Ana Sayfa Emperyalizm TOPLUMBİLİM ÜZERİNE ELEŞTİREL DÜŞÜNCELER

TOPLUMBİLİM ÜZERİNE ELEŞTİREL DÜŞÜNCELER

1312

Prof. Dr. Hikmet GÖKALP
(TEORİ DERGİSİ, NİSAN 2001)
GENEL TOPLUMBİLİM ÜZERİNE ELEŞTİREL DÜŞÜNCELER

Cehennemin kapısındaki yazı: “Benden, acılar kentine gidilir; benden, sonsuz acılara gidilir./…/ Burada, her kuşkuyu bırakmak gerekir/ Ve bütün korkulardan arınılmalı/ Ey buraya girenler, bütün umutlarınızı bırakınız.

(Dante, İlahi Komedi)

Marks, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı kitabına, Dante’nin bu acı sözleri ile başlar; kendisi Virjilius olur ve hödük sosyologa bilimin kapısını gösterir. Bu araştırmacılardan aydın yeteneği olan bazıları önce kendilerini bu acılar diyarına atar; Marks’ın yardımı ile toplayabildiği kadar malzeme toplar. Sonra sahte bilimsel kolaylığın kollarına atar kendini. Artık onun sunduğu toplumbilim bir lohusa şerbetidir (doğum yapan kadınların ikram ettiği kekremsi bir şerbet), hakikat şarabı değil… Akıllı İngilizler, Fransız ve Alman sosyolojizmine metelik vermemiş, kendi klasik ekonomi politik geleneklerine sadık kalmışlardır ve korkmadan, adını da koymuşlardır: “Dismal Science”, yani Uğursuz Bilim. Nitekim İngiltere’de doğru dürüst bir sosyolog gösteremezsiniz, K. Popper bir ekonomisttir, sosyolog değil.

İster Fizikte, ister toplumsal alanda olsun, her gerçek bilim acı söyler. Örneğin, tıbbı alalım, Tıbbın ve Farmakolojinin sembolü yılandır. Neden, çünkü, Eski Yunandan önce Mısır uygarlığı Tıbbı Habeşistan yılanlarından elde ettikleri zehirler üzerine kurmuşlardır. Eski Yunan’da da öyle; Pharmaki zehir demektir; Fransızlar “pharmacie” diyorlar; bizim buna “ecza” dememizle birşey değişmez, zehir zehirdir. Burada küçük bir anımı sunmak isterim. Bir gün bir ziyafette, Kuzey Koreli bir genç kız bana wiski yerine kendi milli içkilerinden vermek istedi, o şişeye baktım, içkideki bayağı bir yılan… Korktum, almak istemedim. Kız, tatlı sesi ile dedi ki: “korkmayın için, hiçbir derdiniz kalmaz…” Meğer, Kuzey Koreliler milli içkilerini, canlı yılanı alkole baş aşağı batırıp bekletmekle elde ediyorlarmış.

Darwin, Einstein, Oppenheimer kendi teorilerini denerken acı sonuçlarla karşılaşacaklarını bilmiyorlar mı idi sanki?.. Genetiğin bilgi taşıyan genleri canlı insanı kader kazığına bağlamaktadır; insan kopyalamaya kadar giden bu bilimi Bacon anlayışı ile kullanmayı bilmek, yılan zehirinden şifa sağlamaktır. İnsanı Erasmus humanitesine kadar yüceltir.

Bu “zehir bilimler” arasında bir tanesi vardır ki, insan onu ağzına almaktan bile korkuyor. Öyle zehir zemberek bir bilim ki değme gitsin… Tarihi Maddecilik, Sosyolojinin, diğer toplumsal bilimlerin ve de felsefelerin teorik, metodolojik temelini oluşturur; mülkiyet biçimlerini, üretim ilişkilerini deneysel olarak çözümlediği için toplumsal yapıların atom çekirdeğini patlatmış sayılır. Bütün dünyanın beyleri ağlaşır durur bu yüzden… Oysaki Marks, bilineni tekrarlamış. Kendisi söyler: Proudhon, Rousseau, mülkiyetin bir hırsızlık olduğunu yazıp durdular; David Ricardo, rantın kazanılmamış bir para, yani hırsızlık olduğunu matematikman ispat etti. Öyleyse, “zehir bilim” kurmakta Marks’ın günahı ne? İşte bu sorunun cevabını orta malı burjuva sosyologlar vermektedir: Marks, “zehir bilim”ini yaymakla kalmıyor, tedavi metotlarını da beraber sunuyor. Bu, Marks’ın sınıf mücadelesi ve proleter devrimi öngörüşleridir.

Toplumsal sistemlerin tam veya kısmi evrim ve işleyiş kanunlarını incelemek üzere 19. yüzyılda bağımsız bir bilim olarak kurulmak istenen Sosyoloji, aslında, her boydan burjuvaların toplumsal huzurunu sağlamak üzere giriştikleri, fakat başarıya ulaşamayan, sahte bilimci bir araştırma sistemidir. İlkelerinde, Saint-Simon’un zorlamalarıyla toplumun gözlemci araştırılmasına itilen Sosyoloji, Tarihi Maddecilikle dirsek temasındadır. Fakat çok geçmeden, 19. yüzyılın ikinci yarısında bir çeşit deli Auguste Comte’un evrimci pozitivizminin etkisi ile Eflatun idealizmi çukuruna yuvarlanır. O çağ sosyologları, imtiyazlı sosyal hayatlarının görünüşüne bağlı olarak çeşitli dallara ayrılır: Örneğin Coğrafya Okulu, Comte de Gobineau ve Chamberlain’in temsil ettiği ırkçı Antropoloji Okulu, Schaffle’in uzviyetçi Sosyal Darwinizm akımı; daha neler de neler… Jean Wattson’nın iç güdücü Behaviorizm’ne (Davranışbilm) kadar bir sürü zırva teori ortalığı kaplar. 19. yüzyılın sonlarına doğru, kolektif bilinci kendilerine konu olarak alan Giddings ve Durkheim gibi materyalist ve nesnel kalmayı seven sahte bilim yapıcıları görülür.

Bunları Sosyoloji saymaya imkân yok tabii; zaten unutulmuş gitmişlerdir, sadece, egemen sınıfa, yani burjuvaziye hizmetleri inkâr edilemez. Bu sınıfın teorik temelini, yani meşruiyetini sağlamak en büyük, en baş ödevleridir. Bu saçma bilim dalları hatta gevşek burjuvaları bile doyurmamış olmalı ki, İkinci Dünya Savaşı sırasında, özellikle Amerika’da Ampirik Sosyoloji nam kazanıyor. Bu akımın mensupları, şu düşünceden yola çıkıyorlar: Çağdaş burjuva toplumbilimcileri, genel toplumbilim teorileri ile vakit geçireceklerine, dikkatlerini toplumun özel görünüşlerinin araştırılmasına yöneltseler daha iyi olmaz mı? Bu akımın başını çekenler, E. Landberg, C. Dodd ve Mayo’dur. Onlara göre, çeşitli toplumsal olayların gerçekçi araştırılması büyük değer taşıyor, ancak bu araştırma toplumu bir bütün sayıp onun gelişmesini belirli kanunlara oturtan bir bilimsel teoriye dayanıyorsa. Bu ne demek? Parçaya yönelen Ampirist Sosyolojinin yeniden genel toplumbilim teorilerinin kucağına düşmesi değil mi? Oysa ki bu zevat Marksist Sosyolojinin nesnel kanunlarını inkar etmişlerdi. Bunlar, bu çelişkili durumu çözmek için pragmatist bir yol seçtiler; toplumsal olayın içine girmek için, toplumu mekanik bir yığın sayıp, bunları hazırlayan etkenler arasındaki ilişkilere yöneldiler. Sondaj, mülakat ve istatistikler onların inceleme araçlarıdır. Oysaki bizzat bu araçlar güvenilir bir esasa dayanmamaktadırlar. Demek oluyor ki, Tarihi Maddeciliği aşmak için yapılan bu çabalar; dişe dokunur bir sonuç vermemektedir. Burjuva ninnisi lohusa şerbeti olmaktan ileri gidememektedir.

Ya şu Sosyometre!.. Günün modası, bu sosyolojik araştırma sistemi inşam çatlatır. Buna “Mikro Sosyoloji” ya da “Tatbiki Sosyoloji” adını takmışlar. Moreno akımına bağlı bu akım, çare olarak, Amprik Sosyolojinin anket, mülakat ve röportajlarını kullanır. İster istemez psikolojiktir; öyle ya, anketi yapan da cevap veren de insandır; sonuç da yine ister istemez nesnel değil, öznel (psikolojik) kalacaktır. Belirli bir yerde oturan küçük çalışma, eğlence gurupları toplumun bütünü üzerinde ahkâm kesecektir. Toplumu psikolojik bir ortamda eritmek fikri Eflatun’dan bu yana hiçbir sosyolojik araştırmada görülmemiş bir garabettir. Bir de üstelik bu garabete, “Sosyometrik Devrim” adını takmışlardır. Moreno ve onu devam ettirenler öylesine ütopyacılardır ki, burjuva toplumun temelini teşkil eden ekonomik, politik ilişkileri bile kaale almamışlardır. Bu yüzden Birleşik Amerika’da çıkan Sosyometri dergisinin kimse yüzüne bakmaz.

Burjuva sosyolojisinde bilim değil, kıvrak döneklik esastır; bunun böyle olduğunu gösteren üç temsili örnek verelim: Vilfredo Pareto, Durkheim ve Max Weber. Bunları göstermeden yazıyı bitirmek olası değil. Şöyle ki:
Vilfredo Pareto bir İtalyan mühendisidir. Kültürlü bir zat, Roma sokaklarında kaldırım mühendisliği yapacağına bilim adamı, sosyolog olmayı kafasına koyar. XX. yüzyıla yaklaşırken Avrupa bir kavram kargaşasının içindedir; tıpkı şimdilerde bizde olduğu gibi… Marx ölmüş, Engels ölmüş; Gustev Lebon, Anglosaksonların “üstünlük nedenlerini” yazmış… Batı uygarlığının sonunu bildiren kitaplar yazılıyor. Hügo gibi, Balzac gibi tam sosyolog şair ve romancılar meclisten ayağını çekmiş; Almanlar sömürgelerden pay istemekte, İtalyanlar Garibaldi Birliği’nden umduklarını bulamamış… İşte böyle bir ortamda Pareto deneysel kurallara dayalı bir genel sosyoloji kurmak istemektedir. Mantıksal ve Deneysel Fizik bilimleri güvenilir sonuçlar vermekte, Marx’ın Kapitallerinin üstüne çıkılamamaktadır. İşte bu ortamda Pareto Lozan Üniversitesinde bir kürsü bulur.

Genel toplum bilimini, fizik bilimlerinden Gök Mekaniği bazında yazacaktır. Malzeme mi ararsın, istediğinden çok… Marks ekonomi politiği vb… Bu gereçlerle insan yalnız toplumsal dengenin etkin elemanlarına değil, arşa bile yükselir. O halde, bilgisi çok geniş Vilfredo Pareto, bu bilgileri mantıksal ve deneysel karakterlerine göre sınıflandıracak ve bu kategorilerden en bilimsel olanını kendi sosyolojisine malzeme olarak kullanacaktır. Dün de, bugün de, yarın da Marks’ın toplum ilişkilerine yaklaşımı mantıksal ve deneysel olduğu için, Pareto, bu bilgilere balıklama dalacak, ekonomik ilişkilerde Marks’ın her açıklamasını 1670 sayfalık kitabının ilgili fasıllarına aktaracaktır.

Pareto’yu, böylesi bir cılız yazıda anlatabilmek olası değil tabii. Fakat yine de onun bilim anlayışını kendisine söyletmek, ilerdeki sapışlarını açıklamak için zorunludur sanırım. “Günümüze gelinceye kadar” diyor Pareto, “toplumbilim, hep dogmatik olarak sunulmuştur. August Comte’un kendi felsefesine pozitif demesi bizi yanıltmamalıdır, zira Sosyoloji en az Bossuet’nin ‘Evrensel Tarih’i kadar dogmatiktir” (S. Generale S. 3,6) Burada işler çatallaşıyor; bilimsellikten hiç ödün vermeyen Pareto, “müsadenizle, her toplumsal değerlendirmeyi, dogmatik diyerek reddedemeyiz; şu şartla ki, kendi ilkelerini önceden açıklamış olsun” demektedir (H. Gökalp, Socium Praxiologique P. 104). Burada, Pareto’yu hangi çeçe sinek ısırdı ise, hemen toplumun geleneksel Bisefalizm’ine sığmıyor: Artık ne teoriler, ne teoriler; tarihi mantıksal olmayan eylemler yaparmış, hem de seçkinler eli ile, o halde tarih bir aristokrasi mezarlığı imiş; Marks’ın şakacıktan yazdığı Manifesto’daki tarih şeması kafasına çarptığı zaman da, Marks’ın kendi biliminden çıkardığı devrim teorisini kötülüyor. Artık Pareto’nun yeri belli olmuştur; Roma’da Mussolini senatosunda üyelik ve Angora kedisi ile baş başa bir villada dinlenmek. Sunduğu lohusa şerbetinden kimsenin içtiği yok… Son çömezleri Corrado Gini ve Castellano vardı; onlar da sizlere ömür; bir, kala kala bu satırların yazarı kaldı; o da Socium Praksiyolojik Esasisi ile ona son darbesini indirmiş bulunuyor.
Kötü sosyolojiler saymakla bitmez. Biz Emile Durkheim’i alıyorsak, ona bir bilimsellik yakıştırdığımız için değil, sadece Ziya Gökalp yüzünden, yurdumuzda devrim gençliğini uyuttuğu içindir. Kimdir bu hazret, aklınca ne getirmiştir, onun lohusa şerbetinden günümüze ne kalmıştır?

Emile Durkheim (1858–1917), Sosyolojiyi benimsemiş, Auguste Comte’un çömezi bir Fransız pozitivisti. Bakınız ne diyor: “Sosyoloji toplumu, Spirituel (ruhsal, manevi) bir gerçek olarak benimsemeli, fakat kişisel psikolojinin kanunlarından farklı kanunlarla yürütmelidir. Çünkü toplum, hukuk, ahlak, din, duygusallık ve alışkanlıklar gibi kolektif tasavvurlar üzerine kurulmuştur. Toplumsal ortak kendini insan bilincine kabul ettirir” (Durkheim, Sosyloji Metodunun Kuralları). Bu zata göre, sosyal evrimin üç faktörü var: “Nüfus çoğalması, iletişim gereçlerinin gelişmesi ve kolektif bilinç,” Bir toplum sosyal dayanışma ile karakterize edilir. İlkel toplumlarda bu dayanışma mekaniktir, kan ilişkilerine dayanır; modern dünyada bu ilişkiler organiktir, işbölümüne dayanır; din sayesinde toplum bir uluhiyet (tanrılaşma) kazanır (iş bölümü ve Dinsel yaşamın ilk şekilleri).

“Be hey hane harap!” diye birisi; iş bölümü ve varoluşçu sınıfsal dayanışmayı anladık da; dinlerle toplumun tanrılaşmasını bilime sokamadık; sonra kitaplı dinlerle ilkel insanların animizmi arasında ne gibi bir ilişki kurulabilir, anlayamadık diyor. Evet, ilkel insan, kendisiyle doğa arasında ruhsal bir ilişki kurmuş, buna totemizm diyoruz, hatta bunu Freud Totem ve Tabu kitabında cinsiyet ilişkilerine kadar indirmiş; bunun yayılmacı kitaplı dinlerle ne ilişkisi var? İşbölümü ve varoluş kuşkusu ile sınıfsal dayanışma tezlerinde Marksist bilimi kendine kalkan yapan Durkheim, birden bilim dışına fırlıyor ve kendi sosyolojizmini bizzat kendisi yok ediyor.

Materyalizmle ilgisini tamamıyla kesmemek için de dini inançların katedrallerde taşlaştığını söylemekle döneklik parandesini atmış bulunuyor. Bu suretle, sosyolojisini de burjuva sınıfına sunulmuş bu lohusa şerbeti saymamıza olanak sağlamış oluyor.

Postmodernist çağın küreselleşme karmaşası içinde faşist liberal mon beylerin ve bütün ödlek döneklerin bir büyük sosyologu daha var: Max Weber derler adına. Onun da kısa bir eleştirisini yapmak zorundayız.

Max Weber (1864–1920), Yeni Kantçı eğilimli, pozitivist bir Alman sosyologudur. Bu zata göre, bütün sosyo-ekonomik olayların özü, sadece nesnel karakterleri ile değil, araştırıcının görüşü ve bu kişinin olaya verdiği kültürel önemle belirlenir (İdeal Tıp Teorisi). Öp babanın elini!… Adamımız, sınıfsal kavganın mengenesinden burjuva sınıfını kurtarabilmek için, deneysel bilim cehenneminden koşar adım kaçıyor… Oysaki, kendisini bilimci düzeyine yükselten, Kapitalizm ve Protestanlık başlıklı, baştan aşağı Marksist bilimle örülü eseri idi. Bu döneklikte Paretovari bir silkiniş edası var. Nitekim sosyal bilimlerdeki olayların kişisel karakterlerine yönelmekten yola çıkan hazret, soyut Marxsizm bilimciliğinden sıyrılıp, keyfi “ideal tip” yaratmaya kendini zorluyor. Her ne kadar bu ‘ideal tip’ gerçeği yaratmasa da, bir sınıflama ve yorum aleti olarak, tarihçiler için bir dayanak kavramı oluşturuyor. Max Weber’in kendisi yoksa Allahı var… Kendi ölümünden tam 13 sene sonra biri çıkacak, bilim ve kültürleri bir tarafa atıp “ideal tip” açıklamaları getirecek; Hitler maskarası, lanetli serüvenlerine başlayacaktır. Tıpkı, Pareto’nun başına gelenler gibi.

Sonuç yerine

Buraya kadarki çabalarımızda, cılız ifadelerle bir burjuva toplumbilimi açıklaması sergilemeye çalıştık. Ve gördük ki, bu bilim, bir sahte bilim. Yani gerçek bilim Marksizmin ilke ve metotlarından etkilenen bir yorum bilim niteliğinden ileri gidememiştir. Peki, ya bizde neler olmuş? Bu uzun ve acıklı bir hikâye… Bilindiği gibi, bizde toplumbilim deyince akla Ziya Gökalp gelir; onu anmakla, bütün takım taklavatı ile Durkheim toplumbiliminin Türkiye’de resmiyet kazanması çağrışımını yaparız. Rahmetli Gökalp, amcası Hasip efendinin çirkin kızını almamak için kendi kafasına kurşun sıkıp intiharda muvaffak olamayınca, Kürt Teali Cemiyeti’ndeki üyelikten istifa edip baytar mektebine girdi. Orada öğrendiği yarım Fransızca ile Durkheim’i okudu; artık kaderi toplum-bilimcilikti. Yazdı çizdi, bu suretle İttihat Terakki ileri gelenlerinin dikkatini çekti; Parti merkezine geldi, oturdu. Zaman zaman uyukladığı görülüyordu, ama fikirleri yeni ve o zamanki siyasete uygundu. Öyle ya, Durkheim, dememişmiydi ki toplumbilim, kolektif tasavvurların objektif, baskıcı etkilerini kişisel ilişkilerin tanımlanmasında kullanan, bağımsız bir bilimdir. Her ne kadar, işbölümü ve iş farklılaşması problemlerinde, bu bilimin kuyruğu Marksist ekonomi politiğe takılmışsa da, ne gam… Din, ahlak gibi baskıcı tasavvurlar, toplumbilimin bilimselliğine, yeter de artar bile… ilkel toplumlarda aile binbir şekle girmiş ne çıkar; onlar zaten kolektif tasavvura ulaşamamış topluluklardır.

Bu saçmalıklardan kafası şişen Ziya Gökalp, bir ara gaflet uykusundan uyanır, “Yüksel ki yerin, bu yer değildir/ Dünyaya geliş hüner değildir” der, kendi kendine… Etrafı, İsmail Gaspralı, Agayef (Ahmet Ağaoğlu) gibi Petrograd Üniversitesi kaçağı ihtiraslı Türkçülerle sarılı; bir de “İttihadı Terakki serüvencileri… Rahmetli şaşkına dönmüştür; Durkheim’in “Mızraklı ilmuhalini” yazmalı; “Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak”… Bu sahte-bilim yakıştırmalarını kim takar, Anadolu halkı, Mustafa Kemal önderliğinde kendi varoluşunun zaferini kutlamakta. Laik cumhuriyetin geleceğe yönelik ilkeleri yine Mustafa Kemal ağzı ile milli bir nefes gibi yurdu kaplamaktadır; “Uygarlığımızı çağdaş uygarlığın üstüne çıkaracağız”. Bazı fikir fukaraları, bu Devlet-Ulus dayatmasını sözüm yabana “Batı uygarlığına katılacağız” olarak Osmanlıca anlıyorlar. Yine, Mustafa Kemal’in “Hayatta en hakiki mürşit, ilimdir” sözü ile Durkheim ve Ziya Gökalp’in sahte bilimleri çöp sepetine atılıyor. Fakat leşçi mi ararsın, sürüsünü bereket. Galatasaray Lisesi’nde bir Fransız öğretmen, Bonnafus, Batı’nın çöp sepetinden çıkardığı Durkheim’i çocuklara toplumbilim diye okutmaz mı… Bizim leş kargaları boş durur mu; her biri bir toplumbilim ders kitabı çıkarır ve Milli Eğitim Bakanlığı’na yuttururlar. Bir Allah kulu çıkıp da, bu bilim değil saçmabilimdir demez. Bu saçmabilim, bu lohusa şerbeti bilimle başım çok derde girmiştir benim.

Edirne Lisesinde, sosyoloji okuttum, fakat, Allah sizi inandırsın, ne Durkheim, ne Ziya Gökalp’i bir kere bile anarak… Lise müdürü ve felsefe öğretmeni Cemel Gökçe ile hırlaşır dururduk, nihayet dersi alıp Deli Muammer’e verdiler. Bir keresinde Kadıköy Saint-Joseph Lisesi’nde boşalan Sosyoloji öğretmenliğine kendimi empoze ettim ve başardım. Okulun Türk yardımcı müdürü Vehip Tanla demez mi ki, bu işin bilimselliğini inkâr eden insan nasıl okutacak. Kıskançlığından tabii, dersin elinden alınmasına dayanamadı… Dedim ki; Sosyoloji okutmana devam et, ben küçük sınıflarda Yurttaşlık Bilgisi okuturum. Anlaştık, ben de bildiğim Sosyolojiyi okutmaya başladım. Sınıfa girdim, hemen tahtaya bir kadın resmi çizdim, altına “Mademe la Democratie” yazdım; çocuklar şaşkın, güldüler. Programı bu kadın üstünde gösterdim, vergi mi okutacağım; nasıl vergi alınmalı ki Madame memnun olsun… Çocuklar delirdi, herbiri birşey söyledi, en bilimsel teklifi ortaklaşa kabul ettik. Daha sonraki derslerde Madamı kendileri hazırladı. Bir gün Vehip Bey geldi sınıfa, tarzı beğenmedi, hakkı, ve dedi ki: “Birinci ve ikinci sınıflarda, diyelim, ki çocuklara not verir sınıfı geçirirsin, ya 8. sınıfta, bunlar imtihan geçirecek, o zaman ne yapacaksın?..” 8. sınıfta Anayasa göstereceğim; ben yine aynı şeyi yürüttüm. Madam Demokrasi nasıl bir anayasa ister?.. İmtihan günü geldi çattı; Vehip Bey rakibim, Dr. Ziya Somar’ı mümeyyiz çağırmış beni vuracak. Aksilik bu ya, çocuklar birer anayasa profesörü kesilmezler mi. Utandı mı bilmiyorum, ama sonunda intikamını aldı. Ben Guinee’ye devlet kararnamesi ve diplomatik pasaportla gönderilince beni müstafi saydırmış, iyi de etmiş, oradan dönünce Erzurum Atatürk Üniversitesi’ne öğretim görevlisi olarak atandım. Bütün bunları üzülerek söylüyorum; maksadım, toplumbilimin insana, kişisel olarak ne belalar açacağını göstermek içindir. Aşağıda topluma neler yapacağına değineceğim.

1940’lı yıllarda Dil, Tarih ve Coğrafya Fakültesinde öğrenciyim. Esas disiplinim Fransız Edebiyatı, yardımcı disiplin Sosyoloji. Rahmetli Behice Boran Sosyoloji, Dekan Emin Erişirgil de Sosyoloji Tarihi göstermektedir. Behice Boran Amerika’da doktora yapmış genç bir bayan. Bir gün dedim ki, “Sayın hocam, bu gösterdiğiniz sosyoloji değil, toplum fotoğrafı, bir nevi sosyometri…” Kızmadı, fakat dekana söylemiş. Dekan beni Mülkiye Mektebine çağırdı, oranın da dekanı idi. “Behice Hanım’ın sosyolojisini beğenmemişsin, al şu kitabı oku, siz umut verici bir öğrenciye benziyorsunuz”. Kitap, Harward Üniversitesi hocalarından Pitirim Sorokin’in Sosyoloji Tarihi. Kitabı geri verme, senin olsun, dedi; teşekkür ettim. Orada, yukarıda anlatmaya çalıştığım Vilfrede Pareto ile tanıştım. Hemen kitabını ısmarladım, 1670 sayfalık Genel Sosyoloji, Gerçek Bilimi daha önceden biliyordum ama; bakalım, derin bilgili üstad, nasıl olmuş da dönmüş diye merak ettim…

İşte bundan ötürü İstanbul Üniversitesi’ndeki doktora tezimi Marks, Pareto ve Max Weber karşılaştırmasına hasrettim. Maksadım, döneklik bunalımlarının kaynaklarına inmekti. Burada da başıma gelmedik kalmadı. Rahmetli Hilmi Ziya Ülken, tezimin raportörü; iki ayda cevap vermesi gerekirken tezimi üç sene bekletti… Bu haksız gecikmenin nedenini öğrenmek için, kızı Gülseren’in arkadaşı meslektaşım Meral’i bir kutu Edirne kaymağı ile evine gönderdim. Kızın memelerinden gözünü ayırmadan ona demiş ki: Tez, fazla atak; adeta Ziya Gökalp ile Durkheim’i Türk milliyetçiliğinden kovuyor, fakülte öğrencileri de son günlerde fazla duyarlı, başımıza iş açmasın, biraz beklesin. Sonunda Prof. Ziyaettin Fındıkoğlu ile rapor sureti geldi. Şöyle deniyor bu raporda: “Türk dilinde ilk defa bir senteze ulaşılmış, tezin fakültece basılmasına karar verilmesine…”

Arkadan Prof. Hilmi Ziya’dan şifahi bir ihtar: Sakın ola bastırmasın, başımız belaya girer. Arkasından rahmetlinin Tarihi Maddeciliğe Reddiye başlıklı kitabı çıkıyor piyasaya. Kitap benim tezimin tam tersini savunuyor, ama konu aynı; Marks, Pareto ve Max Weber Benim tezde Marks’ın yılan zehiri bilimi haklı, Hilmi Ziyanın reddiyesinde ise, Pareto, Max Weber ve Durkheimm lohusa şerbeti yararlı ve serinletici…

Burjuva sosyolojisinin kişisel plandaki zararlarını saydık, döktük. Şimdi, devlet-ulus çapındaki çökerticiliğine ve döneklik sendromundaki rollerine işaret etmekle yazımıza son verelim.

Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet Devrimlerinin destansı atılımlarıyla Mustafa Kemal, özellikle Ezilen Dünya’ya örnek olan, bilime dayalı, devlet-ulus aşamasındaki laik bir cumhuriyet kurmuş. Kendisinin de resmen söylediği gibi, mürşit olarak sadece bilimi seçmiş, perspektif olarak da uygarlığımızı “çağdaş uygarlığın üstüne çıkaracağız” demiş. Yanlış anlaşılmasın, “Batı uygarlığı” dememiş… Bu açık tutum karşısında hâlâ sahte bilim, lohusa şerbeti sosyolojileri cirit atıyor; Erbakan Hoca şeriat istiyorsa, niye istemesin; Ziya Gökalp’ın kitabında var, Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak… Durkheim’da din baskıcı, nesnel kolektif bir tasavvur olarak gösterilmiyor mu?… Zirtullah Şiritan Türk ellerini “irfana” boğmuyor mu, neden yapmasın, Türkçülük, Turancılık ölmedi ya!… Bankalar hortumlanıyormuş, kasıklarına afiyet. Rahmetli Turgut Özal, “ben zenginleri severim”, “benim memurum işini bilir” buyurmamış mi idi? Dönekler fır dönüyormuş bu ülkede, burjuva sosyolojinin yorumcu araştırmaları sağ olsun, onların istatistiğini çıkarıp, hepsini özelleştirme kadrosuna alıp, “köhne” Altı Ok’u çöplüğe attırmak fena mı olur…

Çok şükür ki bu ilkel düşüncelerin, Kemalist ve bilime dayalı devlet-ulus cumhuriyet ilkelerine ters düştüğü her kesimden insanlar tarafından anlaşılır hale gelmiştir. Hırsızlığa, mafyalara, çetelere karşı kampanya, egemen çevrelerde bile gözlenir oldu. Elbet bir gün şair Behçet Kemal’in dediği olacak: “Mustafa Kemal ölmedi, ölmedi diyorsunuz, haydi ölmedi ise Samsun’a çıksın bakalım.” Elbet bir gün, karanlıklar da dağılacak, yurdumuzun ufku açılacak. Ve Mustafa Kemal, bir elinde “zehir bilim” kitabı, diğer elinde bir oduncunun oğlu Abraham Lincoln’ün demokrasi bildirgesi, Samsun’a çıkacaktır. O zaman bütün cahil ve dönekler, demokrasinin bir rezalet ilkesi değil, devlet-ulusta bir fazilet normu olduğunu görecekler. Ne diyordu oduncunun oğlu: “Demokrasi, halkın, halk tarafından, halk yararına yönetimi demektir.” Devlet güdümünde sivil hırsızlar örgütü değil.