İlhami Çevik – Öncü Gençlik Ankara Üyesi
İnsanın kendi başına bilinci yoktur. Bilinç, kişinin toplumsal varlığındadır. Yani, sizin hayata bakış açınızı meydana getiren şey, ait olduğunuz toplumsal sınıftır. Bir işçi, işçi gibi düşündüğü için işçi olmaz. İşçi olduğu için işçi gibi düşünür. Kimi zaman işçi, problem tespitini yapmasına rağmen çözümü yanlış yerde arayabilir. Örneğin, emeğinin karşılığını alamadığını bilir. Bir şeylerin fabrikada yanlış gittiğini görür. Ancak, ‘’bunu kabullenerek hayatına devam etmesi gerektiğine‘’ inanır. Çünkü bu, ‘’değişmeyecektir’’. Bulunduğu sınıf, ona bilinci vermiştir. Ancak, işçi çözümü başka bir noktada aramıştır. Keza bu örnekte çözüm dahi bulamamıştır.
Hiçbir şeyin değişmeyeceğine olan inancın kökeni idealizmdedir. İdealist felsefe yıllar içinde varyasyonlar geliştirmiştir. Ruhun maddeden değil, maddenin ruhtan geldiği temel tezidir. Bu temel tez üzerinden yorumlarsak, maddenin önemini yitirişi söz konusudur. Oysa bilimin ilerlediği her dönemde maddeciliğin ön plana çıktığı görülür. İdealizm, bilimin karşısında tutunamaz. Çünkü, idealizmde kategorileştirme vardır. Ya yaşam vardır ya da ölüm. Ya iyilik vardır ya da kötülük. Birbirleriyle ilişkileri olamaz. Oysa, bir ölünün bedeni toprağa karışır ve yaşama devam eden bir ağacı besleyebilir. Bir ölüden alınan organ, bir başka bedende yaşamaya devam edebilir. Daldan kopardığınız bir elmaya ‘’sağlıklı ve olgun bir elma’’ diyebilirsiniz. Oysa, o elma için çürüme çoktan başlamıştır. Her şey bir oluş içindedir. Bunu bilime de uyarlayabiliriz. Örneğin, matematik bilmeden fizikte ne kadar ileri gidebilirsiniz? Biyoloji ve Kimya arasında ilişki kurmadan, ne kadar ileri keşifler yapabilirsiniz?
Skolastik felsefenin temelinde yatan da yine idealizmdir. Tanrı dünyayı yaratmış ve doğa oluşumunu tamamlamıştır. Yapılması gereken şey, verileri sistemleştirmektir. Çünkü, zaten her şey kutsal kitapta yazmaktadır. Dünyada bir değişim söz konusu bile değildir. Liberalizm, idealizmden güç alır. Birey, yalnız ve bir başına vardır. Ahlak kuralları kendisine tabidir: o ahlak kurallarına değil. Onun bilinci bir sınıfa ait değildir. Kendiliğinden oluşmuştur (bir diğer deyişle ruhtan gelir). Madde ve dünya, kısacası hayat, o yaşamadığı sürece anlamsızdır ve yoktur. Çünkü, madde kendi zihninde var olmuştur. Öyleyse ne değeri var maddenin? Kar etmek, bencil olmak mühimdir; çünkü, kendi dışındakiler onun zihninde var olan imgelerden ibarettir. Ön planda olan kendisidir.
Liberalizm kaçınılmaz olarak kapitalizmi meydana getirecektir. Kapitalist bir ülkede sermayedarlar zenginleşmek için maksimum kar, minimum zarar ilkesine göre hareket ederler. Belli bir noktadan sonra tekelleşme kaçınılmazdır. Büyüyen ve piyasada devasa boyutta pay sahibi olan bir şirket, kendisine rakip olarak çıkabilecek girişimcileri elbette istemez. İstemediği gibi, devlet mekanizmasından daha güçlü olduğu için buna engel de olabilir. Bu, toplumda üretime ket vurur. Toplumdan üretmesi değil, tüketmesi beklenir. Bu eksende yaratılan toplum üretim faaliyetinden geri durur.
TÜKETİM TOPLUMU VE İNSAN
Yukarıda bahsettiğimiz eksende ortaya çıkan insan, dolayısıyla toplum neyi tüketiyor? Elbette buraya binlerce şey sıralanabilir. Ancak, bugün en önemli tüketim nesnesi insanın kendisidir. Bu toplum insan tüketiyor. Yıllarca belli bir rutin ve maaş dahilinde çalışan insanın hayatındaki amaç, bir ev sahibi olmak, araba sahibi olmak, evlenebilmek, evlat sahibi olmak… diye giderken, bu düzen ölüm döşeğinde dahi insana mal mülk hesabı yaptırıyor. Çünkü, kişi hayatın amacını kendi rahatlığına endekslemiş. Bu öyle bir hal alıyor ki, toplumda aile kurma kabiliyetinin dahi düştüğünü gözlemliyoruz. Çünkü, kadın da erkek de birer tüketim ürünü olmuşlar. Yalnızca cinsel birliktelik için insanlar bir araya geliyorlar. Bu bir süre sonra önce kişiye ardından topluma ağır hasarlar veriyor. Kişi karşısındakini bir tüketim nesnesi olarak algılıyor ve ona istediği gibi davranıyor.
İnsanı ait olduğu sınıftan koparamazsınız. Ancak, onu bu sınıfa yabancılaştırabilirsiniz. Bu da ancak onu toplumdan kopararak olur. Oluşan tüketim toplumu, yalnızca daha fazlasına sahip olmaya odaklı bir insan yarattı. Paylaşmanın, elindekinden vermenin, diğerlerini de düşünmenin bir erdem olduğu artık pek akla gelmemeye başladı. Yanındaki evde yaşayan aç mı tok mu bilmeyen, toplumsal meseleleri ne derecede önemseyebilir?
Bu tüketim toplumu, kapitalist ve özel kar odaklı ekonomi modelinin toplum üzerinde bir tezahürüdür. Bir devlet, bir ekonomik modelin iyi yönlerini alıp kötü yönlerini almamak gibi bir şey yapamaz. Mümkün değildir. Çünkü, siyasal/toplumsal varlık, ekonomik varlığın yansımasıdır. Siz özel karcı bir model getirirseniz, karcı ve bencil bir toplum meydana getirirsiniz.
EMPERYALİST ZİHNİYETTE KÜLTÜRÜN BİR YANSIMASI
Emperyalist devletlere bakıldığında devletin ayırdığı kaynaklar, devleti üç tekerlekli bir sirk bisikletine benzetir. Silahlanmaya ayrılan para devasa boyutlara ulaşır. Bir bölgeye müdahele etmek istediklerinde, o bölgede savaş çıkarmak zorundadırlar. Çünkü, ancak bölünmüş ve parçalara ayrılmış bir bölgede ağırlığınızı koyabilirsiniz. Bir ve bütün bir ülkenin kaynaklarına müdahele etmek, o devlete nerede ne yapacağını söylemek öyle kolay bir iş değildir. Elinizde bir tehdit unsuru gerekir. Bu tehdidin elbette boyutları var. Bunlardan birisi de kültüre vurulan darbedir. Emperyalizm, bölmeye toplumun en küçük yapısı olan aileden başlar. Bugün aile kurumuna insanlar güvenini yitirmiş durumda. Bireylerin birbirlerine tahammülü yok. Çünkü, ‘’insan bedeninin sıradan bir nesne olduğu ve her şekilde her yerde ulaşılabileceği’’ zihniyeti topluma çeşitli yöntemlerle dayatıldı.
Kültür erozyonuna bir diğer örnek: Bahis sektörünün reklamlar yoluyla topluma dayatılmasıdır. Kumar, kişinin ‘’kolay para’’nın peşinden koşarken, sistem tarafından kullanılmasında bir araç olarak kullanılır. Kumarla en bağlantılı ve popülaritesi en yüksek sektörlerden birisi de futbol. Öyle ki, bir spor olan futbol da bu sistemin hizmetine girerek oluşturulmak istenen toplumla direkt ilişki kurabilmektedir. Sahaya çıkan futbolculardan beklenen tek bir şey vardır: kazanmak. Kazanamayanın tutunamadığı, futbolcuların birer insan olduğunun unutulduğu, futbolcuların emeklerinin değil; izlenme oranı, piyasa değerleri ve stadyuma çektikleri insana göre pastadan pay aldıkları bu oyun, hiç hissettirmeden, tüm bunları normalleştirmektedir. Durum öyle bir noktaya gelmiş ki, toplumu derinden etkileyen olaylar dahi ‘’önemli’’ bir maçın ilk düdüğünün çalmasıyla bir anda unutuluveriyor. Dolayısıyla bu yönetici sınıfın da işine geliyor. Roma’da düzenlendiği bilinen gladyatör savaşlarına benzetmek yanlış olmaz. Roma tarihinde ülkenin büyük sıkıntılardan geçtiği dönemlerde bu organizasyonların da artırıldığı görülür. İmparator durumu böylece atlatır.
Kültür hegemonyasının araçlarından birisi de çok uzun yıllardır politikacıların da kullanmaktan çekinmediği sinema ve televizyondur. Son dönemde televizyon kanallarının yerini alan Netflix ve Disney+ gibi dizi/film platformlarında yayımlanan dizi ve filmlerde ‘’toplumsal cinsiyet’’ kavramının normalleştirildiği görülüyor. Bu platformlara en çok başvuran kesim, genç ve genç adayı olan çocuklar oluyor. Bir kimlik oturması, ne olduğunu sorgulama aşaması yaşayan bu kesim, izledikleri şeyler yoluyla bir özendirmeye maruz bırakılıyorlar. Türkiye’de LGBTİ eliyle dayatılmaya çalışılan şey, ‘’cinsel tercih özgürlüğü’’ ve ‘’toplumsal cinsiyet eşitliği’’ adı altında toplumu kimliksizleştirmektir.
Son dönemlerde ülkemizde uyuşturucu kullanımının da yaygınlaştığını görüyoruz. Önce bu maddelere özendirme aşamasından geçen birey, yine sistemin dayattığı yalnızlaşma, bunalım, ümitsizlik, kendi bedeninde duyduğu yetersizlik gibi nedenlerden ötürü bu maddelere yönelmemek için bir neden bulamıyor. Emperyalist zihniyetin istediği birinci öncül, üretim ilişkisine müdahelenin olmamasıdır. İkincil kaygıları ise, toplumda istikarlı bölünmelerin meydana gelmesidir. Bunu da yine kimlik siyaseti üzerinden, ırk siyaseti üzerinden yapar. Türkiye üzerinden verilecek örneklerde; sünni ve alevilerin arasında yaratılmak istenen huzursuzluklar, İslamcı ve laikler arasında meydana getirilen gerginlikler, Türk-Kürt diyerek kimlik siyasetine gidilmesi birer örnek teşkil eder. Yıllarca Türkiye’de solculara siz milliyetçi olamazsınız dendi; sağcılara da siz halkçı olamazsınız dendi. İşte bu yapılan dış müdaheleler, Türkiye’nin hem kültürel iklimini hem de yıllarını kaybetmesine neden oldu.
Dünya vatandaşlığı adı altında, insani değerler adı altında vatanseverliği kenara iten, onu orta çağa ait ve yabani bir kavram olarak gören bir kesim ne yazık ki bugün görmezden gelinemeyecek boyutlarda. Bütün bu problemlerin çözümü, problemin kendisi olan üretim ilişkilerinde yatmaktadır. Devletin bu müdahelelere izin vermemesinin tek yolu, bulunduğu ekonomik ve siyasi modelin dışına çıkmasıdır.
KÜLTÜRÜN YENİDEN İNŞASI ÜZERİNE
Kültürün inşası, önce bağımsızlık, sonra da çağdaşlaşma atılımlarıyla olur. Bunun yolu Türk halkı için Türk devriminin tamamlanmasından geçer. Bugün dünyada hiçbir örneği yoktur ki emperyalistlere boyun eğmiş bir ülke kültür devrimi yapsın. Türk devrimi, önce bağımsızlığı ardından çağdaşlığı işaret eder. Türk halkını birleştiren unsurlar zemininde oluşturulan eğitim sistemi, benimsenen ekonomik model, Türk toplumunun bağrında kültürün sağlıklı inşasına yol açacaktır.
Bugün Türk halkı, oryantalist tarih anlatıcılığı ve oryantalist, Avrupa-merkezci medyanın etkisiyle, kendi komşu halklarını hakir ve yetersiz görmeye başladı. Medeniyetin Avrupa’da olduğu, Asya’nın yükselmek için Batı’ya benzemeye muhtaç olduğu söylemleriyle Türk halkı ve komşu halklar arasında yıllardır yaratılmakta olan olumsuz bir hava var. Türkiye bu boyunduruktan çıkmakta bir öncü ülke olmalı. Birbirinden nefret eden halkların bulunduğu bir coğrafyadan tek fayda sağlayacak olan emperyalist güçlerdir. Tam da istedikleri bu bölünmeyi ve ayrışmayı yaratabilmektir. Avrupa bin yılı aşkın bir süre Asya’nın gölgesinde yaşadı. Hiç ‘’doğuculuk’’ diye bir kavram duydunuz mu? Çünkü, Batı’ya bir dayatma yapılmamıştır. Batı, yaptığı sanayi devrimi veya diğer atılımları, Doğu’ya yönelerek mi yaptı? Doğucu olduğu için mi ortaya koyduğu kapitalizmle dünyanın ‘’merkezine’’ oturdu? Aynı şekilde, bugün Batıcı olmak gerici olmaktır. Türk devleti, bölge devletleriyle güzel ilişkiler geliştirmeli ve bu emperyal tuzaklara düşmemelidir.
Kaynaklar:
Cemil Meriç, Bu Ülke
Cemil Meriç, Mağaradakiler
Georges Politzer, Felsefenin Başlangıç İlkeleri
Doğu Perinçek, Asya Çağının Öncüleri
Friedrich Engels, Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni