EMPERYALİZM VE ÖZEL SAVAŞ
ÖNCÜ GENÇLİK MERKEZİ EĞİTİM BÜROSU
Emperyalizmin sadece ‘serbest’ piyasa ile sürdürülemediğini önceki bölümlerde gördük. Emperyalizmin en başat özelliği ekonominin serbest değil aksine devlet gücünü elinde tutan tekeller tarafından kullanılan devlet müdahaleciliğiyle yaşadığı açıktır. Devlet eliyle kamu kaynakları, halkın emek gücü bir avuç tekelin çıkarı için kullanılmaktadır. Devlet gücü kendini sadece yasal düzenlemeler olarak ya da yasadan güç alan idari yapılanmalar olarak kendini göstermiyor. Aksine bunlardan daha da fazla etkili olan iki aygıt daha vardır: Bunlar medya ve devletin içinde yapılanan, emperyalist merkezler tarafından cihazlandırılmış özel savaş aygıtıdır. Bu iki aygıtla emperyalistler iki tür savaşta başarıya ulaşmayı amaçlamaktadırlar. Bu savaşlar:
1) İktidardakilerin medyayı (ve elbette eğitim kurumlarını) ellerinde tutmaları sayesinde başarıya ulaştıkları psikolojik savaş,
2) Devletin yasal düzenlemelerinin dışına çıkan eylemleriyle halkın örgütlü gücüne karşı zor gücü kullanan yasadışı yapılanmalarca yürütülen özel savaş.
Önceki bölümde psikolojik savaşın salt bir planlama sonucu olmasa bile iktidar ilişkilerinin ve ekonomi-politik ilişkilerin dayattığı bir ideolojik hegemonya sonucu olarak da görülebileceğini belirtmiştik ve ideolojik hegemonyanın emperyalizmin denetimini pekiştirmedeki rolüne vurgu yapmıştık. Bu bölümde ise ilgimizi özel savaşla sınırlı tutmaya çalışacağız.
Adlandırma
Özel savaş aygıtı Türkiye kamuoyu tarafından çeşitli adlarla bilinir: derin devlet, kontrgerilla, süperNATO, gladyo, vb. Bu adların çağrıştırdığı anlamları ve kullanımlarının ne anlama geldiğine kısaca bir göz atalım.
‘Derin devlet’ adlandırması devletin içerisindeki yapılanmalara işaret ediyor. Örneğin Türk Derin Devleti derken, Türkiye Cumhuriyeti Devleti içerisine yuvalanmış çeteler, mafyatik yapılar düşünülüyor. Oysa emperyalizmin boyunduruğu altındaki ülkelerde devlet aygıtı bile emperyalistlerin kısmen ya da tamamen denetimi altındayken; devletin en ücra köşelerine yuvalanmış yapılanmalar silah tekellerinden, uluslararası savaş örgütü olan NATO’dan bağımsız olamaz. Aslında derin olan aygıt devletin içerisinde değil, ezilen milletlerin çok uzağında olan emperyalist merkezlerdedir. Devlet içi dendiğinde sanki devlet ülkeyi kaplayan bir kümeymiş de ‘derin devlet’ bu küme içerisinde görünmez bir elemanmış gibi düşünülüyor. Oysa bu yapılanmanın beyni ülkenin dışındadır ama kolları devleti sımsıkı sarmıştır. O nedenle ‘derin devlet’ adlandırması yanıltıcıdır. Bu adlandırmanın doğru kullanımı Amerikanın Derin Devletidir.
Kontrgerilla gerilla karşıtı demektir. Halkın örgütlü ve bazen de silahlı yapılanmaları emperyalist merkezler tarafından gerilla olarak görüldüğünden ona karşıt olan güç de kontrgerilla olarak adlandırılmaktadır. Bu adlandırma halka karşı gayrinizami (düzendışı, yasal düzenlemelerin dışında) savaş yürüten bir aygıta işaret ettiği derecede doğrudur. Ancak bu adlandırmadan sadece silahlı eylemler anlaşılırsa eksik kalır. Özel mahkemeler, işkencehaneler, gizli tutukevleri, ‘sol maskeli’ örgütler, ve kiralık katillerden oluşan çeteler de hep birlikte anlaşılırsa adlandırma amacına hizmet etmektedir.
SüperNATO Türkiye’de sözü edilen halka karşı eylemlerin kaynağını işaret etmesi bakımından oldukça yerinde bir adlandırmadır. ABD’nin NATO ülkelerini denetim altına alma ve bağımsızlıklarını ekonomi dışı etmenlerle elinde tutma aracı olarak bu ülkelere NATO kanalıyla yerleştirdiği özel savaş aygıtı için belki de en doğru adlandırma süperNATO’dur.
Gladyo ile tarihte ilk kullanıldığı dönemdeki anlamı düşünülürse, süperNATO örgütlenmelerinden sadece bir tanesidir. SüperNATO’nun İtalya’daki örgütlenmesinin adı Gladyo’dur ve sözlük anlamı kılıçtır. NATO’nun amblemi olan Rüzgargülü ise süperNATO’nun Fransa’daki örgütlenmesinin adıdır.
Faşizm ile ilgili başlıkta Fransa, İtalya gibi Avrupa ülkelerinde NAZİ’lere karşı savaşan örgütlenmelerin Avrupalı sosyalist-komünist direnişçilere ait olduğunu belirtmiştik. NAZİ’ler II. Emperyalist Bölüşüm Savaşı olan 2. Dünya Savaşında yenildikten sonra, bu ülkelerde sol oylar yükselişteydi. Örnek olarak İtalya’yı alırsak 1970’lerde İtalya Komünist Partisi oyların üçte birini almıştı. Yine 1976 seçimlerinde bu partinin 1.8 milyon üyesi ve yüzde 34,4 oyu vardı. Fransız Komünist Partisi ise 21 Ekim 1945 seçimlerinde meclisteki 586 koltuğun 159’unu almıştı. Savaş sonrası Fransız halkına dayatılan Amerikancı iktidarlara karşı halkı seferber etmiş ve grevler düzenlemişti. Bu grevlerden birini örgütleyen Genel Emek Konfederasyonu 3 milyon işçiyle başarılı bir grev gerçekleştirmişti. Bu denli örgütlü bir halk gücü Fransa’nın başına çöreklenmiş olan kapitalistleri ve onlarla doğrudan ilişki içerisinde olan uluslararası ABD merkezli tekelleri rahatsız etti. Rüzgargülü adlı gizli örgütlenmeye gidildi. Ancak yine de ilk bölümlerde söz edildiği gibi, Avrupa solu emperyalizme göbekte bağlı olduğu için bu parti de, üyelerinin büyük bir bölümünün karşı çıkışlarına rağmen, Fransa’nın emperyalist savaşlarını (Hindiçini ve Cezayir Savaşlarını) desteklemiştir.
Yine bu dönemle ilgili olarak Yunanistan çok tipik bir örnek oluşturuyor. II. Dünya Savaşı sonrasında iktidara yerleşmek üzere olan Komünistlere karşı emperyalist merkezlerin kafa kafaya vermiş ve ABD’nin otoritesini kabul etmeleriyle, ABD Yunanistan’a silah yardımı, askeri ve teknik personel ihracı ve politik dış destek sağladı. Yunanistan bu dönemden itibaren egemenliğini büyük ölçüde ABD’ye kaptırmıştı. Komünizmin ve halk iktidarlarının yükselmesine tahammülü olmayan emperyalistler kendi koydukları yasaları çiğneyerek, yasadışı her türlü yolu deneyerek ülkeyi ele geçirmişlerdi.
ABD emperyalizmi özel savaş tekniklerini kendi merkezlerinde, CIA’da ve Pentagon’da geliştirdi, NAZİ propaganda yöntemlerini ve NAZİ’lerin terör eylemlerinin beyinlerini de bünyesine alarak NATO ülkeleri içerisinde özel savaş aygıtlarını kurdu.
Özel Savaş Aygıtının Karakteri (Özet)
NATO sadece Sosyalist Blok ülkelerine karşı kurulmamıştır. En az bunun kadar, NATO üyesi ülkeleri denetim altına almada kullanılmıştır. Bu nedenle özel savaş aygıtı (artık kısaca Gladyo adı kullanılacaktır) NATO üyesi ülkelerin içine yerleştirilmiştir. Gladyo, tek bir ülkede çalışan özerk bir yapı değildir, aksine emperyalist merkeze bağlı bir yapıdır ve NATO ülkelerinin gerçek iktidar sahibidir. Gladyo bir paralı askerler örgütünden ibaret değildir; içerisinde ajanlar, ekonomik tetikçiler, özel haber elamanları, hükümet görevlileri, bürokratlar vardır. Tüm bunlarla içerisine girdiği ülkeyi bütün cephelerinden (ekonomi, kültür, dış ilişkiler, milli istihbaratı, iç işleri, iş dünyası, sendikalar, vb.) kuşatmıştır. Bu açıdan bakıldığında, hükümet koltuklarında oturanlar figüranken gerçek hükümet gladyodur.
Özel Savaşı Doğuran Etmenler ve ABD’nin Hegemonyası
II. Dünya Savaşı öncesinde ABD birçok Avrupa ülkesiyle birlikte anılırken, savaş sırasındaki silah üretimiyle, savaşa uzaktan etki etmesi sayesinde bir atılım yaparak Dünya’nın lideri konumuna geldi. 1900’lerin başından beri ABD’yi ele geçiren tekeller, ülke içindeki üretimin büyük bir bölümüne hakim oldular. İki savaş sırasında da yürütülen dış politika ve tekeller tarafından yapılan silah satışları sayesinde, ABD, Dünyanın bir numaralı devleti haline geldi.
ABD’li tekellerin savaştan nasıl faydalandığını görebilmek için rakamlara bakmak yeterli. Fethi Naci’nin verdiği rakamlara göre 1940-1943 arasında, ABD’de, sınai üretim yüzde 90 ve üretim endüstrisinde çalışan işçilerin sayısı yüzde 70 arttı. Savaş sayesinde tekeller üretimlerinin önündeki engelleri aşmışlardı. Adnan Akfırat’ın verdiği rakamlara göre tekellerin karı 1940-1945 yılları arasında, bir önceki beş yıllık döneme göre tam 4 kat arttı. Tekeller böylelikle ABD’nin tüm kurumlarına hakim oldular.
Özet olarak, savaştan sonra büyük bir güç olarak çıkan ABD zayıflayan Avrupa Devletleri karşısında büyük bir üstünlüğe kavuştu. Avrupalı tekeller halk tepkisi karşısında zayıf konuma düşüp, solcu örgütlenmelerin tırmanması sonucunda ABD’nin askeri yardımına muhtaç ve emirlerine boyun eğmek zorunda kalmışlardı. Böylelikle Truman Doktrini olarak tanınan, ABD’nin yardım adı altında, tekelci kapitalizmin uluslararası egemenliğini sağlama politikası hayata geçmişti. Bu amaçla uluslararası örgütler, başta Birleşmiş Milletler Örgütü, ABD’nin hegemonyası için kullanılacaktı. ‘Komünizm tehlikesi’, tekellerin arzularını gizlemek için kullanılmıştı ve sosyalist blokla savaş adına Dünya’nın en büyük savaş aygıtı olan NATO, Nisan 1949’da kurulmuştu.
Bütün bu yapılanma, aynı zamanda ABD halkını ve gelişmiş ülkelerin halklarını denetlemeye amaçlıyordu. Bu nedenle 1947’de CIA ve Ulusal Güvenlik Konseyi kurulmuştu. ABD’nin halkını denetim altına almak ve tekellerin Dünya çapındaki çıkarlarını sağlamak amacıyla CIA, Ulusal Güvenlik Konseyi, Polis Teşkilatı, FBI ve benzeri yapılar kurulmuştu. Bütün bu kurumlar tekellerin ABD ve Dünya üzerindeki yasal baskı araçlarıdır.
Sosyalist bloka karşı ve yükselen komünist hareketlere karşı başarı kazanmak amacıyla, ABD, SSCB’ye karşı mücadele etmiş olan en kıdemli örgütten NAZİ’lerden yardım aldı. Alman savaş tutsaklarını maaşlı çalışanı yaptı. NAZİ polis örgütü Gestapo’nun karşıdevrimci eylemleri örnek olarak alındı ve Gestapo liderleri CIA bünyesinde görevlendirildi. SSCB’ye karşı savaşın başarı kazanma zorunluluğu argümanına sığınarak, Kissinger, NAZİ’lerle işbirliği projelerini akladı. Böylelikle II. Dünya Savaşı suçluları, ABD’nin savaşının kahramanları haline gelmekteydi ve bu kişilerin suçları ”komünizm öcüsü” sayesinde bağışlanmıştı.
Sistemin Tekellerin Açlığını Doyurma Zorunluluğu
Dünya çapında 500 milyonun üzerinde ateşli silah mevcut
Bu demektir ki gezegendeki her 12 kişinin 1 tanesinde bunlardan var
O nedenle asıl sorun
Diğer 11’ini de nasıl silahlandıracağımızdır
Lord of War (Savaşın Efendisi) filminden
Tekelci kapitalizm daha önceki bölümlerde de söylediğimiz gibi krizlerini savaşlarla çözer. Bu nedenle silah tekellerinin yeri ayrıdır. Hem hegemonya askeri güce dayandığından da hem de savaşlarda silah talebi yükseldiğinden silah tekelleri savaşlardan en çok nemalanan tekellerdir. Bu tekeller silah tekeli olup devletin başına çöreklenmezler. Aksine devletin başındaki tekeller bu potansiyeli bildiklerinden silah tekeli olurlar. Çağımız Emperyalizm ve Milli Devrimler çağı olduğundan tekellerin varoluşu devlete bağlıdır. Emperyalizmin merkezindeki devletler de tekeller tarafından yönetilir. İşte bu tekeller de en yüksek kar getiren sektörlere (uyuşturucu ve silah) yönelirler. Bu tekellerin açlığının doyurulması amacıyla devlet erki bunların elinde bulunmalıdır ve silah satılmalıdır.
Üç tank, dört uçak, 100 gr beyaz peynir
üretilen tüketilir
kalanlar sağlar bizimdir
Hayır yani n’olur
Bir kere de bir uçak eksik olsa da
şu peyniri bol alsak
Ferhan Şensoy’un İçinden Tramvay Geçen Şarkı oyunundan
Silah tekellerinin ortaya çıkmasıyla ve tekelci kapitalizmin ABD’de mutlak olarak egemen olmasıyla ABD’nin Dünya ölçeğindeki varlığı nitelik değiştirdi. Geçmişte Avrupalıların ekonomik gücü karşısında korumacılığıa başvuran ABD bu değişimden sonra dışa açılmaya başladı. Yeni pazarlar bulmak ve silah satışı ile egemenliğini genişletmek amacıyla sömürgelere ve savaşan ordulara ihtiyaç vardı. Kapitalizmin krizini savaşlarla çözmesini fırsat bilerek her iki Dünya savaşında da, ABD, her iki tarafa da büyük miktarda silah sattı. Silahlanma yarışının tırmanmasıyla ABD’nin ekonomik gücünün yanı sıra savaşın sağladığı koşullarda yoğun emekle teknik donanımını arttırdı. Tekeller arası çelişmeler olsa bile bu yanıyla tek bir vücut gibi hareket eden tek bir tekelden bahsedilebilir. Dolayısıyla tekellerin ihtiyacı gereği yayılmacılık ve savaştan istifade etme tekellerin ahlaki bir tercihi değil, onlar için yapısal bir zorunluluktu.
Ama İran-Irak savaşında her iki tarafa da silah satmışıtn
Hiç her iki tarafın da kaybetmesini isteyebileceğimi düşündün mü?
Mermiler hükümetleri oylardan çok daha çabuk değiştirir.
Lord of War (Savaşın Efendisi) filminden
Bu ihtiyaçların gereği olarak Dünya’daki siyasi ilişkiler ABD’nin hegemonyasında gerçekleşmeliydi. Bunun için de bağımsızlık hareketleri bastırılmalı, ABD’nin tarafsız göründüğü savaşlarda her iki tarafa da silah satılabilmeliydi. Askeri yardımlarla desteklenen ülkeler dahi bu yardımlarla silahlanmaya bağımlı hale gelmeliydi ve böylelikle silah tekellerinin daimi müşterisi olmalıydılar. Bu bağımlılıktan kurtulma girişimlerine karşı olarak da bu ülkelerin içerisindeki Gladyo aracılığıyla siyasi makamların elleri kolları bağlanmalıydı. Siyasi makamların halk desteğini arkalarına alıp karşı çıkmaları durumunda ya da devlet içerisindeki kimi yapılanmalar siyasi iradeye rağmen halk hareketinin yanında görülmeye başladığında statüko darbelerle sağlanmalıydı. Bu amaçla ABD askeri yardımlarını ve Gladyo örgütlenmelerini öyle bir noktaya taşıdı ki 1964’te Başkan Johnson şu açıklamayı yapacaktı: ”Şu anda 49 ülkede iç savaşın en gelişmiş tekniklerini güvenlik kuvvetlerine öğreten 344 ekibimiz çalışıyor”. Doğrudan askeri müdahelelere ise Charles Jr. Maechling tarafından açıklandığı gibi şu sözlerle değinilmekteydi: ”Ayaklanmaların üst aşamasında, komünistlerin iktidarı alması durumunda, ABD operasyon güçlerinin devreye girmesi gereklidir”. (Aktaran Adnan Akfırat)
Gladyonun Merkezindeki Örgütler
ABD hegemonyasını kurmak amacıyla tekellerin devlet içerisindeki örgütlenmeleri yasal kılıfların yanı sıra gizli örgütler şeklinde de kendini gösterdi. 1921 yılında New York’ta CFR (Council of Foreign Relations – Dış İlişkiler Konseyi) adlı gizli bir örgüt kuruldu. Bu konseyin Avrupa şubesi denebilecek olan Bilderberg Grubu 1954 yılında kuruldu. Bunlara ek olarak sosyalist blok karşısında duran ABD, Avrupa ve Japonya’nın mali sermayesini ve tekellerini temsil eden Üçlü Komisyon (Trilateral Commission) kuruldu. Bu örgütlerin başlarındaki şahıslar IMF gibi uluslararası para kuruluşlarının başlarına yerleştirilmişlerdir.
Bu örgütlenmelerin doğrudan yahut dolaylı yollardan fonladığı ve sistemin beyin gücünü oluşturan yapılanmaları ise aşağıda listelenen düşünsel çalışmaları fonlayan yahut doğrudan think tank denen düşünce kuruluşlarıdır: Rockefeller Vakfı, Eisenhower Vakfı, Ford Vakfı, Carnagie Vakfı, Rand Corporation, Amerikan Özel Girişim Enstitüsü (AEI), Doğu Batı Enstitüsü (EWI), Uluslararası Cumhuriyetçiler Enstitüsü (IRI), Açık Toplum Enstitüsü (OSI), Soros Vakfı (SF), Nixon Barış ve Özgürlük Merkezi (NPFVC), Yeni Atlantik Girişimi (NAI), Yahudi Ulusal Güvenlik Enstitüsü (JINSA), Hudson Enstitüsü (HI), Uluslararası Araştırma ve Değişim Örgütü (IREX), Dünya Antikomünistler Birliği (WACL), Dünya Ekonomik Forumu (WEF), Washington Stratejik ve Uluslararası İlişkiler Araştırma Merkezi (CSIP), John Hopkins Üniversitesi Uluslararası Enstitüsü, Brokings Enstitüsü, Birleşik Devletler Barış Enstitüsü (USIP), Savunma Üniversiteleri (DU), Rockefeller, Eisenhower, Fulbright Vakfı Bursları, vb. (Aktaran Erol Bilbilik)
Burada dikkat edilmesi gereken nokta, bu örgütlerin ve araçların keyfe keder hareket etmediği ve emperyalist politikaları izlemek zorunluluklarının sistem içerisindeki yerlerinden kaynaklandığıdır. Sözü edilen çıkar grupları şu veya bu tarikatın, şu veya bu kökenden olmalarından hareketle değil de içinde bulundukları ekonomi-politik ilişkiler nedeniyle bu kitapçıkta sözü edilen emperyalist politikaların uygulayıcılarıdırlar.
Özel Savaş Kime Karşı Yapılır?
Özel savaşı ve kontrgerillayı ele alan çalışmalar genellikle hedef alınanın solcular yahut komünistler olduğu konusunda hemen hemen fikir birliğindedir. Bu genellemeyi bozan eserlerin başında Ferit İlsever’in Kontrgerilla serisi (Kontrgerilla I-II-III) ve Adnan Akfırat’ın CIA ve Pentagon Belgeleriyle Özel Savaş adlı eserleridir. Bu çalışmalarda vurgulanan özel savaşın halka karşı yapıldığıdır ve amacın ABD’nin hegemonyasının sağlanması olduğudur, dayanakları ise ABD’nin özel savaş aygıtlarının belgeleri ve Türkiye’deki uzantılarının eğitim kitaplarıdır. Bu belgelerin haricinde özel savaşın hedefinin halk olduğunu anlamak için ekonomi-politik göstergelere bakmak yeterlidir. Özel savaşı fonlayanların ve fonlanan aygıtların düzenlediği tertiplerin sonuçların incelenmesiyle özel savaşın hedefi açık bir biçimde ortaya çıkmaktadır. Tertiplerin amacı halkları istikrarsızlaştırmak, güvenliğin sağlanması gerekçe gösterilerek Amerikan Militarizminin egemenliğinin haklılaştırılması, halkı örgütleyen ilerici örgütlerin yıpratılması ve yok edilmesi, halkların iradesiyle şekillendirilen iktidarların ABD’nin para politikalarının dışına çıkmalarının engellenmesi ve yasal düzenlemelerin ulusötesi şirketlerin çıkarlarına uygun olarak yapılmasıdır.
Bu amaçların önünde duran güçler ise pratikte antiemperyalist örgütlenmelerdir. Bu örgütlerin sol eğilimli olduğu açıktır. Ancak her sol örgütün kontrgerillanın hedefinde olduğu düşünülmemelidir. Zira birçok sol örgüt, maalesef, emperyalizm tarafından özel savaş aygıtları aracılığıyla kullanılmaktadır.
Ferit İlsever’in sözü geçen eserde kontrgerilla etkinliklerinin halka karşı olduğunu ortaya koyduğu dayanaklardan örnekler verelim:
”Halk, çoğunluğu ayaklanmaları bastırmakla görevli olan tarafa sempati besleyinceye kadar onlarla herhangi bir işbirliği yapmaz… Halk ile ayaklanmaları bastırmakla görevli olan taraf arasında bir engel vardır, bu yıkılmalıdır. Bu da ancak kuvvet zoru ile olabilir. Ayaklanmaları bastırmakla görevli olan taraf halka ne yapmak istiyorsa, bunu zorla yapmalıdır” (Galula’nın Ayaklanmaları Bastırma Hareketleri kitabından aktaran Ferit İlsever)
”Sivil halk ile gayrinizami kuvvet arasındaki sıkı münasebet, sert kontrol tedbirlerinin takviyesini icap ettirebilir. Bazı hallerde, bütün köyleri başka yerlere nakletmek veya ücra bölgelerdeki şahısları iskan merkezlerine sevketmek gerekebilir” (Tümgeneral Cihat Akyol’un Mart 1971’de Silahlı Kuvvetler Dergisinde yayımlanan ”Gayrinizami Kuvvetlere Karşı Harekat” adlı makalesinden aktaran Ferit İlsever)
”…Gayrinizami harp unsurlarının tutuklanması ve sorgulanması, sıkıyönetim ilanı, askeri hükümet kurulması, hüviyet kartı verilmesi, halkın sokağa çıkma yasağı, toplantıların sınırlanması ve yasaklanması, sansür gibi tedbirler polis harekatını tamamlar” (Tümgeneral Cihat Akyol’un yukarıdaki yazısından aktaran Ferit İlsever)
Bu alıntılar Kontrgerilla’nın halkı nasıl hedef alabildiğini göstermek için yeterlidir. Bunlar yalnızca eğitim kitaplarında kalmış kitabi bilgiler değildir. Dünya’nın çeşitli bölgelerindeki halklara karşı uygulanmıştır. Halkın zan altında bırakılıp göçe zorlanması, halkın potansiyel terörist olarak görülüp sokağa çıkma yasağının uygulanması, halkın desteğinin sağlanması için kuvvet kullanılması, işte bunlar kontrgerillanın düşmanının kim olduğunu göstermektedir.
Halka karşı uygulanan saldırı sadece kuvvet zoru değildir. Bunun yanında aç bırakmak, karneye bağlamak da uygulanması öğütlenen bir yöntemdir. Yöntemlerin özü, halkın direncini kırmak ve halkı boyun eğmeye zorlamaktır. Ferit İlsever, Franklin A. Lindsay’in Gayrinizami Harp (Unconventional Warfare) adlı metninden aktarıyor:
” Ayaklanmaları bastırmakla görevli olan taraf halk tarafından ne kadar sevilmez ise sevilmesin, kendisi kuvvetli bir azim sahibi, kudretliyse ve halk arasındaki aktif taraftarlarına güvenebilirse, bu aktif taraftarları ki, asinin kazanmasıyla her şeylerini hatta hayatlarını bile kaybedeceklerdir, bu zaman ayaklanmaları bastırmakla görevli taraf kendi iktidarını muhafaza edebilir. Aksi takdirde halkın ayaklanmaları bastırmakla görevli olan tarafın rejiminin varlığı ile faydalandığı nizam ve asayiş, şöyle böyle işleyen bir ekonomi, çalışan kamu hizmetleri ve diğer hizmetler vs’den feragat edilmeli ve bu işler ve hizmetler halkın yardımlarına karşılık mükafat olarak tedricen yeniden verilmelidir. Mesela, yiyeceği karneye tabi tutar ve yiyecek karnesini ancak kendisiyle işbirliği yapana verir. Aynı zamanda kendisini aktif olarak desteklemek isteyenler, ne kadar halk tarafından sevilmeyen kimseler olsalar da, onlara daha fazla hak ve kuvvet tanıyarak, onlar vasıtasıyla işini yürüterek faydalanmaya başlar”.
Bu metinde de görüldüğü gibi halkın dilendirilmesi, onurunun kırılması, muhtaç bırakılması iktidarın ayakta kalma araçlarıdır. İktidar kudretini halkını süründürerek sonra da kademeli olarak mükafatlarındırarak alır. Halkın örgütlü gücünü, vicdanını ve özgür iradesini onun açlığıyla terbiye etmeye çalışır. Bütün bunları kitaplardan değil, hayattan öğrenen Türkiye devrimcileri AKP hükümetinin uygulamalarına tanıktır. Özgür iradesi kırılmış bir halkı örgütlemek ve ona onurunu kazandırma görevini üstlenmişlerdir.
Sağ-Sol kavgası mı, Şuursuz Terörizm mi?
Yukarıda alıntılanan kitapta rastlanan yeni bir kavramla yolumuza devam edelim. Ülkenin istikrarsızlaştırılması ve halkın meşru örgütlü mücadelesine gölge düşürmek amacıyla tertipleri tezgahlanmaktadır. Buna örnek olarak kitaptan alıntılayalım:
”Şuursuz terörizmden maksat… ilgi toplamak ve halkın dikkati bir defa çekildikten sonra gizli olarak bulunan taraftarları cezbetmektedir. Bu da gelişigüzel yapılan terör hareketleriyle, bombaların patlatılmasıyla, yangın çıkarmakla, suikastlar yapmakla ve mümkün olduğu kadar fazla seyirci cezbedilecek şekilde toplu olarak, koordine edilerek ve ayarlı bir şekilde yapılır. Bu tip hareketler için gayet az insana ihtiyaç vardır”
Görüldüğü gibi terörizm özel savaş aygıtları tarafından sıklıkla kullanılan dahası adının açık açık geçtiği eğitim kitaplarının olduğu bir araçtır. Sağ ve sol terörü başlıklarıyla gazete manşetlerini süsleyen eylemlerin beyninin kime ait olduğu bu eğitim kitapçıklarından açıkça görülmektedir. Hatta kitaplarında iktidarlara bu tür eylemlerin ne kadar ucuza geldiğini ”gayet az insana ihtiyaç vardır” ifadesi ile söylenmektedir. Anarşi ortamı yaratılarak halkın ‘güvenlik’ ve ‘huzur’ vaad eden Amerikancı partilere kanması sağlanmaktadır. Huzur gelecek vaadiyle darbeleri yaptıran güç işte Emperyalizmin en çok başvurduğu aygıtı olan özel savaş aygıtıdır, kontrgerilladır. Bu tertiplerle halkın meşru taleplerini yükselten örgütlerin demokratik mücadelesine gölge düşürülmüştür. ‘Anarşi odaklarını bastırma’ iddiasıyla halkın üzerine gidilmektedir ve paravan örgütler efendilerinin müdahalelerinden sonra geri çekilmektedirler. Şuursuz terörizmle anarşi ortamı yaratıldıktan sonra ‘seçilmiş terörizm’le belirli kişilere yönelik suikastlar ve saldırılar yapılır. Bunun için yine aynı eğitim kitabına bir göz atalım:
”Seçilmiş terörizm derhal şuursuz terörizmi takip eder. Bundan maksat… halkı mücadeleye sokmak ve asgari olarak halkın pasif suç ortaklığını temin etmektir. Bu da, memleketin muhtelif yerlerinde bazı kimseleri, halkla en yakın teması olan küçük rütbeli hükümet memurlarını polis, postacı, belediye reisi, belediye meclisi azası ve öğretmen gibi insanları öldürerek yapılır. Yüksek derecedeki hükümet memurlarının öldürülmesiyle bir gayeye hizmet edilmiş olmaz. Çünkü, yüksek derecedeki hükümet memurları halktan uzakta bulunduklarından bunların ölürülmeleri halk için bir örnek teşkil etmez”
Halkın çeşitli önderlerini, demokratik düzenin kimi unsurlarını seçen özel savaş aygıtının bunları öldürmesiyle anarşi ortamı tırmanır. Uğur Mumcu’nun, Abdi İpekçi’nin, Eşref Bitlis’in, Muammer Aksoy’un, Bahriye Üçok’un, Hrant Dink’in, Doğan Öz’ün, Bedreddin Cömert’in, Bedri Karafakioğlu’nun, Necip Hablemitoğlu’nun, Ahmet Taner Kışlalı’nın, Gün Sazak’ın öldürülmeleri; Danıştay’a, Zirve Yayınevi’ne, Cumhuriyet Gazetesi’ne yapılan saldırılar örnek olarak verilebilir.
Kontrgerilla’nın elemanları ABD’nin sağladığı teorik kaynaklarla, ele geçirilen ülkenin insan gücüyle ve çeşitli fonlardan sağlanan mali kaynaklarla yetiştirilmektedir. Eğitim için kullanılan teorik kaynakların ayrıntılı listesi Ferit İlsever’in yukarı anılan kitaplarında okunabilir. İnsan gücü için ordunun ve emniyetin içerisinde yetiştirlen insanlar, ekonomik sıkıntı içerisindeki insanlar kullanılmaktadır. Eğitim vermesi için yabancı eğitmenlerin geldiği ise birçok kaynaktan saptanabilir. Eğitimlerin teorik çerçevesi ve amacı ABD hegemonyasına karşı direnen milli ekonomileri ve iktidarları yıkmak; halk içerisindeki örgütlü yapıların kullanılması yahut yok edilmesi; direnen milletleri iç boğazlaşmalara hapsetmek ve ordularını teslim alıp milli güvenliği yıkmaktır.
Gizlenmeye Çalışılan ‘Gizli Kahraman’: Gladyo
Gladyo sözcüğü son yıllarda ağızlara pelesenk oldu. Gladyonun milletin ve devletin bekasını sağlamaya çalışan milliyetçi kişilerden oluşan bir çete olduğu söylendi. Hatta ünlü bir dizi üzerinden Türkiye’nin Çatlı-Rambo kırması bir jönle kurtarılabileceği düşüncesi yaratılmaya çalışıldı. Bu saptamayı yapan mizahçı Metin Uca fiziki saldırıya maruz kaldı.
Gladyo derinlerde yaşayan, efendi tanımayan bir avuç militarist delinin oluşturduğu bir örgütlenme değildir. Gladyo Emperyalizmin ekonomi-politik çıkarlarıyla gereği ABD’nin hamiliğinde kurulmuş bir sömürü aracıdır. En başta Avrupa ülkelerini denetim altında tutma ve üçüncü Dünya ülkelerini ele geçirme amacıyla NATO merkez karargahına bağlı bir örgütlenmedir.
Adnan Akfırat’tan aktarıyoruz:
Marshall Yardımı’nın hararetli savunucusu, NATO’nun kurucusu Acheson, kapitalist sistemin korunması için Batı Avrupa’da büyük bir askeri kuvvet bulundurmayı şöyle savunuyor:
”Batı Avrupa’da büyük bir kara kuvveti bulundurmak zorunluluğu vardır. Batı Avrupa ülkelerinde yapılacak bir devrim hareketi tehlikesi bu yolla önlenebilir. ” Yine benzer bir kaynak daha cüretkar bir açıklamada bulunuyor (‘NATO ve Avrupa’nın Birliği Hareketi adlı kitabın yazarı Margaret Balla):
”Batı Avrupa’daki NATO üyeleri için büyük tehlike, Sovyetler değil, içerideki tehdit idi. Bu ülkelerdeki komünist partileri harpten büyük bir kuvvet ve prestijle çıkmışlardı. Komünistlerin, girişebilecekleri bir kitle hareketi sonunda iktidara gelmeleri ihimali çok kuvvetliydi”
İtalya’daki Komünist Parti’nin iktidara yürümesine karşı CIA, İtalyan polisine yardım etti ve ‘gizli tabur’lar kuruldu. CIA’nın yönlendirmesiyle, ‘Gizli Taburlar’ın kadroları Mussolini’nin Gizli Polis Örgütü’nün mensuplarından seçildi. Taburlar, komünizme karşı yoğun bir istihbarat ve karşı istihbarat eğitiminden geçirildiler. Tabii ki, eğitimi CIA’nın uzmanları yönetiyordu (Arthur E. Rowse’un National Security Council Directive NSC 67/2 adlı belgesinden aktaran Adnan Akfırat).
Gladyo’nun yaratıcısı NATO’dur. Doğurduğu yer ise İtalya’dır. Sonra bu modeli her gittiği yerde klonlamıştır. ABD başından beri Mafya babalarıyla, Faşistlerle ve NAZİ’lerle işbirliği halinde olduğundan bu ilişkileri Gladyo devralmıştır. 1942’de ABD’nn özel savaş aygıtı İtalya’nın Adalet Bakanlığı’na baskı yaparak, Mafya’nın en büyük babası Lucky Luciano’yu cezaevinden çıkarttı. Luciano da ABD ile ABD’nin Sicilya’ya asker çıkartması konusunda anlaştı ve nihayet ABD 1943’te Sicilya’ya asker çıkarttı. Mario Puzo’nun Baba adlı romanında (bilindiği gibi filme de uyarlanmıştır) ABD ile iş yapan mafyaların geniş bir portresi verilmiştir. Bu roman önemlidir gerçeklerden hareketle yazılmıştır. Küba’nın nasıl ABD tarafından mafyalara arz edildiği, Küba insanının kumar masalarına konu edildiği çok iyi betimlenmektedir. Romanda vurgulanan bir düşünce tarih tarafından doğrulanmıştır. Küba’daki milli kurtuluşçuların paralı askerlere karşı hayatlarını hiçe sayarcasına vatanları için çarpıştığını gören mafya babası Küba’da yatırım yapma fikrinden cayıyor. Bu gerçeği gören birisinin milli kurtuluşçuların kazanacağını tahmin etmesi kaçınılmazdır.
Özel Savaş Türkiye’de:
İç boğazlaşmalar çeşitli türlerde olabilir. Bir tanesi yukarıda anılan sağ-sol çatışmalarıyken, bir diğeri mezhep çatışmaları ve son olarak da etnik çatışmalardır. Maraş ve Çorum katliamları Alevi-Sunni çatışmasının sağlanması için yapılırken; Kürt kökenli yurttaşlarımızın yoksullaştırılmasıyla, haklarının tanınmamasıyla AB kapılarına muhtaç edilmesi ve böylelikle Kürtleri temsil ettiği iddia edilen örgütlerin emperyalizmin boyunduruğuna sokulması sağlanmış, sonuç olarak da Türk ve Kürt birbirinden ayrıştırılmaya çalışılmıştır. Sağdan ve soldan aydınların öldürülmeleriyle sağ-sol çatışmaları körüklenmiştir.
6-7 Eylül’de gayrimüslim yurttaşların mallarının ve dükkanlarının talan edilmesi tipik bir kontrgerilla operasyonuydu. 27 Mayıs Devrimi sonrasında, DP yöneticilerinin Yassıada Mahkemesindeki yargılamalarında Özel Harp Dairesinin 6-7 Eylül olaylarını planladığı ve uyguladığı ortaya çıktı. Özel Harp Dairesi, NATO’nun merkezine bağlı ve Türkiye içerisinde oluşturulmuş bir özel savaş aygıtıydı. Dairenin ilk adı Seferberlik Tetkik Kuruluydu ve 1952’de kuruldu. NATO’nun merkez karargahına bağlı olan ve CIA denetiminde olan bu kurul daha sonraları Özel Harp Dairesi (ÖHD) adını almıştı. Türkiye’de sonradan ‘Derin Devlet’ adıyla anılacak olan kontrgerilla örgütlenmesinin ocağı bu kuruldur. 1967 yılında bu kurulun adının değişmesi ve ÖHD’nin ortaya çıkmasıyla başına yukarıda makalesinden alıntı yapılan Cihat Akyol geçti.
Bu örgütlenmenin sivil kanadı da Ülkü Ocakları ve Komünizmle Mücadele Dernekleriydi. Komünizmle Mücadele Derneklerinde kimler yetişmedi ki? Abdullah Gül, Melih Gökçek, Nazlı Ilıcak vb. Bu sivil kanatla milli hassasiyeti yüksek ve dini eğilimlerinden faydalınabilecek bir gençlik kitelesi denetim altına alındı. Amerikan 6. Filosu’nun Dolmabahçe’ye demirlemesi sonucunda bu derneklere akıl hocalığı yapan Mehmet Şevki Eygi ülkücü ve dinci gençliğe ‘kıbleniz altıncı filodur’ diye yazmıştı. Bunun üzerine bu gençler 6. Filoya karşı namaza durmuşlardı. İrtica NATO’nun denetimine alınmıştı ve onun himayesinde yeşeriyordu.
15-16 Haziran 1970 işçi eylemleri İstanbul’da Sıkıyönetimin ilan edilmesiyle durdurulmuştu. 12 Mart 1971 Amerikancı askeri müdahelesinin bir provasıydı bu sıkıyönetim. 12 Mart Muhtırasıyla 27 Mayıs Devrimi ile elde edilan kazanımlar kısıtlandı ve ilerici subaylar ordudan atıldılar. Devrimci ve yurtsever gençliğin önderleri hapsedildi, kimileri de asıldı.
Halkın Kontrgerilla Operasyonlarına Tepkisi
Halk 1973 seçimlerinde ”Kontrgerilla’dan hesap soracağım” diyen Ecevit’in söyleminin peşine takıldı ve CHP’yi destekledi. Bu olgu bile halkın NATO merkezlerinden ”kuvvet zoru uygulayın” direktiflerine uyan iktidara karşı tepkisini göstermekte yeterlidir. CHP’nin koalisyon ortağı olan MSP Erbakan’ın liderliğinde tarikatları devletin içerisine yerleştirdi ve NATO’nun sivil güçlerini devletin kilit noktalarına yerleştirdi. Bunları 1970’li yıllardaki siyasi terör izledi ve Türkiye denetimsiz, kitlesiz maceracı sol maskeli örgütlerin iktidar tarafından silahlandırılmış ülkücü terörle hesaplaşmasına sahne oldu. Bu şuursuz terör eylemlerine Ecevit’e, Gün Sazak’a ve aydınlara yönelik suikastlar, 1977 1 Mayıs’ındaki gibi tertipler eşlik etti. Tam bu sırada yukarıda sözü edilen Çorum ve Maraş olayları cereyana geldi. Halkın vicdanı ve iradesi, bu tertipleri düzenleyen merkezlerin ideolojik yayınları ve medya haberleriyle esir alındı. Halk ‘güvenlik ve asayiş sağlanmalı’ diyen Amerikancı generallerin eylemleri sonucunda 12 Eylül’de adeta bir açık hava cezaevine hapsedildi. Halka bir bütün olarak boyun eğdirildi. Herşeye rağmen meşruiyet taşıyan siyasi liderler tutuklandı ve onlara siyasi yasak getirildi. Darbenin temel amaçlarından biri olan 24 Ocak kararlarının kalemi, 12 Eylül’ün prensi Turgut Özal iktidara taşındı. Siyasi rekabetin öldüğü bir ortamda Batı destekli irtica ve vahşi kapitalizm Turgut Özal’ın bedeninde Türkiye’nin başına oturtuldu. Ünlü ”bizim oğlanlar yaptı” deyişi bu projenin kimin projesi olduğunun sağlam bir göstergesiydi. Gerçek fail ABD idi.
1980 sonrasında Kürt kökenli yurttaşlar baskı altına alınarak dillerini kullanmaları, ve diğer kültürel hakları fiilen yasaklandı. Bu yurttaşlarımız yeni yeni kurumsallaşmakta olan Apocular diye bilinen bir hareketten PKK’ye dönüşen örgüte itildi. 1980 öncesinde Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerindeki devrimci ve yurtsever örgütlere karşı kullanılan bu örgüt, 12 Eylül Rejiminin insanlık dışı uygulamaları sonucunda halk desteği de buldu. PKK’nin kısa bir sürelik de olsa ABD’nin denetiminden uzaklaşık Suriye’ye yakınlaşması sonucunda bu kez de PKK’ye karşı Hizbullah kurduruldu. Geçmişte sola ve devrimcilere karşı PKK’yi kurduranlar şimdi de denetlenemeyen PKK’ye karşı Kürt İslamcı Hizbullah örgütünü kullanıyorlardı. PKK’ye karşı görünen bu girişim aslında yine bölgede yaşayan ve çağdaş bir yaşamı, özgürlüğü savunan insanlara karşı akıl almaz şiddet eylemlerine girişti. Bu örgütle 28 Şubat’a giden süreçte mücadele eden Devlet iradesi AKP’nin iktidarı ile örgüt mensuplarını koruyan, kollayan ve dışarı salıveren bir tavır takındı.
Halkın 1972-73 yıllarında Kontrgerilla’ya karşı tepki gösterip toplumsal muhalefeti yükselttiği gibi 1990’lı yıllarda da yine aynı merkezlerin yönettiği çetelere karşı 1 dakikalık karanlık eylemleri, temiz toplum mitingleri düzenlendi. Susurluk kazasıyla halktan saklanma imkanını yitiren özel savaş aygıtına bağlı çetelerden hesap sormaya girişen halk kitlelerine karşı mücadeleye girişildi ve halkın mücadelesi sulandırıldı. 2 Temmuz 1993’te Sivas’ta eski Komünizmle Mücadele Derneklerinde yetişme irtica yeniden hortladı, Türkiye’nin aydınları ve halkın vicdanı ateşe verildi. Akıllarda kalan şey güvenlik kuvvetlerinin ve iktidarın sessizliği, kayıtsızlığıydı. Yükselen irtica tehdidine karşı Türk Silahlı Kuvvetleri ve Milli Güvenlik Kurulu tehdit algısını sol hareketlerden bölücü ve dinci hareketlere çevirdi. Tarihsel olarak bu olgunun uluslararası dayanakları da vardı. Tam da bu dönemde NATO’nun yeni konsepti şekillendi. Artık ‘Komünist tehdidin’ önüne geçen ‘yeni tehditler’ de vardı. Bu durumun 28 Şubat’ı yapan komutanlara da uygun bir ortam sağlıyordu. Ancak her hareket gibi bu müdahalede de iki başlılık vardı. Bir yanda NATO’nun yeni konseptine uyum sağlamak isteyen komutanların iradesi, diğer yanda ise cumhuriyete karşı mevzilenen yeni oluşumlara karşı tepki duyan komutanların iradesi vardı. 24 Nisan 1999’da Washington’da onaylanan NATO’nun yeni konseptine bakmakta fayda var. Yeni tehditler: ‘insan hakları ihlalleri’, ‘politik düzenin çökmesi’, ‘devletin çökmesi’, ‘başarısızlığa uğramış reformlar’, ‘etnik çatışmalar’, ‘köktendincilik akımları’, ‘toprak sınırları konusundaki anlaşmazlıklar’, ‘din ve mezhep çatışmaları’, ‘kitle imha silahlarının yaygınlaşması’, ‘kitlesel göç hareketleri’, ‘hayati önemdeki ikmal akışının kesilmesi’, ‘terörizm’, ‘sabotaj ve organize suçlar’, ‘uyuşturucu trafiği’ vb.
Yalnız yaşananlara dikkatle bakıldığında görülecektir ki bu yeni tehdit algısı halkın tehdit algısıyla karıştırılmamalıdır. NATO’nun insan hakları ihlallerinden kastettiği kendisine muhalif olan rejimleri kötülemek ve onlara yapacağı saldırıları meşrulaştırmak amacıyla duyurduğu hak ihlalleridir. Ya da benzer şekilde ‘kitle imha silahlarının yaygınlaşması’ndan kastedilen ABD’nin düşmanlarının kendilerine savunabilecek bir konuma gelmelerine karşı duyulan endişedir. Köktendincilikten kastedilen Hizbullah gibi oluşumlar değil, aksine ABD emperyalizmine karşı savaş yürüten Müslüman coğrafyasıdır. ‘Uyuşturucu trafiği’nden kastedilen kendilerinin denetim altına almakta güçlük çektikleri bölgelere dair endişelerdir. Diğer ortak görünün tehditler ise bölgenin ‘bekaası’ için yapılacak müdahalelere meşruiyet kazandıracak argümanlardır.
Özel Savaş ve Psikolojik Savaş
Askeri yığınağın zafere ulaşması için düşmanın zihninin ele geçirilmesi gerekmektedir. Özel Savaşın başarıya ulaşmasının koşulu savaşılan halkın zihninin esir alınmasıdır. Askeri güç psikolojik savaşla desteklenmeli, dahası askeri güç psikolojik savaşın bir unsuru olarak kullanılmalıdır. Türkiye’de yakın zamanlara kadar gördüğümüz ‘ABD yenilmez’, ‘karşı gelirsek bizi işgal eder’, ‘her adımımızı uydudan görüyorlar’ gibi iddialar askeri gücün psikolojik savaşta nasıl kullanıldığını göstermektedir. Adnan Akfırat yukarıda anılan kitabında Pentagon belgelerinden alıntılıyor:
”Psikolojik Savaş Operasyonları: Sivil Askeri Harekatlar gibi Psikolojik Savaş Operasyonları’nın da amacı, ABD güçlerinin ve dost hükümetin halk desteği kazanmasını ve ayaklanan güçlerin itibar ve destek yitirmesini sağlamaktır”
Yine ayın kaynaklardan alıntılarımızı sürdürelim:
”Çeşitli kitle iletişim kanallarını kullanarak, halkın davranış ve düşüncesinin siyasi ve askeri çıkarlar doğrultusunda belirlenmesi” psikolojik savaşın tanımı olarak veriliyor.
”Ayaklananları halkın gözünde küçük düşüren veya içlerinde kargaşa yaratan, halka ilişkilerini bozan sahte belgeler düzenlemek ve yaymak” önerilerin yollardan sadece biridir.
Psikolojik savaşın kritik önemde olduğu ise
”Gerilla savaşının askeri hedefi olarak algılanan insanın en kritik noktası zihindir. Zihnine bir kez ulaşıldı mı, ‘siyasal hayvan’, mermilere gerek bile kalmadan yenilgiye uğratılabilir” sözleriyle belirtiliyor.
ABD’nin emrindeki bu örgütler ve savaş aygıtları psikolojik savaşta başarı kazanmak için yıllardır yalan üretiyorlar. Kitlenin zihnini ele geçirmek için ‘tatlı dilli yalanlara’ ve ağır makineli silahları, nükleer bombaları ve kimyasal silahlarıyla korku salıyorlar. Dünya’nın en büyük terörist organizasyonu olan NATO ve ona hükmeden ABD, halkın örgütlenmelerine ‘terörizm’ etiketi yapıştırıyor. Dün NAZİ’lere karşı savaşan yurtsever partizanları NAZİ’ler nasıl hainlikle ve anarşizmle suçladılarsa, ya da dün, ABD ve onun işbirlikçileri devrimci, yurtsever örgütleri anarşizmle, terörizmle suçladılarsa; bugün de milli devleti ve tam bağımsız Türkiye’yi savunan güçleri ‘Ergenekon’cu, Terörist olarak suçlamaya çalışıyor. Ellerindeki yüzlerce aygıtın 7 gün 24 saat çalışmasına karşılık kitleleri ikna edemiyorlar. Dün yurdu savunmanın cezası komünist olarak damgalanmak ve Faşist İtalya’nın ceza kanunlarına dayanarak yargılanmaktı, bugün ise ‘ulusalcı’ olmak ve kanunlara bile gerek duymadan ‘özel yetkili mahkemelerde’ yargılamaktır. Kontrgerilla belgelerindeki ‘liderleri esir alın’, ‘halktan koparın’ telkinlerinin en ısrarcı bir biçimde uygulandığı bir ülkede yaşıyoruz. Bütün bu yalanlara ve silahlı güce rağmen, başta gençlik olmak üzere millet ayaklanmasını sürdürmekte ve vatanına sahip çıkma mücadelesini sürdürmektedir.
Türkiye’deki rejimi askeri vesayet rejimi olarak adlandıranlar, Dünya’nın en militarist rejimini başta Türkiye’nin sonra da Ortadoğu’nun başına örmeye çalışan ABD’nin şakşakçılığını yapıyorlar. Militarist rejimlerin en militaristi olan gladyolu, özel savaş aygıtlı ABD militarizmi Ortadoğu ve Dünya halklarını boğmaya çalışırken ona şakşakçılık yaparken, Türkiye’de darbe karşıtlığı adı altında ABD’nin yapmış olduğu darbenin hakimiyeti için canla başla mücadele ediyorlar.
Özel Savaşın Çocukları: Mafya, Tarikat, Uyuşturucu
Emperyalist-Kapitalist sistemin mafyalaşması olgusuna önceki bölümlerde değinmiştik. Bundan ayrı olarak sistem yerellerde de ya mafyayla evlenmiştir ya da mafyayı doğurmuştur. Takım elbiseleriyle, geniş katılımlı düğünleriyle, ‘demokrasi’ söylevleri verdikleri televizyon programlarıyla sürdüremeyecekleri ekonomik ilişkiler oluşmuştur. Bu ilişkileri ‘pis’ adamlar yapmalıdır. Bu pis adamların yaptıkları da uzun vaadede ve büyük rakamların içerisinde aklanmalı, unutturulmalıdır. Pis adam kontenjanı her geçen gün artmaktadır. Kontenjanlar üretim yapan sektörlerden, asalaklaşan, mafyalaşan sektörlere akmaktadır. O nedenle bu sistem eğitime ve sağlığa bütçe ayıramaz. Onun bütçesi silaha, uyuşturucuya, bankalara, tefecilere ve borsa vurguncularına akmaktadır. Sağlık sektörüne aksa aksa ilaç ticareti adı altında uyuşturucu trafiğine paravanlık yapan şirketlere akacaktır.
OECD’nin yayımladığı çalışmalarında 1995 yılında uyuşturucu cirosnun 1 trilyon 100 milyar dolar olduğunu ‘saptamış’. Bu rakam bile çokken gerçek rakamlar bundan çok daha fazladır. Kayıt altındaki uyuşturucu cirosunun büyüklüğü bile mafyatik sektörlerin nasıl bir genişlikte olduğunu göstermek için yeterlidir. Sözü edilen rakam doğru olsa bile, bu rakam Dünya ihracatının yaklaşık üçte birine denk gelmektedir. Mafyalardan tekellere akan uyuşturucu gelirleri Dünya’nın üretimini boğduğu gibi, üçüncü Dünya ülkelerini istikrarsızlıklar kılıyor ve halkları uyuşturuyor. Doğu Perinçek’in Ankara Ticaret Odası’nın hazırladığı ”Hayatımız Mafya” başlıklı rapordan aktardığına göre, Türkiye’de örgütlü suç ekonomisinin yıllık cirosu 60 milyar doları bulmuştur (2004) ve bu rakam 2004 yılı bütçesinin yarısına denk gelmektedir. Bu kadar büyük miktarlardaki uyuşturucu trafiği devleti elinde tutan güçlerin bilgisinden bağımsız olarak gerçekleşemez. Devletin başındaki güçler mafyalaşmıştır ve mafyaları himaye etmektedirler. Halkın örgütlü gücü olması gereken Devlet aygıtı mafyaların aklanmasına ve ticaretlerinin kolaylaştırılmasına çalışmaktadır. Bu denli büyük bir trafik sınır ötesi ilişkileri gerektirmektedir. Uluslararası bir suç şebekesi olmadan bu trafikler gerçekleşemez. Bu trafiği himaye edenler gümrükler üzerinde hakimiyet kuran, sınır karakollarına müdahale eden, siyasi iktidarları şekillendiren emperyalist güçlerdir. Dünya halklarını uyuşturup karlarını arttırmak isteyen bu güçler, halkın gözü kulağı olması gereken medyayı ele geçirmiş bu gerçekleri dışlayan sahte bir dünyayla halkı esir almıştır. Bu esaretten kurtulunması için Emperyalist ilişkilerden kopmak ve Emperyalist güçlere karşı mevzilenmek gerekmektedir.
Halk sadece medyadan pompalanan sahte gerçeklerle uyutulmuyor. Halkın denetim altına alınması için, hayır işleri adı altında defalarca soyulması için mafyanın güleryüzlü kardeşinin de çalışması gerekmektedir. İşte bu güleryüzlü kardeş Tarikatlardır. Tarikatlar aracılığıyla halkın kalbi mühürlenmeye çalışılmaktadır. Güleryüzlerle yahut ağlayan seslerle halkın vicdanı sızlatılmakta, halkın alın teri ele geçirilip birileri zenginleşmektedir. Tarikat örgütlenmeleri aracılığıyla halkın iradesi esir alınıp, kitleler müridleştirilmekte ve demokrasi kılıfıyla tarikat önderlerine söyletilen liderler iktidara oturtulmaktadır. Okyanus ötesinde CIA ve Pentagon tarafından korunan zatlar, halkın vicdanını göz yaşlarıyla zehirlemekte, patronlarının arzuları doğrultusunda vaazlar vermektedir. Özel Savaş Aygıtı ham maddelerin ve malların dolaşımının emirlerine girmesini sağlamaktan da öte vicdanları esaret altına almakta Din’i de özelleştirmektedir. Dünya’nın kaynaklarını, halkı, halkın emeğini pazara sunanlar yıllardır Din’i de pazarlamaktadırlar. İrtica bu nedenle başından beri Haçlı’nın emrindedir. Din Emperyalizmin haçlı seferinin emrine verilmiştir. Samimi dindarların inançları satın alınmaya çalışılmaktadır. Muaviye’nin Kur’an sayfalarıyla Ehl-i Beyte saldırması gibi sahtekarlar Halkın inancını halka karşı kullanmaya çalışmaktadır.
Evet, vatan hainiyim, siz vatanperverseniz, siz yurtseverseniz, ben yurt
hainiyim, ben vatan hainiyim.
Vatan çiftliklerinizse,
kasalarınızın ve çek defterlerinizin içindekilerse vatan,
vatan, şose boylarında gebermekse açlıktan,
vatan, soğukta it gibi titremek ve sıtmadan kıvranmaksa yazın,
fabrikalarınızda al kanımızı içmekse vatan,
vatan tırnaklarıysa ağalarınızın,
vatan, mızraklı ilmühalse, vatan, polis copuysa,
ödeneklerinizse, maaşlarınızsa vatan,
vatan, Amerikan üsleri, Amerikan bombası, Amerikan donanması topuysa,
vatan, kurtulmamaksa kokmuş karanlığımızdan,
ben vatan hainiyim.
Yazın üç sütun üstüne kapkara haykıran puntolarla :
Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ.
Nazım Hikmet
1970’li, 1980’li, 1990’lı yıllarda ‘vatan’, ‘millet’ kavramları satılığa çıkarılmıştı. En büyük ihaleye verene silahlar veriliyordu, suikastlarda kullanılıyordu. O günlerde Kürdü öldürmek, Alevileri ateşlere sürmek Kuzey’deki düşmana karşı ‘vatan savunması’ olarak sunuluyordu. Milyon dolarlara ‘vatansever katillere’ cinayetler ihaleye çıkarılıyordu. Çatlı’ların eylemleriyle halka terör uygulayanların Prensesi Tansu Çiller ‘Bu memleket için kurşun atan da, yiyen de bizdendir’ diyordu. Sonraları bu sözün Mümtaz’er Türköne’ye ait olduğu anlaşıldı. Şimdilerde bu zat demokrasi havariliğine soyundu, 68’lileri darbeci ilan etmekle meşgul olmaktadır. En büyük ‘vatan’ söylevlerini verenler gerçek vatanseverleri o tarihlerde ‘Kürtçülük’, ‘solculuk’la suçluyordu, ‘Vatan Haini’ ilan ediyorlardı. Uyuşturucu baronlarının, tefecilerin ve ABD’nin prensesi Tansu Çiller Başbakanlık koltuğuna oturtulduktan sonra yaptığı ekonomik ‘reform’ların önemini vurgulamak için ”Son Sosyalist Devleti Yıktık” demişti. Halkın kaynaklarının halk için kullanılmasına, milli sınırlar içerisinde milli ekonominin olmasına tahammül edemeyen bu sözde ‘serbest’ özde ‘tekelci’ piyasacılar ülkeyi ekonomik açıdan çoktan bölmüşlerdi. Sonraki yıllarda ülkeyi siyaseten de bölme tertiplerine ortak olmuşlardır. Tansu Çiller’in emniyetçisi Mehmet Ağar ve ekibi halkın örgütlü gücüne karşı terör uygulayıp Kürt düşmanılğı yapıyordu. Sonradan AKP’nin ve ABD’nin trendine kapalıp ‘düz ovada siyaset’ söylemine sarıldı. Dün, Vatan-Millet-Sakarya edebiyatına en çok başvuran Kenan Evren, ABD’nin yeni politikaları gereğince ‘Kıbrıs’ta biraz fazla yer almış olabiliriz’ demişti. ABD Kürd’e vur deyince vuranlar bugün Kürd’ü bana bırak deyince Vatan-Millet-Sakarya edebiyatını unuttular. Dün, TBMM kürsülerinden Avrupa Birliğinin ‘Hristiyan Kulübüdür’, ‘Bizi almayacaklar’, ‘AB emperyalist bir projedir’, ‘AB Siyonizmin emrindedir’, ‘Türkiye’yi sömürüyorlar’, ‘Gümrük Birliği ekonomimizi çökertecek’ diyenlerin en hızlısı olan Abdullah Gül 28 Şubat sonrasında tamamıyla Batı’nın söylemlerini benimseyerek Milli Devlete karşı bir söyleme geçmiştir. Dün antiemperyalist mücadeleyi sulandıranlar bugün emperyalizmin hizmetinde olduklarını açıkça ilan etmektedirler. Dün de bugün de emperyalistler tarafından fonlanıyorlardı, bugün ayrıca kendileri Avrupa’daki soydaşlarımızı, dindaşlarımızı ‘Deniz Fenerleriyle’ sömürmüş siyasi kampanyalarına mali kaynak yaratmışlardır. Görüldüğü gibi Vatan-Millet, Din-İman, Demokrasi-Özgürlük Emperyalizm ve onun işbirlikçileri için birer edebiyatken, Biz devrimciler için hayat memat meselesidir. O nedenle dün de bugün de devrimciler ‘Tam Bağımsız ve Gerçekten Demokratik Türkiye’ için mücadele etmektedirler.