Ateşten Günlerde Türk Sovyet Dostluğu: Frunze ve Mustafa Kemal
Özer Or, Öncü Gençlik Dergisi
“1919 yılı sonlarına doğru biz iki yönetim merkezi görüyoruz Türk topraklarında: Biri, Avrupa ve öteki burjuva ülkelerinin tanıdığı İstanbul hükümeti, öteki ise asıl etkili olan ve tüm Türk halkının tanıdığı, ama Antant tarafından kabul edilmeyen merkez, Ankara’daki hükümet.” Bu ikili iktidar tespitini yapan General Frunze. Kendisi 1905, 1917 Şubat ve 1917 Ekim devrimlerinin bilfiil içinde yer alıyor. 1885 yılında Kırgızistan’ın Bişkek kentinde doğuyor, 1905 Moskova’da ayaklanmaya katılıyor, devrimci faaliyetleri sebebi ile defalarca tutuklanan Frunze, en son 1915 yılında hapisten kaçarak önce Batı Cephesinde, 1917 Şubat Devrimi’nin ardından da Beyaz Rusya’da ordu içerisinde ajitasyon yürütüyor. Kızılordu’nun kurucularından ve iç savaşın önde gelen komutanlarından. Devrimden sonra Ukrayna ve Kırım Tüm Silahlı Kuvvetleri Komutanlığı ardından Troçki’den boşalan savaş komiserliği görevlerinde bulunuyor.
1921’i 1922’ye bağlayan haftalarda yolu Türkiye’ye düşüyor devrimci liderin. Ukrayna fevkalade murahhası yani olağanüstü elçi General Frunze. Ziyaret sebebi emperyalizme karşı kurtuluş savaşı veren devrimci Türk Hükümeti ile Sovyet Cumhuriyetleri arasındaki karşılıklı güvensizlikleri giderip dostluğu pekiştirmek.
Mondros Mütarekesi’nin hükümlerine dayanarak Anadolu’nun güneyini işgale kalkan Fransızlar, Maraş ve Urfa’da şiddetli dirençle karşılaşıyorlar. Milli müfrezeler Bozantı’da işgal kuvvetlerini kuşatarak geri çekilmeye zorlayınca Fransızlar, 1920 Mayıs sonlarında henüz kurulmuş Ankara Hükümeti ile bir ateşkes antlaşması imzalamak zorunda kalıyor. Mustafa Kemal görüşmeler sırasında Türk vatanında işgal ettikleri kısımları terk etmelerini öneriyor, fakat Fransa işi sürüncemede bırakıyor; kalıcı bir anlaşmadan kaçınıyor. Fransızların anlaşmaya ikna edilebilmesi için Yunan ordusunun fiyakasının bozulması, Ermeni çetelerine de hadlerinin bildirilmesi gerekiyor. Nitekim Sakarya Savaşı sonuçlandıktan bir hafta sonra 20 Ekim’de Fransa ile Ankara Anlaşması imzalanarak antantın en güçlü bileşeni ancak alan dışına çıkartılabildi. Fakat emperyalizm de boş durmuyordu. Fransa’nın ilk görüşmede, Kafkas Cumhuriyetlerinde kızıl ordunun devirdiği güçlerin tekrar iktidara gelmesi için Türkiye’den istediği destek kesin bir dille reddedilmiş olmasına rağmen İngiliz basını, bu mesele ile ilgili Ankara Anlaşması’nın gizli tutulan 10 ek madde içerdiğini yazmaya başlar. Bu yayın Sovyet Rusya Dışişleri Komiseri Çiçerin’in Moskova büyükelçisi Ali Fuat Paşa’ya bir nota vermesine sebep olur. Türk tarafında ise Moskova’nın Enver Paşa’ya gösterdiği yakın ilgi şüpheyle karşılanmaktadır. Türkiye’ye müdahale amacını güden, Sovyet desteğiyle bir ordu hazırlanmakta olduğu söylentileri halk arasında yayılmaktadır.
Başka bazı meselelerin de eklenmesi ile iki ülke arasındaki ilişkiler karşılıklı güvensizlik ve yanlış anlamalar sonucu giderek gerilirken, Ukrayna Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti Olağanüstü Yetkili Elçisi Mihail Vasilyeviç Frunze, Mustafa Kemal’le görüşmek üzere yola çıkmaktadır. Türkiye yolculuğu sırasında hem devrimci hükümetin yönetici kadroları olan bürokratlar ve subaylarla hem de halkla mümkün olduğunca fazla bir araya gelerek onların sürdürdükleri bağımsızlık savaşı, Ankara hükümeti, Sovyet Cumhuriyetleri, Türk-Sovyet ilişkileri hakkında bilgi ve fikirlerini öğrenmek için azami gayret gösterir. Halkın moral durumunu, gelişen olaylar hakkında ne kadar aydınlanabildiğini detaylarıyla öğrenmek istemektedir. 26 Kasım 1921’den 16 Ocak 1922’ye kadar Türkiye sınırları içinde bulunan Frunze, yaklaşık 7 hafta içinde incelemelerde bulunur ve yaşadığı her olayı, tanıştığı kişileri, geçtiği yolları, tarlaları dahi not eder.
Savaş sırasında Anadolu’nun durumu üzerine Sovyetler Birliği Komünist Partisi Merkez Komitesi’ne sunduğu bu detaylı rapor 1978 yılında Ahmet Ekeş’in çevirisiyle dilimize kazandırılıyor. “Ukraynalı Devrimci Lider Frunze’nin Türkiye Anıları” adıyla yayınlanan kitap, 6 Ekim 1921 yılında Ukrayna’da yayınlanan Komünist gazetesindeki bir yazıyla başlıyor. Frunze, “Karadeniz’in Öte Yakasına” başlıklı yazısına “Bizler kendi işlerimize öylesine dalmışız ki, dikkatlerimizi bir an olsun bizim dışımızda olup biten olaylara çevirmeyi akıl edemiyoruz. …Oysa hem politik ve ekonomik çıkarlarımız açısından hem de dünyadaki kurtuluş hareketlerinin geleceği açısından bu olaylar büyük ilgi çekmektedir” diyerek dikkatleri Anadolu’ya yöneltiyor. İtilaf Devletlerinin (Antant) emperyalist yağmasını, boğazların işgalini, demiryollarına, sanayi tesislerine, maliyeye Antant’ın borsacıları tarafından nasıl el konulduğunu anlatıyor. “İstanbul’da İngiliz-Fransız süngüsünün ‘kibirli’ himayesi altında oturan resmi Türk yönetimi, anlaşılmaz bir vurdumduymazlıkla bütün bu hareketlere duygusuz kalıyordu. Bu nedenle kurtuluş harekatı bu yönetimin dışında ve bu yönetimin karşısında olarak gelişti. Giderek de açık bir devrimci karakter kazandı.”(Frunze, s.6)“Eğer biz bu devrimci hareketin sosyal-sınıfsal içeriği açısından değerlendirmesini yapmak istersek şunu önceden bilmeliyiz ki, burada bizim bildiğimiz, devrim deyince aklımıza gelen, bizim verdiğimiz savaşın deneylerinden çıkanlara benzer bir durum göremeyiz.”(Frunze,s.10)
Anadolu devriminin bileşenleri: Subaylar, memurlar, köy ve kent emekçileri
Devrim yaşamış bir asker olan Frunze gördüklerini, yaşadıklarını sık sık Ukayna ve Rusya ile karşılaştırmadan edemiyor:
“Bu hareket açık ulusal bir anlam taşır ve yabancı istilacılara karşı girişilen bir harekettir. Bu hareketin dayanağı önemli bir çoğunlukla Türk subayları, memurları ve köy ile kentlerin emekçi kitlesi olmuştur. Yalnız sınıfsal gruplar bu arada, daha açıkça daha ayrıntılı olarak biçimlenmeye başlamıştı. Bu da Anadolu köylüsü için, asıl kaynak ve temelde gitgide daha çok etkisini gösterdi. Yönetim genellikle kendi sınıfsal durumunun gerektirdiği partinin ellerinde bulunuyordu. Bu, tıpkı bizim 1905 devrimindeki partiye benziyor.”
Gözlem yeteneğini, tarihsel materyalist bilinç ve zengin yaşam tecrübesi ile birleştiren Frunze, Ankara hükümetinin karakterini Türkiye’nin nesnel koşullarının bir ürünü olarak görüyor.
Hemen Sakarya Savaşı’nın ardından yazılan yazıda Yunan Ordusu’nun kendi kontrolüne bırakılan bölgeleri işgal etmek yerine tüm güçleriyle Anadolu Türkiyesi’nin başkenti Ankara’ya yürüdüğünü, fakat tüm gücünü seferber etmesine rağmen dişe dokunur bir başarı sağlayamadığını ifade ediyor. Yunan gücünün abartılarak anlatıldığının böylece anlaşıldığını belirtiyor.Türk askerleri, ne sayı ne de teknik araçlar bakımından Yunan Ordusu’nun sahip olduğu olanaklardan yararlanamıyor. Yunanlıların üstünlüğü, İngilizlerin tüm olanaklarını onlardan yana kullanmasından ileri geliyor. Buna karşılık Yunan ordusunun moral durumu, Kemalistlerin “coşkun fikirlerinin” yanında çok düşük, devrimci diplomata göre. Ankara hükümetinin saldırıyı durdurmasından sonra Yunan ordusunun daha ileri gidecek gücünün kalmadığını, fakat Anadolu’dan çıkarılmasının da pek mümkün gözükmediğini yazıyor.
Arap vilayetlerinden de vazgeçerek, bağımsız Türkiye’nin yeniden kurulmasını isteyen Kemalistlerin isteklerine Antant ülkeleri çözümlenmesi olanaksız itirazlar yöneltiyorlar. Frunze “Sadece emperyalizmin iflası bir çok sorunların çözümlenmesine olanak verecekti” diyerek bitiriyor 6 Ekim’deki yazısını, henüz yola çıkmamışken.
Emperyalizmin Karadeniz’de bir Pontus devleti kurma hayali
Ukrayna heyetinin Batum’dan Samsun’a ulaşması 26 Kasım-30 Kasım’a kadar sürüyor. Samsun’dan önce Trabzon’da karaya çıkılıyor. Kent canlı bir ticaret merkezi. Avrupa mallarının Doğu Anadolu’ya ulaşması bu liman yoluyla sağlanıyor. Ticaret genellikle Rumlar ve Ermenilerin elinde. Rumlar Trabzon’u benimsemişler, fakat o dönemde bütün kıyı vilayetlerinde baskı altında kaldıklarından Türk yönetimine karşı düşmanca duygular beslemeye başlamışlar. Birkaç kişinin İstanbul ve Atina destekli ham hayallerle bir Pontus devleti propagandasına başlamasının yüzyıllar süren kardeşliği bir anda amansız düşmanlığa dönüştürdüğünü, bu durumun da en fazla zararının Rumlara dokunduğunu yazıyor Frunze. Çünkü nüfus olarak azınlıkta olan Rumların devlet kurma girişimleri ile Türklerin düşmanlığını kazanmaları kendilerinin felaketi oluyor.
Eskiden barış içinde kardeşçe yaşayan bu halkların emperyalizm tarafından birbirlerine düşürüldüğünü ilk sayfalardan başlayarak kitap boyunca sık sık hatırlatıyor Frunze. Çünkü gördükleri her yerde bu olağan kabul edilen boğazlaşmanın acı sonuçlarına tanıklık ediyorlar. Bir yandan işgal sonucu Batı Anadolu’dan iç bölgelere göçen, mallarına el konmuş, evleri, tarlaları ateşe verilmiş Türkler; Rum ve Ermeni çetelerinin taarruzuna uğramış Anadolu köyleri; bir yanda seferberlik sonucu sürgün edilenlerin boşalttığı yine Rum ve Ermeni yerleşimleri. “Konstantin savaşçıları” olarak bilinen işgalci Yunan ordusunun, zaptettiği yerlerde yaptığı zulmün Rum halk arasında kahramanlık öyküleri biçiminde anlatıldığını aktardıktan sonra Anadolu halkları arasında ortaya çıkan sorunların çözümlenme biçiminin tek ve son derece basit olduğunu iddia ediyor: “Düşmanların tümüyle yok edilmesi.” Bu konuda ilk olarak Rumlar düşmanlarından çok daha önce davranıyorlar örneğin, fakat karşılığında Osman Ağa, Lazlardan oluşturduğu askeri kuvvetle isyan güçlerini kana ve ateşe boğuyor. Osman Ağa kuvvetlerinin karşılığı da o kadar sert oluyor ki yerli halk bile bu yöntemi onaylamakta güçlük çekiyorlar. “Lazlar için ayrı bir dil konuşan Gürcülerdir, fakat eski benliklerini tamamen yitirmişler artık Türk devletinin bu uçta en sağlam parçası haline gelmişler” diyor Frunze. Lazların, Doğu Anadolu bölgesinde çıkan ayaklanmaların bastırılmasında oynadıkları önemli rollerden bahsediyor.
Trabzon’un doğal güzellikleri, tarihi, mimarisi, sokakları, insanları hakkında da bir askerden kolay beklenemeyecek tasvirler ve değerlendirmelerde bulunuyor. En fazla dikkatini çeken savaşın yarattığı yoksullukla sayıları hayli artan dilenciler oluyor örneğin. Bunun Rusya’da olmadığını Kuzey Kafkasya’dan başlayarak Anadolu’ya doğru çoğaldığını görüyor. Sadaka ile kurulan varsıl-yoksul ilişkisini Müslüman toplumların sosyal yaşamının temellerinden biri olarak algılıyor. Ruslar ve Ukraynalılar için toplumsal eşitsizliğin ortaya çıkardığı bu en ayıp yaşam biçimi kabul edilemezken, İslam’ın müminleri zorunlu tuttuğu sadaka verme yoksullar tarafından bir hak olarak algılanıyor ve kolaylıkla kabul veya talep edilebiliyor fevkalade elçinin kanaatine göre.
Kendi hasımlarıyla da karşılaşıyor Frunze. Beyaz ordu kamplarından kaçan Ruslar, iktidarlarını kaybeden Kafkasyalı Bolşevik devrimi karşıtlarından bazıları Trabzon ‘da barınıyorlar. Genelde lokantacılık, esnaflık gibi hafif işlerde çalıştıkları gözleniyor. Halk da bunların anlattığı abartılı hikayeleri biliyor Sovyetler Birliği ve sosyalizm hakkında.
Trabzon’un ileri gelenleri ile de tanışan Frunze, vali ve 13. Tümen Komutanı Albay Sabit Sami Bey’le tanışıyor. Ölçülülüklerinden, kültürlerinden, sosyalizme ve Sovyetlere ilgilerinden etkileniyor. Sabit Sami Bey: “Türkiye ile Sovyetlere Birliği arasında kurulacak dostluk ve yakınlık fikri gerek orduda, gerek halkın büyük çoğunluğu üzerinde derin izler bırakır” diyor. (s. 21)
Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin Trabzon’daki yöneticileriyle tanışıyor Frunze. Başında Mustafa Kemal’in olduğu Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti için “bizdeki komünist partisinin rolünü oynuyor burada”, fakat “biraz olsun partiyi andıran bir görünüme bürünmemiş” diyor. Rusya’da savaş sırasında kurulan derneklere benzetiyor ve politik yanını daha belirgin, programını müphem olarak niteledikten sonra saptanan temel ilkeleri açıklıyor:
1) İş ilkesinin hak olarak tanınması
2) Yasama ve yürütme görevlerinin, Sovyet iktidarında olduğu gibi seçimle gelen tek bir organda birleştirildiği yeni rejim biçiminin yaratılması
3) Bu tür yönetime göre mahalli özerk yönetim örgütleri kurulması
4) Yurdun kurtuluşu ve bağımsızlığı için ulusun tüm güçlerinin birleştirilmesi
5) Ülkenin ekonomik gelişmesi konusunda devlet teşebbüsünün geniş ölçüde arttırılması. (s. 22)
İşgal sırasında kurulan örgütün ilk temel prensibi çalışma hakkı, ikincisi yasama ve yürütme görevlerinin birleştirilmesi, ardından örgütlenme, vatan savunması için güçlerin seferber edilmesi geliyor. Örgütün daha o zamandan hem kuvvetler birliğini savunması, hem de devletçilik anlayışını benimsemesi hayli ilginç. Devletçilik prensibini Türkiye Cumhuriyeti’nin 1930’larda mecburiyet sonucu mu kabul ettiği yoksa İzmir İktisat kongresinde mi benimsediği üzerine çok tartışma dinleyen bizler için şaşırtıcı en azından.
Anadolu’da yeni bir siyasi irade kurumsallaşıyor
Trabzon’dan Yunan donanmasından da sakınarak Samsun’a geçilen, oradan Havza’ya, sonra Çorum’a ve Keskin’e doğru devam eden yolculuk boyunca Frunze’nin gözleri ve aklı Anadolu toprağını, insanını incelemeye devam ediyor. Aşağı yukarı bütün kentlerde benzer bir sıralama gerçekleşiyor. Coşkulu bir karşılama, kentin önde gelen yöneticileriyle, valisiyle, kaymakamıyla, askeri gücün komutanıyla tanışma, yemek daha sonra çekingenlikle başlayan tanışmanın derinleşen sohbet sonucunda sıkı dostluğa dönüşmesi. Mustafa Kemal’in halk üzerindeki etkisini sınamaktan da geri durmayan Kızıl Ordu komutanı Havza’da kaplıcalarda tedavi için iki hafta kadar kalan Mustafa Kemal’in halk ve askerler arasında alçak gönüllülükle dolaşmasından, teklifsizce kentlilerin evlerini dolaşmasından halkın çok etkilendiğini görüyor. Ondan yalnızca “Paşa” diye bahsetmeleri dikkatini çekiyor.
Halkın padişaha karşı ise kin veya sevgi biçiminde herhangi bir şey hissetmediğini söylüyor. Hatta “geçen yılki kardan ne denli söz ediyorlarsa VI. Mehmet’ten de o kadar söz ediyorlar” diyor. Üç yıldır (Mondros’tan beri) sultansız yönetilmeye alışmış Anadolu halkı sultan olmadığı zaman da işlerin bir şekilde yürüyeceğini anlamış bulunuyor Frunze’ye göre. Halk için padişahlığın tam olarak ölmediyse bile iyice sarsıldığını büyük bir kesinlikle ifade ediyor. (s.55)
Çok ilkel koşullarda tarım yapıldığını fark ediyor. Öküzlere bağlı karasabanla sürülen tarlaların 1’e 10-12, hatta 15 vermesine arkadaşlarıyla beraber şaşırıyorlar. Çünkü “kırmızı toprak, çakıl ve kil” barındıran toprağı verimli bulmuyorlar. Karasaban’a “saban” denmesini yadırgıyor ve bazı karasabanların ucunda demir yerine uygun biçimlendirilmiş bir tahta olduğunu görünce hayretler içerisinde kalıyorlar. Köylüler ise topraklarının az olmasından bile şikayetçi değiller. Çok olsa da hakkından gelemeyeceklerini yani işleyemeyeceklerini düşünüyorlar:
“Beni şaşırtan bir şey de şu: Hemen hemen tüm köylüler, ülkedeki işlerin durumu hakkında oldukça doğru düşüncelere sahipler. Rusya hakkında da bir şeyler biliyorlardı. Hepsi de şimdi Rusya’nın onların dostu olduğunu biliyor ve bundan hoşnut gözüküyorlardı. Sık sık onlara yardım için Kızıl Ordu’yu getirip getirmediğimi soruyorlardı” diyor Frunze. Ukrayna ile Rusya’yı bir bütün sanmalarına, aradaki farkları bilmemelerine de belli belirsiz bozuluyor. (s.59)
Savaştan herkesin yorgun bitkin düştüğünü gören Frunze, köylülerin bir an önce barış olmasını istediklerini fakat çoğunun kurban olarak gitme bilincini de taşıdıklarını anlatıyor. Mevcut durumda bir barışa razı olma anlamına gelmiyor barış isteği. Yunan ordusu Anadolu’dan çıkartılana kadar savaşmak gerektiğini, bu koşullarda Rumlarla barış içinde bir arada yaşamanın mümkün olmadığını görüyorlar.General Frunze; savaş bilinen sözcük anlamının dışında “iki halkın umutsuzca ölüm kalım için dövüşmesidir. Birbirlerini tümüyle imha etmeyi amaçlarlar” diye açıklıyor yaşanan trajediyi. (s. 59)
Rum köylerinden birinin yakınından geçerken köye uğramak istiyorlar. Camları, kapıları kırık evler, harap olmuş tarım araç gereçleri, büyük bir dağınıklıkla karşılaşıyorlar. Hiçbir canlı belirtisi yok. Askerlere, kadınlar ve çocukların nerede olduğunu sorunca büyük bir kısmının erkeklerle beraber dağa kaçtıkları cevabını alıyorlar. “İşte ‘uygar’ ve ‘kültürlü’ Antant’ın çabalarıyla başlatılan ve sürdürülen Türk- Yunan savaşının bu barışsever, zavallı çiftçi halk üzerindeki sonuçları…” yorumuyla son buluyor paragraf. (s. 52)
Ankara’ya varmaları demiryolu ile sağlanacak. Yahşihan’da tramvay tipi üç vagondan ve hayli küçük bir lokomotiften meydana getirilmiş trene biniyorlar. Yolların, köprülerin, tünellerin üzerlerinde hareket eden çelimsiz makinalara göre oldukça sağlam inşa edildiği anlaşılıyor. Yol arkadaşları Türkler, tüm yolun tünellerin Türk mühendisleri tarafından inşa edildiğini büyük bir gururla söylüyorlar. Ankara garına Türk bayraklarıyla süslü lokomotif girerken toplanmış büyük ve coşkulu kalabalığa Frunze bir konuşma yapıyor. Konuşmasından çok etkilendiklerini belirtiyor. 13 Aralık’tan 5 Ocak gününe kadar Ankara’da kalan Ukrayna heyeti, Ankara’da kendilerine barınmaları için temin edilen mekanın kasabalarda kaldıkları yerlerden daha kötü durumda olmasından şikayetçiler. Ama Ankara’nın küçüklüğü ve başkentin burası olmasından dolayı bürokratların yoğunluğu sebebi ile kendilerine düşen yeri anlayışla karşılıyorlar.
Fransa ile yapılan anlaşma, Enver Paşa’nın Kafkasya’da bulunması, taahhüt edildiği halde oldukça gecikmiş Sovyet yardımı, Türk komünistleriyle Ankara Hükümeti arasındaki ilişkiler gibi çok önemli meseleler konuşulmuş olmasına, Mustafa Kemal’le yüz yüze görüşülmesine rağmen notlar Ankara günlerini içermiyor. Yolun güvensizliğinden dolayı notların başkalarının eline geçmesi ihtimali yeterince caydırıcı bir sebep herhalde bunun için.
Geri dönüş Mustafa Kemal’le iki görüşme sonucunda, tüm sorunların çözülmesi, yanlış anlamaların giderilmesi ve imzalanan Ukrayna anlaşmasından sonra başlıyor. Bu görüşmeler hakkında Mustafa Kemal “Rusya ile dostluğumuz pekişti ve Ukrayna ile doğrudan ilişkimiz samimiyetimizin artmasını sağladı” diyor. Frunze ise kendisiyle yapılan mülakatlarda, yemeklerdeki konuşmalarında anlaşmanın ve milletler arasındaki sıkı dostluğun birer ifadesi olduklarını belirtiyor. Dönüş yolculuğu biraz güzergah farklılığı ile Sungurlu, Merzifon, Samsun, Batum üzerinden gerçekleştiriliyor. Dönüşte Ankara görüşmelerinin olumlu sonuçlarının duyulmasından dolayı kurulan ilişkiler daha da samimi ve sıcak. Merzifon’da karşılama töreni halkın yoğun katılımıyla bir mitinge dönüşüyor. Rusya ve Ukrayna lehine sloganlarla Frunze’nin konuşması pek çok kez kesiliyor.
Frunze her mesele üzerine kafa yorduğundan Çerkez köylerini görünce Çerkez Ethem ve Türk komünistlerinin durumu, Ankara Hükümeti’nin komünistlere karşı tavrı üzerine de birkaç söz etmekten kendini alamıyor. Çerkezlerin savaşla pek alakadar olmadıklarını, genellikle cephe gerisi hizmetlerde yer aldıklarını ve sonucu önemsemeksizin barıştan yana olduklarını söylüyor. Fakat Çerkez Ethem’in isyancı birliğine katılan ve Ege’de Çerkez konferansına katılan soydaşlarını onaylamıyorlar. Ethem, Anadolu emekçi ve köylülerine dayanan “ulusal güçler”in (Kuvayı Milliye) önderlerinden ve başlangıçta bu emekçi unsur sebebi ile belli belirsiz halkçı ve sosyalist bir programı savunuyor. Hükümetin komünist hareketi düzene sokmak amacıyla kurduğu resmi komünist partisinin de üyesi. Fakat 1920 sonunda bir isyana kalkışınca parti kapatılıyor ve Ethem kaçmayı başarıyor. “Kısa bir süre sonra tekrar ortaya çıkıyor, ama bu kez öteki cephede, Türklerin karşısındaki Yunan Ordusu saflarında.”
“Bu olaylar onun durumunu açıkça ortaya koyuyor. Ulusal devrim hareketi sırasında ortaya çıkan, köylü toplumunun sınıfsal içgüdüsü ve gereksinmelerinin sömürüsüyle ün kazanan, oysa aslına bakılırsa su katılmamış bir demagog ve maceracıdan başka bir şey olmayan adamın kaderi bu” diyor ve ekliyor: “Bu olaydan dolayı, gerçi tam olarak şekillenmese bile, sosyal tipte bir devrim için gerçek koşullardan doğan açık bir sınıfsal çatışmanın olduğu söylenemez Türkiye’de.” (s.101) Halk içindeki sınıfsal çelişkilerin zayıflığını tahlil etmekten çekinmiyor devrimci lider.
Samsun’dan Batum’a doğru çıkılan yolculukla seyahat notları son buluyor ve kitabın son kısmı olan Sovyet Halk Komiserliğinin ve Ukrayna Merkez Yürütme Komitesinin Birleşik Oturumunda Ankara Yolculuğu Hakkında Sunulan Rapor başlıyor:
Kafkasya Anadolu’da emperyalist devletlerin fesatçı kışkırtmaları sonucunda halkın telaş içinde bulunduğunu belirten Frunze, Sovyetlerin askeri hazırlık içinde bulundukları rivayetleri üzerine “Sovyet devletleri, Batı Avrupa ve Amerika’nın esareti altında bulunan Doğu ülkelerindeki ulusal-demokratik hareketlere daima kendi sorunları doğrultusunda yardımcı olmuşlardır” diyor. Kızılordu komutanı olmasından dolayı Türklerin kendisinin sözlerine özellikle değer verdiğini ve güvendiğini ifade ediyor. En büyük sorunun ekonomide yaşandığını söylüyor. Erkeklerin savaşa gitmesinin tarlaları ekilemez duruma getirdiğini, buna rağmen 12 yıldır süren savaşın bütün ağırlığını halkın çok ağır vergiler biçiminde omuzlarında taşıdığını, fakat tüm bu ekonomik yıkıma rağmen Türk köylüsünün savaşa devam edebileceğini ve edeceğini taahhüt ediyor.
Türklerin bağımsızlıklarını savaşla elde edemezlerse sonraki durumlarının çok daha kuşkulu olduğunun bilincinde olduklarını belirten Frunze, Yunan Ordusu’nun yerinden yurdundan kovduğu ve imha ettiği yüz binlerce göçmenin bu kanıyı ispatladığını, ordunun ve halkın maneviyatının yükselmesi için en etkili propaganda olduğunu açıklıyor.(s.122)
Türk hükümeti Fransa ile anlaşmadan doğan şüpheleri gidermek için bütün sırlarını belgeleriyle birlikte Sovyetlerin bilgisine sunuyor Frunze’nin anlattığına göre. Ukrayna Ordusu hakkında ne kadar bilgi sahibi ise Türk Ordusu hakkında da o kadar bilgi sahibi olduğunu iddia ederek Türklerin Sovyetlere güvenini kanıtlıyor. Türklerin Sovyetlerle birlikte federasyonu bile tartışabilecek rahatlığı taşıdıklarına şahit oluyor.(s.125):
“İşte bize karşı dost ve kardeşlik duyguları besleyen Türk halkının şimdiki yöneticileri hakkında ve orada bize karşı beslenen dilek ve duygular hakkında söyleyebileceklerim bunlar.” diyerek bitiriyor Frunze, sözlerini.( s.126)
Biz de yazımızı Yavuz Aslan’ın Mustafa Kemal- Frunze görüşmeleri tutanaklarını içeren kitabını ve Rasih Nuri İleri’nin Atatürk ve Komünizm adlı eserini ek olarak incelemenizi önererek bitiriyoruz.