Ana Sayfa Bilimsel Sosyalizm MARKSİST EMEK DEĞER KURAMI ve KAPİTALİST SÖMÜRÜ

MARKSİST EMEK DEĞER KURAMI ve KAPİTALİST SÖMÜRÜ

3321

MARKSİST EMEK DEĞER KURAMI   VE   EMPERYALİST DÖNEMDE KAPİTALİST SÖMÜRÜ 
Bilim ve Ütopya Dergisi  Mayıs 2014, Sayı 239 
Yıldırım Koç 

Giriş 

Marksizm, sınıfsız ve sömürüsüz bir dünya doğrultusunda siyasi, iktisadi ve toplumsal dönüşümleri  sağlamak amacıyla mevcut düzenin yapısını ve dinamiklerini bilimsel olarak inceler.

Amaç, koşulların olgunlaştığı durumlarda, toplumsal gelişmeyi daha ileri bir aşamaya taşımanın  irade müdahalelerini gerçekleştirmektir. 

Marksist emek değer kuramı hem kapitalizmin işleyişinin bilimsel analizidir, hem de işçi sınıfının ve  kapitalizmin emperyalizm aşamasında sömürülen halkların tarihsel misyonunu belirler, kapitalizmin  sınıfsız ve sömürüsüz bir dünya doğrultusunda dönüştürülmesinin araçlarını sunar. 

Son derece önemli ve Marksizm’in temel tespitlerinden biri olmasına karşın, emek değer kuramı  genellikle  bilinmemekte,  işin  kötüsü,  bilindiği  sanılmaktadır.  Bu  konudaki  temel  hatayı  daha  da  önemli kılan diğer bir yanlış, günümüzde kapitalistin kârının kaynağının yalnızca çalıştırdığı işçinin  ürettiğin değerden el koyduğu bölüm (artık‐değer) sanılmasıdır.  Halbuki  emperyalist  dönemde  kapitalistin  kârının  kaynağı  çeşitlenir.  Bu  çeşitlenmenin  siyasal  sonucu ise, öne çıkan ve hatta temel bir özellik kazanan çelişkinin niteliğinin değişmesidir.  

Bu yazının birinci amacı, önemli varsayımlar ve soyutlamalar temelinde, Marksist emek değer  kuramında işçi ile sermayedar arasındaki uzlaşmaz çelişkiyi özetlemektir. İkinci amaç, emperyalist  dönemde  kapitalist  sömürüyü  ve  bunun  siyasal  sonuçlarını  kısaca  değerlendirmektir.  Özelle;  günümüzde  kapitalist sömürüyü açıklamada Marksist emek değer kuramı tek başına yetersizdir.

Marksist emek değer kuramının karmaşıklığını ve sorunlarını bile bilmeden ve hatta bu karmaşıklığın  farkında bile olmadan, emperyalizm aşamasında kapitalist sömürüyü bu kuramla açıkladığını sanmak  ise çok yaygın ve büyük bir hatadır.  Marx’ın  geliştirdiği  emek  değer  kuramı  çok  yüksek  bir  soyutlama  düzeyindedir.  Bu  nedenle,  kapitalist sömürüyü bu yüksek soyutlama düzeyindeki kuramla anlatmak hem kolaydır, hem çok  zordur.  Kuramın ayrıntılarını ve olağanüstü karmaşıklığını bilmeyen bir kişi, işçinin aldığı ücretle işletmenin  kârını karşılaştırarak, kapitalist sömürüyü kolayca anlatır ve bu süreçte Marksist emek değer kuramını  kullandığını zanneder. Hiç ekonomi politik kitabı okumamış veya bu alandaki çalışmaları yalnızca  başlangıç kitaplarıyla sınırlı kalmış kişilerin bu rahatlığı vardır. Bu konuda yazan veya konuşan kişinin  Marksist emek değer kuramına ilişkin bilgi düzeyini ölçmenin en basit ölçütü, kapitalist düzende  işçinin “neyi” sattığı konusundaki tespitidir. Eğer “emeğini satan işçi” veya “emeğin karşılığı” gibi  kavramları kullanıyorsa, emek değer kuramının farkında bile değildir; bu kuramı siyasi ve toplumsal  mücadelede kullanamaz.1  Marksist  emek  değer  kuramı  son  derece  karmaşıktır.  Ancak  doğru  biçimde  ele  alınırsa,  emperyalizm döneminde kapitalist sömürüye de ışık tutmaktadır.

Yüksek soyutlama düzeyindeki emek değer kuramı, 19. yüzyılın ilk yarısında özellikle İngiltere’de  yükselen sınıf kavgalarının anlaşılmasında belirleyici öneme sahiptir. Ancak emek değer kuramının bu  biçimi,  emperyalist  dönemdeki  sınıf  çelişki,  çatışma  ve  uzlaşmalarını  açıklayamaz.  Emek  değer  kuramının Kapital’in I. Cildindeki (1867) yüksek soyutlama düzeyli sunumu, günümüz dünyasında  kapitalistin kârının kaynağını açıklamada yetersiz kalmaktadır.  Emek  değer  kuramında,  işçiler  ve  sermayedarlardan  oluşan  bir  toplumda  kapitalistin  kârının  kaynağı  yalnızca  işçinin  yarattığı  değerin  bir  bölümüdür  (“artık‐değer”).  Halbuki  günümüzde kapitalistin kârının kaynağı çeşitlenmiştir. Bu çeşitlenmenin sınıfların saflaşması, sınıflar arasındaki  ittifaklar, anti‐emperyalist mücadele açısından önemli sonuçları bulunmaktadır.

Kapitalizmin emperyalizm aşamasında (ve hatta sömürgeciliğin yeniden canlandırıldığı 19. yüzyıl  ortalarından itibaren) emperyalist ülkelerin işçi sınıfları kapitalizmin mezar kazıcıları olmaktan çıkmış,  kapitalizmin payandalarına, destekçilerine dönüşmüştür. Payandalıktan yeniden mezar kazıcılığına  dönüşme ancak büyük iktisadi kriz ve savaş gibi, işçi sınıflarının yaşam standartlarını ve haklarını ciddi  biçimde gerileten ve belki de canlarını tehdit altına sokan durumlarda geçerlidir. Diğer bir olasılık da,  sömürülen ülkelerin halklarının ve sosyalist ülkelerin mücadelesiyle emperyalist sömürüye büyük  darbe  indirilmesi  sonucunda,  mevcut  kaynakların  bölüşümünde  emperyalist  ülke  işçi  sınıfıyla  sermayedar sınıfının ciddi bir çıkar çatışması içine girmek zorunda kalmasıdır. 

Kapitalizmin tarihin çöplüğüne atılmasının ilk aşaması, kapitalizmin emperyalizm döneminde elde  ettiği ek kâr kaynaklarının anti‐emperyalist mücadeleyle engellenmesidir. Böylece kapitalizmin tek kâr  kaynağının  yeniden  artık‐değerle  kısıtlanmasıyla,  emperyalist  ülkelerin  işçi  sınıfları  yeniden  kapitalizmin mezar kazıcılarına dönüştürülebilecektir.    Emek Değer Kuramının Öncüleri    Marksizmin temellerinden biri, işçi ile sermayedar arasındaki ilişkiyi değerlendiren emek değer  kuramıdır.  Emek değer kuramı, klasik iktisatçılar tarafından, farklı bir soruya yanıt ararken geliştirildi.  Kapitalist düzende ürünlerin giderek daha büyük bir bölümü metalaşıyor, mal halini alıyordu. Bu  koşullarda gündeme gelen soru, malların fiyatlarının nasıl oluştuğu oldu. 

Fiyatlar rastgele mi oluşuyordu, yoksa fiyatlardan bağımsız olarak malların değeri mi vardı? Arz ve  taleple  malların  fiyatları  değişiyordu,  ancak  bu  değişiklikler  de  rastgele  değildi;  fiyat  oynamaları  malların değerleri etrafında oluyordu. 

Malların değerlerinin içerdikleri emek miktarıyla belirlendiği tespitinde öncülük William Petty’ye  aittir. Petty, daha 1662 yılında yayımlanan Vergiler ve Katkılar Konusunda Çalışma (Treatise on Taxes  and Contributions) kitabında malların değerlerine ilişkin önemli değerlendirmeler yapmıştı.2  Richard Cantillon ise 1755 yılında yayımlanan Genel Olarak Ticaretin Doğası Üzerine Yazı (Essai sur  la Nature du Commerce en General) isimli kitabında, “emeğin ürettiği” ile emeğin bunu üretebilmesi  için gerekli değerler arasında bir ayrım yaparak, Marx’ın artık‐değer analizinin belki de prototipini  kavradı. Ayrıca ücretlerin belirlenmesinde asgari yaşam düzeyinin oluşmasında “gelenek” etmenine  de dikkati çekti.3  Adam Smith ise bu konuları daha sistematik bir biçimde ele aldı.  

Adam Smith 1776 yılında yayımlanan Milletlerin Zenginliği (The Wealth of Nations) ve David  Ricardo da 1817 yılında yayımlanan Politik Ekonominin ve Vergilendirmenin İlkeleri (The Principles of  Political Economy and Taxation) kitaplarında bu konuyla uğraştılar. Bu iki büyük iktisatçının amacı,  kapitalist düzende malların fiyatlarının oluşumunda malların fiyatları ile değerleri arasındaki ilişkiyi ve  malların değerlerini belirleyebilmekti.4 Bu analizlerinde toplumsal sınıf ilişkilerini kavrama veya siyasal  dönüşüm projeleri üretme gibi bir amaçları yoktu.  A.Smith,  malların  fiyatlarının  birbirine  oranının  onların  içerdiği  emek  miktarıyla  belirlendiği  görüşündeydi. “Tüm malların değişim değerlerinin gerçek ölçüsü emektir,” diye yazıyordu. D.Ricardo  ise, metaların (malların) değişim değerlerinin, bu malların içerdikleri emek miktarına göre belirlendiği  sonucuna vardı. Kapitalist dönemin bu evresinde özellikle Hindistan’la ticarette çok büyük İngiliz ve  Hollanda tekelleri vardı. Bu ticarete konu olan ürünlerin fiyatları farklı mekanizmalarla oluşuyordu.  Ancak  bunun  dışında  üretilen  ürünlerin  değişim  değerleri,  içerdikleri  emek  miktarına  göre  belirleniyordu. Fiyatlar da bu değerlerin etrafında oynuyordu.  A.Smith  ve  D.Ricardo,  malların  değerlerinin  içerdikleri  emek  miktarına  göre  belirlenmesi  anlayışından hareketle toplumsal ve siyasal mücadeleye ilişkin sonuçlar çıkarmadılar.  Emek değer kuramına siyasal sonuçlar yükleyen iki kişi, Thomas Hodgskin ve William Thompson  oldu.5  Thomas Hodgskin, değeri yaratan unsurun emek olduğu anlayışından hareketle, üretilen ürünün  mülkiyetinin emeğe ait olması gerektiğini savundu ve kâr ile rantın (kira gelirinin) emekten çalınan  kaynaklardan oluştuğunu ileri sürdü.6  

William Thompson da 1824 yılında yayımlanan Servetin Bölüşümünün İlkelerinin Araştırılması (An  Inquiry into the Principles of the Distribution of Wealth) kitabında, servetin tek yaratıcısının emek  olması önermesinden hareket ederek, emeğin yarattığı tüm ürünlerin emeğin hakkı olduğunu ileri  sürdü.7  Ancak  A.Smith  ve  Ricardo’da  veya  T.Hodgskin  veya  W.Thompson’da  eksik  olan,  kapitalist  sömürünün özünü oluşturan ilişki, işgücünün metalaşması olgusuydu.     Marx’ın Emek Değer Kuramı    Karl Marx ise, emek değer kuramıyla, kapitalizmin 19. yüzyılın ilk yarısında özellikle İngiltere’de işçi  sınıfı  açısından  bir  cehennem  yarattığı  ve  işçilerin  bu  hayata  sert  tepki  gösterdikleri  koşullarda,  kapitalist sömürünün serbest rekabetçi dönemdeki özünü kavradı ve açıkladı; bu kuramı kapitalizme  karşı toplumsal ve siyasal mücadelenin anlaşılması ve geliştirilmesinin temel unsuru haline getirdi.   K.Marx, emek değer kuramı temelinde işgücünün (emekgücünün) değeri ile emeğin yarattığı değer  arasındaki  farkı  açığa  çıkardı  ve  bu  farka  (artık‐değer),  üretim  araçları  mülkiyetine  sahip  olan  sermayedarın el koyduğunu belirledi. Kapitalizmin yarattığı cehennemi sona erdirmenin yolunun işçi  sınıfının  sermayedar  sınıfa  karşı  mücadelesi  olduğunu  açıkladı;  kapitalizmin  mezar  kazıcılarının  yoksullar, toplumdan dışlanmış kesimler veya benzerleri değil, işçi sınıfı olduğunu savundu. Çözüm,  üretim  araçları  mülkiyetinin  toplumsallaştırılmasıydı. İktisadi,  toplumsal  ve  siyasal  gelişmeler  bu  doğrultuda gelişiyordu. İşçi sınıfının örgütlü mücadelesi bu dönüşümü gerçekleştirecekti.  Marx’ın emek değer kuramına ilişkin analizleri yüksek bir soyutlama düzeyinde başlamaktadır.  

Malların kullanım değeri ve değişim değeri vardır. 

Bir malın kullanım değeri, kişiye sağladığı yarardır. Değişim değeri ise, içerdiği toplumsal olarak  ortalama verimlilikteki emekle belirlenir. 

A.Smith’in verdiği örnek, malların iki değeri arasındaki farkı güzel özetlemektedir. Suyun kullanım  değeri çok büyüktür; ancak A.Smith’in ünlü kitabının yayımlandığı 1776 yılında suyun bir değişim  değeri yoktur; su, kolayca erişilebilir durumdadır. Buna karşılık elmasın, gösteriş dışında bir kullanım  değeri yoktur; ancak değişim değeri çok yüksektir.  Emek değer kuramı, değişim değerinin emekle yaratıldığı görüşündedir. Bir malın değeri, onun  üretimi ve yeniden üretimi için toplumsal olarak gerekli emek miktarıyla belirlenmektedir. Diğer bir  deyişle,  ortalama  verimliliğin  altında  olan  emeğin  katkısı  az,  ortalama  verimliliğin  üstünde  olan  emeğin katkısı fazladır.  

Her meta (mal), kendi içinde billurlaşmış emek miktarına göre değer kazanır. Eğer bir meta, başka  bir metanın üretiminde kullanılırsa, aşınır, yıpranır ve böylece kendisinde billurlaşmış olan emeğin bir  bölümünü, yeni üretilmekte olan metaya aktarır.  

Yeni bir metanın üretiminde, bu ürüne hem daha önce üretilmiş metalarda billurlaşmış olan  emeğin (ölü emek)  bir bölümü aktarılır, hem de bu süreçte kullanılan emek (canlı emek).  Ancak bu üretim sürecinin sonucunda ortaya çıkan metanın değeri, onun üretiminde kullanılan  ürünlerden  aktarılan  emekle,  işçiye  ödenen  ücretin  toplamından  daha  fazladır;  çünkü  kapitalist  düzende metalaşan işgücü, üretim sürecinde, kendi değerinden daha fazla değer yaratır. 

Böylece yeni ürünün içerdiği  toplumsal emek miktarı, kullanılan malzemeden aktarılan  emek  miktarı ile işçiye ödenen ücretin toplamından fazladır; aradaki fark, üretim araçlarına sahip olan  sermayedara giden artık‐değerdir.  Marx’ın terminolojisi kullanılırsa, bir malın değeri, onun üretiminde kullanılan girdilerden aktarılan  değer (c, sabit sermaye), işçinin işgücünden aktarılan değer (v, değişken sermaye) ve artık‐değerden  (s, artık‐değer) oluşur: Metanın değeri=c+v+s. 

Burada tekrar tekrar vurgulanması gereken nokta şudur: Marx açısından emek değer kuramının  önemi,  kapitalizmde  fiyatların  nasıl  oluştuğunu  anlamak  ve  açıklamak  değil,  kapitalizmi  tarih  sahnesinden  silmek  için  harekete  geçecek  toplumsal  gücün  belirlenmesidir.  Bu  toplumsal  güç,  kapitalist üretim ilişkileri içinde sömürülen işçi sınıfıdır. İşçi sınıfı, yoksul olduğu için değil, kapitalist  tarafından sömürüldüğü için kapitalizme karşı olacaktır. Kapitalist sömürünün özü ise aldatma, yağma  veya  hırsızlık  değil,  üretim  araçları  üzerindeki  özel  mülkiyettir.  Buna  göre,  kapitalizmin  yarattığı  cehennemden kurtulmak için sömürüye karşı mücadele etmekten başka çaresi olmayan işçi sınıfı,  üretim  araçlarını  toplumsal  mülkiyete  geçirerek  kapitalizme,  sömürüye  ve  kapitalizmin  yarattığı  cehenneme  son  verecektir.  Marksist  emek  değer  kuramının  amacı,  dünyayı  değiştirecek  gücü  kavrayabilmektir. Amaç, kapitalistin kârının kaynağının ve bu ekonomik artığa el koyma sürecinin  toplumsal ve siyasal sonuçlarının anlaşılarak, kapitalizmin aşılmasıdır. 

Emek değer kuramı, işçinin işgücünün değerini belirlerken, işgücünün değeri ile fiyatının (ücretin)  eşit olduğu varsayımından hareket etmektedir. Ancak tüm metaların fiyatları, çeşitli etmenlere bağlı  olarak, değerinin etrafında oynamaktadır. 

Emek değer kuramı, bu nedenle, aynı zamanda bir “ücret kuramı”dır. İşçinin işgücünün değeri  veya fiyatı ise, tarihsel ve kültürel olarak belirlenmiş koşullarda, işçinin ve bakmakla yükümlü olduğu  kişilerin yetişmeleri için gerekli olan biyolojik ve diğer ihtiyaçların toplamıdır.   Marx’ın bu en basit biçimiyle özetlenen emek değer kuramı çeşitli varsayımlara dayanmaktadır.  Marksist emek değer kuramının bu basit biçiminin ilk varsayımı, tüm emeğin “üretken emek”  olduğudur.  Halbuki  kapitalist  üretim  biçiminde  emeğin  bir  bölümü  üretken  olmayan  biçimlerde  kullanılır.  Emek  değer  kuramı  temelinde  fiyat  oluşumu  araştırılacak  olursa,  sorunu  çok  karmaşıklaştıran ve zorlaştıran bir etmen, üretken olmayan emek ve üretken olmayan alanlarda  yatırılan sermayedir. 

Marksist emek değer kuramının bu basit biçiminin ikinci varsayımı, üretilen metalara aktarılan  sabit sermaye miktarının (c),  aktarılan toplam değer miktarına (c+v) oranının sektörler arasında aynı  olduğudur (sermayenin organik bileşimi sektörler arasında aynıdır). Bu varsayım da gerçeklere uygun  değildir. Bazı sektörlerde “c” oransal olarak büyüktür, bazılarında küçüktür. Tarımda, özellikle geri  teknolojinin kullanıldığı durumlarda üretilen üründe, üretilen mala aktarılan sabit sermaye payı çok  küçük kalır. Buna karşılık, örneğin, ilaç üretiminde hammadde ve makine‐teçhizat aracılığıyla nihai  ürüne aktarılan sabit sermaye payı, emeğin payına göre yüksektir. 

Üçüncü varsayım, serbest rekabetçi piyasadır. Buna göre, piyasada oyuncu olan sermayedarlar,  piyasada tek başlarına fiyatları belirleyebilecek güce sahip değillerdir. Ayrıca, piyasaya girişte engeller  yoktur, belirli bir ürünün kâr oranının artması durumunda bu alana yeni sermaye akışı ve yatırım olur. 

Bu koşullarda, malların değerleri ile fiyatları arasında büyük bir fark oluşmaz; fiyatlar, içerdikleri emek  miktarına göre belirlenen değerlerin etrafında oynar. Ancak gerçek piyasa koşulları serbest rekabetçi  değildir.  Bu üç temel varsayım kabul edilirse, malların değerleri ile fiyatları arasında bir uyum ortaya çıkar;  emek değer kuramı, kapitalist sömürü ilişkilerinin özünü olduğu kadar, kapitalist düzende malların  fiyatlarının oluşumunu açıklamada temel araç olarak da kullanılabilir.  Ancak  bu  üç  temel  varsayım  da  gerçeklerle  çelişmektedir.  Fakat  bu  uyumsuzluk  bir  sorun  yaratmaz, çünkü Marksist emek değer kuramının amacı, kapitalist düzende fiyatları ve fiyatlarla  değerler arasındaki ilişkiyi açıklamak değil, kapitalizme karşı mücadele potansiyelini kavramaktır.  Sorunu karmaşıklaştıran ilk konu, “üretken emek” ve “üretken olmayan emek” ayrımıdır.  Üretken olan emek ve üretken olmayan emek konusu klasik iktisatçılarda ve Marx’ta ele alınmıştı.  Ancak bu konu 1870’lerden 1957 yılına kadar tartışmaların dışında kaldı. Birçok iktisatçı bu ayrımı  gereksiz buluyordu. Ancak bu tartışma Joseph Gillman’ın Kâr Oranının Düşmesi (The Falling Rate of  Profit) ve Paul Baran’ın Büyümenin Ekonomi Politiği (The Political Economy of Growth) kitaplarıyla  yeniden gündeme girdi.  

Üretken olan emek, genellikle, emeğin maddi bir ürüne dönüşmesi sürecine katkıda bulunan emek  olarak  tanımlanmaktadır.  Örneğin,  bir  otomobilin  üretim  sürecine  katılanların  emeği,  üretken  emektir. Bu konuda kafa ve beden emeği ayrımı pek doğru değildir, emek süreci genellikle her iki  unsuru da birlikte gerektirir. Otomobil üretiminde çalışan ve modeli çizen mühendis de, aracı yapan  işçi de üretken faaliyet içindedir. Bu aracı satış yerine taşıyan kişi de üretken emek harcamaktadır.  Ancak ticaret, üretken faaliyet değildir. Genellikle zannedilen, bedenen çalışmanın üretken, kafa  çalışmasının üretken olmayan faaliyet olduğudur. Kaba yaklaşımda işçinin hep güçlü kuvvetli bir erkek 
olarak resmedilmesi de bu yanlış yaklaşımın sonucudur. Bu anlayış da Marksist emek kuramına  terstir. Bir binanın projesini çizen mimar ve teknik hesaplarını yapan mühendis üretken faaliyet  içindedir.8  Sokakları  temizleyen  temizlik  işçisi,  çocukları  yetiştiren  öğretmen,  insanların  sağlığını  koruyan  sağlık  personeli,  bankacılar,  reklamcılar,  vergi  toplayanlar,  vb.  ise,  emek  değer  kuramı  açısından, üretken olmayan bir faaliyet içindedir. 

Marx’ta ağırlıklı görüş, üretken emeğin tanımında emeğin maddi bir üründe billurlaşmasıdır. Ancak  bazı Marksistler, üretken emeği, rasyonel işleyen bir toplumda toplumun kendisini yeniden üretmesi  için gereksinim duyulacak emek olarak tanımlamaktadır. Böyle bir tanım kabul edilirse, eğitimciler,  sağlıkçılar, temizlikçiler de üretken emek içinde nitelendirilmelidir. 

Bu ayrımın ve bu konudaki tartışmaların, kapitalist toplumda fiyatların oluşumunu açıklamaya  çalışan bir kuram açısından önemi vardır; ancak emek değer kuramını kapitalizmi tarihin çöplüğüne  gönderecek bir mücadelenin aracı olarak kullanmaya çalışan anlayış açısından bir önemi yoktur.  Üretken emek ve üretken olmayan emek tartışmasının günümüzdeki önemi, dünyada ülkeler  arasındaki ilişkiler açısındandır. 

En kaba biçimiyle tarım, madencilik, imalat sanayi ve inşaat sektörü üretken faaliyet olarak kabul  edilirse, dünyada yeni bir tablo ortaya çıkmaktadır.  Geçmişte,  dünyada  üretilen  değerin  önemli  bir  bölümü  gelişmiş  kapitalist  ülkelerde  gerçekleştirilirdi. Diğer bir deyişle, dünyanın atelyeleri günümüzün emperyalist ülkeleriydi.  Ancak son 30‐40 yıldır yaşanmakta olan yeni uluslararası işbölümü çerçevesinde, dünya imalat  sanayi üretiminin büyük bölümü artık Çin Halk Cumhuriyeti’nde ve Türkiye gibi azgelişmiş/sömürülen  ülkelerde gerçekleştirilmektedir. Emperyalist ülkelerde madencilik ve inşaat gerilemektedir. Tarım  sektörü üretimi ise hâlâ önemlidir ve hatta daha da önem kazanmıştır. Bu tablo, emperyalist ülkelerin  üretimden  koparak,  dünyanın  diğer  kesimlerinde  üretilen  değere  el  koydukları  bir  süreci  göstermektedir. Emperyalizm her geçen gün daha da parazitleşmektedir.  

Bu durum Lenin tarafından 1907 yılında şöyle ifade edilmiştir:   

“Hiçbir şeye sahip olmayanlar fakat aynı zamanda çalışmayanlar sınıfı sömürücüleri devirme yeteneğine sahip  değildir. Ancak tüm toplumun ihtiyaçlarını karşılayan proleter sınıfı başarılı bir toplumsal devrim  gerçekleştirebilme  gücüne sahiptir. Ve şimdi görüyoruz ki, kapsamlı sömürge politikasının sonucu olarak Avrupa proletaryası kısmen  öyle  bir duruma ulaşmıştır ki, toplumun tümünün ihtiyaçlarını karşılayan onun çalışması değil, pratikte esirleştirilmiş olan  sömürge halklarının çalışmasıdır. İngiliz burjuvazisi, örneğin, İngiliz işçilerinden sağladığı kârdan fazla kârı  Hindistan’ın ve  diğer sömürgelerin nüfusunu oluşturan milyonlarca kişiden sağlamaktadır. Bazı ülkelerde bu koşullar bir ülkenin  veya  diğerinin  proletaryasının  sömürgeci şovenizm  hastalığına  bulaştırılmasının  maddi  ve  ekonomik  temellerini yaratmaktadır. Tabii ki bu durum belki yalnızca geçici bir olgu olabilir, ancak yine de tüm ülkelerin  proletaryasının bu tür oportünizme karşı mücadelede toparlanabilmesi için bu kötülük açıkça saptanmalı ve onun nedenleri anlaşılmalıdır. Bu  mücadele  muzaffer  olmak  zorundadır;  çünkü  ‘ayrıcalıklı’  uluslar  kapitalist  ulusların  giderek  küçülen  bir  bölümünü  oluşturmaktadır.”9     Üretken  emek  ve  üretken  olmayan  emek  konusu  dikkate  alınmasa  bile,  sermayenin  organik  bileşiminin  sektörler  arasındaki  farklılığından  kaynaklanan  bir  dönüşüm  (transformasyon)  sorunu  bulunmaktadır. Bu da, değerlerin serbest rekabet piyasası koşullarında fiyatlara dönüşmesidir. Bu  sorun  da  Marksist  emek  değer  teorisinin  çözüme  kavuşturulamamış  konularından  biridir.  Ancak  bunun  da  önemi  yoktur,  çünkü  Marksist  emek  değer  teorisinin  amacı,  kapitalizmde  fiyatların  oluşumunu açıklamak değildir. Amaç, kapitalizmdeki uzlaşmaz çelişkileri yakalamaktır. 

Bunlara ek olarak, serbest rekabetçi dönemde ticaret tekellerinin ve tekelci kapitalizm döneminde  de ekonomik yaşamın her alanındaki tekellerin faaliyetleri, malların değerleri ile fiyatları arasındaki  ilişkiyi koparmaktadır. Bu konuda Paul Sweezy’nin değerlendirmeleri şöyledir:   

“’Tekel fiyatından söz ettiğimizde,’ diyor Marx, ‘genel bir biçimde kastettiğimiz, genel üretim fiyatı ve ürünün  değeri tarafından belirlenmiş olan fiyattan bağımsız olarak, yalnızca alıcıların satınalma hevesi ve onların  borçlarını ödeyebilme gücü ile belirlenmiş bir fiyattır.’ Diğer bir deyişle, tekelcinin arz üzerindeki denetimi,  onun talep koşullarından yarar  sağlayabilmesine  olanak  verir.  (…)  Tekel  fiyatı  ve  değer  arasındaki  farklılıklar,  üretim  fiyatı  ve  değeri  arasındaki  farklılıklarda da olduğu gibi, bir takım genel kurallara tabi değildir. (…) Tekel durumu, niceliksel değer ilişkilerine zarar  verir; niteliksel değer ilişkilerine değil.”10  
 
 
“Tekel koşulları altında değişim oranları emek zamanı oranlarına uymaz; ayrıca üretim fiyatlarında olduğu gibi emek  zamanı oranlarına kuramsal olarak gösterilebilir bir ilişki içinde de değillerdir.”11  

“Tekel fiyatlarına ilişkin mantıki genel kanunlar keşfedilmemiştir, çünkü böyle bir şey yoktur.”12     Bu açıdan da bakıldığında, Marksist emek değer kuramının tekelci dönemde fiyat oluşumunu  açıklaması mümkün değildir; ancak zaten böyle bir amaç da yoktur. Marx, emek değer kuramıyla,  iktisadi bir sorunu çözmeye değil, kapitalizmi yok etmede dayanılacak toplumsal sınıfı belirlemeye  çalışmaktadır.  Tüm ücretli çalışmanın üretken emek olduğu, sermayenin organik bileşiminin tüm sektörlerde aynı  olduğu ve serbest rekabetçi dönemde yaşandığı varsayımları kabul edildiğinde, bir kapitalistin kârı  (kapitalistin  ödediği  faiz  ve  kira  da  bu  kârın  içindedir),  onun  istihdam  ettiği  ve  üretim  araçları  üzerindeki özel mülkiyeti sayesinde sömürdüğü işçisinden el koyduğu artık‐değere eşittir.  Sermayenin  organik  bileşiminin  farklılıkları  kabul  edilirse,  kapitalizmin  sektörler  arasında  kâr  oranını eşitleme eğilimi öne çıkar ve fiyat mekanizması aracılığıyla, sermayenin organik bileşiminin  düşük olduğu sektörlerde üretilen artık‐değerin bir bölümü sermayenin organik bileşiminin yüksek  olduğu sektörlere aktarılır. Değerlerin  fiyatlara dönüşümündeki  bu sorunun  matematiksel olarak  çözümü olanaklı değildir. Diğer bir deyişle, sermayenin organik bileşiminin eşit olduğu varsayımı  kaldırıldığında, artık bir kapitalistin kârı (kâr, faiz, kira) o işyerindeki işçilerden el konan artık‐değere  eşit olmaktan çıkar. Ancak bir bütün olarak bakıldığında, ekonomideki kâr (kâr, faiz, kira), ekonomide  el konan artık‐değere eşittir. 

Tartışmanın içine üretken emek ve üretken olmayan emek sorunu eklendiğinde, durum daha da  karmaşıklaşır.  Üretken  olmayan  sektörlerde  çalışan  işçiler  değer  yaratmaz,  başka  sektörlerde  yaratılan  artık‐değerden  pay  alır.  Ancak  yine  de  ekonomide  yaratılan  artık‐değerden  kendi  sermayedarlarının  ortalama  kâr  oranında  pay  almalarını  sağladıkları  için  sömürüye  alet  edilmiş  olurlar. Artık bu varsayım kalktığında, fiyatları emek değer kuramıyla açıklamak mümkün olmaktan  iyice çıkar. Değer yaratmadan (emeğini maddi bir ürüne dönüştürmeden) çalışan işçiler de, toplumda  yaratılan değerden pay alır. Bu ise işçi sınıfının tanımı konusunda sorunlar yaratmaktadır. İşçi sınıfı,  kapitalistle ilişki içinde artık‐değer yaratan ve sömürülen kesimler olarak algılanırsa, üretken faaliyet  içinde  bulunmayan  ücretlilerin  işçi  sınıfı  tanımı  dışında  tutulması  gerekir.  Halbuki  bu  konumda  olanların sayısı ve oranı artmaktadır. Bu ücretlilerin sorunları ve talepleri de üretken faaliyet içindeki  ücretlilerin durumuyla aynıdır. Ayrıca aynı ücretli, çalışma yaşamının farklı dönemlerinde farklı işlerde  çalışarak  üretken  ve  üretken  olmayan  faaliyetlerde  bulunabilmektedir.  Bu  durumda,  işçi  sınıfı  tanımını,  üretken  veya  üretken  olmayan  faaliyet  ayrımı  yapmaksızın,  tüm  ücretlileri  kapsayacak  biçimde genişletmekte yarar vardır. 

Bu konuda bir başka sorun, emek sömürüsünde bulunan çok küçük işletmelerin durumudur.  Marx’ın  “Küçük  Patron”  olarak  nitelendirdiği  kesimde,  işçiler  sömürülür,  ancak  karşılarında  bir  sermayedar  değil,  bir  “küçük  patron”  vardır.  Eğer  bir  işyeri  sahibi,  işçileri  sömürmesine  karşın,  sermaye birikimine gidemiyor ve kendisi üretim sürecinden kopamıyorsa, (basit yeniden üretimden  genişletilmiş  yeniden  üretime  geçemiyorsa),  bu  kişi  bir  kapitalist  değil,  bir  “küçük  patron”dur  (“Kleinmeister”).13  İşçiler  üretken  faaliyette  bulunup  sömürülseler  bile,  böyle  durumlarda  sınıf  çelişkisi gelişmeyebilir.  Marksist emek değer teorisi, malların fiyatlarının belirlenmesinde malların değerlerini anlamaya  çalışmada kullanılacak bir araç değil, sömürüye karşı sınıf mücadelesinin bir aracıdır.  Bu  çerçevede  bakıldığında,  kapitalizmde  kârın  kaynağının  analizi,  kapitalizmin  yol  açtığı  sınıf  çelişkilerinin kavranması açısından hayati önemdedir. Kârın kaynağının belirlenmesinde kullanılan  yaklaşım ise, emek değer kuramıdır.    Tekelci Kapitalizm (Emperyalizm) Döneminde Kapitalistin Kârının Kaynağı    Gelişmiş  kapitalist  ülkelerde  19.  yüzyılda  sermayedar  sınıfın  kârının  ana  kaynağı  işçi  sınıfının  sömürülmesiydi. Bu sömürü ilişkisi bu ülkelerin işçi sınıflarını kapitalizmin mezar kazıcıları haline  getiriyor, onları devrimcileştiriyordu. 
 
Ancak daha sonraki dönemlerde kapitalistlerin kârının kaynağı çeşitlendi.  Küçük üreticiliğin tasfiye olmadığı ülkelerde, kapitalistler, fiyat mekanizmaları aracılığıyla, kendi  ülkelerindeki  küçük  üreticilerin  ürünlerini  değerlerinin  altında  fiyatlarla  satın  almaya  başladılar.  Kapitalistlerin malları ise bu kesimlere değerlerinin üstünde fiyatlarla satıldı. Böylece kapitalistin  kârının unsurları çeşitlendi. Bunun sınıflar mücadelesine yansıması ise, işçi sınıfının özellikle topraksız  ve az topraklı yoksul köylüyle, kırsal kesimde ve kentlerdeki küçük burjuvaziyle sermayeye ve özellikle  tekelci sermayeye karşı ittifakı oldu.   Sermaye  tekelci  sermayeye  dönüştükçe,  malların  fiyatları  değerlerinden  iyice  saptı.  Özellikle  tekelci kapitalizm (emperyalizm) döneminde sermayedarın kârının önemli bir bölümü, sömürge ve  yarı‐sömürge ülkelerin halklarının yağmalanmasından elde edilmeye başlandı. Bu gelişimin sınıflar  mücadelesine yansıması, anti‐emperyalist mücadelenin yükselmesi oldu.14  Özellikle son 40‐50 yıllık dönemde sermayedar sınıfın kârı içinde sıcak para operasyonlarının  önemi arttı. “Kumarhane kapitalizmi” olarak nitelendirilen ilişkiler, üretimden çok parasal ilişkilerle  kâr elde etmeye yöneldi. Kapitalizm üretimden kopmaya, iyice parazitleşmeye başladı.  

İnsanlığın gelişiminin önündeki en önemli engeli oluşturan ve dünyayı yok etme tehditlerinin  kaynağı olan kapitalizm tarihin çöplüğüne atılacaktır. Kapitalizmin mezar kazıcılarını doğru olarak  tespit etmekte kullanılacak en önemli araç, kapitalistlerin kârının kaynağının doğru biçimde analizidir.   Yukarıda belirtilen varsayımlar temelindeki yüksek soyutlama düzeyinde, Marksist emek değer  kuramı  emperyalizm  öncesi  dönemin  sınıf  çatışmalarını  açıklamada  en  önemli  araçtır.  Ancak  emperyalizm  dönemindeki  ilişkileri  bu  araçla  analiz  etmeye  çalışmak,  gerçekliğin  kavranmasına  katkıda bulunmamaktadır. Daha da büyük hata, Marksist emek değer kuramını bile kavramadan, bu  anlayışı analizlerde kullandığını sanmak veya iddia etmektir. 

Avrupa, ABD ve Japonya işçi sınıflarının emperyalist sömürü olanaklarının yaratılması sonrasında  ehlileştirilmesi, evcilleştirilmesi, reformistleştirilmesi bu süreçle olmuştur. Emperyalist ülkelerin işçi  sınıflarının  yeniden  devrimcileşmesinin  önkoşullarından  biri  ise  emperyalist  sömürünün  sona  erdirilmesidir.  Emperyalist  sömürüden  emperyalist  ülkelerin  işçi  sınıflarına  aktarılan  pay  dikkate  alınmadan bu ülkelerin bazılarında zaman zaman ortaya çıkan işçi eylemlerini, yaklaşan bir devrimin  habercisi  sanmak,  emek  değer  kuramının  ve  emperyalizm  döneminde  kapitalistin  kârının  çeşitlenmesinin kavranmadığının bir göstergesidir.    Emperyalist Sömürü ve Emperyalist Ülkelerde İşçi Sınıfı    Kapitalist sömürü işçi sınıfları için bir cehennem yarattı. Bu cehennem ise kapitalizmin mezar  kazıcılarını üretti.15 Sermayedar sınıfın gelişen ve ürküten sınıf mücadelesine tepkisi ise, emperyalist  sömürüyle  kendi  işçi  sınıfına  önemli  yararlar  sağlamak,  onları  emperyalizmin  ve  kapitalizmin  payandalarına  dönüştürmek  oldu.  Engels  daha  1858  yılında İngiltere’de  proletaryanın  bu  dönüşümünü belirliyor ve “burjuva proletarya”dan söz ediyordu.  Emperyalist  ülkelerin  işçi  sınıfları  emperyalist  sömürüden  nasıl  yararlanmaktadır? 

Emperyalist dönemde kapitalistin kârının kaynağının çeşitlenmesi, ülke içinde ve uluslararası düzeyde sınıflar  saflaşması ve mücadelesini nasıl etkilemektedir?  Emperyalist  sömürü,  yağma  ve  talan  sayesinde  elde  edilen  kaynaklarla,  emperyalist  ülke  işçi  sınıfları önemli kazançlar elde etti.  

Emperyalist ülkelerde temel tüketim malları ucuzlatılabildi. Sömürge ve yarı‐sömürgelerden ve  günümüzde azgelişmiş ülkelerden sağlanan ucuz gıda maddeleriyle ve ucuz hammaddelerle hayat  daha ucuz hale getirilerek, işçilerin satınalma gücü artırıldı. Örneğin, Türkiye gibi ülkelerde düşük  ücretlerle ve kötü çalışma koşullarında üretilen giyim eşyaları, televizyon setleri, buzdolapları, vb.,  emperyalist  ülkelerin  işçilerinin  tümünün  bu  malları  ucuza  temin  edebilmesini  olanaklı  kıldı.  Türkiye’de gömlek üreten işçilerin ücretleri artınca, bundan zarar görenler arasında Avrupalı işçiler  (tüketiciler) de bulunmaktadır. 

Tony Cliff, 1957 yılında yayınlanan bir makalesinde, emperyalizmin geri ve sömürge ülkelerden son  derece ucuza gıda maddesi ve hammadde sağladığını ve bundan yalnızca işçi aristokrasisi gibi bir  azınlığın değil, endüstrileşmiş ülkelerin işçi sınıfının bütününün yaşam standardının olumlu biçimde  
etkilendiğini  yazmaktadır.  Tony  Cliff,  aynı  makalede,  geri  ve  sömürge  ülkelerin,  endüstrileşmiş  ülkelerde  üretim  fazlası  eğilimini  zayıflattığına,  işsiz  sayısını  azalttığına,  kâr  oranında  bir  düşme  olmaksızın ücretleri artırdığına da değinmektedir.16  Ayrıca, sömürge ve yarı‐sömürgelerden ve ardından günümüzde azgelişmiş ülkelerden getirilen  işçilere düşük ücretler ödenerek, en pis ve tehlikeli işler yaptırıldı, kentlerin altyapıları inşa edildi.   Emperyalist sömürü sayesinde emperyalist ülkelerin şirketleri kârlarını artırdıkça, işçilerin gerçek  ücretleri yükseltildi, çalışma koşulları geliştirildi.

Emperyalist ülkelerde işçilerin azgelişmiş ülke işçilerine göre çok daha yüksek ücretlerinin, çok  daha iyi yaşama ve çalışma koşullarının temel nedeni, daha yüksek üretkenlik düzeyi midir, tekelci  kapitalizmin  (ve  emperyalizmin)  sömürüsü  mü?  Charles  Bettelheim,  farkın  kaynağının  üretkenlik  düzeyleri arasındaki fark olduğunu ileri sürmektedir. Arghiri Emmanuel ise farkın sömürüden (eşit  olmayan değişimden) kaynaklandığını savunmaktadır.17 

Farkın asıl kaynağının emperyalist sömürü olduğu basit birkaç örnekle kolayca anlaşılabilir.  İngiltere’de  ve  Türkiye’deki  belediye  otobüs şoförlerinin  veya  tezgahtarların  ücretleri  ve  çalışma/yaşama koşulları arasında büyük fark vardır. Her iki ülkede de bu alanda kullanılan teknoloji  aynıdır.  Türkiye’deki  belediye  otobüs şoförlerinin  ve  tezgahtarların  çalışma  süresi,  temposu  ve  yoğunluğu  ise İngiltere’dekilerden  daha  fazladır.  Aradaki  farkın  nedeni, İngiltere’deki şoförün  emperyalist sömürüden yararlanabilmesidir.  Ulusötesi şirketler  çeşitli  ülkelerdeki  yatırımlarında  yakın  teknolojiler  kullanmaktadır. 
Ancak azgelişmiş ülkelerde ücretler daha düşük, çalışma ve yaşama koşulları daha kötüdür.   Emperyalist  ülkelerde  işçi  sınıflarının  azgelişmiş  ülkelere  göre  daha  iyi  yaşama  ve  çalışma  koşullarına sahip olmasının temelinde kapitalistin kârının kaynaklarının çeşitlenmesi ve kârın artması  yatmaktadır.  Bu  kâr  artışı,  19.  yüzyılın  ortalarına  kadar İngiltere’de  ve  tekelci  kapitalist  (veya  emperyalist) döneme kadar örneğin Fransa’da kapitalist düzen açısından önemli bir tehdit oluşturan  işçi sınıflarının ehlileştirilmesini, evcilleştirilmesini ve düzenle bütünleştirilmesini sağlamıştır.  Günümüzde emperyalist ülkelerde üretim araçları mülkiyetine sermayedar sınıf sahiptir ve bir  artık‐değer  sömürüsü  vardır.  Marksist  emek  değer  kuramı  bu  sömürünün  ana  hatlarını  açıklamaktadır. Ancak emperyalizm olgusu ve kapitalistin kârının böylece çeşitlenmiş olduğu gerçeği  dikkate alınmazsa, emperyalist ülkelerin işçi sınıflarının günümüzdeki yaşama ve çalışma koşulları da,  emperyalizmi ve kapitalizmi destekleyen ve savunan toplumsal ve siyasal tavırları da açıklanamaz.  Emperyalist  ülkelerde  işçi  sınıfı  ile  sermayedar  sınıf  arasındaki  çıkar  bütünleşmesinin  göstergelerinden ve araçlarından biri, ücret artışlarının üretkenlik artışı ile bağlantılı kılınmasıdır.   Üretkenlik artışında kullanılan ölçüt, büyük çoğunlukla, fiziksel miktarlar değil, işçi veya çalışılan  fiili süre başına üretilen “katma değer”dir. “Katma değer” kavramı, üretim sonucunda elde edilen  ürünün satış fiyatı ile girdilerin (makine‐teçhizat ve diğer değerlerin amortismanı dahil) maliyeti  arasındaki  farktır.  Katma  değer,  artık‐değerden,  tekel  kârından  ve  emperyalist  sömürüden  oluşmaktadır.  

Katma değerin artırılmasında bir etmen, belirli bir süre içinde daha fazla fiziksel üretim yapılması,  üretim sürecinin daha “yalın” hale getirilmesi ve israfın azaltılmasıdır. Bunlar, üretimde çalışan işçinin  sermayedarla  ilişkisi  çerçevesinde  ele  alınabilir.  Burada  işçinin  ve  sermayedarın  çıkarları  çelişmektedir.  

Katma değerin artırılmasında ikinci etmen, üretilen ürünlerin daha yüksek fiyatlarla (değerlerinin  çok üstünde tekel fiyatlarıyla) satılmasıdır.  Katma  değerin  artırılmasında  üçüncü  etmen,  özellikle  azgelişmiş  ülkelerden  temin  edilen  girdilerin, değerlerinin altında fiyatlarla satın alınmasıdır.   İkinci ve üçüncü etmenlerde ise, emperyalist ülkedeki işçinin ve sermayedarın çıkarları aynıdır.   Katma değerin, artık‐değerin yanı sıra tekel kârı ve emperyalist sömürüden oluşması nedeniyle,  katma değer ve “üretkenlik” artışı çeşitli biçimlerde sağlanabilmektedir. Ücret artışlarının üretkenlik  artışlarına  bağlanması,  bu  nedenle,  sınıf  çelişkilerini  keskinleştirmemekte,  tam  tersine,  işçileri  kapitalist düzenle daha etkili bir biçimde bütünleştirmede kullanılmaktadır. Emperyalist ülkelerde  uygulamadaki genel eğilim de budur.   
 
Emperyalist ülkelerin işçi sınıflarının emperyalist sömürüden sağladıkları yararlar bunlarla da sınırlı  değildir.  Emperyalist  sömürüden  devlete  aktarılan  kaynaklarla  “sosyal  refah  devleti”nin  finansmanı  gerçekleştirildi;  toplumun  tüm  kesimlerine  eğitim,  sağlık,  sosyal  güvenlik,  toplu  konut,  toplu  taşımacılık, vb. alanlarda önemli yararlar sağlandı.  Emperyalist  ülkelerin  hemen  hemen  tümünde,  asgari  düzeyde  geçimini  sağlayacak  bir  geliri  olmayan kişilere bu gelirin devlet tarafından ve vergi gelirleriyle finanse edilerek sağlanması da sosyal  devletin  önemli  unsurlarından  biridir.  Ancak  bu  vergilerin  en  önemli  kaynağı  da,  emperyalist  tekellerin uluslararası düzeyde gerçekleştirdiği yüksek kârlardır. İşçilerden kesilen verginin bir bölümü  bile,  işçilerin  emperyalist  sömürü  sayesinde  elde  edebildikleri  yüksek  ücretlerden  alındığı  için,  emperyalist sömürü ile bağlantılıdır. 

Sermayedar sınıfla girilen ittifak sayesinde, emperyalist ülkelerde işçi hakları, sendikal hak ve  özgürlükler  ve  demokratikleşme  daha  kolay  elde  edildi;  işçi  sınıfının  kapitalist  sisteme  karşı  başkaldırıları durduruldu. Birçok ülkede genel oy hakkının elde edilmesi bile, emperyalist döneme  geçişle mümkün oldu.   Bu dönemde emperyalist ülkelerde kamu kesimindeki istihdamın toplam istihdam içindeki payı  arttı. Kamu kesiminde iyi koşullarla istihdam, sınıf bilincini zayıflattı; işçi sınıfının emperyalist devletle  bütünleşme eğilimini güçlendirdi. 

Bazı emperyalist ülkeler, sömürgeleri sayesinde işsizliği azalttı; işsizlerin bir bölümü sömürgelere  yerleştirildi veya emperyalist ülke şirketlerinin sömürgelerdeki işyerlerinde geçici sürelerle yüksek  ücretlerle çalıştırıldı. Bu işçiler de yerli işçilerle ortak bir mücadele içine genellikle girmediler.18  Ayrıca, emperyalist ülke tekellerinin dünya ölçeğindeki faaliyetleri sayesinde emperyalist ülkedeki  yatırımları ve istihdam edilen işçi sayısı arttı. İşçinin çalıştığı şirketin başarısı işçinin (a) istihdamını, (b)  daha yüksek ve daha iyi çalışma koşullarını, (c) sosyal güvenliğini, emeklilik haklarını ve yararlandığı  sağlık  hizmetlerini,  (ç)  bazı  durumlarda şirkete  ait  konutlarda  kalabilmelerini,  (d)  hisse  senedi  sahibiyse, gelirini; (e) emeklilik fonu şirket hisselerine yatırım yaptıysa, emeklilik gelirinin artmasını  sağladı ve sağlıyor. Bazı şirketlerde kâra dayalı ücret sistemleri veya kâra bağlı ikramiye uygulamaları,  bu çıkar bütünleşmesini daha da pekiştirdi.19 Ayrıca, işçinin kendisinin veya bağlı bulunduğu emeklilik  fonunun elinde hisse senedinin bulunması, işçiyi hem şirketine, hem de genel olarak kapitalizme daha  sıkı bağlarla bağladı.  

19. yüzyılın ortalarına kadar kapitalizmin sonuçlarına, kapitalizmin yarattığı cehenneme ve sefalete  karşı mücadele eden işçi sınıfları, kapitalizmle uzlaştıkça sefilleşti; kapitalizmin mezar kazıcıları olarak  düşünülenler, emperyalizmin ve kapitalizmin payandalarına, destekçilerine dönüştü. Bu konumda  olanlar yalnızca işçi aristokrasileri, işçi sınıfının bazı kesim veya katmanları veya sendikalı işçiler  değildir; işçi sınıflarının bütünüdür. Özellikle “sosyal refah devleti” uygulamaları, işçi sınıfı içinde  katmanlara veya kesimlere göre bir ayrım yapmamakta, işçi sınıfının bütününe önemli destekler  sağlamakta  ve  hatta  özellikle  de  daha  dezavantajlı  konumda  olan  kesim  ve  bireyler  için  pozitif  ayrımcılık yapmaktadır.

Sömürgelerden, eski sömürgelerden ve yenisömürgelerden getirilen kara, sarı veya beyaz derili  işçiler, emperyalist ülke işçi sınıfında tabakalaşma yarattı; en zor, tehlikeli ve itibarsız işler bu işçilere  yaptırıldı. Ayrıca, emperyalist politikalar, emperyalist ülke işçi sınıfına psikolojik bir rahatlama getirdi;  bu insanlar “en alttakiler” olmaktan kurtuldu; sermayedarlarla ilişkilerindeki olumsuz konumlarını  unutturacak biçimde kendilerini daha üstün görebilecekleri sömürge ve yarı‐sömürge ülkeler halkları  vardı.   Emperyalist  ülkenin  attığı  “sofra  kırıntıları”  yalnızca  sendikalı  işçilere  değil,  sınıfın  çok  büyük  kesimlerine  önemli  yararlar  sağladı.  Sosyal  devlet  uygulamalarında  ve  yasayla  sağlanmış  iş  güvencesinde, sendikalı‐sendikasız işçi ayrımı yoktur. Ücretler ve diğer çalışma koşulları konusundaki  ileri haklar ise ya toplu iş sözleşmeleri, ya bağıtlanmış toplu iş sözleşmelerinin diğer işyerlerine teşmil  edilmesi, ya da sendika dışında işyeri konseyleri ile işverenler arasında imzalanan anlaşmalarla işçi  sınıfının çok daha geniş kesimlerine yaygınlaştırıldı. Sosyal devlet öncelikle işçi aristokratlarını değil,  işçi sınıfının en alttakilerini korudu. 
 
Emperyalist ülkenin devleti, sermayedarları ve işçi sınıfı arasındaki bu çıkar bütünlüğü, “sosyal  ortaklık”  olarak  doğru  bir  biçimde  formüle  edilirken,  çeşitli  yapılanmalar  ve  anlaşmalarla  da  kurumsallaştırıldı. Çeşitli biçimlerde yönetime katılma uygulandı. Toplumsal anlaşmalar imzalandı.  İşyeri konseyleri yaygınlaştırıldı. Ekonomik ve Sosyal Konsey benzeri yapılanmalar yaratıldı. “Sosyal  diyalog” geliştirildi.

Gelişmiş kapitalist ülkelerin işçi sınıfları, bu ve benzeri nedenlere bağlı olarak, özellikle kapitalizmin  İkinci Dünya Savaşı sonrasında yaklaşık 30 yıl süren Altın Çağı boyunca emperyalizme ve kapitalizme  sahip çıktı, devletlerinin ve sermayedar sınıflarının emperyalist politikalarını destekledi. Kapitalizm  1970’li yıllarda krizler dönemine girince, sosyal devlette bir zayıflama yaşandı. Ancak emperyalist  sömürü  aracılığıyla  kaynak  aktarma  büyük  ölçüde  devam  etti.  Kapitalist  sistem,  sosyal  devletin  zayıflamasının yol açabileceği tepkileri, işçileri ve emeklilik fonlarını hisse senedi sahibi yaparak ve  işyerlerinde kâra dayalı ücret sistemlerini teşvik ederek büyük ölçüde giderdi. Böylece, ekonomik  krizler sınıf çelişkilerinin keskinleşmesine, önemli toplumsal ve siyasal sorunlara yol açmadı; tam  tersine, emperyalist ülkelerin işçi sınıfları ile sermayedarları arasında hem şirketler düzeyinde, hem  de ulusal düzeyde daha gelişkin bir bütünleşme gündeme geldi. Gelişmiş kapitalist ülkelerde grevlerin  azalmasında, hisse senedi sahipliğinin ve kâra dayalı ücret sistemlerinin de etkisi oldu. Emperyalist  ülkelerin  işçi  sınıfları,  aldatıldıkları  için  değil,  kısa  vadeli  somut  çıkarları  bu  sömürü  düzeninin  devamında olduğunu kavradıklarından, bu toplumsal ve siyasal çizgiyi izledi. Bu nedenle emperyalist  ülkelerde sermayedar sınıf ve işçi sınıfları, aralarındaki ilişkiyi çok doğru bir biçimde “sosyal ortak”lık  olarak adlandırmaktadır. 

İşçi sınıfının büyük bölümü kapitalizm çerçevesinde hayatından memnun olduğu sürece (artıkdeğer sömürüsü olsa bile)alternatif arayışına girmez. Emperyalist sömürü ve yağma devam ettiği sürece de işçi sınıfı kapitalizm çerçevesindehayatından şu yada bu ölçüde memnun olur. 

Emperyalist  sömürünün, emperyalistler arası mücadeleyle azaldığı durumlarda milliyetçilik ön plana çıkar ve işçi  sınıfı, kendi sermayedarlarıyla birlikte, emperyalist yağmadan pay almaya çalışır. Ancak emperyalist  sömürünün  azgelişmiş  ülke  halkları  ve  sosyalist  ülkeler  tarafından  kalıcı  bir  biçimde  geriletildiği  durumlarda, emperyalist ülke işçi sınıfı kendi sermayedar sınıfıyla mücadeleye zorlanır.  

Emperyalist ülkelerde seyrek de olsa dönem dönem militan işçi eylemleri de görüldü. Ancak bu  eylemlerin hemen hemen tamamı, kapitalizmin sınırları içinde ücretleri yükseltmeye, çalışma ve  yaşama  koşullarını  düzeltmeye  yönelikti.  İş çi  sınıfını  ehlileştirme,  evcilleştirme  ve  sistemle  bütünleştirme girişimlerine tek tek sermayedarların direndiği koşullarda, burjuvazinin genel ve uzun  vadeli çıkarlarını savunan devletler, gereken tavizleri verdi. Kapitalizm, emperyalist sömürü ve bir  ölçüde de üretici güçlerde meydana getirdiği gelişme sayesinde, işçi sınıflarını geçmişte kendisinin  attığı cehennemden kurtardı; kapitalist sistem içinde memnun kalacakları bir yaşam, güvence ve  geleceğe ilişkin umut verdi. Kapitalizmin bireycileştirici ve yabancılaştırıcı etkisi nedeniyle ruh ve akıl  sağlığını yitirenler için de bakım hizmeti sağladı.  

Emperyalizm, işçi sınıfı saflarında enternasyonalizmi değil, milliyetçiliği güçlendirdi. Emperyalist  ülkelerin  işçi  sınıfları,  emperyalist  sömürüye  borçlu  oldukları  iyi  yaşama  ve  çalışma  koşullarının  sürdürülebilmesi  için  saldırgan  ve  haksız  bir  milliyetçiliğin  (ve  hatta şovenizmin)  esiri  oldu.  Emperyalizmin baskı ve sömürüsü altındaki ülkelerin, nüfus içindeki payları hızla yükselen işçi sınıfları  ise, anti‐emperyalist mücadelede tarihsel olarak devrimci bir milliyetçiliğe yöneldi. “Küresel saldırı  küresel direniş”e yol açmadı. Emperyalizm, işçi sınıfı enternasyonalizmini de parçaladı, tüm ülkelerde  işçi sınıfı saflarında milliyetçiliği güçlendirdi.    Emperyalist Sömürü ve Revizyonizm    Emperyalist ülkelerin işçi sınıfları bu süreçte evcilleştikçe, işçilerin desteğini almaya çalışan siyasal  akımlar  da  reformistleşti,  revizyonistleşti.  19.  yüzyılın  sonunda  Alman  işçi  sınıfını  kapitalizmin  savunucusu haline getirenler revizyonist Eduard Bernstein ve daha sonra Karl Kautsky değildi. Alman  kapitalizmi  Alman  işçi  sınıfına  emperyalist  sömürü  sayesinde  kapitalizm  çerçevesinde  sağladığı  olanaklarla onları evcilleştirdi; evcilleşmiş işçilerin desteğini almak isteyen Alman Sosyal Demokrat  Partisi de reformistleşti, revizyonistleşti. Avrupa işçi sınıflarını “melun Kautsky” aldatmadı; evcilleşmiş 
Avrupa işçi sınıfları, Marksist Kautsky’yi “melun” yaptı. Bu süreç, Avrupa’nın emperyalist ülkelerinin  tümünde yaşandı.20  Avrupa’nın,  ABD’nin  ve  Japonya’nın  yalnızca  komünistleri  kapitalizme  ve  emperyalizme  karşı  çıkmaya başladı.  Özellikle Fransa ve İtalya’da komünist partileri   – 1917 sonrasında Sovyetler Birliği’nin varlığına ve toplumsal yaşamda sağladığı başarılara,  – Komünistlerin Almanya’da ve İtalya’da faşizme karşı verdikleri mücadeleye,   – İkinci Dünya Savaşı sırasında Fransa’nın, Belçika’nın ve İtalya’nın işgaline karşı sürdürdükleri  özverili savaşa,   – Kızıl Ordu’nun Avrupa’yı Nazilerden kurtaran darbeyi indirmesine ve   – Fransa ve İtalya’da komünistlerin yerel yönetimlerdeki etkili ve başarılı çalışmalarına   bağlı olarak, bir dönem burjuva demokrasisi içinde önemli başarılar elde ettiler.        

Ancak bir süre sonra, faşizmin ve İkinci Dünya Savaşı’nın anıları unutulup, Soğuk Savaş’ın etkisi  belirleyici olunca, bu güç aşınmaya başladı. Özellikle Sovyetler Birliği’nin kendi ülke çıkarlarını ön  planda tutan bazı anti‐demokratik davranışları komünist partilerini zayıflattı. Ayrıca, kapitalizmin Altın  Çağı olarak nitelenen dönemde (kabaca 1945‐1975) Avrupa’nın emperyalist ülkelerinin işçi sınıflarının  çalışma ve yaşama koşullarında meydana gelen büyük iyileşme, işçilerin desteğini sürdürmek isteyen  komünist  partilerin  saflarında  yeni  bir  revizyonist  akımı  hakim  kıldı.  Bernstein’ın  ve  ardından  Kautsky’nin revizyonist çizgisini geçmişte reddetmiş olan komünistler, emperyalist sömürü sayesinde  kapitalist düzen içinde geçmişten çok daha iyi çalışma ve yaşama koşullarına kavuştukları için iyice  evcilleştirilmiş  olan  işçi  sınıflarının  etkisiyle  yeniden  revizyonistleştiler.  Avrupa  komünizmi  ve  ardından,  Sovyetler  Birliği’nin  yıkılması  sonrasında  yaşanan  çöküş,  bu  süreci  doğal  sonuçlarına  götürdü.        Sermayenin  uluslararası  düzeyde  yoğunlaşmasında  ve  merkezileşmesinde  gelinen  yeni  aşama,  ulusötesi şirketleri ön plana çıkardı. Kârlarını daha da artırma güdüsü ve artan uluslararası rekabet,  ulusötesi şirketlerin üretim birimlerini Çin Halk Cumhuriyeti’ne ve azgelişmiş ülkelere aktarmalarına  neden oldu. Bu gelişme, emperyalist devletlerin vergi ve sosyal güvenlik primi kayıplarına yol açtı.  Ekonomik durgunluk ve krizler de bu kayıpları daha da artırdı. Ulusötesi şirketlerin yeni politikaları ve  krizler, emperyalist ülkelerde istihdam kayıplarına neden oldu. Bu durumda, ulusötesi şirketlere karşı  anti‐emperyalist  mücadele,  küreselleşme  karşıtlarının  uluslararası  dayanışması  ve  mücadelesi  gelişmedi.  Tam  tersine,  emperyalist  ülkelerin  örgütlülük  ve  mücadele  bilinci,  kararlılığı  ve  azmi  konusunda iyice gerilemiş olan işçi sınıfları, kapitalist düzeni ve emperyalist sömürüyü daha fazla  desteklemeye, devletleriyle ve sermayedar sınıflarıyla daha yakın bir işbirliği kurmaya başladılar. Sonuç  Kapitalist sömürü, ağırlıklı olarak üretken işçilerin yarattığı ve sermayedarın el koyduğu artıkdeğere dayandığı sürece, kapitalizme karşı mücadelenin temel ve öncü gücü, bu sömürüye doğrudan  maruz kalan ve bu sömürü nedeniyle kapitalist düzende cehennemi yaşayan işçi sınıfıdır.  Bu koşullar işçi sınıfını kapitalizmin mezar kazıcısı yaptı; sermayedarların uluslararası düzeydeki  işbirliği ve dayanışmasına karşı işçi sınıfı enternasyonalizmini geliştirdi.   Marksist emek değer kuramı, bu ilişkileri açıklayan anlayıştır. 

Ancak bu ilişkiler sonucunda sınıf mücadelesinin keskinleşmesi nedeniyle ve sermaye birikiminin  ulaştığı yeni düzeyde, kapitalistin kârının kaynağı çeşitlendirildi. Emperyalist ülkelerde kapitalistin  kârının en önemli kaynağı, kendi istihdam ettiği işçinin ürettiği ve kendisinin el koyduğu artık‐değer  olmaktan  çıktı;  sömürge,  yarı‐sömürge  ve  yeni‐sömürge  ülkelerin  halklarının  yarattığı  ve  emperyalistlerin  tekelci  piyasa  ve  borç  ilişkileri  veya  doğrudan  yağma  aracılığıyla  el  koyduğu  ekonomik artık oldu. Yeni uluslararası işbölümü çerçevesinde bu ülkelerin halklarının giderek artan bir  bölümünün işçi sınıfından oluşması, bu ilişkiyi daha da karmaşık bir duruma getirdi. Emperyalist  ülkelerin işçi sınıfları ise aktarılan bu ekonomik artık sayesinde kapitalizmin cehenneminden çıkarıldı;  emperyalist  ülkelerde sınıf mücadelesinin yerini sınıf işbirliği ve revizyonizm, kapitalizmin  mezar  kazıcılarının yerini kapitalizmin payandaları aldı.  
 
Bu koşullarda emperyalist dönemde kapitalist sömürü, “ezilen, bağımlı ve kullaştırılmış milletler ile  ezen, sömüren ve egemen milletler”i yarattı.  

Emek değer kuramı kapitalist sömürünün 19. yüzyılda hakim olan biçimini ve 19. yüzyılda kapitalist  ülkelerdeki sınıf mücadelesinin özünü anlamada yolgösterici bir çözümlemedir. Ancak bu kuramın  temeli de “emek” ile “emekgücü” veya “işgücü” arasındaki farktır. 

Üzücü olan, günümüz Türkiye’sinde, bazı kişilerin 19. yüzyıl için geçerli olan bu analizi (doğru  biçimde de anlamadan) günümüzdeki ilişkilerin kavranmasında temel alma çabasıdır. 

Kapitalist sömürünün emperyalist dönemde aldığı çok daha karmaşık biçim, hem uluslararası  ilişkilerde, hem ülkelerdeki sınıf mücadelesinde önemli değişikliklere yol açmaktadır. Emperyalist  ülkelerde sınıf mücadelesi gerilerken, emperyalist ülkelerle sömürülen ülkelerin halkları arasındaki  çelişki ön plana çıkmaktadır. Çağımızda ise sömürülen ülkelerin halklarının giderek daha da büyük  bölümünü işçi sınıflarının oluşturması, anti‐emperyalist milli mücadelenin sömürülen ülkelerin işçi  sınıflarının önderliğinde verilmesi sonucunu doğurmaktadır.  

Tüm bu nedenlere bağlı olarak, Marksist emek değer kuramının doğru öğrenilmesi ve emperyalist  dönemde kapitalist sömürünün doğru çözümlenmesi, günümüzün siyasal görevlerinin kavranabilmesi  açısından son derece önemlidir.                                                                    

Dipnotlar

1 Marx’ın ilk dönem çalışmalarında “emek satışı” kavramı kullanılmıştır. Örneğin, 1847 yılında yayımlanan Felsefenin Sefaleti kitabında şöyle  yazmaktadır: “Kendisi de bir meta olan emek, bu durumuyla emek‐metasını üretmek için gerekli olan emek süresi ile ölçülmektedir.” (MarxEngels, Collected Works, Vol.6, Progress Publishers, Moskova, 1976, s.125)  Marx bu hatasını daha sonraki yıllarda düzeltmiştir.   2 Lapides, K., Marx’s Wage Theory in Historical Perspective, Its Origins, Development and Interpretation, Praeger Pub., Connecticut, 1998,  s.17 ve 30.   3 Lapides, K., a.g.k., 1998, s.22‐23.   4 Bu konularda bkz. Dobb, M., Theories of Value and Distribution Since Adam Smith, Ideology and Economic Theory, Cambridge University  Press, Cambridge, 1985; Hunt, E.K., History of Economic Thought: A Critical Perspective, Wadsworth Publishing Company, California, 1979;  Meek, R.L., Studies in the Labour Theory of Value, Lawrence and Wishart, London, 1973.  5 Thomas Hodgskin ve William Thompson’un 1820’li yıllarda yayımlanan kitaplarının tıpkıbasımları 1960’lı yıllarda yapıldı. Hodgskin, T.,  Labour Defended Against the Claims of Capital or The Unproductiveness of Capital Proved with Reference to the Present Combinations  Amongst Journeymen (1825), Augustus M.Kelley Publishers, New York, 1969. Hodgskin, T., Popular Political Economy, Four Lectures  Delivered at the London Mechanics’ Institution (1827), Augustus M.Kelley Publishers, New York, 1966. Thompson, W., An Inquiry into the  Principles of the Distribution of Wealth Most Conducive to Human Happiness (1824), Augustus M.Kelley Publishers, New York, 1963.  Thompson, W., Labour Rewarded, the Claims of Labour and Capital Conciliated or How to Secure to Labour the Whole Product of Its  Exertion (1827), Augustus M.Kelley Publishers, New York, 1969.   6 Bkz. Dobb, M., a.g.k., 1985, s.137. K.Marx’ın, T.Hodgskin’in Sermayenin İddialarına Karşı Emeğin Savunusu (Labour Defended Against the  Claims of Capital, 1825) kitabı için “hayranlık duyulacak çalışma” ifadesini kullanmaktadır (Marx,K., Capital, Vol.I, Everyman’s Library,  Londra, 1967,  s.375).  7 Bkz. Dobb,M., a.g.k., 1985, s.138.  8 Bu konuda bkz. Marx, K., a.g.k., 1967, s.551‐552.  9 Lenin,V.I., “The International Socialist Congress in Stuttgart,” Collected Works, Vol.13, Moskova, 1978, s.77.  10 Sweezy,P., The Theory of Capitalist Development, Principles of Marxian Political Economy, Monthly Review Press, 1968, s.55.  11 Sweezy,P., a.g.k., 1968, s.270.  12 Sweezy,P., a.g.k., 1968, s.271.  13  Karl  Marx,  her  işvereni  sermayedar  kabul  etmez.  Bir  işverenin  “sermayedar”  haline  gelebilmesinin  önkoşulu,  işçi  sömürüsünden  kaynaklanan bir sermaye birikiminin olması ve işverenin beden çalışmasının dışına çıkmasıdır; diğer bir deyişle, “basit yeniden üretim”  yerine  “genişletilmiş  yeniden  üretim”e  geçilmesidir.  Marx,  sermayedar  olmayan  işverenleri  “küçük  patron”  (“Kleinmeister”)  olarak  tanımlamaktadır: “We saw in a former chapter, that a certain minimum amount of capital was necessary, in order that the number of  labourers simultaneously employed, and, consequently, the amount of surplus value produced, might suffice to liberate the employer  himself from manual labour, to convert him from a small master into a capitalist, and thus formally to establish capitalist production.”  (Marx,K., Capital, Progress Publishers, s.217) Kapital’in birinci cildinin Türkçe baskısında “işvereni küçük bir patrondan bir kapitaliste  dönüştürecek” ifadesi kullanılmaktadır (Marx, K., Kapital, Cilt 1, 2. Baskı, Sol Yay., Ankara, 1978, s.345). Marx’ın ifadesi “küçük bir patron”  veya “patronun küçüğü” değildir; ayrı bir toplumsal kategori olarak “küçük patron”dur, sermayedarlaşamayan işverendir.  14 Emperyalist sömürü ve kapitalistin kârının kaynağının çeşitlenmesi konusunda yazdığım iki kitap 39 yıl önce Tüm İktisatçılar Birliği (TİB)  tarafından yazarı belirtilmeden yayımlanmıştı: Günümüzde Emperyalist Sömürü Mekanizması, Tüm İktisatçılar Birliği Yay., Ankara, 1975;  Kapitalizmde Kârın Kaynağı Üzerine (Artık Değer ve Tekel Kârı Sömürüsü), Tüm İktisatçılar Birliği Yay., Ankara, 1975. Her iki kitaba da  www.yildirimkoc.com.tr sitesinden ulaşılabilir.  15 Kapitalizmin yarattığı cehennem, Avrupa işçi sınıflarının bu koşullara tepkileri ve sermayedar sınıfın işçi sınıfını sistemle uyumlulaştırması   konusunda daha ayrıntılı bilgi için bkz. Koç, Y., Avrupa İşçi Sınıfları, Kapitalizmin Mezar Kazıcılığından Siyasetsizliğe, Epos Yay., Ankara, 2011,  s.103‐184. Avrupa işçi sınıflarının günümüzdeki yaşama ve çalışma koşullarına ilişkin ayrıntılı bilgi için bkz., Koç, Y., a.g.k., 2011, s.55‐102.  16 Cliff, T., “Economic Roots of Reformism,” Socialist Register, 1957.  17 Bu konuda bkz. Emmanuel, A., Unequal Exchange, A Study of the Imperialism of Trade, with Additional Comments by Charles Bettelheim,  NLB, London, 1972. Tartışmaların özeti için bkz. Munck, R., a.g.k., 1988, s.195‐196; Amir, S., Accumulation on a World Scale, Vol.1, MR  Press, New York, 1974, s. 22 ve 26. 
13 
 
                                                                                                                                                                                            18  Gelişmiş  kapitalist  ülkelerdeki  işsizlik  oranı  düzeyi  ve  artışı,  yüksek  ve  daha  da  yükselen  işgücüne  katılım  oranları  çerçevesinde  değerlendirilmelidir.  19 “Ücreti şirketin performansıyla bağlantılı kılan mali katılım planları çeşitliliği ve hisse senedi sahipliği programları 1980 yılından beri  Avrupa Birliği üyesi devletlerin çoğunda hızla artmıştır.” Waddington, J.‐Hoffmann, R., “Trade Unions in Europe: Reform, Organisation and  Restructuring,” Waddington, J.‐Hoffman, R. (ed.), Trade Unions in Europe, Facing Challenges and Searching for Solutions, ETUI, Brussels,  2000, s.49.  20 Bu konuda daha ayrıntılı bilgi için bkz. Koç, Y., “Lenin ve Emperyalizm Kuramı,” Bilim ve Ütopya, Sayı 235, Ocak 2014, s.23‐39.