ı düşünmemiz gerekir.

Böylesine değişik kaynaklardan beslenen bir insanlık anlayışı ortamında yükselmiş bulunan Atatürk milliyetçiliği de ırkçılıkla ilgisi olmayan bir millet kavramına dayanır. UNESCO, bu gerçeği çok iyi gördüğü içindir ki 1978’de 20. Genel Kurulunda Atatürk Yılı ilan etme kararının hükme bağlandığı ve oybirliğiyle kabul ettiği metinde, Atatürk’ün yüceliğine işaret ederken “insanlar arasında hiçbir renk, din, ırk ayrımı gözetmeyen bir uyum ve işbirliği çağının” öncüsü olduğunu vurgulamıştır.

Atatürk’e göre Türk milleti kavramı, kafatası ölçülerinin belirlediği bir birliği ifade etmez. Esasen, Türk sözcüğü Batı dünyasında da, özellikle İtalyanlar tarafından (“Turco” olarak) belli bir ırkı değil, Osmanlı topraklarında yaşayan değişik etnik kökenlerden gelen insanları ifade etmek üzere kullanılmıştır.

Milleti oluşturan, inanç ve amaç ortaklığıdır. Atatürk bunu, 1930 tarihli bir açıklamasında özlü bir biçimde “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türk halkına Türk Milleti denir” demek suretiyle ifade etmiştir.

Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulması, 20. yüzyılın başında emperyalizme karşı kazanılmış bir büyük zaferin ürünü olan ve mazlum milletlerin kurtuluşu sürecinde aşılmış bulunan ve evrensel düzeyde önem taşıyan bir tarihsel dönemeç oluşturmuştur. Bu zafer, Çanakkale, Sakarya, Dumlupınar… şehitliklerinde koyun koyuna yatmakta olan Trabzonlu Temelin, Edirneli Hüsmen’in, Diyarbakırlı Şehmus’un, Konya’lı Mehmet’in ve daha nice vatan evlatlarının sarsılmaz birlikteliği sayesinde kazanılmıştır. Emperyalizm bunu çok iyi bildiği içindir ki Türkiye Cumhuriyet’ini yıkmak yolundaki değişmeyen emellerini, öncelikle Türk milletini bölme tertiplerini hayata geçirerek gerçekleştirme gayreti içine girmiş bulunmaktadır. Dünyanın tek kutuplulaştığı ve küresel imparatorluğun mutlak egemenliğinin dayatılmak istendiği günümüz koşullarında, ülkemizde birbirlerini besleyen değişik türdeki ırkçılık hastalıklarının tahriki yönündeki tertiplerin pervasızlaşmasının gerisinde yatan neden de budur.

Gerçek uluslararası birlik

Tarihsel olarak, uluslararası birlik ve dayanışma fikrini ilk defa işçi örgütleri ortaya atmışlar ve bu yöndeki oluşumları başlatmışlardır. Ne var ki bu yönde atılan adımların hiçbirisi uzun ömürlü olmamış; genellikle belli bir savaş felaketinin doğurduğu koşulların zorlamasıyla ortadan kaldırılmışlardır.

Tarihte ilk defa Avrupa’da sendika tarzında biçimlenen işçi örgütleri, 1864 yılında, Fransız ve İngiliz işçilerinin öncülüğüyle 1. Enternasyonal olarak anılan Uluslararası İşçi Derneği’ni kurmuşlardı. Bu oluşumun sonunun gelmesinde 1870 yılında patlak veren Fransız-Alman savaşı etkili olmuştur. Ardından 1889’da kurulan 2. Enternasyonal. 1. Dünya Savaşı’nın; 1919 yılında kurulan 3. Enternasyonal ise 2. Dünya Savaşı’nın yaklaşmasıyla yükselmeye başlamış olan tozu dumanı arasında tarihe gömülmüştür.

Burada sözü edilen savaşların hepsi, emperyalist devletler arasındaki paylaşım savaşlarıdır. Savaşa taraf olan emperyalist devletler, kendi ülkelerinin emekçilerini peşlerinden sürükleyerek sömürü emellerine kurban edebilmek için, emekçilerin uluslararası birlik ve dayanışma yolundaki cılız girişimlerini paramparça etmenin yolunu bulmuşlardır. Bu yolda vatanseverlik ve milliyetçilik duyguları, insafsızca istismar edilmiştir.

Yukarıda sıralanan türdeki ve benzer nitelikteki tüm tarihsel olguların kanıtladığı ve konumuz açısından önemle parmak basmamız gereken bir gerçek şudur: Emperyalist savaşlar boyunca gözlemlenen çelişki, uluslararası birlik ve dayanışma emelleriyle milliyetçilik arasında ortaya çıkmış değildir. Çelişki, uluslararası birlik ve dayanışma emelleriyle milliyetçiliğin istismarı arasındadır. Bu nedenledir ki emperyalist ülkelerin tarihinde sıkça karşılaşılan bu durumu ifade etmek üzere milliyetçilikten başka özel bir kavrama ve deyime ihtiyaç duyulmuştur. Bunun adı şovenizmdir.

Buna karşılık, dünyanın değişik yörelerinde mazlum bir ulusun emperyalist saldırganlara karşı direnişi içinde yer alan emekçi kitlelerin tavrı, emperyalizme karşı uluslararası dayanışma fikriyle çelişmeyen, tam tersine bu fikri ve bu fikir doğrultusundaki eylemleri destekleyici bir güç oluşturmuştur.

Daha açık ve genel bir ifadeyle şunu söyleyebiliriz: Gerçek bir milliyetçilik, gerçek bir uluslararası dayanışmayla çelişmez, onu bütünler.

Milliyetçilik ve antiemperyalizm

Atatürk milliyetçiliğinin, ırkçılıkla ilgisi bulunmadığına ve asla başka uluslarla düşmanlık içinde olamayacağına ve uluslararası birlik ve dayanışma fikriyle çelişmediğine değinmiş bulunuyoruz. Bununla birlikte, Atatürkçülüğün uzlaşmaz bir biçimde karşısında olduğu bir unsurun bulunduğunu da belirlememiz gerekiyor. Bu unsur, Atatürk’ün değişik vesilelerle ortaya koyduğu üzere emperyalizmdir.

Bu konuda, 1920’lerde Kuvayı Milliye hareketinin resmi organı niteliğindeki Hâkimiyeti Milliye’de imzasız olarak yayınlanmış bir yazıda şöyle denilmektedir:

“Düşman ne odur ne budur, ne o millettir ne şu millettir. Düşman kapitalizmdir ve kapitalizmin ürettiği emperyalizmdir”.

Atatürk milliyetçiliği, özünde anti-emperyalizm olarak da tanımlanabilir. Bu noktada, değişik vesilelerle ortaya koyduğu açıklamalarından özellikle iki tanesini nakletmek uygun olacaktır.

Bunlardan birincisi, 1 Aralık 1921’de Meclis’te yaptığı konuşmada yer alan sözlerde ifadesini bulmuştur:
“Efendiler! Biz bu hakkımızı korumak, bağımsızlığımızı güven altında bulundurabilmek için genel kurulunuzca, milletçe bizi mahvetmek isteyen emperyalizme karşı ve bizi yutmak isteyen kapitalizme karşı milletçe savaşmayı uygun gören bir doktrini takip eden insanlarız.”

Mustafa Kemal’in bu konudaki bir diğer önemli açıklaması, 13 Eylül 1920’de Teşkilatı Esasiye Kanunu Layihası olarak TBMM’ye sunduğu ve “Halkçılık Bildirisi” olarak anılan metinde yer almaktadır:

“Türkiye Büyük Millet Meclisi hayat ve istiklalini kurtarmayı tek ülkü ve amaç edindiği halkı, emperyalizm ve kapitalizm egemenliği ve zulmünden kurtararak, yönetim ve egemenliğin gerçek sahibi kılmakla amacına varacağı kanısındadır.”

Bu sözlerde açıkça ifadesini bulduğu üzere, Atatürk’ün bakış açısı çerçevesinde antiemperyalizm, bir varoluş sorunu olduğu kadar ve aynı zamanda, halkın kendi kendisini yönetmesi, dolayısıyla demokrasi sorunudur.

Emekçilerin uluslararası birlik ve dayanışma emellerinin değişik tarihsel nedenler dolayısıyla başarısızlığa uğraması, günümüzde, ondan boş kalan yerin bir başka oluşumla doldurulmasına zemin hazırlamıştır. Bu oluşumun adı küreselleşmedir ve emperyalizmin günümüz koşullarında isim değiştirmiş bir sunumundan ibaret olduğu artık gizlenemeyecek kadar açıklığa kavuşmuştur. Buna rağmen, Atatürkçülüğün, başka pek çok şeyin yanı sıra demokratikleşme demek olduğunu görmek istemeyen bazılarının, küreselleşen dünyada Atatürkçülükten vazgeçmenin demokratikleşme için gerekli olduğu safsatasını yaymaya çalıştıklarını görmekteyiz. Atatürkçülükten vazgeçip, Müslümanlığın emperyalizme teslim olmuş bir türü olan ve dolayısıyla, gerçekte Müslümanlıktan başka bir şey olan “Ilımlı İslâm”ı benimsememiz gerektiğini savunan CIA görevlisi Graham Fuller’in veya AB’ye girebilmemiz için Atatürkçülükten vazgeçmemiz gerektiğini ileri süren AB parlamentosu üyelerinden Daniel Cohn-Bendit’nin bu konudaki tavırları, Atatürk milliyetçiliği ile emperyalizm arasındaki çelişkinin somut tezahürleri olarak karşımıza çıkmaktadır.

Ulusalcılık ve uluslararasıcılık

Genelde sürdürülen böl-yönet politikasının bir örneği de ulusalcılık ve uluslararasıcılık tartışmaları çerçevesinde karşımıza çıkmaktadır.

Gerçekte ise bu iki tür mücadelenin aralarındaki ilişki, çoğu kez, neye karşı çıktıklarına bakarak değerlendiğinde çelişki yerine özdeşlik bulunduğunu görmek mümkün olabilir.

Dün, Mustafa Kemal’in öncülüğünde başlatılmış bulunan mazlum milletlerin kurtuluşu hareketi ve ona destek olan İmalatı Harbiye işçilerinin ve o dönemdeki başka bazı işçi topluluklarının direnişi, ulusal mücadelenin parlak örnekleriydi. Bugün de ülkemizde, sendikalar özelleştirmeye karşı mücadele vermekte; ülke çıkarları konusunda duyarlı ve bilinçli olan insanlarımız, Sevr’in hortlatılmasına karşı ve Lozan’ın korunması yönünde kararlı bir direnç sergilemektedirler. Bütün bunlar, ulusal düzeyde yürütülen mücadelelerdir.

Dün, emekçilerin uluslararası alanda siyasal birlik sağlama girişimleri; daha yakın dönemlerde, “bağlantısızlar hareketi”, Brandt’ın, Palme’nin öncülüğünde başlatılan “uluslararası yeni ekonomik düzen” çabaları, emperyalizme karşı uluslararası mücadelenin ilk ve cılız başlangıçlarını oluşturmuştu. Günümüzde ise. Porto Allegro’da biraraya gelen, Brezilya’lı topraksız köylülerin temsilcileriyle, Afrikalı, Güney Koreli sendika önderleri gibi değişik ülkelerden gelen neoliberal küreselleşme karşıtları; İskoçya’nın Edinburgh kentinde biraraya gelerek G8’lere karşı yeryüzündeki açların sorunlarını haykırmış olan yığınlar, Venezuela Cumhurbaşkanı Chavez’in Latin Amerika’dan İran’a uzanan antiemperyalist ittifak arayışları… uluslararası düzeyde yürütülen mücadelelerin günümüzdeki örnekleridir.

Ulusal ve uluslararası düzeyde olmak üzere iki ayrı koldan sürdürülen bu mücadelelerin birbirlerine karşı olmaları veya birbirlerinden ayrı düşünülmeleri, kimin ekmeğine yağ sürebilir? Bu konudaki ayrılıkları ve karşıtlıkları tahrik edenler, ABD sendikalarının üst örgütü olan AFL-CIO gibi veya gövdesi işçi örgütlerinden oluşan İngiliz İşçi Partisi gibi, Batılı emekçilerin sendikal veya siyasal planda oluşturdukları başlıca örgütlenmeleri, Irak’taki istilanın suç ortağı yapmayı ve Irak halkının ulusal direnişiyle karşı karşıya getirmeyi başarmışlardır.

Dünya emekçilerinin değişik düzeylerde geliştirdikleri hareketler arasında tahrik edilen karşıtlıklar, dün sömürgeciliğin sürdürülebilmesinin başlıca dayanağıydı. Bugün de küresel imparatorluk, başlıca gücünü bu karşıtlıklara borçludur. Atatürk, bu büyük oyunu çok önceden görmüş, 1 Aralık 1920’de Doğu Cephesi Komutanlığı’na gönderdiği bir mektupta gerek Batı emekçilerinin, gerekse sömürge ahalisinin ”sermayedarlar elinde yek diğerini ezmeye yarayan bir alet halinde” olduğuna işaret etmiş; aynı mektubunda, “sömürgeler politikasından vazgeçilmesi” yolunda atılacak adımların, Batı amelesinin kurtuluşu açısından ifade ettiği öneme dikkat çekmiştir.

Dün olduğu gibi bugün de yeryüzünde ulusal ve uluslararası düzeyde yürütülen mücadeleler arasındaki eşyönlülüğün ve uyuşumun gereğinin bilinmesi ve sağlanması büyük önem taşımaktadır.

Bir yandan, halktan yana demokratik bir iktidar yapılanmasının önkoşulu olarak ulusal bağımsızlık; diğer yandan, uluslararası sermayenin oyuncağı olmaktan tümüyle kurtulmuş. Dünya Bankası ve IMF gibi küresel imparatorluğun iktidar organlarına alternatif oluşturabilecek ölçüde güçlü ve tüm dünya halklarının eşit katılımına açık, uluslararası ölçekte demokratik ve gerçek bir “Birleşmiş Milletler”, birbirini bütünleyen iki ayrı hedef ve sorumluluk olarak günümüz insanlığının gündemindedir.*

* Bu yazıda aktarılmış bulunan Atatürk’e ait sözler, Kaynak Yayınları tararından bugüne kadar 19. cildi yayınlanmış bulunan Atatürk’ün Bütün Eserleri isimli yapıttan alınmıştır.