Ana Sayfa Milletleşme ve Ermeni Meselesi DERSİM İSYANI VE DEREBEYLİĞİN TASFİYESİ ÜZERİNE

DERSİM İSYANI VE DEREBEYLİĞİN TASFİYESİ ÜZERİNE

2783

Bayram Yurtçiçek
20 Aralık 2009
SOYKIRIM DEĞİL CUMHURİYET DEVRİMİ

Emperyalist Batı çok uzun bir zamandır Türkiye Cumhuriyetinin Kurtuluş Savaşını ve Cumhuriyet Devrimini gayri meşru gösterme çabalarını sürdürüyor. Bu çabalarını özellikle son dönemlerde yoğunlaştırmış durumda. İlk önceleri sözde “Ermeni Soykırımı” yalanıyla Türkiye’yi sıkıştırmaya çalışan emperyalistler, şimdi de “Dersim” de Alevi Kürtlere soykırım uygulandı yalanıyla siyaset sahnesinde arzı endam etmeye başladılar.
13 Kasım 2008 günü Avrupa Parlamentosu çatısı altında DTP’li milletvekillerinin de katıldığı “Dersim Soykırımı” konulu bir konferans gerçekleştirilmişti. Aradan bir yıl geçtikten sonra yeniden 19 Kasım 2009 günü aynı konuda bir konferans daha yapıldı. AB’nin himayesi ve şemsiyesi altında yapılan bu konferanslar, bir işaret fişeği gibi bütün liberal aydınları, bölücüleri, batı desteğindeki Alevi örgütlerini ve tarikatları harekete geçirdi.
Bazıları bu kampanyanın başlamasına neden olarak CHP Genel Başkan Yardımcısı sayın Onur Öymen’in meclis kürsüsünden yaptığı konuşmanın yol açtığını sanıyorlar. Onur Öymen konuşmasaydı bile bir vesile yaratılacak ve bu kampanya yürütülecekti. Kampanyanın açılacağı daha bir yıl önce AB Parlamentosu çatısı altında yapılan “Dersim Soykırımı” konferansından belliydi. Şimdiki kampanyanın nedeni Onur Öymen’se geçen yıl yapılan ve bu yıl tekrarlanan ‘Konferanslar’ın nedeni nedir? Bu kampanyanın asıl sahibi ve destekleyicisi, AB’dir. Bu nedenledir ki bütün AB’ciler, tekmili birden saldırıya geçmiş bulunuyorlar.
Cumhuriyeti yıkmak, kitlelerin nezdinde Mustafa Kemal’i gözden düşürmek ve ülkemizi bölmek için büyük bir koalisyon kurulmuş durumda. Dışta ABD ve AB emperyalistleri, içerde ise bunların desteklediği AKP hükümeti, Fetullahçılar, bölücüler, batıcı alevi örgütleri ve neo-liberal aydınlardan oluşan bir koalisyon. Aslında bu koalisyona ve savunduklarına bakarak da bunların ne yapmak istediklerini anlayabiliriz.
Bu emperyalist destekli koronun iddialarına bakalım: Bu koronun iddialarına göre Dersim’de Kürtler ve Aleviler bilinçli olarak katliama uğratılmış ve sürgün edilmişlerdir. Özet olarak Türkiye Cumhuriyeti azınlıkların yok edilmeleri ve sürülmeleri temelinde kurulmuştur ve gayri meşrudur. Türkiye’nin bağımsızlık savaşı ve feodalizme karşı yaptığı Cumhuriyet devrimi aslında soykırım ve sürgünlerden ibarettir.
AB Parlamentolarının salonlarında ısıtılan bu sözde “Soykırım” iddiaları cevaplanmaz ve gereken siyasi tedbirler alınmazsa, yarın, aynen sözde ermeni soykırımı gibi her platformda Türkiye’nin önüne getirilecek bir sorun olmaya adaydır.
Türkiye, Cumhuriyet devrimini, Kurtuluş Savaşının yarattığı büyük gücü arkasına alarak başarmıştı. Padişahlığın ve halifeliğin kaldırılması ve çıkarılan diğer devrim kanunları ile modern ve ileri bir toplumun kurulması için çalışılıyordu. Merkezi Feodal iktidarın yıkılması, feodalizmin bütünüyle tasfiyesi anlamına gelmiyordu. Özellikle feodalizmin oldukça güçlü olduğu Doğu ve Güneydoğu Anadolu 1920’li yıllarda feodal bir düzende yaşıyordu. Bu nedenlerle Cumhuriyet rejimine ve devrime en büyük direnişler de bu bölgelerde oldu. Bu bölgede etnik köken olarak Kürtlerin yaşaması, bu devrim ve cumhuriyet karşıtı hareketlerin Kürt ayaklanması olarak nitelendirilmesine ve algılanmasına yol açtı. Doğal olarak Kürt kökenli yurttaşların yaşadığı bir bölgede yapılan isyanlarda Kürt etnik yapısının damgasını vurması kaçınılmazdır.

TUNCELİ TENKİL HAREKÂTI

Dersim dahil, görünüşte Kürt isyanları gibi görünen bir çok ayaklanma aslında feodalizmin ve derebeylik sisteminin Cumhuriyete karşı direnişidir. Padişahlığın ve Halifeliğin kaldırılması ve laiklik, şapka takmamak, Latin harfleriyle eğitim görmeyi reddetmek, tarikat ve cemaatlerin yasaklanmasına karşı çıkmak, kadınların medeni kanundan doğan haklarını reddetme vb. bunlara karşı silahlı isyanın Kürtlükle ne alakası vardır. Derebeylik Cumhuriyet Devrimine karşı koymuştur. Derebeylik sisteminin Cumhuriyet rejimine temelden karşı olması ve karşı koyması doğal değil midir? Derebeylik sisteminden Cumhuriyete geçiş barış içinde olmaz. Gerici eski hâkim sınıfın direnmeden haklarını devretmesini düşünmek bile abestir. Bu devrimci adımları hem batıda hem de Doğu’da destekleyenler olduğu gibi karşı çıkanlar da olmuştur. Buna örnek olarak ülkenin batısında çıkarılan Menemen ayaklanmasını verebiliriz. Kürt milli talepleriyle çıkarılan ayaklanmalar, on altı isyan içinde, Kurtuluş savaşı döneminde çıkarılan Koçgiri isyanını saymazsak sadece 1930’larda ki Ağrı isyanıdır. Şeyh Sait Hareketi ise, esas olarak feodal taleplerin ön plana çıktığı bir hareket olmakla birlikte Kürt milliyetçilerinin de içinde yer aldığı bir isyandır. Bu nedenle Doğu ve Güneydoğu’daki her silahlı hareketin Kürt isyanı olarak nitelendirilmesi yanlıştır. Bir isyanın niteliği o isyanın önderliğinin talepleriyle ve yöneldiği hedeflerle belirlenir.

DERSİM İSYANI BİR ALEVİ İSYANI DEĞİLDİR

Dersim isyanı bir Kürt ayaklanması olmadığı gibi Alevi ayaklanması da değildir. Çünkü isyan nedenleri arasında Alevilik ile ilgili herhangi bir talebe rastlanmamıştır. Seyit Rıza’nın asılırken yaptığı konuşma da buna temel olamaz. Çağlayangil anılarında Ayaklanmanın önderi olan Seyit Rıza’nın, “Evladı Kerbalayıh, bi hatayıh. Ayıptır. Zulümdür. Cinayettir. “ Dediğini aktarmaktadır. Burada Seyit Rıza’nın dile getirdiği şey,dinsel kimliği ve asılmasının yanlış olduğudur. Aleviler ve Kürtler üzerinde ki baskılara karşı mücadele ettim. Onların haklarını savunduğum için asılıyorum diye bir söylemi yok.
Zaten hem bölg halkı hem de bütün alevi kitlesi bu bastırma hareketinin Alevilere ve bütün Kürtlere karşı bir yönü olmadığını derebeylik sistemini korumaya çalışanların Cumhuriyet kuvvetleri tarafından bastırıldığı inancındadır.
Çünkü bütün alevi kitlesi bilmektedir ki, Cumhuriyet ve laiklik ile birlikte özgürlüklerine ve refaha kavuşmuşlardır. Geniş kitleler açısından bunun böyle kavrandığını seçim sonuçları da göstermektedir. Çok partili döneme girdiğimiz 1946’dan 1980’lere kadar hem Alevi kitleleri hem de aydınlanmış Kürt kitleleri CHP’ye veya sosyalist partilere oy vermiştir. Tunceli’de şimdiye kadar hep sol partiler kazanmış ve derebeyliği ve gericiliği savunan partiler hiçbir varlık gösterememişlerdir. Son yıllarda feodalizm ve bölücülüğün tekrar yükselmesi ile birlikte seçim sonuçları da değişmeye başlamıştır. Bu durum ülkenin tümü için geçerlidir.
Ama bundan önce Tunceli (Dersim) neresidir nasıl bir yerdir. Tunceli’nin geçmiş sosyal ve ekonomik durumu ile coğrafi durumu ve inanç sistemleri üzerinde kısaca durmak istiyoruz. Çünkü bölge hakkında bilgi sahibi olmadan doğru tahliller yapmak mümkün değildir.
Tunceli, Peri, Murat ve Karasu ırmakları ile çevrilmiş bir ada görünümündedir. Tunceli’nin doğusunda Bingöl, Kuzeyinde Erzincan, batısı Malatya güneyi ise Elazığ ile çevrilidir.
Genel olarak 70 kilometre derinlikte 90 kilometre genişliğinde olan Tunceli’nin yüzölçümü 6300 kilometre karedir. Yaklaşık olarak 7 milyon dönüm olarak kabul edilebilir. Bu arazinin 1.5 milyon dönümü tarıma elverişlidir. Yarım milyon dönüm de orman ve meradan ibaret olup 5 milyon dönüm civarında arazi de sarp kayalıklardan ve dağlardan oluşmaktadır.
Bölgenin temel üretim biçimi hayvancılıktır. İsyanın bastırıldığı 1938 yılına kadar bölgenin geçimini sağlamada talancılık çok önemli bir araç olarak görülmektedir. Hatta birçok aşiret temel gelirlerini talan ve çapulculuktan sağlamaktadır. Osmanlı döneminde olduğu gibi, Cumhuriyetin ilk 15 yılında da esas geçim kaynakları neredeyse talan ve çapulculuktur. Tarım zaten sınırlı olan elverişli topraklarda ilkel usullerle yapılmakta ve bölge halkının ihtiyaçlarını gidermeye yetmemektedir.
Talancılık ve çapulculuk, kendine özgü bir feodal yapıyı da beraberinde getirmiştir. Aşiret reislerinin ve dini liderlerin etrafında toplanmış silahlı kitlelerden oluşan bir derebeylik sistemi. Bu kendine özgülüğü geliştiren bir inanç sistemiyle Tunceli hiçbir zaman merkezi yönetime dahil olmamış ve merkezileşme ve modernleşme çabalarına hep direnmiştir. Kızılbaş yada bilinen adıyla Alevi bir topluluk olarak bilinmesine karşı, Tunceli bu konuda da kendine özgü bir Alevilik inancı geliştirdiği görülmektedir.
Tunceli’nin etnik yapısı da kendine özgüdür. Hakim olan Zaza’lık olmakla birlikte bölgede Türk, Kurmanç ve Müslümanlaşan Ermenilerin karışmasıyla oluşmuş ve kendilerine Kürt anlamında Kırmançi olarak ifade eden bir etnik yapı.

CUMHURİYETTEN ÖNCEKİ DÖNEMDE TUNCELİ

Tanzimat’tan önce bütün doğu illeri, derebeylik usulü ile idare edildiği için yönetim, derebeyleri ve aşiret reislerinin elinde idi. Avrupalı emperyalistlerin pazar ihtiyaçlarına cevap vermek için yapılan reformlara uygun olarak geçmişte Kürt bey ve mirlerine tanınan özerklik kaldırılmış ve bölge, merkezi yönetime bağlanmıştı. Ama bu sadece kağıt üzerinde böyle kalmış, bölgenin hakimleri olan yerel derebeyleri merkezi idare ile anlaşarak yaşamlarını sürdürmeye çalışmıştır. Ama özellikle ilk başlarda bir kısım yerel derebeyleri, merkezi idareyi tanımamış ve başkaldırmıştır. Bir yanıyla denebilir ki, 19. yüzyıl ile 20.yüzyılın ilk yirmi yılı merkezileşmek ve modernleşmek isteyen Osmanlı Devleti ile buna direnen yerel derebeylerinin mücadelesi olarak geçmiştir.

Sünni Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı bölgelerde, özellikle Ermeni sorunundan dolayı İmparatorluk ile yerel güçler arasında anlaşma sağlanmıştı. Sünni Kürt aşiretleri ve beyleri, Hamidiye alayları şeklinde askeri bir örgütlenmeye tabi tutularak, hem Ermeni örgütlerinin faaliyetleri baskı altına alınmış oluyor, hem de Kürt aşiretleri devletin bir parçası haline getiriliyor ve denetim altına tutuluyordu.
Ama Dersim bölgesinde ise bu sağlanamamıştı. Yeniçeri Ocağının kapatılıp Nizam-ı Cedit adıyla yeni bir ordu kurulunca, genel askerlik usulü de getirildi. Dersim bölgesinden de asker toplamak amacıyla Dersim reisleri ile görüşmeler yapılmış, onlara nişan, rütbe ve hediyeler dağıtılarak devlete bağlanmaları sağlanmak istenmiştir. Askere alma dışında da Dersim’liler devlet için sorun olmaya devam ediyorlardı. Komşu bölgelere sürekli saldıran ve geçimini komşularının talanına dayayan bir yapı içinde yaşıyorlardı. Bölgede asayiş ve düzen yoktu. Tamamen Dersim aşiret reislerinin hükmü yürürlükteydi. Devlet bunların önüne geçebilmek için sorunu, ilkönce görüşmeler ve nasihatlerle çözmeye çalıştı.
Bu maksatla, 19. yüzyılın ikinci yarısında İsmail Hakkı Paşa ile Erzurum Müşiri Samih Paşa, Dersim reislerini Erzurum’a davet ederek görüştüler. Ama bir sonuç alamadılar. 1863 yılına kadar Dersim’e hakim olan ve bütün saldırı ve asayişsizliğin sorumlusu olarak görülen Şah Hüseyin bey tutuklanarak Vidin’e sürüldü. Hüseyin bey ölünce yerine oğlu Ali bey geçti. Ali Bey hükümetle anlaşarak Erzincan’da ikameti kabul etti. Bu durum Ali bey’in hem aşiretler üzerinde hem de kendi ailesi içinde otoritesini zayıflattı. Ali bey’in yeğeni, Hüseyin bey’in yıldızının parladığı ve öne çıktığı görüldü. Hüseyin bey bir yandan aşiretleri elinde tutarken hükümetle de arayı iyi tutmayı başardı. Hükümet de onu Pülümür’e kaymakam yaparak resmi bir sıfat kazanmasını sağladı.
Bu arada Şah Hüseyin bey’in ailesi güç kaybederken Şeyh Süleyman adında biri güç kazanmaya başladı. Merkezi Dersim’de 5 bin kişilik küçük bir ordu ve tahkim edilmiş beş kale ile Dersim’e tamamen hakimdi. Şeyh Süleyman hükümeti tanımıyor, talan ve soygunlara devam ediyordu.

Bu arada hükümet, Dersim aşiret reislerinden bir kısmını kazanabilmek için ilçelere kaymakam olarak atadı. Kaymakamlıklara atananlar her ne kadar hükümeti temsil ediyor gibi görünseler bile Dersimlilerin asker ve vergi vermesini ve diğer yükümlülükleri yerine getirmelerini sağlayamadılar. Çünkü hükümete meyleden reisler hemen gözden düşüyor ve yerine talanı ve soygunları gerçekleştirecek yeni bir reis bulunuyordu. Erzurum’da yapılan iki toplantıda da bir sonuç alınamadı
Osmanlı- Rus ilişkileri ise bozulmaya ve bir savaşa doğru gitmeye başlamıştı. Hükümetle sürekli sürtüşen aşiret reisleri Erzurum’daki Rus konsolosluğuna başvurarak, bir savaş halinde Rusya’ya yardım edebileceklerini bildirdiler. Osmanlı – Rus savaşı başlayınca, Hozat ve Mazgirt’teki askeri kıtalar cepheye sevk edilince civardaki aşiretler ilçe merkezlerine saldırarak kışlaları yıkıp talan etiler ve ilçe merkezinde yaşayan Ermenilere de saldırdılar. Görüldüğü gibi otorite tanımayan ve kendi başına buyruk, önüne geleni soyan ve talan eden bir anlayış aşiret liderlerine hakimdi. Dersim aşiretlerinin bu durumu savaş öncesinde Kafkas Rus Genelkurmayının raporunda şöyle belirtiliyordu:
“Harp vukuunda Türkler, Dersim ve Kazuçan Kızılbaşlarından yardım görmezler, bunların harbin daha ilk günlerinde Ruslar hesabına çalışacakları da şüphelidir. Galibiyet sağlandıktan ve özellikle Erzurum işgal edildikten sonra Dersimlilerin Ruslar hesabına harekete geçmesi sağlanır. Bunun için de Dersimlilerin asırlık içişlerine karışmamak ve kendilerini kendi itiyatlarına terk etmek gerekir. Küçük Asya Harbini, Erzurum-Sivas İstanbul istikametinde inkişaf ettirebilirsek Dersim ve Koçuzan Kürtlerinin yardımını ümit edebiliriz. Bu suretle sağlanacak 15 000 kadar milis, Rus düşmanı Müslümanlar ortasından geçecek ordu ulaştırma hatlarının güvenini sağlar” deniliyordu.
Osmanlı- Rus savaşı devam ederken Dersim aşiretlerinin saldırıları devam etti. 1892’de Koç ve Şam uşakları aşiretlerinin birleşerek yaptıkları saldırılar, kuvvet kullanılarak önlenmiş bu çatışmalarda bir albay, bir doktor ve 50 er kaybedilmişti. 1893-1905 yılları arasında da karışıklıklar devam etmiş, hükümet bastırma ve reform fikirleri arasında kararsız kalınca eşkiyalık ve soygunlar devam etmişti..

1907’de artan talan ve soygunları önlemek amacıyla Koçuşağı ve Reşik aşiretlerinin tedibine Elazığ Redif Tugay Komutanı Neşet Paşa görevlendirilmiş, yapılan harekattan kesin bir sonuç alınamamıştı. 1908’de Koç ve Şam uşakları ile Reşik aşireti kendilerine karşı yapılan harekatın intikamını almak için diğer Dersim aşiretlerinin desteğini de sağlayarak yeniden çevre ilçelere akınlar yapmaya talan ve çapulculuğa devam ettiler. 28 Temmuz 1908 yılında Harbiye Nezareti ise 4. Ordu Müşirine verdiği emirde “Meşrutiyetin ilanı sebebiyle Dersim’de kan dökülmesinin caiz olmayacağını, aşiretlerle anlaşmak suretiyle askeri harekata son verilmesini” istemişti.
Hükümet Dersim aşiretleri ile anlaşmak ve uzlaşmak isterken aşiretler ise eskiden olduğu gibi çevre ilçelere saldırmaya ve talana devam ettiler. Bu nedenle 1909’da Haydaranlılara 1911’de Pülümür bölgesindeki aşiretlere tedip hareketleri yapıldı. 1912 Balkan Harbi sırasında, Dersim aşiretleri, Erzincan, Bayburt, Tercan, Kuruçay, Refahiye, Çemişkezek taraflarını talan etmeye buralara akınlar yapmaya devam ettiler.

1. Dünya Savaşının başlamasından yararlanan Dersim aşiretleri Nazmiye’yi işgal ederek, Elazığ’a doğru harekete geçtiler. Mazgirt, Pertek ve Çarsancak havalisini basarak talan ettiler. Bir kısım aşiretler ise Hozat’ı kuşattılar.
Rus orduları ise, Doğu Anadolu’yu işgale başlamış ve Bitlis’e kadar ilerlemişti. Ruslar Tercan’a doğru ilerlerken, yaptıkları kışkırtmalarla Dersim aşiretlerini de harekete geçirdiler. Aşiretler Cibice boğazında 36. Tümene yaptıkları baskında, tümeni tamamen silahtan tecrit ederek silahlara el koymuşlardı. Böylece Türk Ordusu Ruslar karşısında geri çekilirken Dersim aşiretleri önemli ölçüde silah ve cephaneye sahip oldular. Dersim aşiretlerinin Cumhuriyet döneminde ki isyanlarda kullandıkları silahlar, büyük ölçüde bu dönemden kalmadır.
MUTASARRIF CELAL BEY’İN DERSİM RAPORU
Osmanlıdan bugüne devletin çeşitli kurumları, Dersim’in bu durumunu ve Dersim’in nasıl düzeltileceğine ilişkin raporlar hazırlamışlardır. Aşağı yukarı ilk Dersim Raporu, Mutasarrıf Celal Bey’in raporudur. 24 Ocak 1904 – 14 Mayıs 1906 tarihleri arasında Dersim Mutasarrıflığı yapmış olan Celal Bey Dersim bölgesi ile ilgili İçişleri bakanlığına gönderdiği raporda şunları söylüyor:

“ İçişleri Bakanlığı Yüksek Katına
Dersim Sancağı: Erzincan Sancağının merkez, Kuzican, Kemah, Erzurum’un Kiğı, Diyarbekir’in Palu, Ma’müratül Aziz’in (Elazığ) Harput ve Eğin kazalarıyla çevrilmiştir. Adı geçen Kuzican kazası etnik köken ayrı olmak üzere dört tarafı tamamen güvenilir, itaatkar ve tarımla uğraşan Türkler ile meskundur. Sancağın bulunduğu merkez yani Hozat kazası ile Çemişgezek’in Çarsancak, Mazgirt, Kızılkilise ve Ovacık kazalarından Çemişgezek ve Çarsancak ilçe halkı da Türk’tür. Yalnız Güneyden Dersim’e ulaşan adı geçen Kuzican ilçesi halkının çoğunluğu Dersim Kürtlerindendir. Kuzican ilçesi, Kürtlerin birlikte idareleri maksadıyla daha önce oluşturulan Dersim vilayetine bağlanmış iken, vilayetin lağvedilmesiyle coğrafi ilişkisinden dolayı Erzincan’a bağlanmıştır. Üç tarafı itaatkâr ahali ile çevrili Dersim Kürtleri bu kaza ile bahsi geçen Hozat, Mazgird, Kızılkilise ve Ovacık kazalarıyla çevrilmiştir. Dersim’lilerin Erzurum, Van ve Bitlis vilayetlerinde yerleşik Şafi mezhebine bağlı Kürtler ile ne coğrafi ve ne de mezhepsel bir irtibat ilişkisi olmadığından bunlar Doğu Anadolu’nun bir kısmında bir leke gibi dururlar. Eskiden beri kötülük ve zarar vererek varlıklarını muhafaza etmişler ve sürdürmüşlerdir.

Dersim Sancağının Dersim namıyla belirli bir mevki olmayıp, mevcut aşiretlerin (Dersimanlı, Seyyidanlı, ve şeyh Hasananlı) namlarıyla bölünmüş olduğu üç ana şubeden en mühimi olan, Dersimanlı aşiretinin Kızılkilise, Mazgirt, Ovacık ve Hozat kazalarından oluşur… Bu suç dairesine eskiden beri “Dersim içi” denilmektedir. İlk nereden geldikleri bilinmeyen Seyyidanlı aşireti adı geçen Dersimanlı aşiretinin bir şubesidir. Bu iki aşiretin civarında yerleşik Şeyh Hasananlı aşireti de kendi rivayetlerine göre bir iki asır önce Malatya’da meydana gelen büyük deprem üzerine mezhepsel yakınlıktan dolayı onların yanına geçici ve misafir olarak yerleşmiştir. Bu küçük bölgenin çok bozuk, ekseriyetle taşlı ve tarıma uygun olmamasından dolayı bu üç ana aşiret geçimini temine muktedir olamadığı için Kuzican, Kızılkilise, Mazgirt, Ovacık ve Hozat kazalarını tamamen istila etmiştir. Sürekli taarruzlarla yayıldıkları köylerdeki yerleşik ahalinin büyük çoğunluğu göçe mecbur kalmıştır. Küçük bir kısmı ise mevkilerinin konumlarından ve kabiliyetinden istifade ederek arazilerini muhafaza edebilmişler ise de, zaman içinde bunlarla karışarak, meslek ve mezheplerine uyarak, aslen Türk iken Kürt aşireti haline gelmişlerdir. Bir bölümü de bazı aşiretlerin himayesine sığınarak maraba tabir ettikleri “muraba’acı” yani arazinin gelirinden dörtte bir hisse vermek üzere ortakçı sıfatıyla onların emrine girmiştir. Anılan Kürtlerin gerek bu gibilerin ve gerek zamanla göç edenlerin yerine geçerek zaten bildikleri çobanlık işine bir de çiftçiliği ilave ettiler. Şimdi Kuzican ve Mazgirt kazalarında bulunanların tahminen yüzde yetmişi, Hozat kazasında yüzde ellisi, Kızılkilise kazasında yüzde kırkı ve Ovacık kazasında yüzde otuzu çiftçilikle geçinecek dereceye varmıştır.

İnceleme ve gözlemlerime göre, Dersim Kürtlerinin boyun eğen ve itaat eden yerleşik halka baskı ve tecavüzleri, geçim için üretilenlere el koymayla başlamıştır. Mevcut aşiretler içinde sürekli var olan tartışma ve kavgalar genelde arazi yüzünden meydana gelmiştir. Ancak yazılan şekilde ellerine geçirdikleri arazi, Dersim içi denilen merkezi yerleşim müstesna olmak üzere, mecburi olarak çiftçilik yapmakta ve kendilerini geçindirebilecek bir yeterlilik ve niteliktedir. Bunların devam eden eşkıyalık ve zararları ilk önceleri zaruretle başlayan bir kötü alışkanlığın önü alınacak derecede tedip ve terbiye edilmemelerinden ve eşkıyalıkla hayatını devam ettirmeyi adeta yaşam biçimi derecesinde olağan görmelerinden kaynaklanmaktadır.
Mevcut aşiretlerden biri yerleşim yerlerine saldırırken diğeri ise diğer aşiretlere saldırır. Bu suretle iki biçime bölünen eşkıyalık ve kötülüklerinin beyinlerinde oluşturduğu güvensizlikten dolayı, silahlı bir halde bulunmaları, sürekli geçimlerini sağlayan hayvancılığı muhafaza etmelerine karşılık, toprakları kendilerine yetmesine rağmen, çiftçilikle geçinmelerine engel olmaktadır.
Yüzde yetmiş beşi çiftçilik yapan Mazgirt kazası Kürtlerinin büyük kısmı aşiret halini birer reise bağlıdır. Fakat, onun çıkarlarını bir dereceye kadar terk etmelerinden dolayı rahata erişmiş ve itaatkar olmuştur. Zaten Dersim Kürtleri genel olarak kırk sene evvelki ve daha doğrusu ilk yerleşimlerindeki gibi mağaralarda ve çadırlarda yaşamamaktadırlar. Medeni görünen Çemişgezek ve Eğin civar köyleri ne suretle kurulmuş ve yerleşmiş ise bunlar da her aşiret birkaç köyü ve her köy sayılı haneye sahip olmak üzere aynı tarzda yerleşiktir. Eski kötülük ve vahşetleri şimdiki halde şımarıklık suretinde kendini gösterdiğinden, görenekle husule gelen bu farklılıkların hükümet tedbirleriyle kısa bir zamanda pek çoğu Mazgirdliler gibi, çiftçilikle uğraşır hale getirilmesi için aşiret üyeleri üzerinde ağaların nüfuzlarının etkisizleştirilmesi yeterli olacağından bu konu, ana tedbirlerden olmalıdır.
Dersim halkının, hatırımda kalabilen kayıtlı nüfus miktarına göre eski kayıtlarda Mazgirt kazasında 9000, Hozat kazasında 7000, Kızılkilise’de 6000, Ovacık kazasında ise 4000, toplam olarak erkek ve kadın 26000 nüfus kaydedilmiştir. Nüfusun, bu miktarın çok üzerinde hatta iki katı olacağı Dersim’de bulunduğum sırada her aşiretin çıkarabileceği silahlı adam sayısı hakkında yaptığım araştırmada tahminlerin çok üstünde olduğu, eli silah tutacak erkek nüfusun 12 bin kişi görünmesiyle kesinleşmiştir. Bu arada mevcut aşiretler hakkında gereken bilgileri gizli olarak kayıt altına alan bir kıta defteri de tanzim ve takdim kılınmıştır.
(…) Dersim Kürtlerinin kötü alışkanlık ve inançları bunlar hakkında söylenegelen cehalet ve vahşet tabirlerinin gösterdiği gibi hayır ve şerlerini bilmemek, yerleşmemek ve medenileşmemek gibi nedenlerden kaynaklanmıyor. Çünkü kasabalarda meskun köylüler ve Anadolu’nun sair cihetlerindeki Aleviler ne derecede anlayışlı ve medeni ise daha zeki olmak üzere bunlar da o dereceye ulaşabilirler. Dağınık aşiretler halinde ve yöneticisinin nüfuzu altında kalmalarından ileri gelen şirret ve eşkıyalıkları, ( …) Ali Şefik Bey marifetiyle başlanılan ve nasılsa sonuçsuz bırakılan ıslahat sırasında aşiret ağalarının Dersim’den sürülmesinden sonra azalarak bugün mahalli hükümet tarafından mevcut jandarma kuvvetiyle a’şar ve ağnamlarının onda biri ve sayımı mümkün olmayan bazı aşirete ait öşriyye bedelleri vergi kayıtları şunun bunun kolayca tahsil edebileceği dereceye gelmiştir. Merhum Fikri Paşa tarafından af ve iade ettirilen ağaların dönüşü üzerine yavaş yavaş fenalık başlamış ve kalkışmaya yeltenmelerine müsamaha edile edile sene be sene artmış olmasına karşın eşkıyalığın engellenmesi ve emniyetin sağlanması lüzumlarına bu esas tecrübe üzerine koymak ve ona dayanmak lüzumunun izahı gereksizdir. Bu durum geçmişte yapılanların, bunun olumlu tesirinin Mazgirtlilerin o tarz ıslahlarından sonra yine durumun uygunluğu kalmamakla beraber hala yüzde yetmişinin ziraat ve çiftçilikle geçimlerini sürdürmeleriyle görülmektedir.
Dersimliler, gördüklerini hemen kavrayan bir niteliğe sahip milletlerden olduklarından kendilerine galip geleceğini görecekleri bir kuvvete karşı katiyen mukavemet ve mukabele etmeyerek silah kullanmaya mahal kalmaksızın geri çekileceklerdir. “Kutu Deresi” ve Ali Boğazı” denilen pusuya ve saldırıya bir dereceye kadar uygun sarp yerleri var ise de bu yerlerin eski toplara karşı sağlam ve güçlendirilmiş olmasıyla beraber oralarda da uzun uzadıya barınıp geçinemeyeceklerinden şüphe olmamalıdır. Bastırmaya en çok gerek duyulan Ovacık ve Hozat kazaları Kürtlerinin eylemlerine ve bunların kasabalara tecavüzlerine iştirak etmeyen Mazgird ve Kızılkiliseli’lerin genelde tarafsız durarak her türlü isteği kabul ve iyi niyetle kabul edeceklerine kuvvetle ihtimaldir.
Rusya savaşı yenilgisi sırasında içlerinde hükümet memurunu kaçırtarak (…) saldırabilecekleri köylerden vergi tarzında fidye almaya teşebbüs etmişlerdir. Yine üç sene evvel Yemen meselesi için o cihet kuvvetlerinin silah altına alınmaları ve sevk edilmeleri münasebetiyle devletin meşguliyetinden hemen istifade ederek kudurmuş bir surette kasabalara tecavüz ile olayların gidişatından dolayı zaten ümitsiz ve kaygılı olan devlete bağlı ahaliyi bir kat daha ezmiştir. Bu kötü kavmin işledikleri suçlardan dolayı 1200 kadar mahkeme tarafından cinayetten mahkum, tutuklu ve zanlılar bulunmaktadır. Ağaların geneli bu işlere dahil olduklarından bunların karşı koyamayacağı miktarda, fikrime göre düzenli 8-10 taburluk bir kuvvet Dersim’e gelmeli ve kanun hakimiyetini tesis için, haklarında tutuklama ve yakalama kararları bulunan bu kabil eşkıyayı yakalamak ve tutuklamak ile mahkemeye teslim edilmelidir. Mahkemece bunlar işledikleri suçlara uygun cezaya çarptırılır ise ıslahatın en önemli gereği kanun dairesinde meydana gelmiş olur. Bu uygulamaların iyice uzaması ihtimaline karşı her aşiretin ileri gelen mahkum, tutuklu ve zanlıların davalarının ayrı ayrı vilayet mahkemelerine nakli suretiyle işlemler hızlandırılabiliriz. Gerektiğinde sürgüne göndermek ve uzaklaştırmak suretiyle ağaların nüfuzunun ve etkilerinin yok edilmesi zorunluluktur. Hükümetin icraatını aşiret üyelerini ileri sürerek sonuçsuz bırakan ve aşiret üyelerini de hükümet kuvvetiyle istedikleri gibi kullanan ağalar söylenen şekilde Dersim’den sürülmelidir. Bundan sonra aşiret içinde artık resmi veya kişisel nüfuzu kalmamış olan jandarma subaylarını hemen tamamen ve yapılabilirse çevresini de tamamen yapılamadığı yani yerlerine diğerleri bulunamadığı halde kısmen değiştirilmelidir. Diğer memurlardan da oralarda eski, idarenin devamına katkısı olanların dahi değiştirilmek üzere yeni bir yönetim kurulmalıdır. İki üç sene aralıksız merkez livada bulunmak ve kış mevsiminde barındırılmaz ise kasım başında kaldırılarak Nisan başında iade olunmak üzere zorunlu güvenlik işlerini temin ve kanun hükümlerini uygulayacak güçte bir kuvvet bulundurulmalıdır. Her koşulda müsamahasız mevcut düzenin tamamen uygulanması ve yeniden tapu ve tahrir işlemlerinin aşiret efradından her hane halkının arazi sahibi yapılarak, bölgenin eşkıyalıktan arındırılması ve dirlik ve rahata alıştırılması gerekmektedir. Bunun yanısıra Erzincan’dan Elazığ’a kadar bir şose yapılırsa, Samsun’a göre Trabzon iskelesi üç dört günlük mesafe kısalır. Bu Dersimlilerce çıkarılan karışıklığın azaltılması ve merkez ordu birliklerinden asker sevkiyatın kolaylaştırır. Hayvansal ve tarım ürünleri ile orman getirilerinden yoksun bulunanlar, sükûnetin devamı ve dirliğin sağlanmasından çok yararlanacaklardır. Bu yol okullardan önce yapılacak şeylerdendir. Bir de ağaların aktarılan şekilde Dersim’den sürülmesinden sonra asker kaçakları toplanmalı ayrı ayrı ordulara dağıtılarak, düzen ve istikrar, sağlanabilir. Bu şekilde davranılırsa Dersim’in geleceği ve halkı kurtarılmış ve islah edilmiş ve civarlarındaki itaatkar sakinlere benzetilmiş olacağı mütalaasında bulunduğumu arz ve beyan ederim.10 Haziran Sene 1324.”
Mutasarrıf Cemaleddin Efendinin raporu, incelendiği zaman, aşağı yukarı şu önemli tedbirleri önerdiği görülmektedir; Aşiret reislerinin ve ağaların bölgeden sürülmesi, köylülere yeter derecede toprak dağıtılması, Trabzon limanı ile bağlantılı Erzincan Elazığ yolunun yapılması, Okullar açılması ve bütün bu tedbirleri uygulayabilmek için yeterli askeri kuvvet bulundurmayı önermektedir. Görüldüğü gibi bu tedbirler, Cumhuriyet döneminde de önerilen ve bir türlü tam olarak hayata geçirilemeyen tedbirlerdir. Sorunun devamı tedbirlerin hep yarım kalmasındandır. Raporda bu konuda da örnekler verilmektedir. Ağalar sürüldükten ve hükümet otoritesinin kurulmasından sonra köylülerin nasıl üretime döndükleri, eşkıyalık ve talandan nasıl vazgeçtiğini, ağaların af edilerek tekrar geri dönmeleri üzerine tekrar eski düzene dönüldüğünü gözlemlere dayanarak anlatmaktadır.

CUMHURİYET DÖNEMİ
BÖLGEYE AĞALAR VE AŞİRETLER HÂKİMDİ

Emperyalizme karşı kurtuluş savaşı vererek bağımsızlığını kazanan Türkiye, Padişahlığı ve Halifeliği kaldırarak Cumhuriyet devrimini gerçekleştirdi. Cumhuriyet Devrimi kaçınılmaz olarak emperyalizm işbirlikçileri ve feodallerin sınıfsal çıkarlarına büyük darbeler indirdi. Gerek emperyalistlerin gerekse yerel feodallerin kışkırtmasıyla Cumhuriyetin ilk on beş yılı gerici etnik, dinsel ve derebeylik sistemini sürdürmek amacıyla çıkan isyanlarla geçti. Devrimci Cumhuriyet, bir yandan halkın ekonomik, sosyal ve kültürel yaşamını yükseltmeye çalışırken bir yandan da, Cumhuriyet devrimini engellemeye ve cumhuriyeti yıkmaya çalışan gerici hareketleri bastırmaya çalıştı.
O dönem Komünist Enternasyonal ve Sovyetler Birliği bu isyanlara karşı genç ve devrimci cumhuriyeti savundu. O günlerde Kemalist rejime karşı mücadele etmesine ve yasadışı olmasına rağmen Türkiye Komünist Partisi de bu isyanı ve hareketleri gerici hareketler olarak nitelemiş ve bunların bastırılmasını meşru ve Cumhuriyet Devriminin kendini savunma çabası olarak değerlendirmişlerdir.
Daha Osmanlı döneminde merkezi otorite altına giren ülkenin batısı, Cumhuriyet Devrimine karşı Menemen Olaylarını saymazsak pek bir silahlı muhalefet ve mukavemet olmadı. Doğu ve Güneydoğu’da ise durum farklıydı.

Daha Yavuz döneminde elde ettikleri özerk yönetimleri altında Kürt beylikleri kendi silahlı güçlerine sahip, kendi başlarına buyruk halde yaşıyorlardı. Tanzimat’la başlayan merkezileşme hareketleri büyük bir direnişle karşılaştı. Osmanlı Devleti sorunu çözmek için feodalizmi tasfiye yerine uzlaşma yolunu seçti. Merkezi feodal yapı ile uzlaşanlarla birleşerek karşı koyanlara karşı ise askeri tedip hareketleriyle cevap verdi. Belli oranlarda başarı da kazanılmadı değil. Asgari bir devlet yönetimi hiç olmazsa il ve ilçe merkezlerinde oluşturuldu.
Ama halk ile yerel derebeyleri arasındaki ilişkiler aynen kaldı. Bölgeyi yönetmeyi yine bu yerel derebeyleri üzerinden yürüttüler. Halk her zaman olduğu gibi bir ağaya, beye yada bir aşiret reisine bağımlı olarak yaşıyordu. Merkezi feodal yönetim ile yerel derebeyiler arasındaki her sürtüşme ve mücadele yerel derebeylerin etkisi altındaki halk kitlelerinin ezilmesi ve sürülmesi ile sonuçlanıyordu. İsyan eden derebeyleri bir süre sonra devlet ile anlaşınca ortada kalan yoksul ve bağımlı halk oluyordu. Bu durum büyük ölçüde Cumhuriyet döneminde de böyle devam etti. Bu durumu en veciz şekilde Şark Raporunda dönemin iktisat vekili daha sonra başbakan olan Celal Bayar belirtiyor: “Doğu illeri bizim rejimimize gelinceye kadar kati bir tarzda hakimiyetimiz altına girmemiştir. Geçmiş hükümetler, halk üzerindeki hakimiyetlerini ağalar ve şeyhler vasıtasıyla yürütmek istemişlerdir. Ağalar ve şeyhlerin soyduklarının bir kısmını hükümet erkanına vermeleri suretiyle müşterek idare-i maslahat devri yaşanmıştır.”(Şark Raporu Sayfa 63) “Doğu’da, bugün için dahi tamamen yerleştiğimiz iddia olunamaz.” İsmet İnönü ise Doğu gezisinin sonunda hazırladığı raporda “…idaremizin Arap ve Kürt mıntıkasında köylere ve halka nüfuz etmediğini” “Biz kabuğun üstünde ve halktan ayrı olarak yalnız kuvvetle idare etmeye çalışıyoruz” diyerek belirtiyordu. (Kürt Raporu sayfa 22) Bunların söylendiği tarih 1936 yılıdır. Cumhuriyet etnik ve dine dayalı isyanları bastırmış, artık merkezi, modern bir devlet aygıtının inşasına başlamıştır.

Artık yerel derebeylerine bağımlı halktan, devlete vatandaşlık bağlarıyla bağlı yurttaşlar topluluğu oluşturmak görevleri ön plana geçmiştir. Bu nedenle İlk önce Başbakan İnönü ardından da İktisat Vekili Celal Bayar bölgede incelemeler yapmış ve alınacak önlemler üzerinde durmuşlardır.
Osmanlı döneminden beri merkezi otoriteyi tanımayan ve sürekli problem olan Dersim bölgesi de masaya yatırıldı ve çözümler üretilmeye çalışıldı. Dersim bölgesi cumhuriyet döneminde de vergi vermiyor, askere gitmiyor ve çevre il ve ilçeleri talan etmeye ve soygunlara devam ediyordu. Bu bölgenin ekonomik gelişmesini önlüyor, üretimi baltalıyor ve mal ve can güvenliğini ortadan kaldırıyordu. Çevre il ve ilçelerde yaşayan vatandaşlar, özellikle tarımla uğraşan ve hayvan yetiştiriciliği yapan köyler Dersim aşiretlerinin hedefi durumundaydı. O dönem Dersim üzerine yapılan bütün inceleme ve araştırmalar bu aşiretlerin soygunculuğunu ve talanları anlatmaktadırlar.
İsmet İnönü Erzincan’a gelince Erzincan Halkevinde halkla görüşmeler yapıyor. İnönü Kürt Raporunda görüşmeyi şöyle anlatıyor: “ Dersimliler tarafından soyulanlar adeta geçit yaptılar.” “ Hikayeler çok acıklıdır. Amerika’da çalışarak biriktirdiği para ile dönerken soyulup dilenci haline gelmiş olanlar, bilmem kaç defa sürülerini kaptırarak artık hayvan beslemekten vazgeçmiş olanlar, tarlasına ve merasına gidemeyenler birer birer anlattılar.” (Kürt Raporu Sayfa 51) Erzincan yolu üzerinde uğradığı Tercan ile ilgili olarak da şöyle demektedir: ” Ya Tercan? Dersimlilerin ayağı altında çok anlayışlı bir halk olarak senelerden beri Cumhuriyet hükümetini aramaktadır.” (Kürt Raporu Sayfa 50)
İsyan döneminde Elazığ’da Emniyet Müdürü olan İhsan Sabri Çağlayangil’de anılarında bu dönemle ilgili ağaların köylüler üzerindeki hakimiyetini ilginç bir diyalogla aktarmaktadır. Çağlayangil, General Abdullah Alpdoğan ile birlikte isyancılarla yaptıkları görüşmeleri şöyle aktarıyor: “ Tercümana Kürtçe anlattı. Tercüman bize tercüme etti. ‘Beyanatınız bizi duygulandırdı… Kürt bütün samimiyetiyle dedi ki: ‘Bir adamın bir kocası olur’ dedi. Siz bir hareket yapıyorsunuz. Bu hareket gelir geçer. Buraları yine Kürt ağalarına kalır. O zamanlar bize zulüm ederler. Bizi kurtaramazsınız siz. Siz bütün dersime hakim olsanız, oraya devlet otoritesi girse zaten biz ağaya kul olmayız. Ama siz yoksunuz, bizim daimi muhatabımız ağa olduğu için ve kudret te onda olduğu için, size değil onlara itaate, sizin değil onların söylediğini yapmaya mecburuz.’ Abdullah Paşa, şimdiye kadar bu işin böyle olduğunu, fakat hükümetin bundan sonra kararlı olduğunu, Dersim’i de yurdun öbür parçaları gibi hükümetin otoritesinin cari olduğu ve hükümetin üstünde tek bir otoritenin bulunmadığı yer yapmakta kararlı olduğunu, ağaların lafına kapılmamasını, meseleyi tekrar tezekkür etmelerini söyledi. Bunu kabul etmediler.” ( Günlük Gazetesi 14 Aralık 2009
Yine 1937 yılında Dersim İsyanın çıkması üzerine ABD’nin İstanbul Büyükelçiliği Maslahatgüzarı G. Howland SHAW’ın 25 Haziran 1937 tarihli, 288 nolu Raporunda Dersim bölgesinin bu durumu uzun uzun anlatılıyor ve hükümetin aldığı tedbirler belirtiliyor. Bu Rapor’dan uzun alıntılar yapacağım. Washington’a Dışişleri Bakanlığına gönderilen rapor şunları belirliyor:
“Türkiye’nin Doğu bölgesinde yer alan Dersim, yüzlerce yıldır hükümet için ciddi bir problem teşkil etmeye devam ediyor ve son on yıldan bu yana en az dört isyan baş göstermiş bulunuyor. Dağlık olan coğrafi yapısından ötürü bölgenin erişilmesi güç bir konumda bulunması ve bölge halkının geri kalmışlığı problemin temel hatlarını oluşturmakta. Bu bölgede hüküm süren sert iklim koşulları toprağın işlenmesinde önemli güçlükler yaratıyor. Hırsızlık ve eşkiyalık yörede oldukça yaygın ve yalnız yöre insanları değil komşu vilayetlerde ikamet edenler de bundan etkileniyor. Toplumun sosyal yapısı tipik feodal özellikler taşıyor ve geniş halk yığınlarının hükümetle olan tek irtibatını aşiret reisleri temin ediyor. 1854 yılı itibariyle Osmanlı Hükümeti siyasi reformlar getirmeyi denediyse de fazla başarı gösteremedi. Türk Hükümeti ekonomik bir açıdan yaklaşarak problemi çözmeye çalışıyorsa da, yöre halkı yollar, köprüler, okullar vs. yapılmasına karşı koyuyor.”

“ En son ayaklanma, hükümetin, bölgenin sosyal ve ekonomik koşullarını ıslah etmek üzere geliştirdiği reform programını daha önce elde edilmiş haklara tecavüz şeklinde gören liderleri tarafından başlatıldı.”

“ Yerel basına göre ayaklanma, Generalin aşiret reislerini Erzurum’da toplayarak, onlara hükümetin bölgede yol ve diğer şekillerde girişeceği ıslah programını tanıtması üzerine başladı. Müzakereler esnasında aşiret reisleri her ne kadar dostane ve anlayışlı görünüyorlardıysa da toplantıdan sonra, bölgede sahip olduklar iktidarın elden gitmesi tehdidi karşısında. Dönüş yolları üzerinde yer alan bütün köprüleri havaya uçurdular. Bunu takiben hükümete bir ültimatom göndererek Türk idaresine, ancak Dersim’de jandarma bulundurulmaması, yeni köprülerin inşa edilmemesi, bölgede yeni bir idari gücün ihdas edilmemesi, silahların ellerinden alınmaması ve vergilerin hükümetle kendi aralarında yapılacak müzakerelerde elde edilecek sonuçlara göre ödemelerine izin verilmesi şartlarıyla itaat edeceklerini bildirdiler.” “ Hükümet bu bölge halkının bir kısmına Türkiye’nin diğer yerlerine nakledilmekte olduğunu, köprü ve yol yapımı ile ilgili bir programı başlattığını ve bölgeye medeniyetin götürüleceğini ilan etmiştir.”( Dr. Suat AKGÜL Amerikan ve İngiliz Raporları Işığında Dersim Sayfa 52- 53- 54 Yaba yayınları) sayfa 14)
Aşağı yukarı aynı tespitleri TKP’de yapıyordu. TKP adına Dersim isyanını yorumlayan Rasim Davaz takma adını kullanan İ. Bilenin yazısından bir bölüm aktaralım.
“ Bugüne kadar Dersim, Türkiye’nin milli ekonomisinin dışında kalmaktaydı. Az gelişmiş olan ticaret, tamamen aşiret reislerinin ve onların adamları aracılığıyla yürütülüyordu. Öyle ki, başka bir vilayetten hiçbir tüccar, Dersim’de iş yapmayı göze alamazdı. Çünkü mahalli mütegalibenin silahlı çeteleri tarafından haraca kesilmesi yada yağmaya uğraması kesin gibi bir şeydi. Bu çeteler bununla da kalmaz, barışçı komşu köylere yağma seferleri düzenlerlerdi.”
“ Dersim’de devlet otoritesi sadece kağıt üzerinde kalıyordu. Feodal aşiret reisleri, her fırsatta, devleti hiçe sayarlardı. Devletin Dersim’de askerlik yükümlülüğünü gerçekleştirmesi ve yasal vergileri toplaması bu güne kadar mümkün olmamıştır. Bu iki mesele, daima, şeyhler ve ağalar tarafından toptan hallediliyordu. Ağalar, kendi yönetim ve yargı yetkileri altında bulunan ahaliden işlerine geldiği gibi vergi alıyor ve bunun ancak küçük bir kısmını hazineye devrediyorlardı. Bölge gençlerinin büyük bir kısmı, askere gidecek yerde, aşiret reislerinin muhafız birliklerine fedai olarak giriyor, yani aslında eşkıya çeteleri oluşturuyorlardı.” (Enternasyonal Belgelerinde Kürt Milli Meselesi Sayfa 83-84)

TUNCELİ KANUNU

Hükümet, Osmanlı döneminden beri çıban başı olarak duran Dersim sorununu kesinlikle çözmek için harekete geçti. Doğu ve Güneydoğu’nun ulusal pazara dahil edilmesinin önündeki en büyük engel bölgede hakim olan feodal üretim ilişkileriydi. Bu ilişkilerin tasfiyesi modern bir devlet için olmazsa olmazdı. Geri feodal ilişkiler, ortak pazarın oluşmasını engellemenin yanı sıra, milletleşme sürecinin de önünü tıkıyordu. Bu derebeylik sistemi bunların yanı sıra asayiş ve güvenliği de sürekli ihlal eden bir hal alınca bunu çözmek artık Cumhuriyet Hükümetinin en acil sorunu haline geldi. Genel Müfettişlerin raporları ve Genel Kurmay başkanı Mareşal Fevzi Çakmak’ın önerisi üzerine 25 Aralık 1935 yılında 2884 sayılı kısaca “Tunceli Kanunu” adıyla anılan ve olağanüstü yetkilere sahip “Tunceli İlinin İdaresi Hakkındaki Kanun” çıkarıldı.
Bu kanuna göre Tunceli iline korgeneral rütbesinde bir general vali olarak atanacak ve 4. Genel Müfettişlik bölgesinin de Genel Müfettişi olacaktı. Vali komutan bakanların sahip oldukları bütün yetkilere sahipti. Vali isterse ilçe kaymakamlıklarına da muvazzaf subaylar atayabilirdi. Yine vali lüzum gördüğü takdirde belediye başkanlığını da kaymakamlara ve bucak müdürlerine verebilirdi. Vilayet içindeki ceza mahkemelerinin kararları temyiz edilemez ve kesin kabul edilecekti. Valilik herhangi bir şahıs hakkında soruşturmaların ertelenmesine ve cezaların teciline yetkiliydi. İdam hükümleri,Vali tarafından onaylanır veya tecil edilebilirdi.
Görüldüğü gibi Yasa olağanüstü bir yönetim getirmiş ve askeri bir idare kurulmuştur. Bu yasa’nın geçici olduğu, 1 Ocak 1940 yılına kadar yürürlükte olacağı kararlaştırılmasına rağmen daha sonra çıkarılan yasalarla bu Yasa’nın uygulanması 1946 yılı sonuna kadar uzatılmıştı.
TENKİL HAREKATININ BAŞLAMASI

Hükümet Dersim’e hakim olmak ve reform programını uygulayabilmek için ilk önce askeri planda hakim bir konum edinmek ve herhangi bir karışıklığı bastırabilmek için Kahmut, Sin, Karaoğlan, Amutka, Danzik, Haydaran bucak merkezlerinde birer karakol binası inşaatına başlandı. Bu iş; çok uzun zamandan beri hükümet memur ve nüfuzu görmeyen aşiret reisi ve ağalarının hoşuna gitmemiş ve özellikle Kalan’da yeni bir ilçe kurulması bunların kuşkularını büsbütün artırmıştı. Yukarı Abbas Uşağı aşireti reisi Seyit Rıza; Haydaran, Demenan, Yusufan, Kureyşan aşiretlerine adamlar göndererek hükümete karşı birlik olmayı önerdi.
“İlk olay, Pah bucağı ile Kahmut bucağını birbirine bağlayan Harşik (Darboğaz) deresi üzerindeki tahta köprünün 20/21 Mart 1937 gecesi saat 23.00 sularında Demenan ve Haydaranlılar tarafından yıkılması ve köprü ile Kahmut arasındaki telefon hattının tahrip edilmesiyle başladı.”(Genel Kurmay Belgelerinde Kürt İsyanları Cilt 2 Sayfa 171)
Kemalist ve ilerici çevreler Dersim olayının Cumhuriyet ile derebeylik sisteminin mücadelesi olarak değerlendirmekle birlikte, şiddetin geniş ve kapsamlı olarak uygulanmasının Cumhuriyet Devrimine önderlik eden kadro ile bir ilişkisinin bulunmadığı, amacı aşan uygulamaların Fevzi Çakmak ve Celal Bayar gibi gericilerin eseri olduğu ileri sürülmektedir. Saldırı yoğun olunca geri adım atmamak zor oluyor. Hem tarihsel verilere hem de Kemalist önderliğin o günlerde savunduğu politikalara aykırıdır.
Tunceli Kanunu çıkarıldığında Atatürk Cumhurbaşkanı, İsmet İnönü Başbakan, Celal Bayar ise aynı kabinede İktisat Vekiliydi. 1937 yılında harekatın başlamasını ön gören Bakanlar Kurulu Kararını ise Cumhurbaşkanı Atatürk başkanlığında Celal Bayar’ın başbakan olduğu kabine tarafından çıkarılmıştır. Bu iki dönemde de Genelkurmay başkanı Mareşal Fevzi Çakmak’tır. Demek ki karar Kemalist önderlik tarafından alınmış ve uygulanmıştır. Derebeylikle mücadeleyi Atatürk’le İsmet İnönü’ye katliamları ise Bayar ve Fevzi Çakmak’a yüklemek haksızlıktır. Kemalist önderlik içindeki farklılaşma ve ayrışma daha sonradır.
1935 yılı sonunda ve Tunceli ilindeki tenkil harekatını yürütmek ve reformları uygulamak için çıkarılan Tunceli Kanunu, uygulamaya ancak 1937 Mayıs ayında başlandı. 4 Mayıs 1937 tarihli ve çok gizli Bakanlar Kurulu Kararında şunlar karar altına alındı:

“ Son Günlerde Tunceli’de vukua gelen hadiselere dair raporlar 4.5.1937 tarihinde Atatürk’ün ve Mareşal’ın huzurları ile tetkik ve mütalaa edilerek aşağıdaki sonuca varılmıştır:
1.Toplanan kuvvetlerle Nazımıye, Keçizeken (Aşağı Bor ), Sin Karaoğlan hattına kadar, şedit ve müessir bir taaruz hareketi ile varılacaktır.
2.Bu defa isyan etmiş olan mıntıkadaki halk toplanıp başka yere nakil olunacaktır. Ve bu toplanma ameliyesi de köylere baskın edilerek hem silah toplanacak, hem de bu suretle elde edilenler nakledilecektir. Şimdilik (2000) kişinin nakli tertibatı hükümetçe ele alınmıştır.
Mülahaza:

Sadece taaruz hareketiyle ilerlemekle iktifa ettikçe isyan ocakları daimi olarak yerinde bırakılmış olur. Bunun içindir ki, silah kulanmış olanları ve kullananları yerinde ve sonuna kadar zarar veremeyecek hale getirmek, köyleri kamilen tahrip etmek ve aileleri uzaklaştırmak lüzumlu görülmüştür.
Not: Malatya’dan ve Ankara’dan gönderilen kuvvetlerin cepheye varsıl olmaları ve cephedeki kuvvetlerin ufak tefek talimleri ve istirahatları ve bundan başka Diyarbakır’dan gelecek taburun tavzifi, bütün bunlar düşünülerek bir hafta sonra yani 12 Mayısta ileri harekete başlanabileceği anlaşılmaktadır.
Not: Paraya acımaksızın içlerinden çok adam kazanıp kullanmaya çalışmak lazımdır.”
Genelkurmay Başkanlığı 3 Mayıs 1937 tarihli emirde; “ 1 Mayıs’tan beri asi kuvvetlerin yaptıkları baskınların sadece savunma ile karşılanması ve karşı taarruz yapılmaması, asilerin cesaretlerinin artmasına ve şımarmalarına sebep olmakta, bu da hükümet otoritesini sarsmaktadır. Bunun için: Asilerin vaki olacak taarruzlarına mevzii karşı taarruzla mukabele edilmesi, süvari ve makineli tüfeklerle sıkı surette takip edilerek sonuç alınmalı” denmektedir. (Genelkurmay Belgelerinde Kürt İsyanları Cilt 2 Sayfa 184)

AYAKLANANLARA SON UYARI

4 Mayıs’ta ise Genelkurmay Başkanlığı çoğaltılarak havadan uçaklarla bölge halkına ulaştırılması düşünülen bir bildiri kaleme alındı. Türkçe, Osmanlıca ve Kürtçe olarak basılan bildiride şunlar söyleniyordu: “ Cumhuriyet Hükümeti sizi şefkat ve merhamet ile bağrına basmak, sizi mesut etmek istiyor. İçinizde bunu anlamayanlar çoktur ki, ona hürmetsizlik ediyor veyahut içinizdeki bazıları şahsi menfaatleri için sizi kurban etmek istiyor. Cumhuriyet Hükümeti bu gerçeği bildiği içindir ki, size son ihtarını yapıyor. Onun size son şartları şudur: sizi ayaklandırmaya çalışan zavallıları Cumhuriyet Hükümetine teslim ediniz veyahut onlar kendileri teslim olmalıdır. Bu taktirde cümleniz masum kalacaksınız. Teslim edilenler veya kendiliğinden teslim olanlar dahi Cumhuriyetin adil muamelesinden başka hiçbir şey görmeyeceklerdir. Bu suretle siz kıymetli vatandaşlarımızdan hiç birinin burnu kanamayacaktır. Aksi takdirde yani dediklerimizi yapmazsanız her tarafınızı sarmış bulunuyoruz. Cumhuriyetin kahredici orduları tarafından mahvedileceksiniz. Cumhuriyet Hükümetinin bu son şefkat ve merhametini bildiren bu bildirisini 24 saat içinde çoluk ve çocuğunuzla beraber okuyun, düşünün ve çabuk cevap verin. Yoksa hiç istemediğimiz halde sizi mahvedecek olan kuvvetler harekete geçeceklerdir. Devlete itaat gerekir.” ( Genelkurmay Belgelerinde Kürt İsyanları Cilt 2 Sayfa 187)
12 Mayıs 1937 de başlayan tenkil harekatının birinci aşaması, 10 Eylül 1937’de Seyit Rıza ve iki arkadaşının Erzincan 5. Jandarma bölük komutanlığına teslim olmasıyla son buldu. Bu zamana kadar 2737 silah toplanmıştı. Daha sonra 4. Genel Müfettişlikçe Kalan aşiretinin de silahlarının toplanması kararlaştırıldı. Ayaklanma bölgesinde silahların toplanması işine devam edildi. Tunceli’de 4076, Erzincan’da 789, Bingöl’de 126 olmak üzere toplam olarak 4991 tüfek ele geçirildi. Nihayet 19 Ekim 1937’de Genelkurmay Başkanlığı Tunceli harekatından alınan sonucun yeterli olması ve kış mevsiminin başlaması dolayısıyla birliklerin garnizonlarına dönmelerini emretti.

TENKİL HAREKATININ İKİNCİ VE SON BÖLÜMÜ

1937 yılında yapılan tenkil harekatı sorunun tamamen çözüldüğü anlamına gelmiyordu. Kış ayları boyunca hükümete karşı olan aşiretler ile silahla karşı koyup hala yakalanamayanlar sinmiş görünüyorlardı. Ama askeri birliklerin çekilmesi, güvenliğin sağlanmasının yerel güvenlik kuvvetlerine kalması, yakalanamayan asileri yeniden hareketlendirdi. Halkı ayaklanmaya teşvik ve tahrik faaliyetlerinin yanı sıra yiyecek ve silah temin amacıyla karakollara saldırılmakta ve jandarma erleri şehit edilmekte idi.
Son olarak Ovacık adliyesi tarafından aranmakta olan suçluların yakalanması ve askerlik şubesinin bildirdiği asker kaçaklarının yakalanması amacıyla jandarma müfrezesinin yakalamak istediği 1149 kişi için iki aydır dağlarda gezen sabit jandarma müfrezesi kışın gelmesi dolayısıyla geri dönmeye başladı. Kaçkerek köyüne gelen müfreze 2 Ocak 1938 günü Aktaş’ta bulunan iki ihzarlıyı alıp getirmek için yola çıkan 7 jandarma eri Kör Abbas, Keçel ve Bal Uşağı aşiretlerine mensup eşkiyalar tarafından pusuya düşürülerek öldürüldü. Bu olaydan sonra Mercan deresine inen saldırganlar Mercan Karakolunun iki askerini de şehit ettiler.
Erzincan demiryolu, Tunceli’de yapılan yol ve bina inşaatları, Tunceli’leri çalışmaya çekmiş, para kazandırmış; bu durum ağaları, tembelleri ve firarda bulunan suçluları kıskandırmış, ağaların tarlasını ekerek kendine uşaklık yapacak adam azalmıştı. Hükümet nüfuzunun Tunceli’ye yerleşmesi, halk üzerindeki hüküm ve nüfuzları sarsılan ve menfaatleri bozulan özellikle Keçel, Kör Abbas, Bal ve Aşuran ağaları ile geleceklerinden kuşkulanan Demenan, Haydaran ve Bahtiyar aşiretinin bazı kaçakları ile Pülümür Ceza evinden kaçan kişiler ve geçmiş dönemde işledikleri ağır suçlardan dolayı kendini güvende hissetmeyen birkaç eski kolbaşı büyük rahatsızlık duyuyordu. Köylerde ağa nüfuzu yerine muhtarların geçmesi, köylülerin kanunlara uyması, bu rahatsız unsurları yeniden ayaklanmaya itti. Hükümet durumu kesin olarak çözmek ve bir daha bu olayları yaşamamak için sert ve şiddetli tedbirler aldı. Yeterli sayıda askeri birliğin bölgeye naklinden sonra, uygun mevsimde başlanmak üzere hükümet 1938 yılında aşağıdaki tedbirleri aldı.

“Mansul ve Hemzik Uşakları ile Külhan olaylarını yapanlarla bunlara yardım edenlerin tedipleri için harekat yapılması,
1937 yılı muhalefet döküntülerinin takibi,
Asker kaçağı ve bakayaların takibi,
Silah toplamanın ikmali,
Mansul ve Hemzik Uşakları ve Külhan mezrası olaylarını yapanlarla bunlara yardım edenlerden sağ kalanların münferit evlerde ve dağ başlarında oturanlardan şüpheli olanlarının (2000-5000) Tunceli dışına nakilleri;
Yasak bölgenin sınırlarının tespiti ile ne zaman ve hangi şart dahilinde bu yasak bölge yaylalarından itaatli insanların faydalanabileceklerinin tespiti;
Çemişkezek ilçesinin Germil bucağındaki milli araziden 5-6 sene evvel borçlanma suretiyle uhdelerine arazi verilmiş olan itiatli halkına bu arazilerinin tapularının verilmesine devam edilmesi;
Çemişkezek kasabası yakınındaki Hazari, Erdike, Oskih, Pogos köylerine indirilmiş ve 9 sene evvel yerleştirilmiş ve yerleştirilecek bulunan itiatli dağlı Türk neslinden olan insanların işgal etmekte oldukları arazinin tapularının kendilerine verilmesine devam edilmesi;
Devlete itaat göstermiş olanlardan yersiz yurtsuz bulunana veya münferiden dağ başında oturan halkın bir kısmının Peri ve Paşavenk bucaklarındaki mevcut Türk köylerinde işlenmeyerek boş duran ve ziraata elverişli olan yerlerden tedarik edilecek arazi verilmek suretiyle bu köylere iskanları (Bunların sayısı 300 haneyi geçmemekte) ;
Yol, köprü, kışla, okul, hükümet konakları, karakol, subay ve memur evlerinin inşaatına devam edilmesi;
Pülümür-Nazimiye yolunun toprak tesviyesi halinde yeniden açılması” (Genelkurmay Belgelerinde Kürt İsyanları Cilt 2 Sayfa 122-123)
Bu programdan da anlaşılacağı üzere ilk iş tenkil harekatı idi.
Hükümet bu işe 7. 8. ve 9. Kolorduları ve bunlara bağlı 3., 12. 15. ve 17. tümenler ile 1. ve 14. Süvari tümenlerini görevlendirmişti. Harekatın amacı bu bölgedeki halkı silahtan tamamen tecrit etmek, Tunceli’nin her yıl ayrı ayrı sahalarında beliren haydutluğa tamamen son vermekti.
“Ordu bu görevi, bölgenin her tarafında birden harekete başlamak üzere kısa bir zamanda kesin, şedit, seri ve en etkili bir şekilde, haydutların herhangi bir yere saklanmasına veya tarama başlangıcında ve süresinde bölge dışına çıkmasına meydan vermeyecek şekilde yapacaktır.” ( Genelkurmay Belgelerinde Kürt İsyanları 2. Cilt Sayfa 263)

Bakanlar Kurulu 6 Ağustos 1938 de aldığı kararlarda özetle
“ Her iki yasak bölgenin 3 numaralı yasak bölge olarak kabul ve ilanı:
Tunceli halkından ve yasak bölgelerin içinden ve dışından 5 ila 7 bin kişinin batı illerine nakil ve iskanı;
Yasak bölge dışında bulunan ve fakat yerlerinde bırakılması caiz olamayan aşiret reisleri, kolbaşıları, seyit ve şerirlerle bunların aile ve yakınlarının da batıya nakle tabi tutulmaları;
Bu bölge halkının silahtan tecridi ve harekattan sonra da bu işe devam edilmesi;
Batıya nakledileceklerden ne kadarının hangi endüstri merkezlerine sevk edilecekleri;
Ele geçen mahkumların, hükümlerinin infazı;
Asker kaçaklarının askerlik hizmeti gördürüldükten sonra batıda mürettep oldukları yerlere sevki; “ istenmekteydi. ( Genelkurmay Belgelerinde Kürt İsyanları 2.Cilt Sayfa 268-269)
Bakanlar Kurulunun bu kararları uyarınca harekete geçen askeri birlikler harekatın birinci evresi olarak nitelendirilen “ 10 Ağustos 1938’den beri Ordu manevrasının birinci safhada içinde yasak bölgeyi tarayarak geçen birlikler bu harekat sırasında, isimleri daha önce 4. Genel Müfettişlikçe tespit edilmiş binlerce insanı yakalayarak kafileler halinde emredilen bölgelere sevk etmişler, haydutlarla yer yer yapılan müsademelerde keza binlercesini imha etmişler, bu şerirlerin sığındıkları köyleri, komları ve hatta fundalık ve tarlaları yakmışlardı” (Genelkurmay Belgelerinde Kürt İsyanları 2. Cilt Sayfa 283)

Harekatın ikinci evresinde ise “12. Tümen yasak bölge içinde ve dışında arama ve taramalarda birçok haydutları imha etmiş olmakla beraber son direnen 170 kişiyi daha imha etmiş ve o bölgedeki köy ve tarlaları yakmıştı. 15. Tümen de aynı şekilde bölgesindeki bir çok köylerde yaptığı arama sonunda 150 haydudu daha imha etmiş, köy ve tarlaları yakmıştı. Bu arada 63. Alay ile Seyyar Jandarma Alayı da son olarak 6-7 köy daha aradı ve bu köyleri de yaktı.”
“14. Süvari Tümeni de bölgesinde yaptığı son temizlik hareketinde 69 kişi daha imha etmiş, erkek, kadın ve çocuktan ibaret 381 kişilik bir kafileyi batıya nakledilmek üzere Elazığ’a sevk etmişti.” (Genelkurmay Belgelerinde Kürt İsyanları 2. Cilt Sayfa 284-285)
“ Kolordular bölgelerinde topladıkları tehcire tabi kafileleri daha önce emredilen yerlere sevk etmekte, bunlar arasında kaçmak isteyenleri imha etmekte idiler. (Genelkurmay Belgelerinde Kürt İsyanları 2. Cilt Sayfa 285)

Harekatın 3. evresi de 16 Eylül 1938’ de sona erdi. Askeri birlikler 15 Eylül akşamına kadar “kendilerine ayrılan bölgelerdeki mağaraları, taş kovuklarını ve bir insanın saklanabileceği her noktayı adım adım aradılar. İstihkam müfrezesi bir çok mağaraları tahrip suretiyle yardımda bulundu ve bu suretle topçu ve piyade ağır silahları yakın desteğinde yapılan tarama harekatında bir çok mağara ve civarlarında yapılan müsademelerde, içlerinde bazı aşiret liderlerinin de bulunduğu yüzlerce haydut imha edildi. Ve bir o kadar da kadın ve çocuk grupları yakalandı. Yine bu arada yine yüzlerce hayvan, silah ve cephane ele geçirildi. Haydutların direndikleri köyler, münferit evler, komlar ve hatta tarla ve meşelikler yakıldı.” (Genelkurmay Belgelerinde Kürt İsyanları 2. Cilt Sayfa 301)

3. Ordu Müfettişliğinin verdiği bilgiye göre iki defada 17 günde tarama bölgesi içinde ölü ve diri 7954 kişi çıkarılmıştır. Aranan 101 kişiden 73’ü ele geçirilmiş ve 1019 silah toplanmıştır.
1937 ve 1938 yılları içinde neredeyse iki yıl süren Tunceli bölgesinin tedip ve tenkili, aşiret reisliği, seyitlik ve ağalık sistemine Tunceli bölgesinde büyük darbeler indirdi. Tunceli Türkiye Cumhuriyetinin ve milli pazarın bir parçası haline getirildi. Okulların açıldığı, askere gidilen, vergi veren ve kanun hakimiyetinin kurulduğu bir bölge haline geldi.
Bu harekatın zorunlu olduğu tartışmasızdır. Hiçbir devlet ve hiçbir rejim, topraklarının bir bölümünde silahlı gruplara, yasaların işlemediği, vergi toplanamayan ve askerlik görevini yerine getirmeyen, ayrıca komşularını sürekli talan eden ve eşkiyalık yapan bir bölgeye uzun bir süre katlanamaz. Cumhuriyet burada sadece derebeylik sistemini değil, aynı zamanda üretimin ve gelişmenin temel koşulu olan güvenliği ve yasa hakimiyetini de sağlamıştır. Aşiret reislerinden, seyitlerden ve ağaların hakimiyetinden kurtulan Tunceli halkı o günden beri özgür ve ilerici fikirleriyle ön plana çıkmıştır.
Ama bütün bu yapılanlar bölge halkına pahalıya patlamıştır. Genelkurmay belgelerinde de görüldüğü gibi aşiret reislerinin ve seyitlerin etkisindeki binlerce köylü öldürülmüş, binlercesi de sürülmüştür. Çatışma feodal derebeylik sistemi ile Cumhuriyet kuvvetleri arasında cereyan etmiş olmasına rağmen, bu çatışmada halk kitleleri aşırı bir şiddete maruz kalmıştır. Bu aşırı şiddeti, kullanmaya kalkan her türlü bölücü ve gerici çevreler, bunun bir soykırım olduğunu iddia ediyorlar. Bu çevrelere en büyük destek katılmayı düşündüğümüz AB emperyalizminden gelmektedir. Şiddetin derecesi asla “soykırım” olarak nitelendirilemez. Soykırım dini ve etnik farklılıklardan dolayı belirlenmiş bir topluluğun tamamen katledilmesi ve yok edilmesidir. Şiddetin boyutunun yüksekliği tek başına soykırım yapıldığını göstermez. Tunceli’de isyanlara katılmayan aşiretlerin ve köylülerin şiddet dışı kaldığı ve önemli bir kısmının sürgün edildiği düşünülürse belirli bir etnik ve inanç sisteminin değil, Cumhuriyete direnen kesimlerin hedef alındığı görülmektedir. Şiddetin çapının genişliği büyük bir hatayı göstermekle birlikte soykırım iddialarına dayanak olamaz.

Bu olayı “soykırım “ diye tanımlamak, aslında feodal derebeylik sistemini dolaylı bir şekilde savunmaktır. Cumhuriyetin kendini savunma hakkını reddetmektir. Şiddetin dozunun kaçtığı, arada savunmasız ve suçsuz insanların da öldürüldüğü su götürmez bir gerçektir. Ama burada esas dikkat edeceğimiz husus çatışmanın tarafları, bunların sınıfsal kimlikleri ve çatışmanın sonuçlarıdır. Aşiret sistemi ve seyitlik ve ağalık yıkılmasaydı acaba Tunceli bugün nasıl olurdu.
Yazıya, Cumhuriyetin Tunceli’de yapmak istediklerini anlatan, 3.Ordu müfettişliğinin Tunceli tedip harekatı ile ilgili yayınladığı rapordan uzun bir alıntı ile son veriyorum.
“…hükümet kuvvet kudret ve kültürünü bunlara devamlı surette ulaşamamış ve işleyememiş olması, bu halk arasında aşiret ruhunu ve hayatını devam ettirmiş, seyitlerin telkinleri, şerirlerin tehditleri bu halkı ilkelliği ve fakirliği içinde bırakmış ve ağaya, reise ister istemez uymaya mecbur etmiştir.
Ağa ve reislerin bir kısmı kalkmıştır. Fakat seyitlerin çoğu kalmıştı. Gerek uysal olduklarından dolayı dokunulmayan ağa ve şerirler gerekse seyitler meydanı boş bulurlarsa halkı aynı halde tutmaya devam ederler. Seyitler ağaların telkin vasıtalığını yaparlar. Halkta icra kuvvetini teşkil eder. Bu ihtimali kökünden yok etmek için esaslı tedbir; İçerde kalmış olan seyit ve ağaların hepsini Tunceli dışına çıkarmak ve bugüne kadar hükümet ile halk arasında her hayırlı teşebbüsü akim bırakan bu kitleyi ortadan kaldırmaktır. Ancak bundan sonra halk hükümeti baş tanır, her icraatını kabul ve tatbik ve onu ilkellikten kurtarmak isteyen Cumhuriyetin kültüründen ve nimetinden istifade eder.
Bu gerçekleşinceye kadar Tunceli’de kuvvet, basiret ve devamlı baskı ile ve mevcut ağa ve seyitlerin nüfuz ve etkileri ile aralıksız mücadele ederek çalışmak gerekir.
İlçelerin memur kadroları münhal bırakılmamak ve görev sahipleri de Tunceli halkından olmak şartı ile seçkin, muktedir olmak ve Tunceli halkını devamlı ve etkili temas ve faaliyetle Cumhuriyete ısındırmak ve alıştırmak da başarı için şarttır. (Genelkurmay Belgelerinde Kürt İsyanları 2. Cilt Sayfa 304-305)