Doğu PERİNÇEK İşçi Partisi Genel Başkanı TEORİ DERGİSİ KASIM 2004 – SAYI: 178
HASAN YALÇIN’IN DÖRT KİTABI
Dört kitabın mânâsı Budur işte var ise
Yunus Emre
Birinci kitap: Aydın Rantı
Hasan Yalçın’ın konumundan baktığınız zaman, aydın rantı, ekmeğini yediğiniz halka olan borçtur. O borç bir ömürle bile ödenemez- Çünkü aydının varlığı, işte o ranta dayanır. Hasan Yalçın, emekçinin ekmeğini yediğinin bilincindeydi. Bunun üzerini kapayacak bir örtüsü yoktu. Çünkü öyle bir örtü aramamıştı. Kendi aramadığı gibi, bulmuş olanlarınkini de kaldırdı; hem de her zamanki muzipliğiyle.
Aydın Rantı, Hasan Yalçın’ın Aydın üzerine üçüzün ilk kitabıdır; bir bakıma Hasan Yalçın’ın aydın teorisini içerir. Dönekler, 1980 sonrası döneme özgü aydın çürümesini deşer. Roman’da Aydın Tipleri ise, Hasan Yalçın’ın aydın birikiminin edebiyattaki kaynaklarını ortaya koyar. Bu açıdan üçüzü şöyle sıraya sokabiliriz: Aydın Rantı, Dönekler, Romanda Aydın Tipleri.
Aydın Rantı, Hasan Yalçın’ın bulduğu bir kavramdır. Aydın ve rant kavramlarının yan yana gelmesi, meselenin özünü ortaya koyar. Aydının kendisi, tarihsel olarak rant kavramıyla birlikte ortaya çıkmıştır. Tüketilmeyen bir ürün fazlasının oluşması ve bu artı ürüne bir azınlık sınıfının elkoyması, uygarlıkla birlikte aydının da doğuşunu getirir. Beyler sınıfı ve o sınıfın tepesindeki hakan ya da kral, elkoyduğu artı ürünle kendi silahşorlarını ve aydın takımını da besler. Burada silahşor ile aydını, kasıtlı olarak yan yana getirdim. Çünkü her ikisi de, tarih sahnesine rantla birlikte gelmişlerdir. Onların üretimden koparak kazandıkları boş zamanı sistemin güvenliği için harcamaları, ortak yönleridir. Aydın da bir bakıma silahşordur.
İşte Hasan Yalçın, dünyaya birlikte gelen rant ve aydını, binlerce yıl sonra yakalamış ve yan yana getirmiştir. Aslında burada yakalanan aydındır. Çünkü rant kavramından kaçan, o kavramı kendi varlık nedeni dışında her yere sokuşturan odur. Hasan Yalçın, bütün muzipliğiyle bu sırrı ortaya döker.
Aydının besleme olması, mutlaka olumsuz bir işlev yüklendiği anlamına gelmez. Yükselen yeni sistemin aydınları, uygarlığın ideolojik alandaki kuyumcuları görevini yapmışlardır. Peygamberler, bilimsel atılımların taşıyıcıları, sanat ve kültür yaratıcıları, devrimlerin ideologları, hep aydınlardır.
Bununla birlikte aydın rantı kavramı, sanki çürüyen sınıfın beslemelerine daha bir yakışır. Daha doğrusu biz devrimci aydınların eğilimi, bu yöndedir. Aydınlar, hele ilerici aydınlar, varlıklarını borçlu oldukları rant kavramından uzak durmaya pek fazla özen gösterirler. Bu tavır da, aydın rantının gereğidir. Çünkü aydın rantı, ancak bir perdenin altında varolabilir. Perdeyi kaldırdınız mı, aydının da sorgulanması başlar. Hasan Yalçın, işte o perdeyi kaldırmıştır.
Aydınlar, ilericisi, gericisi ve bağımsız denen özel cinsiyle, perdenin kalkmasını pek istemezler; o zaman kendilerini etekleri kaldırılmış gibi hissederler. Onlar için, aydın rantı gerçeğinin, mahrem yerde kalmasında herhangi bir sakınca yoktur. Ama aydın rantının, bir manavın mostrası gibi ortalıkta sergilenmesi, aydını borçlu duruma sokmaktadır. Oysa aydın, her zaman alacaklı gibidir. En alçakgönüllüsü bile, öyle bir duygu içindedir. Onlar, tanrı tarafından alacaklı yaratılmışlardır ve alacakları da ödenemeyecek kadar büyüktür; dolayısıyla ödenemez. Bizzat aydınlar tarafından işlenen hâkim ideoloji, aydına bu alacaklı konumunu sağlamıştır. Hâkim ideolojinin dokunulmazlığı ile aydının ayrıcalığı arasındaki bağın temelinde, Hasan Yalçın’ın aydın rantı kavramı yatar.
Alacaklı demiştik. Devrimler, ister demokratik ve milli devrimler olsun, ister sosyalist devrimler olsun, bu alacaklı konumu birden değiştirirler; aydının borçlu konumunu gündeme getirirler. Devrimlerle birlikte, vatana, millete, halka olan borçlar, bir fatura gibi aydının önüne konur. Eskiden aydın, padişahın kapısında, onun nimetini yiyen bir kapıkulu durumunda iken, asıl alacaklı ortaya çıkar. O tarihe kadar “Padişahın ekmeği” denerek baş aşağı duran kavram, ayakları üzerine oturtulur. O ekmeğin asıl üreticisi, teoride de gözükmeye başlar. Ve o andan itibaren aydın, milletin veya emekçinin ekmeğini yemektedir. Meğerse aydın padişahın değil, milletin ekmeğini yiyormuş. Kimin ekmeğini yerse yesin, o ekmeğin, ekonomi politikteki adı, ranttır.
“Bağımsız aydın” cilvesi
Hasan Yalçın, rant kavramının içini açar ve aydın cilvelerini bulur. Aydın numaralan da diyebilirsiniz. Aydın, aslında rant kavramıyla cilveleşmektedir. Bağımsız aydın duruşu, işte o cilveleşmenin konumlarından biridir. Sanki aydın, o bağımsız aydın duruşunda hiç kimsenin ekmeğini yemiyor gibidir. Bağımsız aydın, ekmek yemeden yaşamanın yolunu bulmuş gibi bir yerdedir. Bu açıdan bağımsız aydın, simya ilminin sırrını keşfetmiş sayılabilir. Yani bakırdan altın yapmıştır. Bakırdan altın yapılabilmiş midir? Yapılamamıştır, ama altını yaldızlı boya içine batırdığınız zaman, simyager olabilirsiniz. İşte bağımsız aydın, bunu başarabilmiştir. Ama bu işi yaparken de, yaldız boyası parmak uçlarına bulaşmıştır. Bunu herkes göremez. Görseydi zaten, altını yaldızla boyamanın bir anlamı kalmazdı. Kim görür ve gösterir? Hasan Yalçın gibi devrimci teorisyenlik ile edebiyatçılığı yoğurmuş olan büyük aydınlarımız.
Bu işi başardığı için, ben, Hasan Yalçın’a Aydınların Aydını diyorum. Keşke bu unvanı, Hasan Yalçın ölmeden önce keşfetmiş olsaydım: Hasan Yalçın, Aydınların Aydınıdır.
Ne demek aydınların aydını? Aydına ayna tutmak, ama yalnız dış yüzüne değil, aydının ciğerine ayna tutmaktır, aydınların aydını olmak.
Peki aydının ciğeri yoksa, o ayna nereye tutulacaktır? Bu da o kadar anlamlı bir soru değil. Çünkü aynada herhangi bir ciğerin gözükmemesi de, önemli bir keşiftir. Oradan yeni sorunsallar çıkar. Ciğer nereye gitmiştir, nasıl kaybolmuştur, yoksa o aydın anadan doğma ciğersiz midir vb vb.
Aydınların Aydını, aydınların önüne bu soruları getiren adamdır. Aydına, kendisini sorgulaması için yapılan bu ağabeyliğin tek bir amacı vardır: Halka olan borcun, aydın rantının o tarihsel faturasının bilince çıkarılması.
Hasan Yalçın’ın konumundan baktığınız zaman, aydın rantı, halka olan borçtur. Ekmeğini yediğiniz halka! Hasan Yalçın, Toroslar’ın eteklerinde kazandığı değerleri devrimci bir hayatla özümsediği eşsiz değerlerle hal-hamur etmiş ve hep halka borçlu olduğunu derinden duymuştur. O, aydın rantının önüne koyduğu ağır faturanın bilincinde olan aydındır. Aydın rantını işlerken de, hep o büyük faturayı ne kadar ödeyebilirim duygusu içinde, son nefesine kadar olağanüstü bir gayret göstermiştir. Evet, borcumun ne kadarını ödeyebilirim? Çünkü tamamının ödenmesi imkân dışıdır. Aydın rantı, aydını, emekçi halka öylesine borçlu kılar ki, o borç bir ömürle bile ödenemez. Çünkü aydının varlığı, işte o ranta dayanır. Son nefes verildiği zaman, artık rantçılık bitmiştir; ama borç bitmemiştir.
Halk ne güzel bulmuş: “Ekmeğini yedim” diyor. Ne kadar sade ve o kadar da derin ve kutsal. Hasan Yalçın, emekçinin ekmeğini yediğinin bilincindeydi. Bunun üzerini kapayacak bir örtüsü yoktu. Çünkü öyle bir örtü aramamıştı. Kendi aramadığı gibi, bulmuş olanlarınkini de kaldırdı; hem de her zamanki muzipliğiyle. Hasan Yalçın’ın yaptığı iş, kendi hemcinsleri olan aydınların bir kısmına muzip gelmiştir; bir kısmını ise çileden çıkarmıştır. Çünkü ciğersizlikleri ortaya çıkmıştır.
Keşke yaşasaydı, hiç ölmeseydi ve muzipliklerini sürdürseydi. Çünkü o ince zekâsı ve derin birikimi, edebiyatımıza eşsiz bir lezzet katmıştır. Hasan Yalçın, bizim tadımız tuzumuzdu. Dahası, son çeyrek yüzyıl Türk edebiyatının da tadı tuzuydu.
O’nun aydın üzerine üçüzleri, Türk edebiyatının aydın üzerine yazılmış en derin ve en güzel eserleridir. Dünya edebiyatında da, yeri olacak kitaplardır.
İkinci kitap: Dönekler
Sistem, aydınını yetiştiremiyor döneklerden devşiriyor. Büyük sermaye, aydın kadrosunu kendi kurumlarında yetiştiriyordu. Küresel mafya ise, entel kadrosunu döneklerden oluşturuyor.
Burjuva aydını, vatana millete kurşun sıkma işini üstlenemiyor. Devşirme ise, dizginlerinden boşanmıştır, kuralsız mafyanın tam aradığı personeldir. Kendi aydınını üretemeyen sistem nereye kadar gidebilir?
Altanlar’dan Cengiz Çandar’a kadar sistemin entel kadrosuna bakınız, bütünüyle döneklerden oluşuyor. Bugün mafyalaşan acenta sınıfı, ideolojik hegemonya görevlilerini bir zamanların sosyalist aydınlarından devşirmiştir. Dünya tekellerinin küreselleşme saldırısıyla birlikte, büyük sermaye çevrelerinde ve muhafazakâr mahfillerde yetişmiş aydın takımı görevden alınmış, ön cepheye Marksizmden dönmüş entel tayfası sürülmüştür.
Bu olay, sistemdeki yapı değişikliğiyle birlikte yaşandı. 1990 öncelerine kadar Türkiye’nin hakim sınıfı, malî sermayenin, sanayicilerin ve tüccarların iri kıyımlarından oluşuyordu. Artık ülkemiz yönetimi, uluslararası kara para krallarının, dünya tefecilerinin, uyuşturucu ve silah kaçakçılarının, hortumcunun, dolar ve borsa vurguncusunun eline geçmiştir. Bunlar, üretimi örgütlemiyor, üretileni yağmalıyor. Bu nedenle yeni yönetici sınıfımız, dünya mafyasının acentası konumundadır.
Büyük sermayenin vatanı vardı ama yeni hâkim sınıf vatansızdır. Yeni efendilerin paraları kıyı bankalarındadır; yatırımları uyuşturucu ve silah işinedir; kara para aklayan kumarhaneleredir ve televizyon şirketlerinedir. Ülkeden ipini koparmış olması, hâkim sınıfın ideolojisini ve entel takımının karakterini de belirliyor.
Büyük sermaye, aydın kadrosunu kendi kurumlarında, üniversitelerinde, Aydınlar Ocağı’nda vb yetiştiriyordu. Mafya ise, entel kadrosunu döneklerden oluşturuyor. Burjuva aydını, vatana millete kurşun sıkma işini üstlenemiyor. Onun vatanla milletle az çok kanbağı vardır. Devşirme ise, devrimci ideolojiden, üretimden, o üretimi gerçekleştiren emekçiden, üretimin coğrafyası olan vatandan, milletten koparılmıştır. Dönek, eskiden ağacın dalıydı; artık kırılmış bir daldır; bir sopadır; kimin elindeyse o elin devamı olmuştur. Tecrübeyle bir kez daha kanıtlanmıştır, Bilimsel Sosyalizmden dönen, vatandan da dönüyor, milletten de dönüyor.
Herhangi bir burjuva aydınına “Kahrolsun bağımsızlık” diye bağırttırabilir misiniz? Herhangi bir burjuva bilimadamına “Türklerin Kurtuluş Savaşı’yla Anadolu’yu yeniden işgal ettikleri” türünden teorileri seslendirtebilir misiniz? Türklerin “kıçını sıkarak yaşayan mesleksiz bir millet” olduğu tezlerini, hangi burjuva sosyal bilimcisi piyasaya sürebilir? Eşcinselliğe övgüler, ensest ilişkiye ve sübyancılığa güzellemeler döktürecek burjuva yazarı nerede?
Burjuva aydını, bu küresel mafya görevlerini yapamadığı için gözden düşmüştür; emekliye sevkedilmiştir. Dönek ise, ipini satmış, dizgininden boşanmıştır; kuralsız mafyanın tam aradığı personeldir. Mafyanın aradığı entel, erketeci tipinde olmalı, tetikçiye veya özel tim görevlisine benzemeli. Hürriyet gazetesinin bir yazarı, “Hadi Uluengin’e niçin maaş veriliyor sanıyorsunuz, onun bizim gazetedeki görevi, işareti aldığı zaman Doğu Perinçek’e küfretmektir” diyor.
Sistem ideolojik cephede bu milletin üzerine dönekler dışında hangi aydını sürebiliyor? Mafyalaşan sistemin devşirmeler dışında bir entel kadrosu var mı?
Bugün sistemin ideolojik hegemonyasına karşı mücadele, aslında döneklere karşı mücadelede odaklanıyor. Dönekler, bu açıdan milletin meselesi haline gelmişlerdir. Ancak bazılarımız, olayın farkında değiliz, “Şu döküntülerin adam yerine konacak neleri var” diyoruz. Doğru, dönekler bizim döküntülerimizdir, ama aynı dönekler sistemin yıldızlarıdır.
— Döküntüden yıldız olur mu?
— İşte olmuş bile! Çürüyen sistem, artık yıldız üretemediği için, yıldızını devrimcinin döküntüsünden imal ediyor.
Kendi aydınını üretemeyen sistem, devrimci hareketin ürettiği aydını devşiriyor. Mafya sisteminin sonunun geldiğini gösteren en önemli işaretlerden biri budur. Çünkü bir sistemi ayakta tutan, yalnız zor güçleri değil, yönettiği toplumda oluşturduğu rızadır; ideolojik hegemonyadır. Bir hâkim sınıf, ideolojik hâkimiyetinin yapıcılarını kendi kurumları içinde yetiştiremiyor ve çıkartamıyorsa, o sistem bitmiştir.
Bu sistem, devşirmelerle daha ne kadar gidebilecektir? Hasan Yalçın’ın Aydınlık dergisinde yayımlanan “Dönek Portreleri”, her hafta sistemin yüzüne bu soruyu çarpmıştı: Döneğe muhtaç kalacak kadar zavallılaşmış, vay haline sizin sisteminizin!
Bu sorunun döne döne toplumun önüne getirilmesi, ideolojik mücadelenin en vurucu görevidir. O nedenle Hasan Yalçın, “Dönek Portreleri’yle, ideolojik mücadelenin merkezinde ve en ön cephesinde savaşmaktadır. Yazılarındaki vuruculuk, edebi tat, yalnız birikiminden ve yeteneğinden değil, aynı zamanda ateş hattında mevzilenmesinden geliyor. “Dönek Portreleri”, sıradan ideolojik mücadele yazıları değildir; tıpkı Cemal Süreyya’nın “İzdüşümleri” gibi gelecek kuşaklara kalacak edebiyat mirasımız içindedir.
Üçüncü kitap: Romanda Aydın Tipleri
Devrimci aydın ile teslimiyetçi aydın arasında daima bir Sırat Köprüsü vardır. Devrimci vicdan açısından karşıya geçmek, ince bir kılın üzerinde yürümek kadar imkânsızdır. Ancak sistem, bu imkânsızı mümkün kılacak köprüyü her zaman saklı tutmaktadır. Ve o köprünün ayakları, devrimci aydının içindeki sistem kalıntıları üzerine kuruludur. Hasan Yalçın, Oblomov, Rudin, Stavrogin, Verkovenski gibi aydın tiplerini size sunarken, bir bakıma içinizdeki canavarı da göstermektedir.
Hasan Yalçın’ın Romanda Aydın Tipleri kitabı, Aydın Rantı ve Dönekler kitabının arkasındaki birikimi yansıtır, o nedenle üçü birlikte okunmalı, incelenmelidir.
Dönekler, Türk edebiyatının şaheserleri arasındaki yerini almıştır. Hasan Yalçın’ın o kitabı, 1990 sonrası edebiyatından geleceğe kalacak bir kaç eserden biridir. Bütün kalıcı ürünleri gibi, Hasan Yalçın’ın Dönekler’inde de toplumun yaşadığı serüvenin anlamlı bir kesiti işlenmiştir.
1980 sonrası, denebilir ki Türk tarihinde Dönekler Çağı olarak anılacaktır. Dönekler Çağı’nın kahramanları, devşirilmiş olan aydınlardır. O devşirmelerin sayıklamaları, bu topluma sistem tarafından edebiyattır diye yutturulmuştur. Eğer bu dönemden gerçekten edebiyat denebilecek bir şey kalacaksa, o edebiyat, Türk devletinin dağılmasını, Türk toplumunun çürümesini, Türk milletinin çözülmesini ve Türkiye’nin ancak yeniden bir devrimle varolabileceği koşullara sürüklenişini anlatacaktır. İşte bu dağılma, bu çürüme, bu çözülme süreci, başka bir cepheden baktığımız zaman, Türkiye’nin hızla ve kaçınılmaz olarak yeni bir devrime doğru koştuğu süreçtir. Hasan Yalçın, Dönekler’de, aydın kirlenmesini olağanüstü bir anlatım gücü ve güzelliğiyle işlerken, bir bakıma devrimin gerekçesini yazmıştır. Toplumumuz niçin yeni bir devrimin eşiğine gelmiştir sorusunun cevabını tartışmak isteyenler, öncelikle Hasan Yalçın’ın Dönekler’ini okuyacaklardır.
Yükselen her sistemin ilerici bir işlevi ve mantığı vardır. Sistem, bu işlevini ve mantığını yitirdiği zaman, baş aşağı gider; yenisi gelir eskinin yerini alır. Çürüyen aydın ve kapıdaki sistemin devrimci aydını, bu dönemin kahramanlarıdır. Hasan Yalçın, Dönekler’i yazarken, aynı zamanda devrimci aydını, yani kendisini de yazmıştır. Ve denebilir ki, Türkiye’nin Dönekler Çağı edebiyatının başköşesinde Hasan Yalçın’ın kitabı bulunmaktadır.
Peki Aydın Rantı ve Dönekler kitaplarının arkasındaki birikim nedir? Hasan Yalçın’ın Toros dağları eteklerinde başlayıp, 1968 öğrenci hareketi kahramanlığından öncü parti önderliğine uzanan hayatında, bu sorunun genel bir cevabını bulmak mümkündür. Ancak bu sorunun bir de özel cevabı vardır. İşte o cevabının ipuçlarını Romanda Aydın Tipleri kitabında bulacaksınız.
Hasan Yalçın’ın, özellikle roman alanında derin birikimi vardı. O, bir Balzac uzmanı, bir Dostoyevski uzmanı, bir Kafka uzmanıydı aynı zamanda. O’nun teorik ve siyasal alandaki yeteneğini besleyen en önemli özelliklerinden biri, belki de birincisi buydu. Hasan Yalçın, birçoklarının teorik kitaplardan öğrendiğini, büyük romancılardan alırken bir üstünlük kazanıyordu. Teori, hayatın sistemleştirilmesi ve soyutlanmasıyla ortaya çıkar. Roman ise, hayatın kendisini, somut gerçekliğiyle, tipik olaylarla ve insan ruhundaki karmaşık yansımalarıyla anlatır. Roman da, kendine göre hayatı sistemleştirir; tipik olay ve insanları işlerken, hayatın özünü yakalar. İşte roman, bu öz, bu somutluk ve ateşlediği güzellik duygusuyla, teorinin önüne geçer. Kuşkusuz roman hem teoriyi besler, hem de teoriden beslenir. Büyük romancıların hepsi, zamanlarının teorik birikimiyle haşır neşir olmuş aydınlardı. Büyük teorisyenler ise, romandan çok şey öğrenmişlerdir. Marks’ın, Engels’in, Lenin’in ve Mao’nun aynı zamanda çağlarındaki edebiyat ve romanı derinlemesine incelediklerini hatırlamak yeter.
Hasan Yalçın’ın devrimci hayatımızdaki ve edebiyatımızdaki yeri de, böyle anlaşılabilir. O, Türkiye’nin son yarım yüzyılındaki birkaç seçkin devrimci önderden biriydi. Hasan Yalçın, aynı zamanda son elli yılın birkaç seçkin roman eleştirmeninden biriydi. Bu alanda çok yazmadığı için ve aynı zamanda sistemin hiçbir zaman kabul edemeyeceği bir mevzide saf tuttuğu için, bu değerlendirmeye edebiyat dergilerinde rastlamayabilirsiniz. Ancak edebiyattan ve eleştiriden anlayan herkes, bu gerçeği kabul edecektir.
Hasan Yalçın’ın edebiyat eleştirileri arasında, aydın romanları üzerine yazdıkları özel bir yer tutar. 1980’lerde Mamak Cezaevi’nde birlikte olduğumuz yıllarda, Dostoyevski’nin Ecinniler romanını günlerce, hatta aylarca tartışmıştık. Oradan 19. yüzyılın aydın romanlarına atladık. Turgenyev’in Rudin romanını çocukluğumda babamın kitaplığında bulmuş, okumuştum. Üzerinde Sivas Lisesi talebesi Sadık Perinçek’in cumhuriyet öğretiminden kazandığı güzel yazısıyla “Sadık Perinçek kitaplığı 84” diye yazıyordu. Nerde şimdi o kitaplıklar? Neyse, Rudin’i getirttik, tabii Gonçarov’un Oblomov’unu da ve unutulmaz aydın tiplerini işleyen diğer seçkin romanları da. Elbette bu arada Türk edebiyatında aydını işleyen eserleri de.
Balzac ve Kafka’lar, zaten Hasan Yalçın’ın başucu kitaplarıydı. Hasan Yalçın, en çok hayranlık duyduğu bu iki büyük yazarın bütün romanlarını istisnasız okumuştu. İşte o ortamda Hasan Yalçın’a, romanda aydın tipleri üzerine bir kitap yazmasını önerdim. “Tek tek yazarsın, sonra kitap yaparız” dedim. Sevdiği işlerdi bunlar. Elinizdeki kitabın tasarlanması böyle oldu.
Hasan Yalçın, 1980’li ve 1990’lı yıllarda ihanetleri ve devrime bağlılığı yaşayarak aynı zamanda bir aydın uzmanı oldu. Ve bir teori de üretti besleme aydın karakterinden. O teorisine “aydın rantı” adı çok uygun düşüyor. Kapitalist, hizmetine aldığı aydına kendi kârından bir pay vermektedir. İşte o payı Hasan Yalçın her zaman elinin tersiyle itmiş ve itmekle de yetinmeyip o paya “aydın rantı” adını vererek, edebiyata geçirmiştir.
Hasan Yalçın’ın 2000’e Doğru dergisindeki Selim Uslu imzası işte buradan ortaya çıktı. Unutulabilir mi, teslimiyetçi aydının sicilini tutan yazılardır onlar… Hasan Yalçın, eğer Balzac’ı, eğer Gogol’u, eğer Gonçarov’u, eğer Dostoyevski’yi, eğer Kafka’yı derinlemesine özümlemesiydi, Selim Uslu’yu üretebilir miydi? Başka toplumların hayatını bilmeyenler, kendi toplumlarını o kadar iyi anlayamazlar. Çünkü toplumsal serüvenler ve o serüvenlerin kahramanları, tarihin yatağı içinde birbirlerini etkileyerek, birbirinden alıp vererek, adeta birbirleriyle sarmaş dolaş akar giderler. Hasan Yalçın’ın Selim Uslu’su, 1980 sonrası Türkiye’sinin çürüyen aydın tipidir. Ancak Selim Uslu evrenseldir de. Selim Uslu’nun da tarihsel kaynakları vardır. Hasan Yalçın, o tarihsel macerayı yalnız Balzac’tan Dostoyevski ve Kafka’ya kadar dünya romanından değil, Türk romanından da izlemişti.
Ama daha önemlisi, Hasan Yalçın’ın yaşadığı pratik, müthiş gözlemciliği ve derin zekâsıdır. Hasan, kendi çevresinde artık adı anılmayacak kadar değersiz dönekler yanında Suphi Karaman gibi eşsiz devrimcilerin hayat ve karakterlerini de en yakından gözlemleyerek, duyarak yaşadı. Burada olumlu aydın tipine örnek olarak Suphi Karaman’ı yazarken, yalnız kendi görüşümü kaydetmiyorum. Hasan Yalçın, Suphi ağabey için, haklı olarak “Eşi bulunmaz, insanda hayranlık uyandıran ve inanılmaz özellikleri olan bir devrimci aydın timsali” derdi.
Hasan Yalçın da çok iyi gördü ki, devrimci aydın ile teslimiyetçi aydın arasında daima bir Sırat Köprüsü vardır. Sistem, köprünün öte tarafındaki aydından hiçbir zaman umudunu kesmez, ona her fırsatta elini uzatır ve Hasan Yalçın’ın “aydın rantı” dediği olanağı sunar. Devrimci aydın, karşılıksız emeğin, gönüllü emeğin mutluluğunun tadına varmıştır. Ayrıca yemin etmiş, söz vermiştir. Devrimci vicdan açısından karşıya geçmek, ince bir kılın üzerinde yürümek kadar imkânsızdır; cehennem ateşlerinin içine düşmek kadar düşünülmezdir. Ancak sistem, bu imkânsızı mümkün kılacak köprüyü her zaman saklı tutmaktadır. Ve o köprünün ayakları, devrimci aydının içindeki sistem kalıntıları üzerine kuruludur. Hasan Yalçın, Oblomov, Rudin, Stavrogin, Verkovenski gibi aydın tiplerini size sunarken, bir bakıma içinizdeki canavarı da göstermektedir.
Yunus Emre, “Çok canavarlar yürür donunda dervişlerin” diyordu ya, Mao Zedung aynı diyalektiği, “Benim içimde hem kaplan, hem maymun vardır” diyerek ifade etmişti. Selim Uslu, devrimci aydının içindeki canavardı, kaplanın içinde pusuda bekleyen maymundu. Hasan Yalçın, Selim Uslu imzasını atarken, bir bakıma kendi içindeki canavarı, kendi maymununu da yazmıştır.
Hasan Yalçın, daha 1960’lı yıllarda dünya edebiyat birikiminin içine girerken, aslında dünya tarihinin, dünya devrim süreçlerinin de içine girmişti. Çocukluğunda, Toros yaylalarında dinlediği köylü hikâyeleri, masallar, bilmeceler ve diğer halk edebiyatı ürünlerini de bu birikime eklediğiniz zaman, Hasan Yalçın’ın kaynaklarını keşfedebilirsiniz. Mantığındaki abartısız sağlamlık, anlatım gücündeki masalsılık ve alaycılık, şaşırtıcı ve beklenmedik iniş ve çıkışlar, hep bu kaynaklardan beslenir ve insana eşsiz edebiyat tadı verir.
O, toplantılarda kürsüye çıktığı zaman, herkes bir doğrulur, dalanlar hülyalarını bırakır ve dikkat kesilir, herkesin yüzünde bir gülümseme ve merak çizgileri belirirdi. Dur bakalım derdik hepimiz, Hasan Yalçın’da bugün hangi beklenmedik güzellikler var. İşte elinizdeki aydın tiplerinde, bütün bunlardan bir tutam bulacaksınız. Ama en önemlisi, toplumların çözülme ve yenileşme dönemlerinin aydınını ve ideolojik süreçlerini tanıyacaksınız.
Edebiyat fakülteleri ve roman eleştirmenleri için bu kitap, aynı zamanda bir ders kitabıdır. Roman eleştirisi hangi birikimle ve nasıl yazılır, teorik zenginlik olmadan eleştirmen olunabilir mi gibi soruların cevaplarını anlatan üniversite öğretim kadrolarımız, bu kitaptan yaralanmalıdırlar.
Hasan Yalçın’ın bu kitabını keşke sağlığında bassaydık. Benim canım arkadaşım, arkasında o kadar çok keşke bıraktı ki, hangisiyle başa çıkacağımızı biz de kestiremiyoruz.
Dördüncü kitap: Selim Uslu’nun Devlet ve Beni
Hasan Yalçın, Selim Uslu imzasıyla yayımlamakta ısrar ettiği Devlet ve Ben kitabına önsöz yazmamı istemişti. Ren de yazdım. Canım kardeşim Hasan, bana armağan ettiği Devlet ve Ben kitabının ilk sayfasına, her zamanki muzipliğiyle şöyle yazmış: “Selim Uslu’yu anlamama yardımcı olan değerli arkadaşıma güle güle okuması dileğiyle.” İmza: Hasan Yalçın. 26 Kasım 1996. Selim, devleti yöneten olarak değil, yönetilen olarak tanımıştır. Siyaset biliminin öncülerinden Machiavelli, topluma Hükümdar’ın maiyet erkânı içinden bakarken, Selim, devlete, toplumla yüz yüze geldiği yerden bakar. Devlet gerçeği, zaten oradan gözükür. Devletin ağırlığı başka bir konumdan hissedilemez ve taşınamaz. Ancak Selim, devleti yazarken, Hükümdar’ın yanına geçer. Devleti gördüğü yer ile yazdığı yer arasındaki bu çelişme, Selim Uslu mizahının dinamizmini oluşturur. Devleti kul olarak yaşamak, fakat efendi olarak teorileştirmek, müthiş bir yabancılaşmadır. Selim Uslu’nun Devlet ve Ben’i aslında bizim azami programımızı içerir.
Kimlik, zamanımızın moda kavramlarından. Selim Uslu hayranlığı da bir kimlik. İşte onlardan biriyim. Ve yıllardır Selim Uslu’nun başını ağrıtıyorum, yazılarını kitap halinde toplaması için. Selim’in nazlanması, bir devlet tecrübesidir.
Selim Uslu, kanımca mizahımızın doruklarından biridir. O’nu kalıcı kılan, ülkemiz mizahına getirdiği yeni üslup kadar teorisyenliğidir de. Pratikten süzülen bir teorik birikim üzerinde yükselmesi, Selim Bey’in mizahına sağlam bir gerçeklik zemini kazandırırken, okuyucuya da ayrı bir tad verir.
Selim Uslu’nun devlet deneyiminin çok yönlü olmasının bunda kuşkusuz özel bir payı var. Selim, devleti yöneten olarak değil, yönetilen olarak tanımıştır. Siyaset biliminin öncülerinden Machiavelli, topluma Hükümdar’ın maiyet erkânı içinden bakarken, Selim, devlete, toplumla yüz yüze geldiği yerden bakar. Devlet gerçeği, zaten oradan gözükür. Devletin ağırlığı başka bir konumdan hissedilemez ve taşınamaz.
Ancak Selim, devleti yazarken, Hükümdar’ın yanına geçer. Devleti gördüğü yer ile yazdığı yer arasındaki bu çelişme, Selim Uslu mizahının dinamizmini oluşturur. Devleti kul olarak yaşamak, fakat efendi olarak teorileştirmek, müthiş bir yabancılaşmadır. Selim, devletin uslu tebasının bu yabancılaşmasını, bütün ruhsal karmaşa ve toplumsal çapraşıklığıyla çözümler.
Askeriyeden polisine, bürokrasiden ideolojik aygıtına, mahkemeden hapishanesine kadar, devletin ilgisine mazhar olmak, kolay erişilir bir ayrıcalık değildir. Selim, kendisine ihsan edilmemiş ama yaşanarak kazanılmış bu ayrıcalığı iyi değerlendirmiş; devletle özel tanışmalarda edindiği bilgi ve duygularını, bir gün yazar olursam diye biriktirmiştir. Bu biriktirdiklerini cebinden çıkarıp piyasaya sunarken, kimliğini de değiştirir. Aslında buna kimlik değiştirmek değil de kılık değiştirmek dense daha doğru olur. Selim Uslu, bir kılıktır aslında. Devletin bekçiliğini yaptığı piyasada revaçta olanlar, Selimler’dir. Şöyle de denebilir: Selim Uslu, bir üniformadır. Asker ve polisin değil de, sivil yurttaşın üniforması.
Ne var ki, Selim Uslu’nun kendisi, aslında içine girdiği kılığın cepheden karşısındadır. Denebilir ki, Selim Uslu, Dördüncü Murat’ın tebdili kıyafet uygulamasını, karşıt konumdan gerçekleştirir. Dördüncü Murat, kullarının kılığına girerek kullarını denetliyordu. Selim Uslu ise, devletin istediği kılığa girerek devleti denetler. Devlete, sanki devlete aitmiş gibi gözükür. Devlet de Selim’e bütün açıklarını gösterir; O’nun karşısında adeta “striptiz yapar”, üstündekileri birer birer çıkarır.
İşte Selim’in hinliği buradadır. Hep devlet vatandaşını soyacak değil ya, bir kez olsun vatandaşı devleti soyar. Selim, bütün zekâsını kullanarak devleti tongaya düşürmüş, ondan intikamını almıştır. Machiavelli ve Nizamülmülk, devletin ensesini teorileştirebilmişlerdir. Çünkü onlar hükümdarın maiyetindeydiler; hükümdara ancak arkasından bakabilmişlerdi. Selim Uslu ise, padişaha parmak atan dalkavuğu gibi, Büyük Adam’ın en mahrem yerlerine kadar girebilmiş ve devletin içini dışını teoriye dökmüştür.
Selim, devletten “Ben” kavramını da öğrenmiştir, hem de bütün ihtişamıyla. Önce unutmadan şu notu düşelim: Selim Uslu yazılarında ben sözcüğünü küçük harfle yazarsa da, aslında sözcük büyük harfle okunur. Her neyse, Selim, kitabına “Devlet ve Ben” adını verirken, Ben kavramına Zümrüdü Anka kuşunun kanatlarını takar; Ben’imizin boyunu bosunu çizer. Ben, ancak devletle tartılabilir, o kadar ağırlıklıdır. Selim, her Ben gibi kendisini devlet kadar önemli görür. Ve bunu devlete borçludur. Çünkü eskiden kabile toplumunda yaşarken biz’dik. Devlet sayesinde hepimiz Ben olduk. Devlet olmasa, Selim de olmazdı. Selim, bu büyük gerçeği herkesten iyi bilir. Olayın diğer boyutu da şudur: Devlet, varlığını hepimizin Ben olmasına borçludur. Ben’imizi büyüttükçe devleti büyütürüz ve böylece Ben’imizi küçültürüz. Aradan devletin büyümesini çıkarırsak, Ben’imizi büyüttükçe benimizi küçültmüş oluruz. Bu fizik yasasını keşfetmek, ne Newton’a nasip olmuştur, ne de Einstein’a. Selim Uslu’nun fiziğe katkısı, bilim dünyasında “Büyüyen Ben’in küçülmesi yasası” diye anılır.
Devlet ile Ben ilişkisindeki denge ve dengesizlik, Selim Uslu mizahının ikinci büyük çelişmesi ve yabancılaşma unsurudur. Selim’in Ben’i burjuvazinin bireyci felsefesinde devletle tartılacak kadar büyüktür; gerçekte ise devletin karşısında hiç ölçüsünde küçüktür. İşte Selim, bireyci felsefenin bu büyük çelişmesiyle oynar durur. “Meğerse Ben ne kadar Benmişim” derken, bunu “devletin karşısında ne kadar hiçim” anlamında söylediğini, bir keresinde bana ifade etmişti. Bu bildirisini insanlığa, benim aracılığımla tebliğ etmiş olması doğaldır. Ne de olsa otuz yıllık arkadaşız. Selim Uslu’nun henüz tarihe geçmemiş olan bu sözünü buraya yazarken, kendimin de tarihe geçtiğinin farkındayım.
Mizahın işlevi nedir? Genellikle mizahın yalnız güldürmediği aynı zamanda düşündürdüğü belirtilir. Selim Uslu’da mizahın üçüncü bir boyutu vardır: Dayanmak ve giderek tuzak kurmak. Selim, okuyucusuna dayanma gücü verir. Devlete dayanabilmek için, yanlış anlaşılmasın yaslanabilmek değil direnebilmek için, devletin zayıflığını bütün çıplaklığıyla görmek gerekir; devletin yalnız geçmişini değil, varacağı yeri bilmek gerekir. Devletin gizli dosyalarında Selim’in “Marksist-Leninist ve hatta Maoist” olduğu yazılıdır. Selim, bu sayede devletin yalnız şeceresini değil, mezar taşını da okumuştur.
Bunu yazın bir kenara göreceksiniz, Selim, Sezar’ı, Cumhuriyetsin temsilcisi Brütüs gibi hançerleyecektir. Roma imparatorunun yanından baktığınız zaman, bu eylem tarihin en ünlü “hainliği”dir. Cumhuriyet’in yanından baktığınız zaman, Brütüs büyük kahramandır.
Selim, aslında Brütüs’tür. Sezar’a güven vererek en yakınına sokulmuştur. Sezar’a ihanetin pususunda o fırsat anını kollamakta ve hazırlamaktadır (Bu okuyucuyla aramızda kalsın, Sezar’a bildirmezsiniz herhalde. Yoksa Selim’i güç duruma düşürürüz). Dahası Selim Uslu, ihanetine okuyucuyu da ortak eder. Okuyucuyu yavaş yavaş işlediği suçun failleri arasına çeker.
Selim Uslu, “Devlete karşı cürümler” faslındaki suçlan işleyen her zeki yurttaş gibi, asıl adını gizliyor, kod adı kullanıyor. Bu kod adı, ismiyle de soyismiyle de, tersinden okuduğunuz zaman, aslında Selim Uslu’yu devlete ihbar eder. Devlet, Selim Uslu bile olsa, vatandaşından daima kuşkulanır. Bu Selim Uslu, yoksa şu Asî Uslanmaz’ın kod adı olmasın? Selim, devlete karşı büyük bir komplonun içine girince, kendimi gizleyeyim derken, aşırı gizlemiştir.
Niyetini başaşağı çevirerek kodlamak, Selim Uslu’ya bizzat Büyük Adam’ın öğrettiği bir devlet geleneğidir. İlk kralların, yani ilk devletin aynı zamanda tanrı olması boşuna değildir. Devlet ve tanrı, kullarının “koruyucusu” olduklarını söyleyerek yola birlikte çıkmışlardır. Korur, bağışlar, dirlik ve düzen verir, besler, eğitir. Babadır o, iyilik adına aklınıza ne gelirse, devlet odur. Kitabelerden tutun 1980’lerin Büyük Adamı’nın nutuklarına kadar, her yerde devlet, tebaasını binlerce yıldır okşamaktadır. İşte Selim Uslu, açıklığı ve dürüstlüğü bizzat devlet büyüklerinden öğrenmiştir.
Devletin ideolojisi, nasıl ancak başaşağı çevrilerek okunabilirse, Selim Uslu’nun yazıları da, aşağıdan yukarı doğru okunabilir; yani şifrelidir. Hayırlı devletler ve hayırlı okumalar…
Dört kitabın sonucu: Hasan Yalçın nasıl birikiyor?
Hasan Yalçın nasıl birikiyor, Hasan Yalçın olması için. Öncü partilerde görev alacaksınız. Her şeyinizi vatanınıza vereceksiniz. O halk hareketinin tecrübeleri içinde halhamur olacaksınız. Sizi vuracaklar, sizi kıracaklar. Vuruldukça sağlamlaşacaksınız, kırıldıkça çelikleşeceksiniz. Hasan Yalçın olmak kolay değil.
Ey insanlar, ey kardeşler… Hasan Yalçın için bir cenaze yürüyüşü yapmadık. Hükümet yürüyüşü yaptık. Türkiyemiz zor durumdadır. Milletimiz, emekçilerimiz güçlükler içindedir. Hasan Yalçın’ın en ön safında yer aldığı milli hükümet için yürüyüşümüze devam ediyoruz. Bu yürüyüş, yine o yürüyüştür. Ölümüzü toprağa gömeceğiz. Hasan Yalçın’ın boşta kalan enerjisini, bir zerresini bile ziyan etmeden toplayacağız. Büyük birikimini, büyük zekâsını, büyük bilgisini toplayacağız.
Hasan Yalçın gibi dik duracaksınız, Hasan Yalçın gibi zorluklardan korkmayacaksınız. Milletimize aydınlar olarak, devrimciler olarak, borçlu olduğumuz görevlerimizi Hasan Yalçın gibi yapacağız.
Müstesna bir adam. Başka sözcük bulamadım. Hasan Yalçın, son elli yılın Türkiye emekçi hareketinin, bilimsel sosyalist hareketinin, Türkiye aydın hareketinin ve toplam olarak Türkiye halk hareketinin müstesna önderlerinden biriydi. Zekâsıyla müstesna, zerafeti, inceliğiyle müstesna. Bir kere daha gelmez.
Onun bir kere daha geri gelmesi için tarihi geri yürüteceksiniz. 58 yıl öncesi, Toros Dağları’nın eteklerine döneceksiniz. Orada bir Ayşe Yalçın olacak. Bir Mustafa Yalçın olacak, babası. O çocuk doğacak. Çıplak ayağıyla okula gidecek. Okul kütüphanesinde Balzac, Gorki, Gogol… onları bulacak okuyacak. Namık Kemal’leri okuyacak, Tevfik Fikret’leri okuyacak. Gidecek Teknik Üniversite’ye. 1960’ların antiemperyalist mücadeleleri olacak. Özel okulları protesto yürüyüşleri olacak, en önünde yürüyeceksiniz. 6. filoları denize dökeceklerin yine en önünde olacaksınız. Hasan Yalçın nasıl birikiyor, Hasan Yalçın olması için. Öncü partilerde görev alacaksınız. Her şeyinizi vatanınıza vereceksiniz. O halk hareketinin tecrübeleri içinde halhamur olacaksınız. Sizi vuracaklar, sizi kıracaklar. Vuruldukça sağlamlaşacaksınız, kırıldıkça çelikleşeceksiniz. Hasan Yalçın olmak kolay değil, O’nu yaratan etkenler, O’nu yaratan ortam, halk hareketi, Türkiye’nin devrimci birikimi, Türkiye’nin büyük tarihi. Ancak, Hititler, Frigya, Lidya, Bizans, Selçuklu, Osmanlı, Cumhuriyet Devrimi’nden gelen, öyle bir tarih içinde Hasan Yalçınlar çıkar. Ve herkes o tarih içinde, o hareketin içinde Hasan Yalçın olmuyor. İşte, o müstesna adam, orda çıkıyor. O birikimlerle beslenen müstesna adam, büyük zekâ.
Şimdi o büyük zekâyı hepimizin toplam zekâsıyla yaratacağız, zekâlarımızı toplayacağız. Bakın ne diyordu son yazılarında, saatleri hesaplıyordu. Size altı saat bırakıyordu. 18 saat çalışacaksınız diyordu. 18 saat çalıştı, saatler durdu.
Değerli Arkadaşlar! Hasan Yalçınları yetiştirdi o zalimler, sağ olsunlar, vurdular, kırdılar, Hasan Yalçınları yetiştirdiler, dövüle dövüle, vurula vurula yetişti o Hasan Yalçınlar. Şimdi Türkiye, o Hasan Yalçınların hükümet olacağı günlere gelmiştir. Bu cenaze namazına katılanlar, bu cenaze yürüyüşünde var olanlar, yarınların hükümet sahipleridir.
Bakınız, bu yürüyüşte o Kocatepe Camii’nin avlusunda bir tane hortumcu var mıydı? Bir tane alçak, bir tane şerefsiz var mıydı? Süzülmüş ahlak birikimi, devrimci birikimi, emek birikimi, hortumcunun üzerine yürüyenler oradaydı. Kim Türkiye’yi yağmalayanların, soyanların, kim casusların, acentelerin üzerine yürüdü, oradaydı.
İşte şimdi işler değişmiştir. Değişmiştir, rüzgâr milletten yana esmektedir. Millî bir döneme girdi Türkiye. Hasan Yalçın’ı toprağa bıraktığımız bugün, 30 Ağustos günü. O’nu bir zafer gününde, 30 Ağustos günü yolluyoruz. Zaferler yakışırdı O’na. Zaferler yakışırdı benim canım kardeşime.