Antik çağdan günümüze eşcinsellik ve toplum
Orta Asya toplumlarındaki gözlemlerini anlatan gezginler, göreli eşitlikçi kabile toplumunda eşcinselliğe rastlamadıklarını belirtirler. Değerli mitoloji uzmanı Arif Acaoğlu’nun belirttiği üzere fahişelik, eşcinsel ilişkiler vb. eski Türkler arasında kıyamet belirtisi olarak kabul ediliyordu. Eşitlikçi kabile toplumunun hayatlarını yansıtan Türk efsanelerinde eşcinsel ilişkilerin izleriyle karşılaşmış değiliz.
Sınıflara bölünmemiş toplumda, cinsler arasında da eşitlik geçerlidir. Sınıfsal ve cinsel eşitliğin bozulmaya başladığı dönemin toplumunu yansıtan Dede Korkut Hikâyeleri, bir yandan arkada kalan kabile eşitliğini, öte yandan filizlenen farklılaşmaları yansıtır. Bamsı Beyrek ile Banû Çiçek arasındaki aşk, eşitler arası bir cinsel iletişimin izlerini taşır. Birbirleriyle güreş tutarlar. Bamsı Beyrek, ancak Banû Çiçek’in sırtını yere vurduğu zaman gönlünü de fetheder.
Bu olgu, Orta Asya Türk toplumlarına özgü değil. Meta ekonomisinin pek gelişmediği, sınıflara ayrışmanın derinleşmediği bütün toplumlarda, eşcinsel ilişkiler ya görülmüyor ya da çok seyrek görülüyor.
SINIFLI TOPLUMDA
Peki, eşcinsel ilişkiler hangi toplumlarda ve hangi sınıfların kültüründe yaygınlaşmakta ve kurumlaşmaktadır?
- Eski Çin, Sümer ve Hititlerin göreli gelişmiş meta ekonomileri temelinde feodal hâkim sınıf içinde
- Eski Yunan toplumunda köle sahibi soylu sınıf içinde
- Köleci Roma toplumunda soylu sınıfı içinde ve zengin konaklarında
- Bizans, İran, Emevi, Abbasi, Osmanlı sarayında
- Japonya’da samuray denen savaş ağaları zümresinde
ÇİN, MEZOPOTAMYA, İRAN VE ANADOLU’NUN SINIFLI TOPLUMUNDA
Hitit, Sümer ve Asur aristokrasisi eşcinsel ilişkiyi dinsel törenle kutsardı. Tapınaklarda erkek fahişelerle cinsel ilişkiye girmek Tanrılara gösterilen saygının ifadesiydi. Babil soylularının Gılgamış Destanı, Kral Gılgamış ile şövalyesi Enkidu arasındaki yakın ilişkiyi anlatır.
Sümer ve Babil kökenli tek tanrılı dinler, her ne kadar eşcinsel ilişkiyi yasaklasalar da cennete gidecek olanlara huriler yanında gılmanları, yani genç erkekleri vaat ediyorlar. Tevrat’ta Davut Peygamber, çok sevdiği Yonatan’ı savaşta kaybedince duygusal ilişkisini şöyle açıklar:
“Sen benim için çok tatlı idin;
Senin sevgin benim için şaşılacak şeydi,
Kadının sevgisinden ziyade idi.”
KÖLECİ YUNAN TOPLUMUNDA
Eski sınıflı toplumda eşcinselliğin ortaya çıkması ve hâkim kültürle meşrulaşmasında, eski Yunan ve Roma toplumları bir model oluşturuyor. Eşcinsellik, eski çağın bütün hâkim sınıf kültürlerinde vardı. Ancak hiçbir toplumun kültürü, eşcinselliği eski Yunan ve Roma uygarlıklarındaki kadar kurumlaştırmadı.
Yunanistan ve Roma’da özellikle deniz ticareti o denli gelişti ki emekçiyi de meta haline getirdi ve köleci uygarlığın temelini yarattı. Kölelik, kuşkusuz Çin’de, Hint’te, Mezopotamya ve Mısır’da da vardı. Ancak, bu uygarlıklarda üretim esas olarak köle emeğine dayanmıyordu. Buralarda köle emeği de oldukça yaygın kullanılmakla beraber emekçiler çoğunlukla köle değil, fakat kuldu; başka deyişle feodal bağımlılık içindeydiler. Meta ekonomisinin gelişmesiyle birlikte, emekçinin alınır satılır meta yani köle haline gelmesi, cinsler arasındaki eşitsizliği de olağanüstü derinleştirmiştir.
Eşcinselliğin bugün propagandasını yapanlar, Eski Yunan filozofları Sokrates, Platon ve Aristotales’in kendi cinsleriyle ilişkiye girdiklerini yineliyorlar. Doğrudur, her üçünün hayatı da eski Yunan aristokrasisinin ancak erkeğe âşık olunabileceği yargısını doğruluyordu. Köleci kültüre göre, kadın evlenmek genç erkek ise âşık olmak içindi.
Platon’un ideal Devlet’inde kölelere yer yoktur. Kölelerin vatandaş statüsü dışında kalması tartışmasız bir olgudur. Köle maldır, hayvanlar gibi alınır satılır, hatta efendisi onu öldürebilir. Platon’un ideal Devlet’inde kadın da dışlanmıştır, kölenin konumunu paylaşır, siyasal bir varlık olarak görülmez. Çünkü kadın da bir üretim aracıdır, insan üretiminde kullanılır. Soylular sınıfı, maddi üretimde köle emeğini, insan üretiminde kadın emeğini kullanmaktadır.
Kadına yer verilmeyen Platon’un Devlet’i erkeklerin devletidir. Bu durumda cinsel aşkın da erkek erkeğe olması, sistemin felsefesine yerleşmiştir. Bu felsefe, köleci ekonomi politik üzerinde yükseliyordu.
Sistemin efendisi olan köleci soylular, kendi hayatlarını meşrulaştıran ideolojiyi de filozofları aracılığıyla üretmişlerdir. Platon, Devlet adlı eserinde kutsal aşkın ancak erkekler arasında olacağını savunur. Çünkü kadın, aşık olunamayacak kadar aşağıdadır. Sistem, eşcinsel ilişkiyi ”devlet büyüğü” olmanın şartı olarak kabul etmektedir. Aristophanes şöyle der: ”Yalnızca beden ve ruhuyla kendini erkeklerin aşkına veren genç delikanlılar ileride devlet büyükleri olabilirler.”
Kadınsız toplumsal ortamda ve kültürde, aşk da kadınla değil fakat erkekledir. Evlilik göreneklerinden anlaşılacağı üzere Yunanlarda kadına yönelik bir tutku yoktu. Yunan erkeğine göre, kadın yararlıydı ama aşk ortağı olamazdı. Evlilik, duygulara dayanan bir birleşme değildi.
Aynı Yunan toplumu, kölecilik öncesi dönemde, eşcinsel ilişkileri yaşamıyordu. Eşcinsellik, sınıflara bölünmenin derinleşmesi ve köle emeğinin sömürüsüne dayanan sistemle birlikte ortaya çıktı. Nitekim yeryüzündeki efendilerin düşünsel planda Olimpos Dağı’nın tepesine taşınmasıyla yaratılan Yunan tanrıları da eşcinsel ilişkilerde bulunurlar. Efendi-kul ilişkisinin doğuşu ile tanrıların doğuşu ve eşcinselliğin doğuşu aynı dönemde oluyor. Ancak eşcinselliğin köleci soylular içinde yaygınlaşması, sistemin çöküş dönemine rastlamaktadır.
KÖLECİ ROMA’DA
Köleci sistem, kadının cinsel köleliği yanında erkeğin cinsel köleliğini, yani oğlancılığını da doğuruyor. Eşcinsellik Roma’da imparator saraylarının ve zengin konakların kültürüdür. Zenginler, küçük çocuklardan oluşan harem kuruyorlardı. Roma ozanları, eşcinsel ilişkiler yaşıyor ve erkek sevgililerinin isimlerini eserlerinde belirtiyorlardı. Sezar’dan dönemin belgelerinde, “Kleopatra’nın kocası ve bütün Romalıların karısı” diye söz ediliyordu.
Roma İmparatorluğu çöküşe gittikçe, imparatorların cinsel hayatları da ”renklenir”. MS 47 yılında tahta çıkan Caligula, kızkardeşinin ırzına geçer, diğer üç kızkardeşini ise fahişe yapar. Kızkardeşi Agrippina ‘yı metres tutar. Bu Agrippina’nın oğlu daha sonra imparator olacaktır: Hepimizin tanıdığı Neron. Roma’yı ateşe veren Neron, kendisine koca olarak kölesini seçmiştir.
ORTADOĞU’NUN KULLUK SİSTEMİNDE
Sınıfsal ve ideolojik kökenli eşcinselliği Ortadoğu’nun kulluk sistemlerinde de görüyoruz. Oğlancılık, İslamiyet’in yasaklarına rağmen Emevi, Abbasi, Osmanlı sarayının mutluluk kaynağıdır. Abbasi Sultanı Harun Reşit ile veziri Cafer Bermeki arasındaki aşk Gecenin Veziri romanında anlatılır. Gazne devletinin kurucusu Sultan Mahmut ile erkek sevgilisi Ayaz arasındaki ilişkiler Divan şiirinde işlenir. Osmanlı divan şairleri, en muhteşem gazellerini erkekler için yazmışlardır. Osmanlı hâkim sınıfını eşcinsellikten kurtaran, 19. yüzyılda başlayan demokratik devrim olmuştur.
Özetlersek;
- Eşcinsellik, meta ekonomisinin gelişmesi sonucu insanın da alınır satılır mal haline geldiği köleci ve feodal toplumlarda görülüyor.
- Sınıflı toplumda eşcinsel ilişkilere girenler, köle sahibi veya feodal soylular sınıfıdır. Genç köleler ise onların malı olduğu için bu ilişkilere mecbur bırakılmaktadır.
Antik çağdan günümüze eşcinsellik ve toplum-2: Cinsler arası eşitsizlik ve eşcinsellik
Bir ilkçağ ve ortaçağ özeti çıkaralım: Eşcinsel kültür, aşırı sınıflaşma temelinde yükselmiştir; sarayların ve zenginlerin hayatında görülür, köle ve kul sistemlerinin ürünüdür. Bu sistemler, kadını meta haline getirirken, insan statüsünü bir tek erkeğe bırakmıştır. Cinsel aşk ise, insanlar arasında olacağına göre, erkekler arasındadır.
Birtakım feministlerin, eşcinselliği bir özgürlük gibi yansıtması tarihin acı bir cilvesi oluyor. Bu cinsel tercih özgürlüğünün tarihsel dayanakları ise eski Yunan, Roma, Avrupa ve İslam ortaçağından getiriliyor. Böylece özgürlükçüler, sınıfsal ve cinsel eşitsizliğin en aşırı örneklerini temsil eden sistemlerle yan yana gelmiş oluyorlar. Bu da doğaldır. Çünkü toplumsal ve kültürel eşcinsellik, cinsler arası eşitsizliğin, kadının aşağılanmasının ve köleleştirilmesinin ürünüdür.
Annales Okulu’nun önde gelen tarihçilerinden Georges Duby, sınıfsal eşitsizlik ile eşcinsellik arasındaki bağı, tarihsel verilere dayanarak gösterir. Ortaçağ Avrupa’sında, hem kilisenin hem de feodal hâkim sınıfın ideolojisi, erkeğin kendi karısına aşık olmasını kınamaktadır. Ortaçağda evlilik, serveti ve veraseti düzenlemek ve cinselliği kontrol etmek için örgütlenen aşksız bir kurumdur. Kadınlar toplumsal hiyerarşinin o kadar altındadır ki onlara âşık olunamaz. “Feodal toplumda şövalye, kadınlara âşık olmayacak kadar erkektir.” *
KADIN ZİHİNSEL ÜRETİMİN DIŞINDA TUTULUNCA
Platon’un ideal Devlet’inde kadına yer olmadığını belirtmiştik. Aşağı cins olan kadın, kutsal Devlet örgütlenmesine giremez. Kadın yalnız Devlet’in mi dışındadır? Zihinsel faaliyetin, sanatın, hâkim sınıfların ayrıcalığı olan her faaliyetin dışındadır.
Eski Yunan’da şu anda hatırınıza gelen kadın filozof var mı?
Belleğinizdeki kadın Romalı şairleri sayar mısınız?
Gerçi son zamanlarda “kadın filozoflar” gibi başlıklarla bazı kitaplar yayımlanıyor. O kadın filozoflar ancak tarihin derinliklerinde, köşe bucak araştırılarak keşfediliyor. Adları, belli başlı felsefe tarihlerinde geçmiyor. Erkek egemen kültür nedeniyle kadın filozofların görmezden gelindiği türünden görüşler geçerli değildir. Kadının, eski toplumlarda felsefe ve bilim hayatının dışında tutulması, kadının kendi kusuru değil; köle ve kulluk sisteminin gerçeğidir. Bu olgu, kadın adına yapılan zorlamalarla değiştirilemez.
İlk ve ortaçağ toplumlarında çobandan veya demirciden filozof ve bilim adamı olamayacağı gibi kadın filozof ve bilim adamı da olamazdı. Çünkü kadın, zihinsel ve politik faaliyetin dışında bırakılmıştı. Kölelik ve kulluk sistemlerinin ideolojisini inşa edenler arasında kadın bulunamazdı. Çünkü kadının kendisi kul ve köle statüsünde idi. Kadın zihinsel yaratıcılığın dışına sürülmüştü. Bu durumda kadınla derin duygusal iletişim de olanaksız kılınmıştı. Kadının bilim ve düşün hayatına girerken aynı zamanda entelektüel erkeğin aşk hayatına da girmesi demokratik devrimlerle oldu.
Zihinsel ve duygusal derinliği olmayan kadınla ancak insan soyunu üretmek için ilişki kurulur. Aşk ise yalnız insan türünü üretme eylemi değildir; zihinsel ve duygusal boyutları olan bir ilişkidir. Bu durumda Platon ne yapsın? Kadını niçin Devlet’ine alsın? Kadınla hangi derin cinsel arkadaşlığı tadabilir ki? Platon’un Devlet’inde ”kutsal aşkın erkekler arasında olması”, kadının zihinsel faaliyet alanının dışına atılmasının olağan bir sonucudur. Duygusal ilişki, erkekle olmaktadır. Eski Yunan’da erkekle duygusallık boyutu olmayan ilişkiye “pis oğlancılık” denmektedir. Oğlancılığın ”hası” duygusal oluyor.
”Kutsal aşklar”, köleci ve feodal soylular sınıfı içinde erkekler arasında yaşanıyor. Büyük İskender’in büyük aşkı, filozof Aristotales’tir. Mevlana, Şemsi Tebrizi ve Hüsamettin Çelebi’ye büyük bir tutkuyla bağlıdır. Anadolu’da “davul dengi dengine” denir. Cinsel aşk, eşitler arasında derindir; denkler arasında derindir. Kölelik ve kulluk toplumlarının filozofları, düşünürleri, şairleri, kadınlar arasında kendi denklerini bulamayacakları için, derin zihinsel ve duygusal beraberliklerini kendileri gibi entelektüel erkeklerde aramışlardır.
Peki, soyluların kadınları ne yaptılar? Erkeğin erkeğe yöneldiği toplumlarda, aşağılanmış ve gururunu yitirmiş olan kadın, aşkı kendi eşitinde aramıştır. Lezbiyenlik bir bakıma bir aşağılanmanın ve hüznün paylaşılmasıdır. Eski Yunan’dan bugünlere kadar gelen tek önemli kadın şair Sappho erkekler için aşk şiiri yazmamıştır. Sappho, İsa’dan 612 yıl önce aristokrat bir ailenin kızı olarak Lesbos adasında doğdu. Kadınlar arasında eşcinsellik de hâkim sınıf içindeydi.
Sparta’da da kadınlar arasında cinsel ilişkilerin varlığına değinilmektedir. Ancak araştırmacılar, Atina kadınının durumunun Sparta ve Lesbos’tan farklı olduğunu belirtiyorlar. Köleci sistemin doruğundaki Atina kadını, kendi cinsinden bile saygı görmüyordu ve bir kadın atmosferinde eğitilmiyordu. Atinalı kadın yalnızca erkeklerden değil, yalnızca kendi kocasından değil, kadınlardan da soyutlanmış olarak yaşıyordu. Evin içine kapatılmıştı ve aile bireyleri dışındaki kadınlarla teması yoktu. Buna karşılık, Atinalı kadın fahişeler, kendi aralarında eşcinsel ilişkilere girebiliyordu. Atina’da lezbiyenlik ancak fahişelerin ayrıcalığı oluyordu.**
Erkek ve kadının birbirinden koparıldığı, kadının eve hapsedildiği her toplumda, yalnız erkekler değil kadınlar da eşcinselliğe itilmiştir. Oğlancılık ve sevicilik, aynı toplumsal ilişkilerin ürünüdür; bir madalyonun iki yüzüdür.
Erkek ve kadın, zihinsel ve duygusal derinliği olan beraberliği, sınıfsal karşıtlıklar yüzünden karşı cinsle kuramayınca bu kez, kendi cinsini tersine çevirmeye zorlanmaktadır. Toplumsal sistem ve ideoloji, erkek ve kadın biyolojisini zorluyor.
*George Durby, Erkek Ortaçağ, çev. Mehmet Ali Kılıçbay, Ayrıntı Yayınları
**Pomeroy, s.80, 82 vd; Attila İlhan, Hangi Seks, s.27
Antik çağdan günümüze eşcinsellik ve toplum-3: Çürüyen kapitalizm ve eşcinsellik
Kapitalizmde üretim, kullanım için değil kar içindir. Kapitalist üretim maddi manevi her şeyi metalaştırmış, kar hırsının nesnesi haline getirmiştir. Kapitalizmin belirleyici özelliği insanın işgücünün de metalaşmasıdır. Bütün tarih göstermektedir ki, toplumsal emeğin düzenlenmesi, insanın cinsel davranışlarını doğrudan doğruya etkiliyor. Gelişmiş kapitalizm, işbölümü ve uzmanlaşmada öyle sonuçlar doğurmuştur ki bireysel yetenek ve eğilimlerin tek yönlü gelişmesine ve aşk ilişkilerinin toptan yozlaşmasına neden olmuştur. İşbölümünden kaynaklanan yozlaşma, nasıl baskıcı hayat tarzıyla bağlantılıysa erotik yozlaşma da baskıcı hayat tarzının hem sonucu hem nedenidir.
Gelişmiş kapitalist toplumlarda cinsiyet ve cinsel erotizm aşırı bir yer kazanmış, bu işin ticareti tükenmez bir kazanç kaynağı olmuştur. Kapitalizm, kadını işportaya düşürdüğü gibi bütün işporta mallarını da kadın cinselliğine boyayarak satmaktadır. Mendil gibi cinselliği de kullan at. Aşk, kadın, cinsellik her şey piyasada yerini buluyor. Bir cinsel budala imal ediliyor. İnsana yabancılaşma, sevgiye yabancılaşma korkunç bir manevi yıkım getiriyor. Cinsel aşk, bir cinsel koşullanmaya dönüşüyor.
Bazı Batı ülkelerinde kadının cinsel organını çağrıştıran kül tablalarının pazarlandığını 1990 öncesi reklamlarından öğrenmiştik. Sistem, kadının cinsel organını içinde sigara söndürülen kül tablasına çevirmiştir. İzmariti bastıran parmak ise, öncelikle kendi bilincinden ve insanlığından yoksun kalıyor ve kendisine yabancılaşıyor.
GÜNÜMÜZÜN ROMASI
Bu çürüme, kendi uydurduğu yalanların içine kapanmıştır ve kazanç kaynağı olarak da gene kendisinin icat ettiği sıkıntıları, tutkuları ve sinir bozukluklarını sömürmektedir. Bu sistemde sapkınlıkların normal cinsel hayata zorla sokulması ve bir işkence haline gelmesi olağandır. Arzular, zorunlu olarak içe atılmakta ve bastırılmaktadır. Meta ekonomisinin aşırı gelişmesi, insanı kendi doğasından koparmakta, buna bağlı olarak tarih boyunca görüldüğü gibi eşcinsel ilişkileri yaygınlaştırmaktadır.
Kapitalizmin çürüme döneminde, başka deyişle emperyalizm çağında, eşcinsellik doruğa çıktı. Hitler’i, Mussolini’yi ve en son ABD saldırganlığını yaratan emperyalizm, yalnız şiddet alanında değil, eşcinsellikte de Neron’ların köleci imparatorluklarını geçmiş, eşcinselliği hâkim sınıfın dışına taşırarak toplumun bütün sınıfları içinde yaymıştır.
Emperyalist-kapitalist toplum her anlamda günümüzün Roma’sı oldu. Kapitalizmin liberal çağında eşcinsellik, bugüne göre çok çok küçük orandaydı. Kapitalist toplumlarda eşcinsellik oranındaki olağanüstü artışın biyolojik veya genetik nedenlerle açıklanamayacağı meydandadır. Son iki yüzyıl içinde insan biyolojisinde önemli bir değişiklik olmamıştır. Eşcinselliğin yaygınlaşması ve neredeyse bir moda haline gelmesi toplumsal ve kültürel nedenledir. Çürüyen kapitalist kültür, “tabuları yıkmak” adı altında, sistemli olarak doğal olmayan cinsel ilişkilerin propagandasını yapmaktadır.
Yine aynı yasayı keşfediyoruz: Atina ve Roma’da olduğu gibi, sınıf tahakkümünün ağırlaşması, cinsler arası eşitsizliklerin büyümesi ve sistemin çürümesi ile eşcinsellik arasındaki bağlantıyı, emperyalist-kapitalist süreç de kanıtlamıştır.
Özel çıkar ve bireysel kâr sistemi, bugün doğa ve insanı yıkıma uğratan bir nitelik kazandı. Artık sistem, aşkı da doğadan koparmaktır. Çürüyen kapitalizm, doğayla birlikte insan doğasını da zorluyor. İngiltere parlamentosunun kudretini anlatmak için, “Kadını erkek, erkeği kadın yapmak dışında her şeyi yapabilir” denir. Çürüyen kapitalizm, İngiliz parlamentosunu da geçerek erkeği kadın ve kadını erkek yapacak ölçülerde doğayı zorlamaktadır. 20. yüzyılın sonlarında özel çıkarcılık, dizginlerinden boşandı. Buna bağlı olarak bireycileşme, yalnızlaşma, cemaatini yitirme, tüketim humması ve can sıkıntısı yanında ve onlarla ilişkili olarak eşcinsellik de yayılmaktadır. Burada eşcinsellik, sistemin insana dayattığı acılardan ve yırtıcılıktan kaçmak için, uyuşturucu gibi, içki, kumar, iskambil oyunları, falcılık, büyücülük, loto-toto, piyango, ganyan gibi, bir yabancılaşma ve çürüme olayıdır.
12 EYLÜL PATLAMASI
Türkiye’nin eşcinsellik olayını, 12 Eylül’den sonra yoğun ve yaygın olarak yaşaması da anlamlıdır. 24 Ocak kararları ve 12 Eylül cuntası, sınıf farklarını Türkiye tarihinin görmediği oranda derinleştirmiş, toplam 650 bin insanın gözaltı ve hapishaneden geçtiği bir şiddet uygulamış, emekçi hareketini ezmiştir.
Türkiye insanı, homoseksüel, travesti, heteroseksüel, lezbiyen, gay gibi kavramlarla hep 12 Eylül döneminde tanıştı. Eskiden Türkiye toplumunda olağandışı görülen ve iyi gözle görülmeyen, en azından bir davranış bozukluğu sayılan eşcinsellik, 12 Eylül’den sonra büyük ideolojik atağını yapmıştır. İstanbul, İzmir ve Ankara’nın belli çevrelerinde, eşcinsel olmayan entellerin utandığı ve entelden sayılmadığı bir hava estirilmiştir. Eşcinsellik, yeni bar kültüründe, uyuşturucu bağımlılığı ile birlikte, bir sanatçı alameti sayılmaktadır. Eşcinsel, yükselen değerlere göre çizgi ötesidir. “Muhalif” veya “aykırı” rütbesine mi ulaşmak istiyorsunuz, öyleyse eşcinsel ilişkiye gireceksiniz! Neoliberal yazar tayfası, Avrupa’dan aldıkları işaretle bu tür “muhalefetle” birliktedir. Sendikalı işçi sayısı azalırken, işçi hakları bastırılırken, tarımın çökertildiği bir ortamda köylünün yaşama hakkı tehdit altına girerken “cinsel tercih özgürlüğü”, neoliberallerin insan hakları listesinin en başına kurulmuştur. “Yeni Sol”, bu dönemde Türkiye’ye ihraç edilmiş ve bunlar aracılığıyla sınıf mücadelesi aşağılanarak eşcinsel, travesti, fahişe, lumpenlik gibi sınıf dışı unsurların hak ve özgürlükleri için mücadele örgütleri ve partisi devreye sokulmuştur.
SOKAK ÇOCUĞUNUN CİNSEL TERCİH ÖZGÜRLÜĞÜ
Sokak Çocukları Vakfı’nın kurucu üyelerinden, sinema eleştirmeni Tunca Arslan, sokağa düşen “her çocuğun”, içlerinde farklılık olmaması için, aralarına katıldığı grubun üyelerinin cinsel tecavüzüne uğradığını belirtmektedir.* Sistem, acımasız ekonomik ve toplumsal koşullarıyla sokağa attığı her erkek çocuğa duvar diplerinde tecavüz etmekte, onu şiddet yoluyla eşcinselliğe zorlamakta ve arkasından da, o çocuğa, “Bu senin cinsel tercih özgürlüğündür” demektedir.
Birtakım ideologların, romancıların, sinemacıların, şairlerin, magazin basını ve yazarlarının şiddet yoluyla dayatılan eşcinselliği, “yükselen değerler” kategorisi içine alarak parlatması vahimdir. Yıkıntıların içindeki tecavüz, ideolojik tecavüzle birleşmekte ve sürmektedir. Sokağa düşen çocuğun ırzına geçilmesi ile bu tecavüzü “cinsel tercih özgürlüğü” olarak topluma takdim eden sanatçının faaliyeti, aynı mekanizmanın farklı işlevleridir. Sistem, tecavüz ettiği çocuğa, bu durumu “özgürlük” olarak kabul ettirmektedir.
Sistem, bir milyon çocuğu sokağa atıyor. Sokağa atılan erkek çocuk, daha önce sokağa atılmış ağabeyinin tecavüzüne uğruyor. Sistemin sanatçısı, o çocuğun tecavüze uğrama “özgürlüğünü” savunuyor. Mekanizmanın işleyişi budur.
* Tunca Arslan, “Sistemin sövdüğü ve sevdiği çocuğu: Eşcinsellik”, Papirüs, Ocak 1999
Antik çağdan günümüze eşcinsellik ve toplum-4: Biyolojik eşe yabancılaşma
Yabancılaşma uzlaşmaz sınıf çelişmelerinin ürünüdür. Kabile toplumunun sınıflara bölünmesiyle birlikte insanın yabancılaşması süreci de başlamıştır.
Para ekonomisinin doruğu olan kapitalizm, yabancılaşma sürecinin de doruğudur. Kapitalist meta sistemi, hele emperyalizm çağında, her şeyi meta ekonomisinin içine çekmiş, her şeyi alınır satılır hale getirmiştir. Böylece, gözü dönmüş kar sisteminde, bireyin özgür gelişmesinin koşulları da ortadan kalkmıştır. Marx’ın belirttiği gibi, “bireyin özgür ve özgün gelişmesi”nden, kişiliği oluşturan hüner, yetenek ve eğilimlerin insandan insana farklı gelişmesi anlaşılır. Özgür kişilikten kasıt, insanın kendi manevi ve erotik güçlerinin bilincine vardığı zaman, onları sürekli bir faaliyetle geliştirmesi ve dengeli bir tarzda kullanmasıdır.
1844 Paris Elyazmaları’nda piyasa ekonomisini tahlil eden Marx, kapitalist üretimle bağlantılı olarak yabancılaşmanın dört biçimini açıklar:
- Ürüne
- Üretim faaliyetine
- Kendi türüne, başka deyişle kendisine, özüne
- İnsanlara ve topluma
Marx, kapitalizmin çürüme döneminde yaşamadı, eşcinselliğin bu denli yaygınlaştığını ve sistem tarafından dayatıldığını ve yüceltildiğini görmedi. Yabancılaşmanın görünümlerine bugün bir yenisini daha eklemek gerekiyor. Kapitalizm, insanı maddi üretime yabancılaştırdığı gibi kendi türünün üretimine de yabancılaştırıyor. Kendisini üretmeye yabancılaşan insan, doğadaki biyolojik eşine, yani karşı cinse de yabancılaşıyor. Başka deyişle cinsel aşka yabancılaşıyor.
CİNSEL AŞK VE DOĞA
Cinsel aşkı tanımlamaya kalkacak kadar cesur değiliz. Ancak aşkın iki unsurunu belirleyebiliriz.
Birincisi, aşk insanın kendi türünü üretmesiyle ilgilidir. Bu üreme faaliyetiyle bağlantılı olan arzu ve duygular, canlıların milyarlarca yıllık ve insan türünün milyonlarca yıllık evrimi sonunda oluşan fizyolojik süreçlerdir. Bu fizyolojik süreçleri ve duyguları, insan; kadın ve erkek cinsi özellikleriyle yaşar. Karşı cinse beslenen cinsel duyguların üreme ile bağlantısı, insanın evrimiyle sınırlarsak, en azından birkaç milyon yıllık bir geçmişe dayanmaktadır. Ve bu evrim sonucu, insan fizyolojisinde belli özellikler ve süreçler oluşmuştur. Aşk ile üreme arasındaki bu bağa, aşk ile insan doğası veya aşk ile cinslerin doğası arasındaki bağ olarak da bakabiliriz. Üreme ile cinsel duygular arasındaki bu bağ fizyolojik olduğu için, toplumsal ve ideolojik nedenlerle zorlandığı zaman kriz doğmaktadır. Eşcinsellik, bu krizin belirimlerinden biridir.
CİNSEL AŞKIN ZİHİNSEL VE DUYGUSAL CEPHESİ
Cinsel aşk, kuşkusuz türün üremesiyle bağlantılıdır, ancak bundan ibaret değildir. Kendi türünü üretmek için fiziksel ilişki, hayvanlarda da var. Ancak biz insanlar, hayvanlardaki bu ilişkiyi “cinsel aşk” olarak görmüyoruz.
İnsanlara göre, cinsel aşkta, hayvanlardan farklı ve fazla olarak fiziksel ilişkinin ötesinde, zihinsel ve duygusal bir alışveriş var. Cinsel aşkın ikinci unsuru, bu zihinsel ve duygusal iletişimdir.
Cinsel aşkı diğer duygusal ve zihinsel iletişim türlerinden ayıran, karşı cinsler arasındaki üreme faaliyetiyle bağlantısıdır. Üreme faaliyeti temeli oluşturuyor. Ancak insanın zihinsel ve duygusal varlığı geliştikçe cinsel aşkın da derinleştiği ve çok daha zengin bir mutluluk kaynağı haline geldiği kesindir.
Şöyle de ifade edebiliriz: Hititler döneminde bundan üç-dört bin yıl önce yaşayan çobanlar veya tarımcılar arasındaki cinsel aşka göre, 20. yüzyıl aydını veya sanatçısının aşkında yaşanan duygu derinliği ve zenginliği arasında büyük fark vardır. Bu nedenle derin bir düşünür ve yaratıcı, aynı zamanda duygulu ve tutkulu bir âşıktır. Beynindeki gelişmişlik ve bilinç ile aşk arasında doğru bir orantı bulunur. Aşkın zihinsel ve duygusal boyutu, kuşkusuz toplumsaldır. İnsanın sınıfı, kültürü, tecrübeleri, zihinsel birikimi ve duygusal gelişimiyle belirlenmiştir.
İNSAN ZİHNİNİN BİYOLOJİK VARLIĞINDAN KOPMAYA ZORLANMASI
Eşcinsellik, cinsel aşkın iki unsur arasındaki bağı koparmaktadır.
Eşcinsellikte, insan fizyolojisi ile zihin ve duygu iletişimi arasındaki bağlantı, milyonlarca yıllık geçmişinden kopmaya zorlanmaktadır.
Oysa cinsel duygularla beyin, hormonlar, kan dolaşımı arasındaki ilişki, insan evrimi açısından milyonlarca yıllık bir geçmişin ürünüdür. Bu açıdan bakınca, eşcinsellik, milyonlarca yıllık biyolojik evrimin inkârı oluyor. Belli toplumsal süreçlerde oluşan belli bir ideolojik konumlanma veya belli toplumsal durumların dayattığı bir insanlık hali, kişiyi insanın biyolojik tarihinden kopmaya zorlamıştır.
İnsanın, milyonlarca yıllık fiziksel evriminden, belli toplumsal ve zihinsel dayatmalarla kopması, fiziğin zorlanmasıdır; fizik ötesi, metafizik bir olaydır.
Oysa insan, doğanın bir parçasıdır. Ve insan, doğada bir cins olarak, kadın veya erkek olarak var olur. Ve insanın kadınlığı ya da erkekliği, tek tek her insanın hayatıyla belirlenmemiştir; insan türünün hayatıyla belirlidir. Tek tek insanların cinsel varlıkları ve duyguları, beyinleri, solunum ve kan dolaşım sistemleri, o insanın bireysel tecrübesiyle kendi türünün genel özelliklerinden ayrılamaz. Ayrılmaya zorlanırsa, insanın fizyolojik, zihinsel ve duygusal varlığının bunalıma girmesi kaçınılmazdır.
Antik çağdan günümüze eşcinsellik ve toplum-5: Yabancılaşmadan kurtulmuş eşitlerin aşkı
Biyolojik nedenlerle eşcinselliğe eğilimli olarak doğanların varlığından da söz ediliyor. Ancak bunlar, eşcinseller içinde çok çok küçük bir oranda. Kaldı ki, biyoloji, fizyoloji ve genbilimi bilgi alanımızın dışında kalıyor. Altını çizerek belirtelim: Bu yazı dizisinde öne sürülen tezler, biyolojik özellikleri nedeniyle eşcinsel eğilimli olduğu söylenen o çok küçük azınlığı kapsamıyor. Tartışmaya sunduğumuz görüşler, toplumsal ve ideolojik nedenlerle eşcinsel olanlarla sınırlıdır. Aslında ideoloji de toplumsal, daha doğrusu sınıfsaldır. Ancak eşcinsellikte ideolojik boyutun önemine vurgu yapmak için, “toplumsal ve ideolojik nedenlerden” söz ediyoruz.
- Sınıfsal eşitsizlik, baskı ve sömürü.
- Cinsler arası eşitsizlik, kadının köleleşmesi ve aşağılanması.
- İnsanın kendine ve biyolojik eşine yabancılaşması.
- Toplumsal çöküntü ve kaos dönemlerinde insanın sersemlemesi ve dengesini yitirmesi.
Eşcinselliğin toplumsal kaynakları bunlar.
İnsanlığın ezeli özlemlerine yapılan saldırılar, eşcinselliğin de yolunu açıyor.
Bunca fenalık ve mutsuzlukla birlikte boy veren eşcinsellik, nasıl oluyor da mutluluk kaynağı olarak gösterilebiliyor?
İnsanın özgürlük mücadelesi, sınıfsal ve cinsel eşitsizlikleri ortadan kaldırma ve doğa ile insan arasındaki uyumu sağlama mücadelesidir. Özgürlüğe yıkım getiren her şey, eşcinselliğe hayat veriyor. O zaman nasıl olur da eşcinselliğin bir özgürlük olduğu ileri sürülebilir?
Eşcinsellikle işbirliği halinde mücadele yürüten günümüz feminizmi nasıl oluyor da kadının aşağılandığı bir kökenle bağlantı kuruyor?
CİNSEL KÖLENİN ‘MUTLULUĞU’
Yunan soylularının kucaklarına atılan genç kölelerin, Roma imparatorlarının koyunlarına sokulan köle oğlanların, padişahların eğlencesi olan oğlanların, kuytularda zorla ırzlarına geçilen sokak çocuklarının “özgürlüğünden” söz etmek kadar korkunç bir aldatma ve ikiyüzlülük var mıdır?
Ezen ve çöken sistemin efendileri bu eşcinsel ilişkilere girerken acaba özgürler mi? Onlar da tahakküm, baskı ve şiddet uygularken, insanlıktan çıkan zavallılar durumuna düşmüyorlar mı? Sistem, onlar da eşcinselliğe yuvarlanmış değil midir? ”Fantezi” olduğu söylenen bütün bu davranışlar, korkunç bir yabancılaşmanın pençesindeki insanların bozgun içinde itildikleri bir insanlık hali değil midir?
Tarihin tanıklığı bir yana, herkesin örneklerine bakarak yaptığı gözlemler de, eşcinselliğin büyük acıların ve mutsuzlukların kaynağı olduğunu göstermiyor mu?
BULUNAMAYAN İÇ BARIŞ
Görünen odur ki, eşcinseller, toplumumuzdaki yabancılaşmayı, yalnızlaşmayı, bireycileşmeyi, yırtıcılığı, gerginlikleri, huzursuzlukları, herkesten birkaç kat daha ağır yaşamaktadırlar. Bu ıstırapları, yalnız toplumdan dışlanma ve aşağılanmayla açıklamak çok aldatıcıdır.
Toplumsal barış yanında insanın iç barışı ve dinginliği, mutluluk için olmazsa olmaz koşuludur. Eşcinsel, kendisinden hoşnut ve huzurlu değildir. İntiharların, eşcinseller arasında yaygın olması anlamlıdır. Bu açıdan eşcinsel, toplumun yaşadığı büyük bunalımları en aşırı yaşayan bir toplumsal kurbandır. Onlar, toplumsal eşitsizliklerin ve yabancılaşmanın yükünü şu veya bu nedenle en çok çeken ve bu ağırlığın altında en çok ezilen insanlardır.
Hal böyle olunca, sistemin ideolog ve sanatçılarının eşcinselliği özendiren ideolojik faaliyetleri de yerli yerine oturuyor.
SONUÇ
Eşcinsellik, eşitliğe aykırı süreçlerin ürünüdür.
Yine eşcinsellik, özgürlüğe aykırı süreçlerin ürünüdür.
Oysa cinsel aşk, ancak eşit ve özgürler arasında bütün zihinsel derinliği ve duygu zenginliğiyle yaşanabilir.
İmparator Neron ile kölesi arasında derin bir aşk olamaz.
İlk eşcinsellik deneyimini düştüğü sokakta tecavüze uğrayarak yaşamış insan da yaralanmıştır; incinmiştir. Bütün deneyimler, en sonunda o ilk deneyimin tekrarıdır.
İnsanlığın üç büyük davası vardır: Eşitlik, özgürlük ve barış.
Sınıflara bölünmüş ve cinsler arası eşitsizliğin hüküm sürdüğü toplum, ancak sınıflar ve cinsler arası eşitlikle yabancılaşmadan kurtulur ve barışa da kavuşur. Bu barış, hem toplum içindeki barıştır hem de insanın iç dünyasındaki barıştır, kendinden hoşnut olmaktır. Toplum içindeki farklılıkların yarattığı kavga, eşcinselin iç dünyasına daha da şiddetle yansımaktadır.
Sınıfsız toplum, eşitlik ve özgürlüğün zeminini yaratmak yanında, insan ile doğa arasında bozulan dengeyi kurmak yoluyla da, gerçek cinsel aşkın ortamını getirecektir.
İnsanoğlu, özel çıkar ve bireysel kâr sistemini ortadan kaldırarak insanın biyolojik varlığı ile zihinsel-duygusal varlığı arasındaki milyonlarca yıllık dengeyi, bu kez çok daha üst düzeyde yeniden kuracaktır.
Bu, boş bir hayal değildir. İnsanlık tarihine ve günümüz toplumuna bakarsak, en derin ve en güzel aşkların, bireysel çıkardan arınmış derin düşünceli ve eşitler arasında yaşandığını görürüz. Sınıfsız bir dünya özlemi ve her tür eşitliği özümlemek, uçsuz bucaksız duygu zenginliğinin de koşuludur. Herkes, sınıfsız toplum insanını daha bugünden kendi kişiliğinde yaratarak büyük sevdaların ve eşsiz mutlulukların insanı olabilir.
SON
Dr. Doğu Perinçek
Vatan Partisi Genel Başkanı
aydinlik.com.tr