Ana Sayfa Emperyalizm İnsanlık Bugünkü Çıkmazı Büyük Kamusal Projelerle Aşabilir

İnsanlık Bugünkü Çıkmazı Büyük Kamusal Projelerle Aşabilir

1402

M. Bedri GÜLTEKİN
Teori DERGİSİ – Ağustos 1998
İnsanlık Bugünkü Çıkmazı
Büyük Kamusal Projelerle Aşabilir

Kamu yönetiminde kalite sorununu tartışmaktan amaç, hem dünyada hem de
ülkemizde bugün yüz yüze olduğumuz sorunları aşmada en uygun araç ve politikaları tespit
etmektir. Onun için her şeyden önce soruna doğru bir tarih ve gelecek perspektifi ile bakmak
tayin edicidir. Bütün sorular ve sorunlar ancak belli bir zaman ve mekân içinde vardır.
Tartıştığımız sorunun zamanı son 20 yıl, mekânı günümüz dünyası, ülkemiz söz konusu
olduğuna göre özellikle ezilen dünyadır. Onun için 1990’lar dünyasını genel hatları ile
kavramak önemlidir.

Dünyamız son 20 yıldır, özellikle 1980’li yıllardan sonra Batının belli başlı kapitalist
merkezlerinden kaynaklanan, adına küreselleşme de denilen neoliberal bir saldırı yaşıyor.
Batının ekonomik ve siyasi çıkarlarına göre yeniden yapılanma; ezilen dünyada ekonomide,
siyasette, ideolojide ve doğal olarak kamu yönetiminde yaşanan en önemli olgu
durumundadır. Devletin küçültülmesi gerektiği, büyük ve hantal devletin kamu kaynaklarını
hovardaca harcadığı, ayrıca diktatörlüklerin de maddi zeminini oluşturduğu için
demokratikleşmeyi önlediği, neoliberalizm in bu yeni saldırı dalgasının dayanağı olan belli
başlı tezlerdir.

Olaylara konjonktürel gelişmelerin üzerine çıkarak bakmak, doğru bir kavrayışın
olmazsa olmaz şartıdır. Aksi takdirde günün yaşanan kimi gerçeklerinin, gelecekte de var olan
mutlak doğrular olarak kabullenilmesi gibi bir yanlışa düşülebilir.
19. Yüzyılın Liberalizminden Günümüzün Neoliberalizmine
Liberalizm altın çağını 19. yüzyılda yaşadı. Dünya ölçeğinde değil, ama tek tek ulusal
devletlerin içinde, liberalizmin “Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” ilkesi hayata
geçirildi. Liberalizm teoride, olabildiğince küçülmüş bir devlet mekanizması öngörüyordu.
Piyasanın sihirli “görünmez el”i bütün ekonomiyi düzenleyecek, devlete geleneksel bazı kamu
hizmetlerini görmek dışında bir iş kalmayacaktı. Teori böyleydi ama pratikte liberalizmin
küçük devletinden eser yoktu. 19. yüzyılın kapitalist devletleri, yüzyılın sonuna geldiğinde
devasa emperyalist savaş makineleri haline dönüştüler. Ulusal devletler arasındaki rekabet,
dünyanın sömürgeleştirilmesi için kıyasıya verilen mücadele ve savaşlar, kapitalist devleti
giderek büyüttü. Öte yandan kapitalizm, kendi yapısından kaynaklanan devrevi buhranlardan
kurtulamadı. “Görünmez el” durmadan ve durmadan yapısal krizler üretti. 1929–1930 büyük
bunalımı ise liberal kapitalist politikalar açısından tam bir felaketti. Açıkça ortaya çıkan
gerçek, “görünmez el”e güvenerek daha fazla gidilemeyeceği idi. Ayrıca 1917 yılından sonra
kapitalizme alternatif olarak çıkan sosyalist sistemin varlığı, kapitalist dünyada yeni arayıştan
bir zorunluluk haline getirdi 1930’lu yıllardan sonra bütün kapitalist dünyada uygulanan
Keynesyen politikalar, hem liberal kapitalizmin devrevi buhranlarını, devletin ekonomiye
daha fazla müdahalesi yolu ile aşma girişimi anlamına geliyordu; hem de emekçi sınıfların muhalefeti ve sosyalizm alternatifine karşı kapitalizmin sosyal devlet politikaları ile ayakta
kalma çabasın, ifade ediyordu.

2. Dünya Savaşı’ndan sonra sömürgeler dünyasında görülen kurtuluş mücadeleleri ve
bu mücadelelerin sonunda kurulan bağımsız ulusal devletler, artık kapitalizme karşı dünyanın
her tarafında güçlü bir alternatif haline gelmiş olan sosyalist sistemin müttefikleri olarak tarih
sahnesine çıktılar. Söz konusu ulusal devletlerin hepsi, derece derece kapitalist dünya
merkezlerinden bağımsız hareket ediyorlardı. Ezilen halklar bu dönem içinde bir yandan da
kendi devletlerini inşa ettiler. Devletin öncülüğünde ulusal kalkınma başlıca hedef
durumundaydı. Dolayısıyla ekonomik alanda geniş bir kamusal alan kaçınılmaz olarak ortaya
çıktı. Devletin ekonomiyi düzenlemesi ve ekonomik inşaya önderlik etmesi, henüz uluslaşma
sürecinin başında olan bu halklar açısından aynı zamanda ulusal birliğin gerçekleştirilmesi
anlamına geliyordu. Bu süreç 1970’lerin ortalarına kadar sürdü.

Ezilen dünyadaki bağımsız burjuva ulusal devletler, sosyalist sistemin varlığının
sağladığı elverişli uluslararası koşullarda var oldular, ama bu ülkelerin burjuva yönetimleri
aynı zamanda sınıf çıkarları gereği Batı dünyası ile ilişkilerini adım adım geliştirdiler. 1945–
1975 dönemi aynı zamanda ezilen dünyanın yeni bir zeminde Batı dünyasıyla ilişkilerini
geliştirdiği, ekonomik bağlarını güçlendirdiği, siyasi bakımdan giderek daha fazla yan yana
geldiği bir dönem oldu. Bu zemin, 1975 sonrasında değişen dünya koşullarında Batının
küreselleşme politikalarını bu ülkelerde hayata geçirebilmesini mümkün kıldı.

Neoliberal Küreselleşme, İnsanlık Tarihinde Bir Geri Adımdır,

İnsanlık tarihi, düz bir çizgi halinde, hep ileriye doğru gelişmiş değildir. İnsanlığın
ileriye doğru her büyük hamlesini duraklama ve geriye dönüş dönemleri izlemiştir. Ama
geriye dönüş hiçbir zaman başlanılan yere geri dönmek şeklinde gerçekleşmemektedir.
Dolayısıyla ileriye doğru her hamle, geri dönüşlere rağmen insanlığa önemli kazanımlar
bırakır.

İnsanlığın son büyük ileri hamlesi, 1917 Ekim Devrimi ve 1919–1923 Türk Kurtuluş
Savaşı ile başladı. Hindiçini halklarının, kurtuluş savaşlarını zafere ulaştırdıkları 1975 yılı, bu
dalganın doruğu oldu. 1975 yılından bu yana ise insanlık bir duraklama ve geri çekiliş dönemi
yaşıyor.

Sovyetler Birliği’nde sosyalizmin önce bürokrat kapitalizme dönüşmesi, ardından
tıkanması ve çökmesi dünya dengelerini kökten değiştirdi. Geride kalan 50 yıllık dönemde
büyük mevziler kaybeden Batı emperyalizmi yeniden saldırıya geçti. Hedef, sosyalist ülkeler
ile bir zamanlar sömürge veya sömürge olmak üzere iken bağımsızlıklarını kazanmış olan
bağımsız ulusal devletlerdi. Önce saldırının ideolojik ve siyasi gerekçeleri üretildi. Kapitalist
küreselleşmecilere göre, ezilen dünyanın geri kalmışlığının sebebi bağımsız ulusal devletlerdi.
Bu devletler (tabii en başta sosyalist olan ülkeler) kamu kaynaklarını ekonominin gereklerine
göre kullanmıyorlardı. Öte yandan ekonomide kamusal alanın geniş ölçüde olan varlığı
diktatörlükler doğuruyor, demokratikleşme olmadığı için ekonomik ve sosyal gelişme de
olmuyordu.

Batı kapitalizminin ezilen dünyaya, geri kalmışlıktan kurtulmak ve demokrasiye:
ulaşmak için önerdiği reçete ise oldukça basitti. Dediklerine bakılırsa, Batı’yla ekonomik
bakımdan tam entegrasyon gerçekleştiğinde bütün sorunlara çözüm bulunacaktı. Böylece
Batı’nın ekonomik açıdan erişmiş bulunduğu refah ve bunun sonucu olan siyasi demokrasi bütünlük insanlık tarafından paylaşılacaktı. Ezilen dünyaya karşı 500 yıldır sömürgeci
politikalar uygulayan ve bu zamanın büyük çoğunluğunda bugün geri kalmış ülkelerle
sömürge ilişkilerine sahip olan, başka bir deyişle ekonomik bakımdan tam entegrasyonu
yüzyıllar boyunca sürdüren Batı, şimdi geri kalmışlığın sorumlusu olarak, son 70 yılı birçok
ülke açısından ise son 30–40 yılı gösteriyordu. “Benimle ilişkilerinizde yüzyıl önceki halinize
dönerseniz kurtulursunuz” diyordu.

Kapitalizm Aslına Dönüyor

Kapitalizmin doğası, serbest piyasa koşullarının herhangi bir kısıtlamaya tabi
olmaksızın sonuna kadar uygulanmasını gerektirir. Bir avuç büyük tekelin piyasaya egemen
olması ise, serbest piyasanın kaçınılmaz sonucudur. Devletin, kapitalist sınıfın çıkarları
aleyhine diğer sınıfların lehine ekonomik hayata müdahalesi, son yüzyıl içinde birinci olarak
emekçilerin mücadelesi, ikinci olarak sosyalizmin bir seçenek olarak kapitalizmi tehdit etmesi
sonucunda gündeme geldi. Ama son yirmi yıl içinde sosyalist sistemde meydana gelen
çözülme, emekçi sınıfların ve ezilen halkların mücadelesinde yaşanan gerileme, kapitalizmin
özünde var olan temel özelliği, yeniden ve bütün yönleriyle ön plana çıkardı. 19. yüzyılın
“görünmez el”i adeta bugün bütün dünyayı yeniden düzenleme işine soyunmuştur. Serbest
piyasa kurallarının, ezilen dünya ülkelerinin ekonomisini, siyasal sistemlerini ve devlet
yapılarını doğal olarak en güçlülerin ve büyük kapitalist tekellerin lehine, yeniden
düzenlemesi isteniyor.

Bu düzenleme operasyonunda engeller, ezilen dünyadaki ulusal devlet yapıları, az çok
kendi ayakları üzerinde durabilen bağımsız ekonomiler ve halkların bağımsızlık ve sosyal
kurtuluş bilincidir.

Bağımsız Ulusal Devletlerin Tasfiyesi

Ezilen dünyada görece büyük ulusal devletlerin varlığı, emperyalizmin hedeflediği
dünya düzeni önünde engel oluşturmaktadır, dolayısıyla bunların tasfiye edilmeleri
gerekmektedir. Tasfiye süreci bugün iki cepheden yürütülüyor. Birinci olarak, emperyalist
merkezlerin Dünya Bankası gibi mali kuruluşlarınca, “kredi ve yardımların” koşulu olarak,
ezilen dünyanın çeşitli devlet kurumlarının yeniden yapılandırılması; sonuç olarak bu
kurumların işlemez hale getirilmesi ve tasfiyesi dayatılıyor. İkinci olarak emperyalist
merkezler, çeşitli etnik ve dini çelişme ve çatışmaların körüklenmesi yoluyla bütün ezilen
dünya ülkelerini parçalanma sürecine sokuyorlar. Bu emperyalist saldırı eski Sovyetler Birliği
ve Yugoslavya gibi ülkelerde başarıya ulaştı. Irak gibi kimi ülkeler ise, bölünmenin eşiğine
geldi. Birçok ülke ise bu tehdidi yakın bir tehlike olarak yaşamaktadır.

Batılı merkezlerde üretilen teorilere göre sınıf mücadeleleri çağı geride kaldı.

Çağımızda insanların kendilerini tarif ettikleri kimlikler ön plana çıktı. Bu kimlik, bir aşiret,
tarikat, mezhep, din, bölge veya başka herhangi bir azınlık kimliği olabilir. Gene bu yeni
emperyalist teorinin ileri sürdüğüne göre, kendilerini belli bir kimliğe ait sayan insanlar,
kendilerini yönetecek koşulları elde ederlerse ve ezilen dünyadaki devletler buna uygun
olarak yeniden yapılandırılırsa ideal demokrasiye ulaşılmış olacaktır. Günümüz Batı’sı bundan
dolayı adeta, büyük bir kimlik imalat merkezine dönüşmüştür. Kuzey Irak’ta bundan 10 yıl
kadar önce bir Kürt sorunu vardı. Şimdi ise Kırmançlar, Soranlar, Yezidiler, Süryaniler,
Türkmenler ve Araplar sorunu var. Demokrasi sorunu böyle ifade edilince, ulusal devletlerin
parçalanması artık “çağın gereği” ve “insanlığın ilerlemesi”, “demokrasi”, “insan hakları” ve
“özgürlük” yolunda ilerleme olarak takdim edilebilmektedir.

Ulusal devletin parçalanmasının veya en azından bugün parçalanmasının mümkün
olmadığı yerlerde ise bir üçüncü yöntem devreye sokulmaktadır. O da şudur: Merkezle
bağlarını olabildiğince zayıflatılmış, ekonomik, kültürel vb. bakımlardan Batı’nın çeşitli
merkezlerine bağımlı hale getirilmiş yerel yönetimler. Dayatılan bu yerel yönetim modeli,
Batı’nın istediği “kimlik”ler dünyasının idari yapısını oluşturmaya aday görünüyor. Bütün bu
yöntemlerin devreye sokulmasıyla Batı, istediği dünya düzenini gerekleştirmenin önünde
engel olan ulusal devletlerden kurtulmayı amaçlamaktadır.

Özelleştirme ve Borçlandırmanın Hedefi Ulusal Devlettir

Özelleştirme politikası, son 15 yıldaki neoliberal küreselleşmeci saldırı ile birlikte
gündeme geldi. Hedef bağımsız ulusal devletlerin ekonomik zeminini yok etmektir.
Ülkemizin yakın geçmişi bu gerçeği çok çarpıcı bir şekilde ortaya koyuyor. Hatırlayalım:
Özelleştirme, 1980’lerin ortalarına doğu zarar eden kamu iktisadi kuruluşlarını kamunun
sırtında bir yük olmaktan çıkarmak gibi son derece masum görünen bir gerekçeyle gündeme
getirildi. Kimi kamu kuruluşlarının neden zarar ettiği ise ibret verici bir başka hikâyedir.
Emperyalist mali merkezler tarafından hazırlanan “yapısal uyarlama programları” gereğince,
bu kuruluşların kamu kaynaklarından kredi bulmaları engellendi ve izlenen personel politikası
ile yönetimleri felç edildi. Birçok kamu kuruluşu bu şekilde zarar eder duruma düşürüldü. Bu
gerçeği bir yana bırakalım. Bugün özelleştirme konusu olan kuruluşlar ise, alanlarında tekel
durumunda olan ve işlevleri itibariyle son derece kârlı olan kuruluşlardır. Bu kuruluşlar
iletişim, ulaştırma, enerji, sağlık gibi alanlardadır. Ezilen dünyada son 15 yıl içinde bu temel
altyapı alanlarındaki özelleştirmeler yüzde 40 oranında gerçekleşmiştir.

Bu durumun asıl açıklaması; kârlılık oranı düşen ve bundan dolayı bir bunalım içinde
olan Batı sermayesinin kârlılık oranı yüksek yeni alanlara duyduğu ihtiyaçtır. Batı sermayesi
böylece son derece geniş ve bakir bir alana açılmaktadır. Ama işte bu alanda sahipsiz değildir.
Yüzyılımızın ilk üç çeyreğine damgasını vuran antiemperyalist dalga içinde vücut bulmuş
ulusal devletler bu alanın sahipleridir.

Dış borçlar, ezilen dünya devletlerini yeniden yapılandırmada kullanılan önemli
araçlardan biridir. Batılı büyük kapitalist devletler, Dünya Bankası ve IMF gibi mali
kuruluşlar ve Batılı sermaye çevrelerince ezilen dünya ülkelerine verilen borçlar, bugün
bağımsız ulusal devletlerin varlığını tehdit eder noktaya gelmiştir. Borç yükü öyle bir noktaya
ulaşmıştır ki, sermaye akını azgelişmiş ülkelerden gelişmiş ülkelere doğru olmaktadır.
Azgelişmiş ülkelerin toplam dış borcu 2,5 trilyon dolar kadardır. Söz konusu ülkelerin 1990
yılında dış borçları 1982 yılına göre 61 kat artmıştır. Aynı dönem içinde ödenen dış borç ve
taksidi ise 1,5 trilyon dolardır. Türkiye, 1992–1997 yılları arasında 40 milyar dolar dış borç
ödedi. Buna rağmen 1984–1994 yıllan arasında Türkiye’nin dış borcu 2/3 oranında arttı.

Türkiye’den çarpıcı bir örnekle borçlandırma mekanizmasının nasıl çalıştığını ortaya
koyarak bir karşılaştırma yapacağız. Hükümet 1985 yılında aldığı bir kararla belediyelerin
kamu kaynaklarından kredi bulmalarının önünü kesti. Bunun üzerine belediyeler kredi bulmak
için yerli ve yabancı özel mali kuruluşlara yöneldiler. Sonuç birçok bakımdan öğreticidir;
1986–1995 yılları arasında belediyeler toplam 14,2 trilyon lira ticari kredi kullanmışlar, bunun
karşılığında (1995 yılı devredeni dâhil) 25 trilyon lira geri ödeme yapmışlardır. Paranın bir
yıllık dolaşımı ise bugün gelinen noktada daha da çarpıcıdır. 1994 yılında belediyeler 2,7
trilyon lira banka kredisi alırken, aynı yıl, 7,6 trilyon lira geri ödeme yapmışlardır. Bir sonraki
yıla ise 3,7 trilyon lira geri ödeme devredilmiş durumdadır. Yani gerçek şudur: Son 13 yılda belediyeler bankalardan kredi kullanarak, gerçekte bankacılık sektörünü finanse etmişlerdir.

Üstelik geri ödeme riskini devlet üstlenmiştir. İller Bankası yıllar içinde artan oranda yerel
yönetimlerin payını bankalara, belediyelerin borçları karşılığı olarak aktarmaktadır.

Aynı durum devletlerin aldığı borçlar için de geçerlidir. Sermaye akışının bugün
azgelişmiş ülkelerden gelişmiş kapitalist ülkelere doğru olması gerçeğinin yanı sıra,
emperyalist merkezler şimdi azgelişmiş ülkelerin borç yükünden dolayı, istedikleri ekonomik
ve siyası Programları, devletin yeniden düzenlenmesine ilişkin görüşlerini rahatlıkla
dayatabilmekteler. Bugün öyle ülkeler vardır ki, dış borç faizleri, yasal ihracatlarının üstüne
çıkmıştır. Öte yandan bütün bu ülkeler aldıkları borcu, faiziyle geri ödemek durumundadırlar.

Artık giderek daha fazla ülke, dış borçlarını ödeyebilmek için ekonomisini yasadışı gelirlere
(uyuşturucu ticareti, nükleer madde kaçakçılığı, kumar gelirleri vb.) dayandırır hale gelmiştir.
Dış borç yükü bir kısır döngü halinde, azgelişmiş ülkeleri her geçen gün daha fazla
Batılı merkezlere bağlamaktadır. Bu ülkeler, borçlarını ödeyebilmek için borç almaya devam
etmektedirler. Bir ülkenin daha fazla borç onay alabilmesi için ise, IMF’nin koyduğu,
ekonomik yapıyı yeniden düzenleme koşullarını kabul etmesi dayatılmaktadır. Yerel
tüketimde kısıtlamaya gidilirken, borç ödemede kullanmak amacıyla ihracat için, daha çok
üretim yapması gerekmektedir. Borçlu ülkenin gıda maddeleri, konut ve zaten yeteri kadar
karşılanmayan insani hizmetlerdeki sübvansiyonları kısarak kendi halkını cezalandırması
bütün ezilen dünyada görülen ortak uygulama haline gelmiştir. Bütün bu ülkeler durmadan
paralarını devalüe etmekte, ücretleri dondurmakta ve fiyatları yükseltmektedir. Kamu hizmeti
niteliğinde bütün faaliyetler fiyatlandırılmakta, piyasa malı haline getirilmektedir. Böylece
halkın daha fazla çalışıp daha az tüketmesi amaçlanmaktadır. Mevcut sistem içinde dış
borçları ödeyebilmenin başka bir yolu kalmamıştır. Aynı şekilde söz konusu ülkeler, yabancı
şirketlere cömertçe vergi tavizleri verirken, yerli şirketlere ve kamu işletmelerine yapılan
destekleri kaldırma yoluna gitmektedirler. Sonuç olarak borç ödemeleri, bu şekilde, ezilen
dünyanın yoksullarından uluslararası büyük tekellere yapılan muazzam bir servet transferi
haline gelmiştir. “Yapısal uyarlama” adı altında Üçüncü Dünya devletlerinin yapılarında
yapılan değişiklikler ile bu devletler, işte bu sermaye transferinin bekçiliğini yapan kurumlar
haline dönüştürülmüşlerdir.

Yeni Dünya Düzeni’nin Devleti: Mafya-Gladyo-Tarikat Devleti

Neoliberalizmin demokrasi, insan hakları ve özgürlük adına tozu dumana katması,
dünyamızın yaşadığı gerçekleri gizleyemiyor. Merkezinde büyük kapitalist devletlerin
bulunduğu dünya ekonomisine kabaca bir göz atmak, dünyamızın küreselleşme adı altında
nereye doğru sürüklendiğini gösterecektir.

Dünyanın gayri safi geliri bugün 20 trilyon dolar civarındadır. Öte yandan vergi
cennetlerindeki özel servet, bir başka deyişle kara para 3 trilyon doları aşmıştır. Yani dünya
gayri safi gelirinin yaklaşık olarak altıda biri gayrı meşru gelirdir. Gene dünya dış ticaret
hacmi yıllık olarak 6 trilyon dolar, mafya ekonomisinin hacmi ise Birleşmiş Milletler
rakamlarına göre 1–1,5 trilyon dolar civarındadır. Bu tablo dünyamızın son 20 yıllık
gerçekliğidir.

Ülkemize ait rakamlar da yukarıdaki tablodan çok farklı değildir. Türkiye’nin yaklaşık
200 milyar dolarlık milli geliri bulunuyor. 100 milyar dolarlık da kayıt dışı ekonominin
varlığından söz ediliyor. Öte yandan birtakım resmi ağızlardan ifade edildiğine göre, Türkiye ekonomisine giren kara para, yıllık olarak 50 milyar dolar kadardır. Görüldüğü gibi, Türkiye
ekonomisi içinde mafyanın sahip olduğu alan, dünya rakamları ile tam bir paralellik içindedir.
Dış borç yükünün ezilen dünya ülkelerini sürüklediği çıkmaz görülmeden, dünya
ekonomisinin neden mafyalaştığı kavranamaz. Dünya Bankası ve IMF tarafından verilen
borçların karşılığı olarak dayatılan “yapısal uyum programları”nın uygulanması sonucunda,
ulusal ekonomiler çökmüş, geniş kitleler işsiz kalmış, ulusal kuruluşlar haraç mezat’ satılmış,
kamu yatırımları dondurulmuş; sanayi ve tarıma yönelik krediler önemli ölçüde kısıtlanmıştır.
Yasal ekonomiler böylece tam bir çöküntüye uğramıştır. Böylece çok sayıda ülkede, suç
organizasyonlarına uygun olan alternatif bir ekonomi gelişmiştir. Ulusal pazar ve ihracatın
çöktüğü bir ortamda, ekonomik sistemde boşluk oluşmuş, uyuşturucu üretimi ve ticareti
birçok ülkede en önde gelen döviz kaynağı olarak hâkim sektör durumuna gelmiştir. Birleşmiş
Milletler raporlarında bu gerçek somut rakamlarla ortaya konmaktadır. Örneğin Bolivya’da
özelleştirilen kuruluşlardan çıkarılan işçilerin tazminatının koka üretimine kaydığı tespit
edilmiştir. Aynı şekilde Peru’da da kahve, mısır ve tütün üretiminin yerini koka üretimi
almıştır.

Elbette, ezilen dünya ülkelerinde yasadışı ekonominin bu şekilde bir gelişme
göstermesi, gelişmiş kapitalist ülkelerden gelen talep ile mümkün olabilmektedir. Yani
çürümenin kaynağı bizzat büyük kapitalist merkezlerdir. Böylece özelleştirme ve dış borç
politikaları ile desteklenen ve hayata geçirilen “yapısal uyarlama programları” birinci olarak
yasadışı ekonomiyi büyütmekte, suç örgütlerini olağanüstü güçlendirmekte, tüm dünyanın
insan malzemesini çürütmekte ve bu da dünya ölçeğinde yaşanan krizi ve çıkmazı
derinleştirmektedir.

Kriz ve çıkmaz, gelir dağılımındaki olağanüstü bozulma ile de kendini göstermektedir.
Birleşmiş Milletler kalkınma örgütünün raporlarına göre, dünya nüfusunun en zengin yüzde
20’si, dünya gelirinin yüzde 82,7’sini alırken en yoksul yüze 20’si ise dünya gelirinin ancak
yüzde 1,4’ünu alabilmektedir. Gelir dağılımındaki bu büyük bozukluk yıllar içinde azalmamış,
artmıştır. 1970 yılında dünya nüfusunun en yüksek yüzde 20’lik dilimi, en yoksul yüzde 20’lik
dilimin 32 katı daha fazla gelir elde ederken, 1990 yılında bu oran 61 kat olmuştur. Sonraki
yıllarda ise bu uçurum daha da derinleşmiştir.

Bu tablonun biricik sorumlusu Batı dünyasının küreselleşmeci politikaları, yani daha
açık bir ifadeyle IMF ve Dünya Bankasının “Yapısal Uyum Programları”dır. Afrika
ülkelerinde bu gerçek, kendini daha da çarpıcı rakamlarla ortaya koyuyor. 1980–1989 yılları
arasında 33 Afrika ülkesi, Dünya Bankası’ndan kalkınma amaçlı 241 proje borcu aldı. Söz
konusu dönemde bu ülkelerde kişi başına üretim yılda ortalama yüzde 1,1’dir. Yiyecek üretimi
sürekli geriledi. Asgari ücretin gerçek değeri yüzde 25’in üzerinde azaldı. Eğitim için yapılan
kamu harcamaları 11 milyar dolara düştü. Yoksul sayısı yüzde 17 artarak 184 milyondan
(1985) 216 milyona (1990) çıktı. Birleşmiş Milletler Kalkınma Örgütü’nün 1992 yılı raporuna
göre dünya nüfusunun 3/5’ini oluşturan kesimin nüfus artış hızlarını yakalayacak bir büyüme
hızına ulaşmaları artık olanaksızdır. Onlar için yapılabilecek bir şey yoktur.
Gelir dağılımındaki bozulma, sadece dünyanın en yoksul ve zengin halkları arasındaki
uçurumun büyümesi olarak ortaya çıkmıyor. En gelişmiş ülkelerde de son 20 yıl içinde gelir
dağılımındaki bozulma büyük oranda artmıştır. Bir başka rapora göre gelir dağılımında en
büyük eşitsizliğin olduğu üç ülke sırasıyla Brezilya, Arjantin ve ABD’dir.

Bu tablonun dünyayı demokrasiye ve özgürlüğe götürdüğünü söyleyenler veya IMF ve
Dünya Bankası’nın faaliyetleriyle dünyanın bugün daha iyi yönetilir hale geldiğini iddia
edenler, açıktır ki dünya nimetlerinin bugün yüzde 85’lik büyük bölümüne el koyan büyük
kapitalist tekellerdir.

Bu tablonun tipik devlet biçimi, ezilen dünyada mafya-gladyo-tarikat devletlerinin
oluşmasıdır. Hiç kimse mafyanın egemen güç haline geldiği bir ekonomik yapı üzerinde
demokrasinin gelişeceğini iddia edemez. Batı ise, siyasal bir güç haline gelen bu suç
organizasyonlarının iktidarı ele geçirmesini sağlamak veya iktidarda iseler iktidarlarını
korumak için gladyo benzeri yasadışı silahlı illegal örgütleri harekete geçirmektedir.
Ortaçağdan henüz tam olarak kurtulamamış ezilen dünyada mafya ve gladyo, bir de doğal
müttefik bulmaktadır. Tarikatlar vb. dini örgütlenmeler, şeriat düzeni isteyen siyasal partiler,
mafyanın gladyonun suç ortakları olarak sahnedeki yerlerini alıyorlar.

Dünyanın birçok ülkesinde bu tabloyu açık olarak görmek mümkündür. Artık Üçüncü
Dünya ülkelerinde uyuşturucu darbeleri yapılıyor. Çok sayıda önemli devlet yetkilisi
uyuşturucu ve kara para işi yapmakla suçlandı, bazıları yargı önüne çıktı. Latin Amerika ve
Ortadoğu ülkelerinden bu söylediklerimize çok sayıda verebiliriz. Öte yandan başta Amerika
olmak üzere büyük kapitalist devletler bütün bu ülkelerde şeriat düzeni amaçlayan
örgütlenmelerle kolkoladırlar. “Yapısal Uyum Programları” işte bu kesimlere iktidar yolunu
açmak veya iktidarlarsa iktidarlarını sağlamlaştırmak içindir.

Çözüm: Kamusal Alanın Ekonomiye ve Siyasete Hâkim Olması

Uluslararası büyük tekellerin hâkim ve yönlendirici olduğu bugünkü sistem her
bakımdan çürümüştür. Yakın zamana kadar kamusal alan içinde olan ve yüksek kârlılık
oranına sahip enerji, ulaştırma, iletişim vb. kurumların özelleştirmelerle büyük tekellere
peşkeş çekmesi, soruna çözüm getirmiyor, tam tersine kısaca açıkladığımız gibi krizi
derinleştirip ve tüm gezegenimizin geleceğini tehdit eden büyük ve acil sorunları gündeme
getiriyor.

Uluslararası tekellerin sınırsız sömürü ve eşitsizliğe dayanan sistemi, bugün geldiği
noktada insan türünün varlığını sürdürmesi için vazgeçilmez olan doğal kaynakları yıkıma
uğratıyor, gezegenimizi yaşanmaz hale getiriyor, denizleri öldürüyor, kıtaları çölleştiriyor,
dünyanın damını deliyor.

Uluslararası tekellerin diktası, sömürü ve tahakkümü hem ulusal, hem de uluslararası
boyutlarda ağırlaştırıyor. Neoliberal dünya sistemi, insanlığı ulusal ve dinsel boğazlaşmalar
içine iterek felaketlere ve savaşlara sürüklemekte, milyonlarca insanın kanına girmektedir.
Birey özgürlüğünü kutsadığı söylenen küreselleşmeci neoliberalizm bireyin iç
dünyasını çürütüyor, birbirine benzeyen fakat birbirinden uzak, hatta birbirinin kurdu olan,
parçalanmış, doğal tepkilerinden koparılmış, üretime, topluma, kendisine bile yabancılaşmış,
yapayalnız bir insan tipi yaratıyor.

Kısaca uluslararası büyük tekellerin ve IMF ve Dünya Bankası gibi emperyalist mali
kuruluşların başında bulunduğu bugünkü sistem; yaşam, doğa ve insan ile derin bir çelişme
içindedir. Mevcut sistem, dünya kaynaklarının ve insan emeğinin tepesine çökmüş küçük bir
azınlık ile insanlığın neredeyse tamamına yakını arasındaki çelişmeyi alabildiğine keskinleştiriyor. Uluslararası büyük tekellerin sistemi, insanlığın büyük akışının sürüp gitmesi
için sökülüp atılması gereken bir kabuk haline geldi.

Hiçbir büyük tekel veya büyük tekellerin devleti, gelir dağılımındaki büyük
adaletsizliği düzeltecek girişimde bulunmaz; kirlenen denizleri, çölleşen toprakları kurtarmak
için yatırım yapmaz. Dünyanın delinen damını onarmaz. Çünkü bunların hiçbiri, mevcut
sistem çerçevesinde ele alındığı zaman kârlı değildir. Onun için insanlığın ve dünyanın
geleceği, ekonomiye ve siyasete kumanda edecek, yön verecek biçimde kamusal alanın
genişletilmesine, geçmiş deneyimlerden dersler çıkararak yeniden düzenlenmesine bağlıdır.
Ancak büyük kamusal projelerle tüm insanlığın geleceğini güvence altına alacak yatırımlar
yapılabilir, gelir dağılımındaki büyük adaletsizlik giderilebilir. Bugün için ulusal devletlerin
bağımsızlığının korunması, bu projelerin hayata geçirilmesinin birinci şartıdır. Bağımsız
ulusal devletler arasında dünya ölçeğinde işbirliği ancak geniş bir kamusal alanın varlığı ile
mümkündür. Nasıl özel tekellerin sistemi rekabet ve çatışmayı kaçınılmaz olarak gündeme
getiriyorsa, emekçi sınıfların yönetim mekanizmalarında olduğu kamusal sistemin dünya
ölçeğinde yaygınlığı da işbirliği ve dayanışmayı kaçınılmaz kılacaktır.

Kaynakça
1. A. Rıza Taşdelen, “Küreselleşme ve Kapitalizmin Sosyal Sefaleti”, Teori sayı 79, Ağustos 1996.
2. Aslan Başer Kafaoğlu, “Yeni Dünya Düzeni, Küreselleşme ve Emperyalizm”. Teori sayı 85, Şubat 1997.
3. Birgül Ayman Güler, Yeni Sağ ve Devletin Değişimi, TODAİE, Nisan 1996.
4. İrfan Erdoğan, “Uluslararası Örgütlü-Talan Örneği: Dünya Bankası, Kalkınma, İnsan ve Çevre Peyzajı” Teori
sayı 67.
5. İşçi Partisi, Temel Belgeler.
6. John Vidal “Devletle mi, Şirketle mi, Güç Kimin Elinde?”, The Guardian (Yeni Yüzyıl, 9.5.1997)
7. Le Monde Diplomatique, “Çok Uluslu Şirketler” (Cumhuriyet, 18.5.1997)
8. M. Cuhossudowsky.”Dünya Ekonomisinde Mafyalaşma” Teori sayı 85, Şubat 1997.
9. M. Parenti, İmparatorluğa Karşı, Kaynak Yayınları. 1. Baskı, Mayıs 1996.
10. Orhan İyiler, “YDD’nin Büyük Soygunu”. Teori Nisan 1993.
11. Susan George; Akdeniz Havzası Ülkelerinin Dış Borçları, TM Harb-İş Yayını, Eylül 1996.
12. Veysi Seviğ, “Ekonomide eroine Bağımlılık”, Teori sayı 86.