Emre Karavaizoğlu, Öncü Gençlik Antalya İl Başkanı
“Türkiye’deki Başkanlık Sistemi tartışmalarının böyle bir dünyada sahne alması tesadüf değil. ‘Dünya 5’ten büyüktür’ öncelikle tek-kutuplu dünyadaki ABD terörüne ve beş-büyüklerin terör düzenine ‘hayır’ de-mek anlamına gelir. ‘Dünya beşten büyüktür’ çok-ku-tuplu, çok-düzenli yeni bir dünya düzenine, daha de-mokratik bir dünya düzenine çağrıdır. ‘Dünya 5’ten büyüktür’ 5+1 devletleriyle eşit haklara sahip 7, 8, 9 ya da 10’uncu güç olmak istiyorum anlamına gelir. Da-ha demokratik ve daha âdil müstakbel dünya düzenle-ri sisteminde kendi coğrafyam ve coğrafyamın hinter-landında yeni bir düzen kurmak istiyorum anlamına gelir. ‘Dünya 5’ten büyüktür’ Osmanlı İmparatorlu-ğu’nun Ortadoğu’da bıraktığı otorite boşluğunu ben doldurmak istiyorum anlamına gelir. Fakat bu, iki-kutuplu Soğuk Savaş düzeninin Türki-ye’ye dikte ettiği veya mecbur kıldığı parlamenter sis-temle gerçekleştirilemez. ”
Yukarıdaki paragraf, Derin Tarih dergisinin 57. sayısından, Uludağ Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Hüsamettin Arslan’ın Türk Tipi Başkanlık adlı yazısından alınmıştır. Derin Tarih dergisi her zamanki gibi; sığ, akıldan yoksun ve ilerici değerlerin bütününe karşı saldırgan. Kalemşörleri de kendini Cumhuriyet ile hesaplaşmaya hazırlamış. Hüsamettin Arslan’ın yazısı, Başkanlığın neden gelmesi gerektiği üzerine. Yukarıdaki paragraftan da yazının bütününden de şu istek gözümüze çarpıyor; Emperyalist bir Türkiye hayali.
Komşuları ile iyi ilişkiler kurmak yerine, onların her işine burnunu sokan, Ortadoğu’yu sömüren, bütün tekelleri elinde toplayan bir Türkiye. Bu isteklerinin karşısında da ne olduğunu kendileri belirtmiş, hedeflerini göstermişler; parlamenter sistem. Onlar da şu gerçeğin farkında; Cumhuriyet varsa Emperyalist bir Türkiye olma ihtimali yok. Üstelik Türkiye’nin emperyalist olmasının hiçbir koşulu mevcut değildir. Türkiye sermaye ihracı yapacak koşulda ekonomik bir düzeye sahip değil. Yıllardır devam ettirilen borçlanma ekonomisi ile sermaye ihracı hayalleri kurmak, hayal kurmaktan öteye geçemez. Bu hamleye kalkışmak ise beraberinde, “Küçük Amerika” sürecinin başlangıcından itibaren olduğu gibi, sadece Emperyalist devletlerin taşeronluğunu yapmaktan başka bir sonuç getirmez.
24 Temmuz ve 15 Temmuz süreçlerinden sonra Türkiye artık emperyalizmin kuklası olmayacağını eylemleri ile göstermeye başladı. Millet özünde, bu hamleler sonucuyla birleşti. Şimdi düşünülen bu “Yeni Türkiye” aslında tekrar kukla olmanın yolunu temizlemektedir. Türkiye’yi bağımsız, kendi ayakları üstünde duran bir güç yapmanın yolu Kemalist Devrimin bütün öğeleriyle tekrar tamamlanmasından geçmektedir. Emperyalist bir Türkiye yaratmaya çalışmak, dolu bardağa su koymaya benzer. Ama dolu bardak su almaz.
Derin Tarih dergisinin 57. sayısı Emperyalist Türkiye’nin doktrinini de gösteriyor; Neo-Osmanlıcılık. Dergi, Tanzimat dönemini eleştiriyor. Bu eleştirileri aynı şekilde devam ettiriyorlar; 1876 Birinci Meşrutiyet, 1908 İkinci Meşrutiyet, 1923 Cumhuriyetin İlanı… Yani Türkiye’nin 150 yıllık milli demokratik devrim tarihine karşı cepheden bir savaş. Ezilen milletlerin önündeki yola ışık tutan bütün işlere, Anadolu coğrafyasının aydınlanmasına, milletin egemenliğine, tam bağımsızlığa, anayasaya, ulus devlete ve gerçeğe karşı cepheden bir savaş. Avaz avaz bağırıyorlar; millet tekrar “kul” olacak. Devam ediyorlar; “İlerici ve aydın devlet adamları olmayacak, onun yerine Padişahın kulu olmuş paşalar olacak.” Sözün kısası Derin Tarih bildiğimiz gibi görevini gerçekleştiriyor; Cumhuriyet’e ve onun birikimine saldırı. Tarihi budalalık.
Bilinç Ameliyatı, Neoliberal Tarihçilik, Hurafe, Yalan
Ulusal bağımsızlığın, özgürlüğün, demokrasinin, bilimin, uygarlığın karşısında hurafeler, yobazlık, yalanlar tarihin başlangıcından beri vardı. Ancak bunun yeterli olmadığı anlaşılınca yeni bir hamle geliştirildi; postmodernizm. Şimdilerde çağdaş kavramların içini boşaltmak, ılımlı İslam ile süslemek moda oldu. Bu modanın “derin” bir “bavul” dolduracak kadar yayın organı, kendini gerçekleştirme alanı da var. Bunların “kafa”sının en büyük dayanağı, yalan üretmek. Hızlı bir şekilde çürüyen ve çökecek olan sistemler sonunu gizlemek veya geciktirmek için yalan üretmeye mecburdur. Çünkü tarihin akışına geçici bir süre de olsa karşı koyabilmenin tek yolu yalandır. Yalan üretme mekanizmalarının en önemlisi tarih üzerine üretilen yalanlardır. Sebebi ise tarih biliminin toplumu ideolojik olarak yönlendirme de belirleyici olmasıdır.
Bir ulusu teslim almak onu köleleştirmek sadece ekonomik, askeri ve siyasi planlar ile gerçekleştirilemez. O ulusun, ulusal kimliğine anlam veren tarihinin, tarih bilincinin de çökertilmesi gerekir. Bundan dolayı neo-osmanlıcılık ile bir bilinç ameliyatı bu günlerde nereye baksak karşımıza çıkıyor. Neo-Osmanlıcılığın en büyük hedefi 20. yüzyıl gerçeklerini postmodernizm tezgâhından geçirmek, onları şeytanlaştırmak. Türk devrim tarihine karşı geliştirilen tüm hurafeler bu amacı taşıyor. Çünkü 20. yüzyılın gerçekleri, gericiliğin hurafelerini yıkıyor. Bundan dolayı sürekli aynı yemeği ısıtıp ısıtıp önümüze koyuyorlar; 1. Meşrutiyet dış mihrakların bir oyunudur, Abdülhamit devletin ömrünü 33 yıl uzattı, İttihat ve Terakki sabetayist bir örgüt, İnönü Savaşı aslında yaşanmadı, Osmanlı Birinci Dünya Savaşına katılmasaydı…
Tanzimat ile Sömürgeleşen Osmanlı
Niyazi Berkes’in “tarihimizdeki ilk satılık memleket vesikası” dediği 1838 Osmanlı-İngiliz Ticaret Antlaşmasının ardından başlayan Tanzimat, büyük oranda, toplumsal dinamiklerin talepleriyle değil, Batı’nın dayatmalarıyla gerçekleşmiştir.
Tanzimat rejiminin kendisi, Osmanlı İmparatorluğunun merkeziyetçiliğini de aşan bir bürokrasi devleti gerçekleştirme yönünde programlanmıştı. Ancak Osmanlı’nın bu kadar ağır bir yükü yürütebilecek düzeyde devlet adamları yoktu. Yetersiz, tecrübesiz, bilgisiz bir yönetim kadrosunun bunun altından kalkabileceğini düşünmek bir hayalden öteye gidemedi. Ali ve Fuat Paşalar bu durumun Bab-ı Ali’de ki vücut bulmuş halleriydi. Memuru, subayı, doktoru, mühendisi, iktisatçısı, öğretmeni, savcısı, hâkimi olmayan bir devlet bu yükü kaldıramazdı. Bu yüzden vergi, toprak tasarrufu, eğitim, sağlık, adaleti uygulama, asker yetiştirme yönlerinde getirilecek yenilikler düzen getirmek yerine, bozuk düzeni daha da kötüleştirdi. Ayrıca daha da kötüleşen bu bozuk düzen reform karşıtlığını da körükledi. Devlet hazinesi artacağı yerde giderek düştü. Bu da devleti sonunda borçlanma yoluna soktu. Tanzimat döneminde neredeyse her alanda görülen bu hızlı düşüş yabancı devletlerin baskısını iyice artırdı.
Ancak Tanzimat rejiminin asıl başarısızlığı, Osmanlılık ideolojisinin yansıttığı ekonomik çağdaşlaşma başarısızlığındandır. Çağdaş ekonomi gelişmeleri, ulusal ekonomilerin gelişimiyle başlamıştır. Batı Avrupa’da ulus birimleri haline geliş, monarkların, feodal güçlere ve kiliseye karşı kurdukları özel mülkiyet vatandaşlığına, sermaye birikimi girişimciliğine yol açmasıyla gerçekleşmiştir. Osmanlı, Avrupa siyasası içine girdiği dönemde hem kendi topraklarındaki halkların uluslaşmaya başlaması hem de Avrupa’da gelişen ulusal ekonomilerin istilasıyla karşılaştı. Bu koşullar altında Osmanlı’nın çağdaş bir devlet olmanın gerekli unsurlarından yoksun olduğu, Osmanlılık ideolojisinin örtemeyeceği bir şekilde beliriyordu. Osmanlının egemenliği altındaki topraklarda siyasi hükmü sürmediği için, ekonomik kalkınma programı da yürütemezdi. Osmanlının kendi toprakları üzerinde kendi egemenliğine aykırı imtiyazlar edinmiş dış devletlerin ekonomik gücü hüküm sürüyordu. Bunu en güzel örneği ise; 1838 Osmanlı-İngiliz Ticaret (Balta Limanı) Antlaşmasıdır. 1838 Antlaşması serbest ticaret şartlarını hazırlamıştı ve bir açık pazar düzeni kurmuştu. Tanzimat ise Batı kapitalizmi yararına kurulan bu açık pazar düzeninin gerekliliği olan reformları getirecekti. Batı kapitalizminin Türkiye’de yaslanmak istediği Rum ve Ermenilere imtiyazlı bir durum sağlayacaktı. 1838 antlaşması da Tanzimat da İngiltere tarafından Osmanlı’ya dayatılmıştır. Açık pazar şartlarında Tanzimat reformları, Batı kapitalizminin çıkarlarına hizmet etmekten ve Osmanlı’yı sömürgeleştirmekten başka sonuç vermemiştir.
Tanzimat’ın mimarı diye hala övülen Reşit Paşa ise bu dönemde yeni bir paşa modeli ortaya çıkarmıştır. Osmanlı’da eskiden nüfuz sahibi paşaların himayesine girilerek idarede kariyer yapılırdı. Bu sistem bir bakıma usta-çırak ilişkisine benzemektedir. Ancak Reşit Paşa ile beraber bu sistem yerini yabancı bir devlete dayanarak kariyer yapmaya bırakmıştır. Reşit Paşa’nın koruyucusu olan ve kendisine “Sultanların Sultanı” denilen Lord Statford Canning bunun en somut örneğidir. Bir dönem Canning’in istemediği bir şeyi Padişah bile gerçekleştiremiyordu.
Osmanlı çağdaşlaşmadan yoksun kalması ve Tanzimat gibi bir sömürgeleşme programını uyguladığı için Avrupa devletlerinin desteği olmadan ayakta duramayacak bir gölge egemenliğe dönüşmüştü.
Gericiliğin En Parlak Dönemi
Neo-Osmanlıcılığın kalemşörleri, tarihi, tarih sayfalarında kara bir leke olarak duran, 33 yıllık istibdat döneminin mimarı 2. Abdülhamit üzerinden okuyorlar. Tarihin belki de en gerici karakterlerinden biri olan Abdülhamit’i bu kadar sevmeleri, yüceltmeleri, savunmaları, hurafeler ile altını doldurmaları, rastgele oluşmamıştır. Veya TRT’ye Abdülhamit dizisinin yapılması, Abdülhamit’in torunlarının hortlaması ve haddini bilmeyen açıklamaları da rastgele olmuyor. Başkanlığın argümanlarının belirleyici noktası bu hamleler ile kendini gösteriyor. Nasıl, İttihat ve Terakki Cemiyeti, Kurtuluş Savaşının kurmayları ilericiliği, aydınlanmayı, toplumculuğu, vatanseverliği ifade ediyorsa, Abdülhamit de gericiliği, baskıyı, yobazlığı ifade etmektedir. 20. yüzyıl gerçeklerine savaş açıyorsanız Abdülhamit ile aynı koltukta oturuyorsunuz demektir.
Abdülhamit, Mithat Paşa önderliğindeki Genç Osmanlıların getirdiği anayasa, meclis gibi çağdaş kurumları ortadan kaldırıp, memleketi Tanzimat döneminin bile çok gerisinde bir konuma götürmesiyle tarihte yer etmiştir. Tabi sadece bunlar da değil;
• İktidara gelmesiyle Jön Türk yayınlarını yasaklamış, Genç Osmanlıların kimisini katletmiş, kimisini sürgün etmiştir. Sadece Jön Türklerin üstüne değil, Osmanlı coğrafyasında yaşayan her birey üstüne bir gölge gibi 33 yıl çökmüştür.
• 93 Harbi bahane edilerek Meşrutiyet dönemi bitirip, istibdat dönemini başlatmıştır. İlk anayasamız Kanun-i Esasi rafa kaldırılmış, meclis süresiz tatil edilmiştir.
• Ciddi toprak kayıpları bu süreçte yaşanır. Bosna-Hersek, Girit, Teselya, Romanya, Mısır, Tunus, Somali Abdülhamit döneminde kaybedilmiştir.
• Duyun-u Umumiye idaresiyle devletin tüm kaynakları emperyalistlerin denetimi altına bırakılmıştır. Kapitülasyonlar gittikçe artmaktadır.
• Ülkenin her köşesini tarikat ağaları sarmıştır. Bu tarikatların üyelerine İslamcılık bayrağı altında ciddi idari görevler verilmiştir.
• Dünyanın üçüncü büyük deniz gücü, Osmanlı Donanması Haliç’te çürümeye bırakılmıştır.
• Düzensizlik ve rüşvet mülki idarenin tek işleyiş tarzı olmuştur.
• Sansür akla mantığa sığmayacak şekilde yürürlüktedir. “Burun” kelimesi dahi yasaktır.
• Gençlik yeni fikirleri tartışmak ve yaymak istediğinde “Şeref” vapurları ile sürgün edilmektedir.
• Hamidiye alayları adındaki istibdadın kolluk kuvvetleri memlekette terör estirmektedir.
• Hafiyeler her köşe başındadır. İnsanlar sokakta, evinde, kahvede rahat rahat konuşamazlar bile çünkü en ufak bir yanlış anlaşılma ile kendisini Fizan’da veya nezarette bulabilir. Toplum her an diken üstünde yaşamaktadır.
• Bugün bile devam eden Kıbrıs meselesinin özü de bu döneme aittir. Yalan mekanizmalarından türeyen, “Vatan toprağını satmadı” diye propaganda yapılan Abdülhamit, Kıbrıs’ı İngilizlere kiralamıştır. İngiliz gölgesindeki İslamcılık politikalarıyla vatanı her anlamda sömürgeye açık bir hale getirmiştir.
Takvim yaprakları 1908’i gösterdiğinde, Resneli Niyaziler, Enver Paşalar, Talat Paşalar, Mustafa Kemaller, tarihteki rollerini gerçekleştirmek için ayaktadır. İttihat ve Terakki’nin vatansever, devrimci kadroları, halkın desteği ile birlikte tarih sahnesindedir. Yedi düvele karşı başlayacak uzun mücadelenin ilk filizleri atılacaktır. 2. Meşrutiyet ilan edilir ve toplum özgürleşir. Cumhuriyet Devriminin birikimi kendini göstermeye başlamıştır.
Tarihin Irmağına Baraj Kurmak
Başkanlık naraları atanlar da hep Abdülhamit dönemine atıfta bulunuyor, bu dönemin özlemini dile getiriyor. Çünkü ideallerindeki toplumu ve Türkiye’yi yaratmanın ön koşulu buradan geçmektedir.
Plehanov “Genel tarihsel koşullar en güçlü bireylerden daha güçlüdür.” der. Bu tanımlamada tarihi, kişiler üzerinden okumanın gafleti yatmaktadır. Bireyler, toplumun dayattığı gelişmeyi ve iradeyi yalnızca kısa bir süre de olsa erteleyebilirler, ancak önüne geçemezler. Abdülhamit de ne kadar baskın olursa olsun, bu baskı toplumun üzerine ne kadar çökerse çöksün, Jöntürk Devrimine yol açan tarihsel koşulları engelleyememiştir. Tarihin ırmağına baraj kurmaya kalkanlar, tarihsel koşulların altında ezilmeye mahkûmdur.
Dünyanın herhangi bir yerinde gericiliğe karşı çıkan her ayaklanma medyada “Jön Türkler ayağa kalktı” haberleri ile karşımıza çıkmaktadır. Bu bir rastlantı değildir, ezilen milletlerin umudu, Genç Osmanlılardan İttihat ve Terakki’ye, oradan da Sivas Kongresine, Cumhuriyet’e uzanmaktadır. Jön Türkler yine ayaktadır; tarih yazmak ve yapmak için.
oncugenclik.org.tr, 30.5.2017