Özgür Bursalı, Öncü Gençlik Genel Başkanı
Lise yıllarında, felsefe dersindeyiz. Öğretmenimiz tahtaya, yan yana iki şiir yazdı. Bir tanesinin altına “Bir Şizofren,” diğer şiirinin altına ise Edip Cansever imzasını koydu. Sonra bize dönüp tahtadaki iki ayrı dörtlüğü okumamızı söyledi. Bir süre sonra, hangi şiiri beğendiğimizi oylamaya sundu. Sınıfın ezici çoğunluğu Edip Cansever imzalı şiiri beğenirken, şiire meraklı ben ve birkaç arkadaşım, “Bir Şizofren’in” şiirini beğenmiştik. Oylamanın ardından, öğretmenimiz aslında durumun yazdığından farklı olduğunu, imzaları yer değiştirdiğini, şizofren kişiye ait olan şiirin Cansever’e, Cansever’e ait olduğunu yazdığı şiirin de şizofren kişiye ait olduğunu söyledi.
Sn. İbrahim Kalın’ın attığı tivit sonrası tartışmaları görünce, birden bu lise anısı gözümde canlandı. Tüm güzelliğine rağmen “Şizofren’in” imzası tercih edilememişti. İki dörtlük arasındaki nitelik açısından da bir uçurum vardı. Öğretmenimizin yöntemi, sınıfımızın konuya yaklaşım biçimi, beğeni ölçüleri, muhakeme yetenekleri, ezberci ve şabloncu tutumuyla ilgili hepimizde çarpıcı bir etki uyandırmıştı. Bugün de kurulan cümlenin içeriğini tartışmadan, pratik bağlantılarını gözetmeden, öznel, dogmatik, kafalara kazınan köklü şemalarla açıklamayı değerlendiren köşe yazarlarımız, şairlerimiz, aydınlarımız bana lise yıllarındaki sınıfımızın halini hatırlattı.
Oysa, tartışmanın da merkezine oturan, Kalın’ı da hararetle eleştiren aydınlarımızın hassasiyetle üzerinde durdukları Aydınlanma’nın anahtar cümlesi “sapere aude,” yani “düşünmeye cesaret et” değil miydi? Türk aydınının, motivasyonunu, varoluşunu, iddialarını, bilimsel ölçütleri ve pratiği rafa kaldırarak, salt bir “karşıtlık üretme” biçimine indirgemesi de bugün sık görülen köklü bir sorun.
HİKAYENİN ‘SUFLÖRLERİ’
Sn. İbrahim Kalın’ın yüz elli yıl diye çerçevelediği, ancak TV programında, iki yüz yıla kadar da uzatılabilir dediği süreç, her açıdan dikkatle incelenmelidir. Siyasal tarihimiz açısından bir kırılma süreci olan Tanzimat, 1838 İngiliz Ticaret Sözleşmesi’yle başlar, 1876’da Birinci Meşrutiyet’e çarparak sendeler. Ancak Tanzimat’a karşı bu direniş çok kısa sürer, 1877 Rus Savaşı bahane edilir, Kanuni Esasi rafa kaldırılır ve Tanzimat sürecine yeniden dönülür. Bu süreç, dış ticaret çağındaki kapitalist devletlerin, Osmanlı’yı sömürgeleştirme, toplumu da “Batılılaştırma” ya da “modernleştirme” sürecidir. Sn. Serhan Bolluk’un da hatırlattığı üzere Sadri’lerin “Von Sadriştayn” olduğu bunalımdır. Yine Rakım Efendilerin karşısında Felatun Beylerin keyif sürdüğü, alafrangalığın, çürümenin, Batılılaşma zehrinin toplumu tahrip ettiği yıllardır. Bugün kavram olarak “modernite” de Tanzimat’la birlikte lügatimize girdi ve Batıcı aydının bayrağı haline geldi.
İşte bu iklimde Tanzimat’ın Fuat Paşa’sı, Fransız Elçisine, “Bize suflörlük ediniz, fakat sahneyi ve rollerin icrasını bize bırakınız” diyordu. Aslında Fuat Paşa, bize dayatılan masalın gönüllü figüranı olmuştu. Bu açıdan görevimiz yalnızca masalları ayırt etmek değil, yazarlarını, anlatıcılarını veya suflörlerini saptamaktır.
MASALLARIN HESAPLAŞMASI
Tanzimat 1908’de son bulsa da siyasal tarihimizdeki, kültürümüzdeki, toplumdaki ve aydınımızdaki çeşitli etkileri, günümüze dek sürmüştür. Hatta Atatürk dönemi sonrası Küçük Amerika sürecinden 2014’e kadar kendisine geniş bir yaşam sahası bulmuştur.
Bu bakımdan yüz elli, iki yüz yıl, yalnızca devrimci atılımların olduğu, kesintisiz milli bir zaman dilimi değildir. Bu iki konunun birbirine özellikle karıştırıldığı gözüküyor. Batılılaşma, modernleşme masallarıyla, milli bağımsızlık, çağdaşlaşma ve özellikle bugün, 2014 sonrası yeni dünyada onurlu yerimizi alma hikayemiz karşı karşıyadır. Birinci Meşrutiyet, 1908 Devrimi, Cumhuriyet Devrimi, hikayemizin esasıdır. Sn. İbrahim Kalın, TV programında bütün bu atılımların özneleri olan “Namık Kemalleri, İttihat Terakkicileri, Ziya Gökalpleri, Mehmet Akifleri, Mustafa Kemalleri” milletimizi birleştiren, bu topraklara yönelik “meydan okumalara yanıt veren” tarihsel kişilikler olarak saymıştır. Yine Sn. Kalın, yöntemlerinin farklı olmasının altını çizerek, o dönem farklı siyasal öznelerin de devleti kurtarma gayesiyle hareket ettiğini vurgulamaktadır.
ATATÜRK TAVRI PAYLAŞILIYOR
Sn. İbrahim Kalın, TV programında, tartışmalara da yanıt olacak şekilde “Milli Mücadele, bu bahsettiğim Avrupamerkezciliğe ve oryantalizme karşı itirazın en somutlaşmış mücadelelerinden birisidir. Modern dönemin en büyük, en güçlü antiemperyalist hareketidir. Türk milleti burada bir büyük destan, bir büyük hikaye yazdı. Ben diyorum ki bizim büyük hikayemizin özünde bu itiraz var, bu direniş var. Bugün bu ruhu Türkiye tekrar kuşanmak zorunda ve ben tekrar kuşandığını düşünüyorum.” cümleleriyle devam etti. Aslında bu Batılılaşma eleştirisi ve kendi hikayemizi yazma iradesinin kökleri, tarihimizde çok açık. Bu köklere indiğimiz zaman, Sn. Kalın’ın, Atatürk Devrimini hedef almak bir yana, Atatürk’ün Batılılaşmaya karşı geliştirdiği devrimci bağımsızlıkçı tavrı paylaştığını söyleyebiliriz.
MİLLİ MÜCADELE HİKAYESİNİN ÖZÜ
Bu tartışma, aslında siyasal mevzilenmeyi dünya koşulları içerisinde nereye kuracağımızın tartışmasıdır. Hikayemizin özü ve kökleri Asya’dadır. Asya’da mevzilenmek, coğrafya vurgusunun çok ötesinde anlamlar taşıyor. Bugün Sn. Kalın’ın da, Türk devletinin de yer aldığı bu mevzi, Milli Mücadele’nin has mevziisidir. 2 Şubat 1920 sayılı Hakimiyeti Milliye Gazetesi’nde, “Asya Tehlikesi” isimli yazıya göz atalım: “Asıl mesele Asya’da milliyet ve istiklal hırsıdır. Avrupa, asırlardan beri Asya çöllerinin hayat kabiliyetini unutmuştu. Şimdi birdenbire pençesinin altında kımıldanmaya bu avını ne yapmak lazım geleceğine tereddüt ediyor.(…) İşte tehlike! (…) Kafkas üzerinden Anadolu’ya, Bulgaristan’dan Fransya’ya, Mısır’dan bütün Afrika sahillerini takip ederek Septe Boğazı’na, Türkistan’dan bütün Himalaya dağlarına tırmanarak, Hindistan’a doğru uzanan bir cereyan, bir isyan var. Ve bu Asya’dan geliyor. (…) Halbuki Asya, bu kuru ve miskin kıta, düne kadar ne güzel, ne itaatkar, kurbanlık bir koyun gibi ne kolay sindiriliyor idi…” Milli mücadelenin hikayesi bu satırlarda ortaya bir kimlik beyanı koyuyor.
Sn. Kalın’ın TV programında, “Bize modernleşme adı altında dayatılan hikayenin içinde beyaz olmayan adam yok. Siz yoksunuz, ben yokum, Çin medeniyeti, Hint medeniyeti, Afrika medeniyeti, Latin Amerika, hatta Rusya yok.” cümlesindeki itirazın kökü, paylaşılan bu siyasal mevziidedir. Bugün Milli Mücadele pratiğini verenler, yine o milli mücadelenin büyük tarihine ve ufkuna sarılmaktadır.
KEŞFETTİKÇE PAYLAŞILAN HİKAYE
Atatürk Devrimi, Batılılaşma ile çağdaşlaşma arasındaki farkı çok kalın çizgilerle ayırmıştı. “Muasır medeniyetler seviyesine ulaşma” hedefi, Brüksel’e, Kopenhag’a ulaşma, ya da AB kapılarında “Batılılaşma” hedefi değildi. Tersine, “Hayatta en hakiki mürşit bilimdir” perspektifi, “ilim Çin’de dahi olsa gidip alınız” felsefesinin Kemalist Devrim’deki yansımasıdır. Kemalist Devrim, tüm dünyanın uygarlık birikimini kucaklayan bir ufukla yeni devleti ve toplumu inşa etmiştir. Atatürk, Amerikalı bir gazetecinin “Türkiye’nin hangi bakımdan Amerikanlaşmasının düşünüldüğünü” sorusuna, “Türkiye bir maymun değildir, ve hiçbir milleti taklit etmeyecektir. Türkiye Ne Amerikanlaşacak ne Batılılaşacaktır. O sadece özleşecektir.” İşte keşfettikçe paylaşılan hikayemizin özü budur.
Bugün zorlu koşullarda üretim çarkını fedakârca döndüren emekçilerimiz, üreticilerimiz; Doğu Akdeniz’de mavi vatanı koruyan Oruç Reis’lerimizde, fırkateynlerimizde, Suriye’nin kuzeyindeki tanklarımızda emperyalizme karşı vatan nöbeti tutan kahraman Mehmetçiklerimiz, bizim şanlı hikayemizi, destanlarımızı yaratan en canlı öznelerimizdir.
oncugenclik.org.tr