Ana Sayfa Yazılar IŞIKGÜN AKFIRAT YAZDI: ATATÜRK’ÜN “KALPAKLI” DIŞ POLiTiKA STRATEJiSi

IŞIKGÜN AKFIRAT YAZDI: ATATÜRK’ÜN “KALPAKLI” DIŞ POLiTiKA STRATEJiSi

5262

Işıkgün Akfırat, Öncü Gençlik MYK Üyesi ve Uluslararası İlişkiler Bürosu Başkanı

Dış politika, şapka takmış iç politikadır, denir.1 Kurtuluş Savaşı’nda ülkemizin kurtarıcıları, öz vatanımızda hür ve bağımsız yaşama iradesinin yansıması olan “kalpaklı” bir dış politika izlediler. Öyle ki 1920’lerin başında Mustafa Kemal Paşa’nın kalpaklı portresi dünyanın her yerinde kuvvetli bir anlam taşıyordu: Batı’da eski dünyanın tanrılarına kafa tutan bir âsi, Doğu’da ise zalim sömürgecileri dize getiren bir kahraman!2 Anadolu’nun kazandığı her zaferle daha iyi anlaşıldı ki, bu kalpaklı Türklerin başardıkları salt vatan aşkıyla çarpan bir yürek coşkunluğuyla açıklanamazdı. Ardında taktik ustalığa da mazhar olan bir stratejik ufuk vardı. O stratejinin özü, emperyalizme karşı tam bağımsızlıktı ve başmimarı da Mustafa Kemal Atatürk’tü. Bu yazımızda, Atatürk’ün Büyük Savaş’ın alevleri içerisinde şekillenip genç Cumhuriyet’in filizlendiği yıllara kadar uzanan dış politika stratejisini inceleyeceğiz.

Çağımızın Büyük Gerçeği: Zalim Milletler ve Mazlum Milletler

Duayen tarihçi Eric Hobsbawm tarafından “aşırılıklar çağı” olarak anılan 20. yüzyıl, pek çok tarihçi tarafından I. Dünya Savaşı ile başlatılır. Tarihin bu ilk “topyekün” savaşı, bütün dünyayı bir muharebe alanına, milletleri de ordulara çevirmişti. Avrupa’nın kapitalist ülkeleri arasındaki azgın rekabet, insani sağduyunun bütün sınırlarını çiğnemiş ve “paylaşım savaşı”nın yarattığı ölüm makinesi bir bütün olarak milletleri yutmaya başlamıştı.3

Osmanlı’yı idare eden genç subaylar, I. Dünya Savaşı’na girme kararı alındığınÇağımızın Büyük Gerçeği: Zalim Milletler ve Mazlum Milletler 29 da, savaşın dışında kalma şansları olmadığının farkındaydılar. “Düvel-i muazzama” denilen büyük Avrupa devletleri, “hasta adam” dedikleri Osmanlı’yı boğazlayıp Hakk’ın rahmetine kavuşturacaklar, topraklarını da aralarında pay edeceklerdi. Tek çare vardı: en azından yaşama hakkımızı tanıyan devletlerle bir olup emperyalist zebanilere karşı direnmek!

Mustafa Kemal işte bu yıkıcı savaşın içinde, Rus Devrimi’nin önderi Lenin’in savaş başında “ezen-ezilen milletler” diye formüle ettiği çağın büyük gerçeğini kavramıştır: Bir tarafta emperyalist devletler vardır, ki bunlar aralarında kıyasıya süren siyasi ve iktisadi üstünlük yarışının anaforuyla yedi kıtayı yağmalamakta ve dünyaya zulüm saçmaktadırlar. Diğer tarafta da bu zalimliğe karşı en temel hakları, yani yaşamları için direnen mazlumlar vardır.

Mustafa Kemal’in büyüklüğü, dünyanın bu iki kampa bölünmüşlüğünü saptamakla kalmayıp, dünya nüfusunun azınlığını oluşturan (1/5) zalimlerin, ezici çoğunluğu olan (4/5) mazlumlara ilelebet hükmedemeyeceğini kavramış olmasındadır. “Bütün mazlum milletler emperyalizmi bir gün mahv ve yok edeceklerdir.”4 İşte Kurtuluş Savaşımız ve Türk Devrimi, bu tarihsel bilincin Türkiye toprağında eyleme dökülmesidir, denilebilir.

Kurtuluş Savaşının Eşiğinde Umumi Manzara

Bir senede bitmesi beklenen I. Dünya Savaşı, Türklerin beklenmeyen direnişi, özellikle de Çanakkale ve Kut’ül Amare Zaferleri sonucunda yıllara yayılmıştı. İngiliz Savaş Bakanı Winston Churchill’in savaşı bir hamlede bitirme stratejisi olan Türk Boğazları’ndan geçip Rusya’ya İtilaf yardımını ulaştırma planı, Mustafa Kemal’in askeri dehasının Mehmetçiğin kahramanlığıyla birleşmesi neticesinde Çanakkale Boğazı’nın serin sularını boyladı. Bunun meyvesi ise, dış yardımdan mahrum kalan Çarlık Rusyası’nda derinleşen siyasi krizin, 1917 Devrimi’ne dönüşmesi oldu. Bolşevik Devrim’yle beraber dünyanın güç dengeleri mazlum milletler lehine değişti ve Sovyet iktidarının yayınladığı gizli anlaşmalar sayesinde İtilaf Devletleri arasında çözülmesi güç bir çelişme ayyuka çıktı. Söz konusu devletler yaptıkları çaprazlama paylaşım anlaşmalarıyla birbirlerini dolandırmışlardı.

Fakat dört yıl süren savaşın sonunda müttefikimiz Almanya’nın direnişi çöktü ve muzaffer devletler bütün dikkatlerini ve namlularını Osmanlı topraklarına çevirdiler. Bu saatten sonra nizami savaş kaybedilmişti. Mondros Antlaşması ile oldukça ağır koşullarda silah bıraktırıldı. İngiliz zırhlıları geldi, İstanbul’a demirledi. Anadolu’nun çeperinde işgal askerleri kol gezmekteydi. Görünüşte bir direnme iradesi de kalmamıştı. İttihatçı tepe kadrosu yurtdışına çıkmak zorunda kalmış, Padişah Vahdettin ise İngilizlerden bireysel kurtuluş dilenmekteydi. İşte bu kasvet bulutlarıyla yüklü umumi manzara karşısında Mustafa Kemal, İngiliz zırhlılarına bakmış ve bugün dahi yüreğimizi titreten o kararlılık cümlesini sarf etmişti: “Geldikleri gibi giderler!”

Bu vurucu ifade, beylik bir söz değildi. Ardında derin bir analiz yatmaktaydı. Mustafa Kemal bu analizi daha Anadolu’ya çıkmadan önce, Şubat 1919’da Alemdar gazetesi yazarı Refii Cevad Ulunay’a madde madde anlatmıştır. Ortak düşmana (Almanya’ya) karşı birleşen Avrupa devletleri, şimdi kendi aralarında paylaşım kavgasına düşeceklerdir. Ayrıca uzun süren kıyıcı savaş, kendi milletlerini bıktırmıştır. Anadolu’da başlayacak bir direniş hareketini bastırma kudretini, bu muzaffer görünen devletlerin yöneticileri kendilerinde bulamayacaklardır. Bütün mesele, “çöl sanılan” Anadolu’da saklı olan hayatı, yani Türk milletini bir milli teşkilat marifetiyle ayağa kaldırmaktır. Ardından emperyalistlerle boğuşan diğer milletlerle kurulacak kader birliğiyle denklem tamam olacak ve mazlum dünyanın ön cephesinde zaferin ilk ışıkları görünecektir. “Kalpaklı” dış politika stratejisinin esası, işte buydu.

Kurtuluş Stratejisinin Belkemiği: Doğu’da Kurulan İstinatgâh

Büyük Önder, 8 Temmuz 1920’de yaptığı meclis konuşmasında dış politika yaklaşımının genel ilkesini şöyle özetlemişti: “Mevcudiyetimize tasallut eden bütün Batı âlemi, Amerika da dahil olduğu halde, tabiatıyla büyük bir kuvvet teşkil Kurtuluş Savaşının Eşiğinde Umumi Manzara Bütün mesele, “çöl sanılan” Anadolu’da saklı olan hayatı, yani Türk milletini bir milli teşkilat marifetiyle ayağa kaldırmaktır. Kurtuluş Stratejisinin Belkemiği: Doğu’da Kurulan İstinatgâh 30 etmektedir. Biz de şüphesiz esasta yalnız kendi kuvvetlerimize dayanmakla beraber, bizim hayatımızla alakadar olan bütün kuvvetlerden azami derecede istifadede kusur etmeyeceğiz.”5 Özelde ise, Doğu’da bir istinatgâh (dayanak noktası) yaratmak, kurtuluş stratejisinin belkemiğiydi.

1920 başında işgalci devletlerin planı, Doğu’da Azerbaycan, Gürcistan ve Ermenistan’dan bir “Kafkas Seddi” kurmak suretiyle Bolşevik Rusya ile Anadolu’nun arasına kama sokmaktı. Böylece hem Rusya’nın Kurtuluş Savaşı’na desteğinin önü kesilmiş, hem de Kafkas milletlerinin direnişe karşı vaziyet almasıyla Türkiye dört taraftan birden kuşatılmış olacaktı. Atatürk, 5 Ocak 1920’da yaptığı durum değerlendirmesinde bu senaryonun vahametini “Türkiye için mukavemet imkânları temelden yıkılmış olur.” şeklinde ifade etmiştir.6 Ne var ki, Doğu’da Ermeni mezalimine uğrayan ahali eşrafının Milli Mücadeleye kazanılması, Kazım Karabekir’in üstün dirayeti ve Bolşevik Rusya’nın duruma müdahalesi sayesinde bu emperyalist set aşılmış ve Kurtuluş Savaşı için gerekli dayanak noktası yaratılmıştır.

Dünyayı Sarsan İttifak: Türk-Rus Dostluğu

Çanakkale Zaferi, Bolşevik Devrimi’nin kapılarını açmıştı. Bolşevik Devrimi de, Türkiye topraklarının paylaşılmasını öngören emperyalist anlaşmaları yırtıp attı. Üstüne silahsız, cephanesiz kalan Anadolu’ya en büyük dış yardımı yaptı. Sovyetler’in Milli Mücadeleye yaptığı silah yardımının bilançosu şöyleydi: 39.000 tüfek, 327 makineli tüfek, 54 top, 63 milyon fişek, 147.000 top mermisi, 2 avcı botu, 4.000 el bombası, 1.500 kılıç, 20.000 gaz maskesi. 1919-22 döneminde yapılan para yardımı da 17.5 milyon altın rubleyi bulmuştu.7

Çarlık Rusya devrilmese, Cihan Harbi’nin sonunda İstanbul’un Rus işgaline düşmesi işten değildi. Falih Rıfkı Atay bu gerçekten hareketle “insanın İstanbul’un bir köşesine Lenin’in büstünü koysak mı diyeceği gelir.” diye yazıyordu.8 Dediği kısmen oldu. Atatürk, 1928 yılında Taksim’in göbeğine Türk dostu Sovyet Büyükelçisi Aralov’un da yer aldığı bir anıt diktirdi. Bu, bir diplomatı onurlandırma jestinin ötesinde bir anlama sahipti: iki ülke arasındaki stratejik ittifakın anıtlaştırılmasıydı.9

İttifakın mahiyetini en iyi, yine emperyalistler anlamıştır: “Bolşevikler medeniyet ile savaşta Türk milliyetçileri ile işbirliği yapıyorlar.”10 O “medeniyet” ki Mehmet Akif’in deyimiyle “tek dişi kalmış canavar”dır. Türkiye’nin üzerine Yunanları süren emperyalizm, Bolşevik Devrimi’ni boğmak için de Lehleri kullanıyordu. Ortak düşmana karşı birleşmenin dışında, Türkiye’de kurulan halkçı Cumhuriyet rejiminin de, Rusya’da kurulan sosyalist Sovyet rejiminin de yaşaması için emperyalist sistemin zincirlerini kırması gerekiyordu.

İşte bu coğrafyada canavarın o son dişini söken, emperyalist dünya düzenini sarsan ve yeni bir dünyanın kuruluşunu müjdeleyen bu tarihi işbirliği olmuştur: Türk milliyetçileri ve Rus Bolşeviklerin ittifakı!

“Kalpaklı” Diplomasinin Zaferi: Lozan

Mustafa Kemal’in başkanlığında Anadolu’yu ayağa kaldıran Büyük Millet Meclisi, büyük fedakarlıklarla bir düzenli ordu kurdu, muhtaç olduğu silahları ve mühimmatı kurduğu ittifaklarla sağladı, düşmanlarını bir bir saf dışı bıraktı. Üç yıllık mücadelenin sonunda da üstünlüğü ele geçirdi ve Eylül 1922’de Yunan ordusunu bozguna uğrattı. Buraya gelene kadar önce Fransız, sonra İtalyan işgalini sonlandıran ve bu ülkeleri tarafsızlaştıran anlaşmalar imzalanmıştı. Boğazlar üzerindeki hakları, kapitülasyonlar gibi konularda geri adım attıkları takdirde imparatorluklarının ciddi bir itibar kaybına uğrayacağını düşünen İngilizler, bu anlaşmalardan son derece rahatsızdı. Muzaffer ordularımızın İzmir’den sonra Çanakkale’ye yönelmesiyle İngiltere ile diğer İtilaf devletleri arasındaki çatlak derinleşti.

Atatürk’ün ısrarla vurguladığı şey, Türk milletini temsil eden Milli Mücadele Hükümeti’nin tek ve yalın bir talebinin olduğuydu: Misak-ı Milli’nin uygulanması; yani bugünkü Türkiye topraklarında bağımsızlığımızın ve egemenlik hakkımızın tanınması. Mustafa Kemal, bu kırmızı çizgi kabul edilene dek Türk milletinin kanının son damlasına kadar savaşacağını işgal kuvvetlerine bildiriyordu. Bir diğer yandan da, artık takatinin sınırlarına dayanmış olan ve ülkenin yeniden inşası için büsbütün güçten düşmemesi gereken milleti en çabuk vasıtayla barışa kavuşturmanın derdindeydi. İşte bu gözüpek fakat barıştan yana tavır, Milli Mücadelenin son safhası olan diplomasi savaşının yol gösterici ilkesi olmuştur.

Sonuçsuz kalacağı bilinen Londra Konferansı, Atatürk’ün talimatıyla, Avrupa’ya uygar bir millet olarak bağımsız ve barış içinde yaşamak istediğimizi duyurmak için değerlendirildi. Emperyalistler arasındaki çelişmeler kullanılarak İngiltere köşeye sıkıştırıldı. Mudanya’da, İngilizler temel ilkelerimizi çiğneyen taleplerden vazgeçerek silah bırakışmayı kabul etti. Bundan sonra Lozan yolu göründü ve İsmet Paşa, çizmesini çıkarıp takım elbisesiyle “kalpaklı” dış politika stratejimizi medeni dünyanın er meydanında hayata geçirmek için yola koyuldu. Her adımı Atatürk ile birlikte kararlaştırıp oradan da zaferle çıkmasını bilecekti.

Ülkede Barışın Teminatı: Komşularla Barış Kuşağı

Kurtuluş Savaşı’nın zaferiyle Atatürk, artık dış politikada bütün enerjisini Cumhuriyet’in inşası ve kalkınma için gerekli istikrarın teminatı olan barışı sağlamlaştırmak için uğraşacaktır. “Yurtta barış, dünyada barış” şiarı, bu anlayışın tüm dünyada saygı uyandırmış bir vecizesiydi. Atatürk’ün Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras, bu ilkenin nasıl yorumlanması gerektiğini açıklarken, hiçbir ülkenin dünyadaki çalkantılardan azade olmayacağını, ülke barışının kalıcı olması için dünya barışının korunması gerektiğini de vurguluyordu.11

Türkiye’nin jeopolitik konumu, tehditlerin bağımsızlık savaşının kazanılmasıyla tamamen ortadan kalkmayacağını gösteriyordu. Emperyalist güçler, bir takım dayatmalarda bulunmak için her an bölgedeki ülkeler ile Türkiye’nin arasında gerilim çıkarabilirdi. Atatürk bu türden oyunları daha sahneye konulmadan bozacak formülü de üretti ve hayata geçirdi: Türkiye ile komşuları arasında bir barış ve işbirliği kuşağı yarattı. 1934’te Yunanistan, Yugoslavya ve Romanya ile imzalanan Balkan Antantı ve 1937’de İran, Irak ve Afganistan ile kurulan Sadabad Paktı, bugün dahi bölgede barışın sırrını içinde taşıyan dış politika başarılarıdır.

Atatürk’ün Dış Politika Mirası

Atatürk’ün hayata gözlerini yumduğu 1938 yılı sonunda Türkiye, Boğazlar’da tam hakimiyet sağlamış, bütün komşularıyla güvenlik ve işbirliği anlaşmaları yapmış, Avrupa devletlerinden egemenlik haklarını çiğnetmeden kredi alabilen, Sovyetler Birliği ile güvenlikten sanayileşmeye pek çok alanda stratejik Atatürk’ün Dış Politika Mirası Türkiye ile komşuları arasında bir barış ve işbirliği kuşağı yarattı. 1934’te Yunanistan, Yugoslavya ve Romanya ile imzalanan Balkan Antantı ve 1937’de İran, Irak ve Afganistan ile kurulan Sadabad Paktı, bugün dahi bölgede barışın sırrını içinde taşıyan dış politika başarılarıdır. Ülkede Barışın Teminatı: Komşularla Barış Kuşağı ortaklığa sahip bir ülke haline gelmişti. Bunda bağımsızlığı, ulusal egemenliği ve eşitliği esas alan ilkesel duruşun etkisi büyüktür. Atatürk, hiçbir ülkenin rejimine, iç işlerine karışmadığı gibi, başka ülkelerle yaptığı anlaşmalarda diğer dost ülkeleri gücendirecek bir hamle yapmamaya büyük bir dikkat göstermişti.

Komşularla işbirliği, çağdaşlaşma ve kalkınma için zaruri olan yurtta barışın güvencesidir. Sovyetler ile işbirliği de, hem benimsenen kamucu kalkınma modelinin ortaklığı, hem de emperyalist dünya sisteminde büyük gediklere yol açan iki halkçı rejimin uzun vadede dış müdahalelere karşı kendilerini koruma ihtiyacı nedeniyle bir zorunluluk olarak belirmiştir. Atatürk’ün ölmeden önce bir dünya savaşı tehlikesine işaret ederek komşularla ve Sovyetlerle ittifakın korunmasını vasiyet etmesi, bugün açısından çok anlamlıdır.12

Türkiye’nin yeniden Atatürk’ün kamucu-halkçı programına sarılmaya başladığı günümüzde bunun dış politikadaki uzantısı olan komşularla işbirliği ve kamucu modeli paylaşan Asya ülkeleriyle stratejik ittifaklar, bir kez daha gündeme girmiştir. Türkiye’nin önünde, “kalpağı” yeniden “başına” geçireceği, memleketin içinde bulunduğu darboğazdan çıkışına ve yeni bir dünyaya açılan büyük günler uzanmaktadır. Yerkürenin “kalpgâhından” yakılacak böylesi bir meşale, bu sefer emperyalizmin büsbütün tükenişine giden sürecin fitilini ateşleyecektir.

Dipnot:

1) Bu söz, ABD’nin eski başkan yardımcılarından Hubert H. Humphrey’e ithaf ediliyor.

2) Kemalizm ve İslam Dünyası.

3) Eric J. Hobsbawm, “Topyekün Savaş Çağı”, Aşırılıklar Çağı, Sarmal Yayınları, İstanbul, 1996, s. 33-70.

4) Atatürk’ün Bütün Eserleri, cilt 12, Kaynak Yayınları, İstanbul, 2004, s. 201.

5) Atatürk’ün Kaleminden-7: Emperyalizm ve Tam Bağımsızlık, Kaynak Yayınları, s. 117.

6) Age., s. 83.

7) Alptekin Müderrisoğlu, Kurtuluş Savaşının Mali Kaynakları, Atatürk Araştırma Merkezi, İstanbul, 1990, s.522-523

8) Falih Rıfkı Atay, Çankaya, Bateş Yayınları, İstanbul, 1980, s. 164.

9) Mehmet Perinçek, Atatürk’ün Sovyetlerle Görüşmeleri, Kaynak Yayınları, s. 23-25.

10) Amiral Webb’in Lord Curzon’a mektubu. İngiliz Gizli Belgelerinde Türkiye, Yaylacılık Matbaası, İstanbul, 1967, s. 222.

11) Tevfik Rüştü Aras. Atatürk’ün Dış Politikası.

12) Mehmet Perinçek, Atatürk’ün Sovyetlerle Görüşmeleri, Kaynak Yayınları, İstanbul, 2014, s. 234-236.

oncugenclik.org.tr