EMPERYALİZM VE KÜRESELLEŞME
ÖNCÜ GENÇLİK MERKEZİ EĞİTİM BÜROSU
Gerçek Küreselleşme ve Potansiyel Küreselleşme
(Birincisi) global küreselleşme olarak taınmlanabilir,
çünkü Dünya Hükümeti yönetmenliğinde egemen devletlerin
sisteminde birleşik dünya devletine geçmesini öngörür.
Bu küreselleşme ‘tek kutuplu küreselleşme’ olarak da taınmlanabilir,
çünkü dünyanın yönetici makamı olarak, önceki iki kutuplu sistemin
bir kutbu, yani ‘soğuk savaşta’ galip çıkmış ve kendi kudretini
saklayan çağdaş modern Batı kalmaktadır.
(İkincisi) gelişmiş ülkelerin hümaniter çevrelerinde yaygın olan
saf teorik bir projedir… Bu tarz bir küreselleşme ‘sömürgeci’ (‘ırkçı’) yaklaşımların
ortadan kaldırılmasını, tarihsel ve kültürel gelişmenin sağlanmasını öngörür.
Aleksandr Dugin’in Moskova-Ankara Ekseni adlı kitabından
‘Küreselleşme’, ‘Yeni Dünya Düzeni’, ‘Küresel Kapitalizm’, vb. kavramlar birbirlerinin yerine geçecek bir biçimde kullanılmakta. Sık sık ‘küreselleşen dünyada’, ‘soğuk savaş sonrası dünya’, ‘küresel köy haline gelen dünya’, ‘bilgi toplumuna dönüştüğümüz şu günlerde’, ‘bilgi çağına girdiğimiz 21. yüzyılda’ gibi süslü cümleler televizyon programlarında bir düşünceden diğerine geçmek için kullanılan klişelerdir.
Soğuk Savaş dönemi sonrasında tek kutuplu Dünyaac’ya geçilmesiyle bazı aydınlar bilgi toplumuna, ya da bilişim toplumuna geçildiğini; kimisi gelişen iletişim teknolojileri sayesinde Dünya’nın küresel bir köye dönüştüğünü; başka bazıları küreselleşmeye yükselindiğini söyledi. Dahası bazıları sınırların kalktığı ve Dünya vatandaşlığına geçilebilecek bir geleceğin yakında olduğunu müjdeledi. Bütün bu tahliller gerçeğin belirli yanlarına parmak basmakla birlikte gerçeği gizlemektedir.
Yukarıda Aleksandr Dugin tarafından yapılan ayrıma geri dönelim. İki küreselleşme var: biri, teknolojik ve kültürel gelişimin doğal süreci içerisinde yaşanan iletişim donanımlarının farklı kültürler arası diyalogların artması şeklinde ifade olunan süreç; diğeri ise, merkezinde ABD’nin yer aldığı Batı emperyalizminin tüm pazarlara hakim olma projesidir. Birincisi teknolojik gelişimin getirdiği bir süreç, ikincisi ise emperyalizmin yeni projesidir.
Zaten yukarıda anılan kavramlar ve söz kalıpları emperyalizm gerçeğini gözlerden uzak tutmak için söylenen gülünç laflardır. Süreç ile proje birbirine katılarak kitlelere yürütülmek istenen projenin kaçınılmaz bir biçimde hayata geçeceği aşılanmaktadır.
Emperyalizmin yayılmacılığı ve sürekli olarak yeni pazarları ele geçirme mücadelesi Soğuk Savaş yıllarının bitmesiyle daha da sertleşti. Fakat bu sefer komünizm öcüsü yerine ‘insan hakları’, ‘demokrasi’, ‘azınlık hakları’, ‘serbest pazarlar’, ‘şeffaf devlet’ gibi kavramlara sarıldı. Rakip sermaye gruplarına karşı teknolojik üstünlüğünü kullanan küresel sermaye kuruluşları ‘çevre’ sorununu dahi kullanmayı ihmal etmedi. Örnek vermek gerekirse; Meksika – ABD arası yapılan karayolu nakliyatlarında pazarı ele geçirmek isteyen ABD’li şirketler sahip oldukları ‘çevre dostu’ araçların reklamlarını yaparak ‘çevreci, sivil toplumcu’ örgütleri harekete geçirdi. Meksika’lı şirketlerin sahip olmadığı bu araçlar bu şirketlere satıldı ve böylelikle araç satışı yapıldığı gibi yeni teknoloji uyum sürecinde nakliyat gelirlerinin büyük bir bölümüne sahip oldu. Örnekler çoğaltılabilir. Yüzyılın en azılı militaristi ABD, çevre ülkeler arasında pazarlarını kendi şirketlerine açmayan ülkelere karşı iç karışıklıklar çıkartıyor ve bu ülkeleri militarizmle, despotlukla suçluyor. Bu yeni dönemde milli pazarlarını korumaya çalışan ülkelere ne adlar verileceği belirlenmişti: ‘BAAS tipi rejimler’, ‘Despotik yapılar’, ‘kapalı toplumlar’, ‘terörist devletler’ vb. Komünist blokun yerini ‘kapalı toplumlar’ başlığı altında toplanan milli ekonomiler aldı.
Küreselleşmenin Felsefesi
Küreselleşmenin felsefesi çeşitli kaynaklardan beslenmektedir. Bu çağda yükselişe geçirilen anlayışlar şunlardır:
– Anarşizm: Bütün sistemler kötüdür. Muhalefet iktidardan gözünü çekmelidir. İktidar yozlaştırır ve bu nedenle muhalif gruplar iktidar talep etmemelidirler. Devletler daima kötüdürler. Bu açıdan bakıldığında ABD ile ezilen milletlerin devletleri arasında bir fark yoktur. Sonuçta onlar da bu güce kavuşsalar ABD gibi olacaklar. Bu anlayış ABD’nin Irak işgali sırasında Ne Bush Ne Saddam diyen anlayıştır.
– Postmodernizm: Bilim tek yanlıdır. Bilimsel gelişme gerçekleri çarpıtır. İnsan aklı bilme yetisinden yoksundur, en fazla farklı yorumlar sunma yeteneğine sahiptir. Bu yorumları da birbirileri ile karşılaştıracak ve birini diğerinden üstün tutacak ölçütlerden yoksundur. Bu nedenle din ile bilim; safsata ile teori eş değerdedir.
– Sivil Toplumculuk: Bu akımın krallığını George Soros yapmaktadır. Hocası Karl Popper’dan ödünç aldığı açık toplum düşmanları kavramlarıyla Dünya’nın dört bir yanında ilerleme, gelişme, devrim, pozitif özgürlük gibi kavramların karşısına dikilen çalışmaları fonlamaktadır. Popper’ın açıkça saldırdığı Platon, Aristoteles, Hegel ve Marx gibi filozofların savunduğu yasalılık, akılcılık, düzen, gelişme ve diyalektik gibi kavramlar ateş altındadır. Devletin anayasal kurumlarının yerine sivil toplum örgütlerinin egemenliği savunulur. Sendikalar, siyasi partiler gibi anayasal güvence altında tutulan siyasi örgütlenmeler terk edilmelidir; bunların yerine sivil toplum örgütlerinde (NGO- non governmental organizations) toplanılmalıdır. Tarikatlar sivil toplum örgütü olarak değerlendirilebilir. Kamusal yaşam yasalarla değil, sivil toplum örgütlerinin uzlaşımıyla düzenlenmelidir. Pozitif hukukun normları özgürlük karşıtıdır.
– Relativizm (görelilik): Bu görelilik bilimde gözlenen görelilikten farklıdır. Antropolojinin gelişmesiyle ve sivil toplumculuğun hortlamasıyla toplumlar ve kültürler arası farklılıklar temelsiz bir göreliliğe indirgendi. Köleci toplumlarda köleliğin bireylerin tercihi olduğu düşüncesi işlendi. Bilimde, ahlakta ve siyasal alanda hiçbir ölçüt kalmadı. Bu sonuç postmodernizmin bilgi teorisinin benimsenmesiyle daha da yaygınlık kazandı.
– Mikromilliyetçilik: Halkların süreç içerisinde birbiri içinde kaynaşması zorla asimilasyon olarak görüldü. Benimsenen düşünce Dünya’nın farklı kültürlerin ‘bozulmadan’ daha doğrusu ‘gelişmeden’ ve birbirinden etkilenmeden oldukları gibi kaldığı bir açık hava müzesine dönüşmesi azınlık hakları olarak görüldü. Doğal asimilasyon faşizm olarak damgalandı.
– Modern devletin oluşmasıyla birlikte benimsenen kitlesel eğitim çok ağır bir biçimde yerildi. Bu yergide Kapitalizmin gerileme dönüşüne rastlayan anarşist filozofların eserlerinden hareket edildi. Kitlelerin eğitim hakkı egemenlerin kitleleri köleleştirmesinin bir aracı olarak görüldü. Bu kısmen doğruluk taşısa da egemenlere karşı savaş vermesi arzulanan kitlelerin bu savaşta başarılı olmasının koşulunun teorik gelişmelere de dayandığının üstü örtüldü.
– Tarihte kitlelerin sahalara indiği devrimler birer darbeye ve oldu bittiye indirgendi. Fransız Devrimi, Amerikan Devrimi ve Rus Devrimi şiddetle eleştirildi. Bu dönemlere dair komplo teorileri üretildi.
Küreselleşmeyle Hortlayan Yeni Ortaçağ
Komplo teorilerinin gelişmesiyle kitlelerin iradeleri hiçe sayıldı. Geçmişte Kilisenin sözcülüğünü yaptığı Tanrı’nın eseri olarak görülen Dünya tarihi, şimdi ise bir avuç insanın kötü niyetlerle planladıkları bir oyundan ibaretti. İnsanların bu oyunu bozmak için hiçbir şansı yoktu. Kader düşüncesi Ortaçağdaki anlamını yeniden kazandı. Nerede bir ayaklanma olsa, nerede bir kitlesel katliam olsa, bunun arkasında adı Ortaçağın masallarına karışmış hayali bir tarikat vardı.
Bu çağın karakterini anlamak için tüketilen kültür nesnelerine bakmakta fayda var. Son dönemde üretilen ve genç kitleler içerisinde yaygınlaşan kurmaca ürünlerinin içeriklerine dikkatle bakalım:
– Dan Brown kitapları: Masonik tarikatların Dünya’yı ele geçirme planlarının yahut Ortaçağ efsanesi olan Kutsal Kase’nin konu olarak ele alındığı popüler kültür eserleri.
– Harry Potter: Ortaçağ düzeninin İngiliz eğitim sisteminin ünlü sertliğiyle harmanlandığı bir çocuk fantezisi. Cadılık okulu tam da yeni ortaçağın genç kuşaklarına göre bir konu.
– Yeni türeyen fantastik diziler: Ghost Whisperer, Being Human, Vampire Diaries, Beşinci Boyut, True Blood, Angel, Buffy The Vampire Slayer gibi Ortaçağ imgeleriyle dolu diziler. Vampirler, hayaletler, kurt adamlar, simyacılar iş başında.
– Gotik imgeler kuşanan gençlik: Metal müziğin gotik döneme özgü nesnelerle genç kuşaklara belletildiği, Satanist imgelerin asilikle birleştirildiği, Kadının köleliğinin bir kasvet içerisinde sunulduğu kültür nesneleri.
– Din’in batıl inançlarla çevrelendiği televizyon programları, gazete köşeleri: gündelik yaşama ilişkin batıl inanışlara takip eden kuşakları yaratılması, ölümden sonraki yaşamla ilgili prime-time saatlerinde yapılan tartışmalar, simgecilik, kabalacılığın ve sayı okumacılığın yükselişi, kişisel sorunların çözümünün Cübbeli Ahmet Hoca gibilerce sunulduğu yoğun ve yaygın bir televizyon yayını.
– Muhafazakarlaşma ve Ortaçağ kimliklerinin dayatılması: mezheplere ve etnik kökenlere ilişkin tartışmaların yaygınlaşması.
– Sadece eğitimsizler arasında değil, aksine eğitimli kişiler arasında da yaygınlaşan tarikatçılık: Yahova Şahitleri, Scientology, Süleymancılık, Nurculuk gibi akımların ana akım medyada geniş yer bulması
– Artan uyuşturucu kullanımı.
– Her çöken uygarlıkta görüldüğü gibi toplumsal yaşamda cinsiyete yabancılaşma: metroseksüellik, eşcinselliğin bir imge olarak yaygınlaşması (eşcinsel insanların varlığından ve maruz kaldıkları haksızlıklardan ayrı olarak söz ediyoruz. Onların varlığı ve yaşadığı sorunlar bugüne özgü değildir. Ancak medyada cinsiyetine yabancılaşmış imgelerin çoğaldığı da bir gerçektir)
– Tıbbi sorunların hacı hoca tavsiyeleriyle çözümünün televizyon ekranlarından halka sunulması.
– Kadının değersizleşmesi: Kadının ikinci sınıf yurttaş sayılmakla cinsel bir obje olarak sunulması arasında kalması. Her iki yandan da (Ortaçağ anlayışı ile kapitalist ilişkiler) kıskaca alınan kadın, her ikisi için de cinsel bir obje olarak görülmektedir. Birincisi bunu hor görüp toplumsal yaşamda yasaklarken diğeri bunu pazarlamaktadır.
– Kitlelerin edilgenleştirilmesi: Kitleler sanatsal üretimden tüketici olarak, spordan izleyici olarak, demokrasi mücadelesinden seçmen olarak uzaklaştırılmıştır. Kitlelere önerilen değişime gözlerini kapaması ve kayıtsız kalmasıdır.
– Bilimin metalaşması ve teknolojiye indirgenmesi: Eski Ortaçağda bilim meslek örgütleri olan loncalara bağlı bir zanaat haline getirilken, Yeni Ortaçağda teknolojik gelişimin bir aracısı konumuna indirgenmiştir.
– Yurttaşlık kavramının yerine soyut bireyin geçmesi: Soyut bir bireysellik savunusu ile bireyler yalnızlaştırılmakta ve sistem karşısında çaresizleşmektedir.
– Bilgi çağı yalanı: Bilginin enformasyonla karıştırılması ve dezenformasyonun tırmanması. İnternet ve yaygın medya aracılığıyla kitleler hurafelerle gerçekleri ayırma ölçütlerini kaybettiklerinden sürekli olarak dezenformasyona maruz kalmaktadır.
– Kilisenin dilinin hakimiyeti: Geçmişte Roma Kilisesinin dili olan Latince yapılan kültürel çalışmaların yerini şimdi Emperyalist kamptan dayatılan İngilizce’nin hakimiyeti aldı. Geçmişte Latince bilmeyenler bilim ve kültür yapıtlarından uzak kalırken; şimdi kendi dillerinde verilen ürünlerin azlığı nedeniyle bilim ve kültür yaşamından uzak kalmaktadırlar. Akademik kariyer İngilizce ürün vermeğe bağlı olduğundan Türkiye’nin bilim insanları Türkçe ürün vermeyi vakit kaybı olarak görür olmuşlardır. Bu da kitlelerin bilim yapıtlarından mahrum kalmasına ve hurafelere sarılmasına yol açmaktadır.
– Gizli ve Açık sansür: Eski Ortaçağ’da kilisenin sansürüne takılan eserler kitlelerden saklanırken, Yeni Ortaçağ’da eserler yoğun enformasyon dolaşımı içerisinde eriyip gitmektedir. Bir de buna ana akım medyanın baskı altında oluşu eklenince kitlelerin haber alma olanakları git gide azalmaktadır.
İnsanlarım, ah, benim insanlarım,
Antenler yalan söylüyorsa,
Yalan söylüyorsa rotatifler,
Kitaplar yalan söylüyorsa,
Duvarda afiş, sütunda ilan yalan söylüyorsa
…
Bu bezirgan saltanatı, bu zulüm
bitmesin diyedir.
Nazım Hikmet
ABD’nin dayattığı düzen
Berlin Duvarı’nın yıkılması ve SSCB’nin dağılmasıyla ABD tehdit algısını değiştirmek zorunda kaldı. Hür Dünya’ya karşı yeni bir düşman ve savunulacak yeni kavramlar gerekiyordu. Bunların bir kısmına yukarıda yer verdik. Düşman devletler ABD tarafından savunulan ‘insan haklarına’, ‘çok kimlikliliğe’, ‘çoğulculuğa’, ‘katılımcılığa’ ve ‘Dünya barışına’ karşı tehdit oluşturuyordu. ABD’nin yeni komünistleri Irak, İran, Suriye, Libya, Kuzey Kore gibi ‘serseri devletler’ ile bunların liderlerinden oluşan ‘Uluslarası Haydutlar’dı. Kimler yoktu bunların başında Saddam, Tito, Çavuşesku, Kim Jong İl ve daha niceleri. Hatta daha tam bir liste için zamanında Sınır Tanımayan Gazeteciler Örgütü’nün Paris Metrosunda yerlere adlarını ve fotoğraflarını yazdıkları ‘despotlara’ bakmak yeterliydi. Bu şerefli yere Türkiye’yi temsilen dönemin Genelkurmay Başkanı Hüseyin Kıvrıkoğlu yerleştirilmişti. Saddam ise ‘elinde bir türlü ortaya çıkmayan kitle imha silahları’ ile yeni bir Hitler, yeni bir Stalin’di. ABD kontenjanları boş bırakmayarak yeni bir kategori daha yarattı: ‘Aday Serseri Devletler’ Çin, Türkiye ve bazı Orta Asya Devletleri bunların arasında başı çekiyordu. Türkiye, maalesef, yarım bıraktığı devrimini tamamlayamayarak ‘Serseri Devlet’ kategorisine bir türlü yükselemedi. ABD bu ülkelerle de yetinmedi ve ‘Aday Adayı Serseri Devletler’ kategorisinin altına Arjantin ve Brezilya gibi Latin Amerika ülkelerini de yerleştirdi. Bu sarmal böyle devam etseydi, sıra kendisine bile gelebilirdi, kim bilir?
Emperyalizmden Küreselleşmeye Sürecin Seyri
Emperyalizmle birlikte sistemin baş çelişmesi ezen ve ezilen milletler arası çelişmelerdi. Emperyalist aşamada ezilen milletlerin güçlü bir devlete sahip olması ezenlerce istenmez. Ezilen milletler serbest piyasa masallarıyla yönetilir ve terbiye edilir. Ezilen milletleri sermayeye boğan emperyalizm, onlara üretimsizlik hastalığını bulaştırır. Emperyalizm yapısı gereği azami sömürüye ulaşmaya çalışır. Bunun önüne geçen tüm engelleri elindeki bütün kuvvetleri seferber ederek kaldırmaya çalışır.
Soğuk Savaşın bitmesiyle emperyalizm küresel hakimiyeti sağlama mücadelesinde baskın çıkmış oldu. Bütün başarılar, üretim artışları serbest piyasanın başarısı olarak gösterildi. Öylesine ki Çin, Hindistan gibi ülkelerin kalkınmaları bile bu ülkelere ihraç edilen sermayeye bağlandı. Artık sistem için az gelişmiş devletler ya da gelişmekte olan devletler gibi kavramlara yer yoktu. Bunların yerine yükselen piyasalar kavramı benimsenmişti. Bu bile emperyalizmin küreselleşme sürecinde nasıl bir planı içerdiğine kanıttır: Dünya’nın koskoca serbest bir pazara dönüşmesi. Küreselleşme emperyalizmden farklı bir aşama değildir, ABD emperyalizminin Dünya çapındaki hegemonyasını kurma ve genişletme amacıyla yürüttüğü bir projedir.
Küreselleşme yukarıda da değinildiği gibi nesnel bir süreçten ziyade iradi bir ideolojik söylemdir. Bu söylemin içeriği yılları yılı uygulanan emperyalist politikalardır. Bu politikaların yürütücüleri ise ABD’nin silahlı gücünden cesaret alan Çok Uluslu Şirketler ve Uluslararası Finans Kuruluşlarıdır. Bu aktörlerin kaynaşmasından oluşan şebeke IMF, Dünya Bankası ve Dünya Ticaret Örgütü gibi uluslararası kuruluşlara hükmetmektedir.
Emperyalizmin mali oligarşinin egemenliğinde yürütülen bir kapitalist aşama olduğunu defalarca söylemiştik. Küreselleşme aşamasında uluslararası işbölümü içinde en büyük paya sahip olan 500 büyük çok uluslu şirketin yıllık cirosu 1980 itibarıyla 3 trilyon dolara ulaştığı, bu rakamın ise o yılın gayri safi dünya mal üretiminin yüzde 30’unu, dünya mal ticaretinin de yüzde 70’ini oluşturduğu görülmektedir. Bu rakamlar tek başlarına anlamlı değildir. Mali sermayenin atılımını görmek için sürece bakalım:
1970’lerde günde yaklaşık sadece 190 milyar dolar hacmi olan dünya döviz piyasası işlemleri, 1990’ların başında günde 1.2 trilyon dolara, 2003 yılında ise 1.8 trilyon dolara ulaşmıştır. Küreselleşme karşıtı yazarlar Petras ve Weltmeyer’e göre, reel sektörde kullanılan her 1 dolara karşılık, dünya finans piyasalarında 25-30 dolarlık bir işlem hacmi gerçekleşmektedir. Lenin’in Emperyalizmi teorileştirdiği dönemde yukarıdaki oran 1’ye 7 idi. Bu karşılaştırma gözetildiğinde mali sermayenin egemenliği çok büyük bir artış göstermiş olduğu anlaşılmaktadır. Bu rakamlar uygulanan ekonomi politikaları ile birlikte düşünüldüğünde küreselleşme kavramının nesnel bir gerçeklik olmadığı, dünya kapitalizminin öncü aktörleri olan sermaye gruplarınca yürütülen öznel ve iradi bir ideolojik proje olduğu görülmektedir.
Küreselleşme sadece ezen ve ezilen milletler arasında gözlenen bir zıtlaşmadan ibaret değildir. Küreselleşmenin bölüşüm dinamikleri açısından da belirleyici olduğu muhakkaktır. Sermayenin birikim süreci içinde değişik siyasi platformlarda ifadesini bulan sermaye ve emek arasındaki bölüşüm savaşımı, küreselleşme ideolojisi altında yepyeni söylemlerle sürdürüldü. ‘Esnek istihdam biçimleri’ ve ‘endüstriyel ilişkilerde emek kavramının niteliğinin değişmesi’ türünden savlar ile ücretli emeğin ekonomik ve sosyal kazanımlarının kısıtlanmasının gerekliliği sık sık dile getirilir oldu. 1980 sonrasında hemen bütün kapitalist dünya, emek örgütlerinin siyasi haklarının geriletildiği, toplu sözleşme ve grev haklarının kısıtlandığı ve sendikal ve siyasi örgütlenmenin engellendiği düzenlemelerin yaygınlaştığı bir döneme tanık oldu.
Mali sermayenin yukarıdaki rakamlarda görüldüğü oranlarda artması üretimin önünde bir engel olarak belirdi. Bu bağlamda ücretli emeğin istihdam olanaklarının da giderek kısıtlandığı ve işsiz sayısında önemli artışlar yaşandığı görüldü. Örneğin Petras ve Weltmeyer’e göre, 2001’in verileri ışığında, günümüzde toplam resmi açık işsiz sayısı 120 milyonu geçmekte, gizli işsizler ordusu ise 700 milyona ulaşmaktadır. Uluslararası Emek Örgütü’nün kayıtlarına göre, kalkınmakta olan ülkelerde işgücünün yarısından fazlası enformel sektörlerde, iş güvencesinden ve sosyal sigorta haklarından yoksun olarak çalıştırılmaktadır. Son 30 yıl içerisinde ücretli emeğin milli gelir içindeki payı, özellikle kalkınmakta olan ülkelerde, sürekli olarak gerilemiştir.
Küreselleşmenin 1970’li yıllardan itibaren ortaya çıkmasının altında yatan etmenler:
1- Kapitalizmin altın çağı boyunca süren yüksek birikim temposunun yarattığı aşırı üretime dayalı kriz
2- Söz konusu dönemin sermaye-emek çelişkisine damgasını vuran Fordist endüstriyel ilişkilerin beslediği kar sıkışması
3- Uluslararası kapitalist rekabetin yoğunlaşması ve
4- Finansal sistemin serbestleştirilmesi sonucu yükselen finansal sermaye ve spekülatif birikim tercihlerinin sanayi yatırımlarının önüne geçmesi
Bütün bu etmenler üretimin önünün tıkandığına işaret etmektedir. Kapitalist üretim tarzı kendi gelişiminin önüne bir engel olarak çıkmıştır. Sürecin gösterdiği budur. Kapitalizmin yarattığı mali sermayenin büyümesi üretimin önüne set çekmiştir.
Küreselleşmenin ulus-devletlere düşmanlığı yukarıdaki gelişmede yatmaktadır. Neoliberal hegemonyanın az gelişmiş ülkelere önerdiği ‘kalkınma’ modeli, daraltıcı para ve maliye politikalarına dayanan ve yüksek finansal getiri ve devalüasyon riskinden arındırılmış bir döviz kuru sistemini amaçlayan, dışa açık (yabancı sermayeye bağımlı) bir ekonomik yapıyı öngörmektedir. Bu yapı altında merkez bankaları ‘bağımsız’ (devlet müdahalesinden bağımsız) kılınarak, sadece ve sadece ulusal paranın değerini korumakla görevlendirilmekte ve bu amacın dışında başka hiçbir rol oynamamaları için ellerindeki bütün müdahale olanakları kısıtlanmaktadır. Kamunun maliye politikaları ise doğrudan doğruya ‘faiz dışı fazla veren bütçe’ amacına mahkum edilmektedir.
Sonuç Türkiye modelinin yaratılmasıdır. Bağımlılık ilişkilerini arttıran ülkeler üretimsizlik hastalığına daha da fazla kapılacak ve küreselleşmeye koşulsuz olarak katılacaktır.
Küreselleşme kıskacından kurtulunması için önemli noktaları belirtirken Erinç Yeldan şöyle yazıyor:
Uluslararası kapitalizmi yönlendiren uluslararası bir devlet aygıtı olmadığına göre, anti-küresel mücadelenin ulus devletler üzerinden olmasının kaçınılmazlığıdır. Burada asıl olan husus, anti-küresel mücadelenin kuramsal temellerini atarken bir yandan ‘üçüncü yol’ sınırlarına hapsolmaktan titizlikle kaçınırken, diğer yandan da uluslararası sermayeye karşı geliştirilebilecek anti-sistemik ara hedeflerin ulus devlet düzeyindeki müdahaleleri de içereceği gerçeğinin göz ardı edilmemesidir. Her şeyden önce unutmamak gerekir ki devlet aygınıtının karakteri sınıfsaldır ve ulus devlet ancak emek güçlerinin iktidarı altında kalkınma amacına uygun olarak yönlendirilebilir. Bu yüzden emekten yana iktidar amaçlayan bir siyasi mücadele aynı zamanda hem kalkınmacı, hem de anti-küresel bir mücadeledir.
Emperyalizmden dolayısıyla küreselleşmeden kopulması için gerekli asgari programı Emperyalizm ve Türkiye başlıklı bölümün sonunda yazdık. Burada yinelemeyi gerekli görmüyoruz.
Ancak son olarak emperyalist-kapitalist sistemin yeni biçimi üzerine son birkaç sözü de söylemeden bu bölümü kapatamayız.
Emperyalist-kapitalist sistem üretimin ve ticaretin önüne geçen mali sermayenin egemenliğinde tefecilerin eline geçmiştir. Bu tefeci iktidarı komplolarla tetiklenen para akışından beslenmektedir. Sistem faizciliğe, borsa operasyonlarına ve sanal alışverişlere bağımlılaşmıştır. Dünya ekonomisinin başına çöreklenen bu iktidar mafyatiktir. Sistem bu iktidarın karakteri sonucunda mafyalaşmıştır. Silah tekellerinin ve uyuşturucu kartellerinin hakimiyeti mutlak hale gelmiştir. Kapitalizm bu iktidarların eline bir kaza sonucu ya da uygulanan yanlış politikalar sonucu değil, gelişimi süresince adım adım geçmiştir. Sistemin çarpık doğası kendi sonunu getirmiştir. Elbette bu saltanat sistemin kendi haline bırakılmasıyla yıkılacak değildir. Ancak sistem para spekülasyonlarının müptelası olmuştur. Uluslararası tefeci sermaye başta ABD olmak üzere kendisine bağımlı ülkelere sürekli olarak ‘dış açık verme’ görevini dayatmıştır. Üretimsizlik hastalığına yakalanan kapitalist dünya ekonomisi, tefecilerin sanal alışverişlerinin altında can çekişmektedir.
Ülkelerin hükümetleri tefeci sermayeye bağımlı olan gladyo örgütlerinin ve bu örgütlerle organik bağlar kuran sivil toplum örgütlerinin siyasi hamleleri sonucu ayakta durabilmektedir. Hukuk sistemi artık tam anlamıyla bir süs haline gelmiştir. Kapitalist sistemin yargısı özel mülkiyeti dahi koruyamayacak noktaya gelmiştir. İşletmeler iflas etmekte rekor sayıda icra takipleri gelmektedir.
Özgürlük ve insan hakları gibi kavramların arkasına sığınan tefeci sermaye, kendisine haraç vermeyen ülkelerin gümrük duvarlarını ve korumacı ekonomi politikalarını çökertmek için işgallere varan müdahalelerde bulunuyor, yerli işbirlikçilerinin yardımıyla seçilmiş hükümetleri, despotik liderleri sahte özgürlük masalları ile idam sehpalarına yürütüyor. Buna rağmen Dünya halkları hemen yerde bu turuncu devrimlere karşı kendi hareketini yaratıyor. ABD’nin en çok güvendiği merkezlerde halk hareketleri baş gösteriyor.
Sahte demokrasi uygulamalarıyla edilgenleştirilen halklar oy verme makinasına dönüşmüş önlerine konan sandığın içini açarak demokrasi masallarıyla uyutulmaktadır. Fakat her geçen gün bu afyona bağışıklık kazanan halklar ağır uykularındna uyanmaktadırlar. Doğu’da yepyeni bir uygarlık kuruluyor. Çin, Hindistan, Malezya gibi ülkelerin başını çektiği ve Rusya, İran gibi devlerle bütünleştiği kamu ekonomileri üretimsizlik hastalığına yakalanan kapitalist dünyaya inat üretimlerini tırmandırıyorlar. ABD’nin dibindeki eski koloniler milli kurtuluşlarını kamucu ekonomi politikaları ile taçlandırıyor, sosyalizan ekonomiler kuruyorlar. Bu ülkeler de Doğu’dan doğan yeni uygarlıkla bütünleşiyorlar.
Çevreyi, insanı, özgürlüğü ve hatta kendisini tehdit eden mafyatik kapitalizme karşı insanlık atağa kalkmaktadır. Sürdürülemez bir ekonomik sistemi hararetle savunan tefeci sermaye ve onun silahlı çeteleri, savaş aygıtları saldırganlıklarını arttırarak sessiz bir şekilde yok olma imkanlarını ortadan kaldırıyorlar. SSCB gibi yavaş yavaş sönümlenmek yerine yok edilme seçeneğine sarılıyorlar. Dünya’nın dört bir yanında kamucu ekonomileri gündemlerine alan ülkeler IMF ile yaptıkları sözleşmeleri yırtıyorlar, gümrüklerini dikiyorlar. Türkiye ise akıntının tersi yönünde hareket ettirilmektedir. Akıntıya karşı yüzen tefecilerle kaderini birleştiren AKP iktidarı şiddete ve baskıya daha da çok sarılıyor.
Kamucu ekonomi politikasını ve benzer ekonomik sistemlerle bütünleşmeyi savunan subayları, siyasi parti başkanlarını, aydınları zindanlara atan AKP, kendi sonunu hazırlıyor. Sessiz sedasız ayrılma köprülerini çoktan yakan AKP, efendisine sarılmaktadır. Ancak efendisi can çekişiyor. Mustafa Kemal’in dediği gibi Kapitalizm ve onun çocuğu olan Emperyalizm elbet bir gün mahv ve nabut olacaktır. İşte o günlerin ufukta görüldüğü günümüzde, Avrasya’dan doğan yeni uygarlık Dünya halklarına ilham veriyor. Türk Milleti de tarihte bir kez daha önüne çıkan dağları eritmek için demirini hazırlıyor. Ergenekonla durdurulmak istenen Türk Milleti Ergenekonla önündeki engelleri aşacaktır.
Türkiye’nin çözümü yeniden keşfedilecek bir iksir değildir. Türkiye’nin çözümü Dünya’nın dört bir yanında uygulanmaktadır. Mesele bu çözümün arkasına kuvvet yığmak ve kararlılıkla gerekli politikaları uygulamaktır. Dünya konjonktürü, Türkiye’nin kurtuluşu için her geçen gün daha da uygun bir hal almaktadır. Milletin başına geçirilen çuvallar, doğru teorinin kavranmasıyla ve iradenin ortaya konmasıyla çıkarılacaktır. Doğu’dan doğan güneşe bakabilmek ve tarihin sorumluluğunu omuzlarımıza almak yeterlidir. Gerekli kuvvet sistemin her atağında devrimcilerin arkasında toplanmaktadır. Öncülerin doğru bir programda birleşmesi ve bir disiplin altına girmesi halkı kazanacak politikadır. Halkı seferber eden kazanır.