Ana Sayfa Manşet Sincan-Uygur Özerk Bölgesi’ne yakından bakmak

Sincan-Uygur Özerk Bölgesi’ne yakından bakmak

1660

Sincan-Uygur Özerk Bölgesi’nin başkenti olan Urumçi Havaalanı’nda uçaktan indik… “Hoş geldiniz, arkadaşlar!” diyen çıtı pıtı Çinli bir kız bizi etrafında topladı. Tercüman sandığımız bu sempatik genç annenin, Çin’in dış partilerden sorumlu Dışişleri Bakanlığı’nın Ortadoğu Dairesi Başkan Yardımcısı olduğunu öğrendik! Çin ziyaretimiz boyunca bizi hiç yalnız bırakmadı. Hem programımızı saat gibi işletti hem de mükemmel bir tercümanlık hizmeti verdi. Çin’de üç yıl süren Türkçe çalışmalarına bir yıl da İstanbul Üniversitesi’nde devam ettiğini anlattı…

ATA TOPRAKLARINDA İLK SAATLER

Gece boyunca devam eden uzun yolculuk nedeniyle yorgunduk… Araca bindiğimizde duyduğumuz “Selâmün aleyküm!” sözü ile canlandık! Bizlere çok benzeyen sürücümüz Aziz, tipik bir Uygur Türküydü. “Kaşgarlı olduğunu” söyledi. “Aleykümselam!” diyerek Kaşgarlı Mahmut’la başlayan tatlı bir sohbete koyulduk… Yüzyılların yarattığı dil farklılaşmasına rağmen, bıkıp usanmadan iletişimi devam ettirecek ortak kelimeler aramaya çalıştık… Çöl ortasında sıradan bir şehirle karşılaşacağımı sanıyordum. Modern binalarla birlikte birbirinin üstüne tırmanarak, deyim yerindeyse göğe yükselen bağlantı yollarını görünce şehri dikkatle incelemeye başladım! Estetik binaları, düzenli yapısı ve gökdelenleri ile Urumçi, geniş bozkırların içindeki nadide bir çiçeğe benziyordu… Trafik levhaları, iş yerleri tanıtım panoları ve bütün ilanlarda iki lisan hemen göze çarpıyordu. Üstte Arap harfleri ile yazılan Uygur dilinin hemen altındaki Çince harfler, aslında bölgenin statüsünü de yansıtıyordu. Latin harfleri ile büyüyen bir kişi için bu levhalar bir yazıdan çok, özenle çizilen modern bir resim izlenimi uyandırıyordu. Yazılar anlamını kaybedince, sanki bir masal ülkesine girmiş gibi bir duyguya kapıldım… Cadde ve sokaklarda koşuşan temiz giyimli kardeşlerimi görünce, çocukluk yıllarında okuduğum Tarkan, Karaoğlan gibi çizgi romanlar gözümün önünde canlandı… Arabanın fren sesi ile hayal dünyasından gerçek hayata geri döndüm. Gösterişli bir otelin önündeydik. Çinli dostlarımız bizi şehrin en iyi otelinde misafir ediyorlardı…

SİNCAN’DA NELER OLUYOR?

Rahat koltuklarımızda Çin’in geleneksel yeşil çayını yudumlarken, Sincan konusunda verilen brifingi can kulağı ile dinliyorduk… Not almaya çalıştığım rakamlar adrenalinimi aniden yükseltti! Bölge eşi benzeri görülmemiş bir kalkınma hızı yakalamıştı. Dünyanın bir numaralı ekonomisi gelirlerinin yüzde beşi ile bu bölgede gövde gösterisine soyunuyordu… 2014 yılında 38 milyar yuan olan toplam gelir, bir yıl içinde 2015’te, 126 milyar yuana çıkmıştı. GSYİH bir yıl içinde 425 milyar yuandan 927 milyar yuana yükselmişti! Kişi başına yıllık gelir, kırsal alanlarda 4 bin yuandan 8600 yuana, şehirlerde ise 7 bin yuandan 13 bin yuana çıkmıştı… Çin Hükümeti bu bölgede işi olmayan bir kişi başvurduğu takdirde, 24 saat içinde kendisine iş verileceğini taahhüt ediyordu… Sincan için hazırlanan 2014-2020 Stratejik Kalkınma Planı’nı çeşitli görsellerle izledik. Bu kapsamda rutin projeler için 4, büyük projeler için 9 trilyon yuan kaynak tahsisi yapıldığını öğrendik. Hedefin, kısa dönemde şehirlerde, orta dönemde kırsal alanlarda orta halli refah düzeyine ulaşma olduğu ifade edildi! Sincan’da toplam 24300 cami var ve 30 bin din görevlisi devletten maaş alıyor! Çin, Sincan bölgesinin ekonomik gelişimi için 2 koşulu zorunlu görüyor: “Merkezi hükümetin desteği ve özerk bölgede huzur, barış ve dayanışma…”

TANRI DAĞI’NIN SOĞUK SUYU!

Urumçi’den bindiğimiz hızlı tren sanki kanat takmış uçuyordu… Asya’nın çorak steplerinde, Tarkan’ın, Karaoğlan’ın at koşturduğu çöllerde şimşek gibi ilerliyorduk! Karayolu ile buluştuğumuz yerlerde gördüğümüz araçlar hızla geride kalıyordu. Bir saat içinde tepeden tırnağa bir Türk şehri olan Turfan’a ulaştık… Tren istasyonu, devasa mimarisi ve büyük ışıklı panoları ile bir uzay istasyonunu andırıyordu. Hemen civarında inşa halinde onlarca büyük bina gördük. İpek Yolu’nun tuğlaları birer birer döşeniyor muydu? Rehberimiz olacak zarif bir hanımefendi güler yüzle bizi karşıladı. İsminin Nazgül olduğunu öğrendik. Sıcak ve samimi tavırları, engin bilgi ve deneyimi ile bize olağanüstü bir gün yaşattı… Birlikte tarihin derinliklerine yolculuğa çıktık! Bir tarım kenti olan Turfan’da hemen herkes, genç, yaşlı, bayan motosiklet üzerindeydi. Ataşelik yaptığım Roma’da bile bu oranda motosiklet görmemiştim. Nazgül Hanım kısa bir süre önce at arabalarının hâkim olduğu şehirde, “hızlı bir modernleşme yaşandığını” söyledi. Küçük ama estetik bir mimariye sahip çok sayıda cami gördük… Hani Atatürk demişti ya, “Türk çocuğu ecdadını tanıdıkça, daha büyük işler yapmak için kendinde kuvvet bulacaktır!” İşte biz de Karız kanallarını, insanlığın doğaya meydan okuyuşunu yerinde gördük ve atalarımızla bir kez daha gurur duyduk… Turfan şehri çölün ortasında yer alıyor. Kışın eksi 30’lara düşen sıcaklık, yazın artı 50’lere yükseliyor. Yani su olsa da tarım için çare olamıyor. Kışın donuyor; yazın buharlaşıyor! İki ihtimal var: Ya açlık ya da ata topraklarından göç! Ama atalarımız üçüncü yolu seçiyor: “Mucizeye yelken açmak!” 2500 yıl önce, 5500 km. (İstanbul-Van 1684 km.) uzunluğunda yeraltı kanalları açarak 50 km uzaklıktaki Tanrı dağlarının sularını Turfan’a getiriyorlar… Su derinde olduğundan ve kanal girişleri kapakla kapatıldığından donma ve buharlaşma olmuyor! Bir kanaldan içeri girdik ve 20 metre derine indik… Ayaklarımızın altında Tanrı dağlarının tertemiz suları akıyor. Plastik bardağı doldurup suyu içtiğimde çok heyecanlandım! Hacca ya da umreye giden yakınlarımın getirdiği zemzem suyundan içmiştim. Ama kaynağından Türk efsanelerinin parçası olan Tanrı dağının suyunu içmek ruhumun derinliklerinde fırtınalar estirdi… Kâğıt mendil poşetinin içinde kalan son birkaç mendili çıkardım. Kimseye hissettirmeden yerden kaptığım toprağı boş mendil poşetinin içine doldurdum. Böylece dilimizin kaynağı olan topraklardan ölümsüz bir hatıra bana yadigâr kalmış oldu!

UYGUR TÜRKLERİ İLE KUCAKLAŞMA!

Tipik bir Uygur evine konuk olduk… Yerel kültürün baskın öğeleri ile döşenmiş ev özgün bir içerikteydi. Ev sahibi Mehmetcan konuklarını mutlu etmek için masayı boş alan bırakmadan donatmıştı. Geleneksel kıyafeti ile annenin servis ettiği çaylarımızı içerken koyu bir sohbet başladı. Uygur Türklerinin gelecekten umutlu oldukları izlenimi edindim… Çinliler ve Uygur Türklerinin birbirlerine karşı dikkatli oldukları ve yapıcı bir üslup kullandıkları kolaylıkla fark ediliyordu… İyi bir eğitim alan ve İngilizce de bilen Asiye Hanım’a yalnız kaldığımız bir anda sordum: “Ne diyorsunuz?” Verdiği cevap son kerte ilginç ve dikkat çekiciydi: “Kendimizi ezdirmeden, kültürümüzü koruyarak birlikte ve dayanışma içinde yaşamalıyız. Her şey iyiye doğru gidiyor… Aksi durumda iki taraf da acı çeker ama biz daha fazla üzülürüz!” Biz, “Bayanlar, baylar” diye söze başlıyoruz; onlar, “Hörmetli hanımlar, efendiler” diyorlar… Herhalde emperyalist çeteler ve içimizdeki yarım akıllılarının kışkırtması ile kardeşlerimiz olan hörmetli hanımlar ve efendiler ile onların çocuklarını ateşe atmak istemeyiz! Batı Trakya’da, Bulgaristan’da, Dağlık Karabağ’da, Irak’ta, Suriye’de, Kıbrıs’ta Türk’ü, onun canı ve malı da dâhil her türlü hak ve hukukunu yok sayanların, Sincan’da birdenbire Türk dostu kesilmeleri size de biraz garip gelmiyor mu? Sizi bilmem ama ben de Asiye Hanım gibi düşünüyorum… Cuma günü de Pekin ve genel izlenimlerimizi nakledeceğiz…