Nesnel şartlarda üretim olmadan tüketim olmaz. Üretmediğiniz, ortaya çıkarmadığınız bir şeyi tüketebilir misiniz? Buğdayı saf haliyle ekmek olarak yiyebilir misiniz? Örülmemiş bir kazağı giyebilir misiniz? Yapılmamış bir arabayı sürebilir misiniz? Üretilmemiş ekmeği de kazağı da arabayı da tüketemezsiniz.
Kapitalizmin en yüksek aşaması emperyalizm, sermaye ihracı sayesinde ülkelere üretmeden tüketmeyi dayattı. Bu, yukarıda yazdığımız nesnel şartın emperyalizmin çıkarı için ortadan kaldırılmasıydı. Emperyalizm bunu kardeşlik veya paylaşmacılık için yapmıyordu. Amaç bir tüketim toplumu yaratarak ülkeleri sisteme göbekten bağlamaktı. Amaç, tüketim çılgınlığıyla nefes alabilen bir insanlık yaratmaktı.
SİSTEM 24 SAATİMİZİ İSTİYOR
İnsanlığın büyük çoğunluğu isteyerek veya istemeyerek, farkında olarak veya olmayarak içinde bulunduğumuz acımasız sistemin devamlılığı için çalışıyor. Bunu insanlığın suç hanesine yazmıyoruz fakat çocukluğumuzdan itibaren önümüze çizilen rotalar; oku, işe gir, ev al, araba al, 2. evi ve arabayı al, emekli ol ve hayata veda et mottosuyla çizildiği için sistemin içinde yönlendirildiğimiz gerçeğini vurgulamak istiyoruz.
Sistem öyle acımasız ki kendisine çalıştığımız yetmiyor bizden arta kalan zamanlarımızı da istiyor. 24 saat sistemin içinde kalalım istiyor. Nasıl? Bolca alışveriş siteleri sunuyor bize. Kendisine çalıştığımız için cebimize konulan parayı da bu şekilde geri almış ve sistemin içinde tutmuş oluyor. Sana da, “Buyur sınırsız seçenek. Birinden çevirsen kafanı diğerine yakalanırsın, o yüzden bol bol tüket” diyor. Sistem, filmleri, dizileri, kitapları ve oyunlarıyla da besliyor bu cümlesini.
İnsanların ekonomik imkanları sistemin sunduğu imkanlara ulaşabilme noktasında bazen zorlanıyor. Sistem durur mu hiç? Hemen adınıza bir kredi kartı yolluyor. Yeter ki siz tüketin, arkanıza bakmadan tüketin…
Bu tüketim çılgınlığı, insanın kendisiyle ve diğer insanlarla ilişkilerini de harap ediyor. Borçların boyu aştığı bunalım dönemlerinde intiharlar, şiddet olayları, sapkınlıklar ve toplumsal gerilmeler artıyor. Tam da acımasız sistemin yaşayabileceği ortamlar… İşte bu kriz dönemlerinde kredi kartları dahi gündelik basit yaşamı döndürebilmek için kullanılıyor. Onun da limiti bittiğinde elde avuçta hiçbir şey kalmıyor.
MARKALARLA NEFES ALABİLMEK
Rusya’nın NATO genişlemesine karşı başlattığı Ukrayna operasyonu sonrasında Mc. Donalds gibi Batılı şirketler Rusya’dan çekilme kararı almıştı. Bir Rus genç de bu karar üzerine kendini bir Mc. Donalds dükkanının kapısına zincirlemişti. Aslında bu genç kapıya bedenini değil beynini zincirliyor. İşte tüketim toplumu tam olarak bu. Oksijenle değil markalarla nefes alabilen bir toplum yaratmak…
Markalar tüketim toplumunu yaratmada bir ebe rolünde. Emperyalizmin sayısız markası var. Bu markalar bir özendirme ve yarışın emaresi. Sokaklarda elimize tutturulan bardakların üstünde yazan markalar, giydiğimiz tişörte ismini veya armasını basıp değerini 10’a katlayan markalar, sosyal medyada “biyografimize” yazdığımız arabaların markaları, ayağımızda paralanacak olan ayakkabıların markaları, Nazım Hikmet’in dediği gibi; sapsarı bir iskelet gibi işten eve geldiğimizde uzanacağımız koltukların markaları…
Tüketim toplumu insanların fikirleriyle, başarılarıyla, yetenekleriyle, hedefleriyle değil, kullandıkları markalarla var olmasını istiyor. Çünkü o markalar bu sistemin devamlılığının bir nevi sigortası.
SİSTEMİN YÜKLERİ
Sistem bize ihtiyacımızdan fazlasına göz dikmeyi dayatıyor. Her geçen saniye ona borçlanalım istiyor. Bu istek insanın karakterini bozuyor. İhtiyacından fazlasına göz dikmek, insanın doğasının aksine bir kibir, bencillik, israf ve yabancılaşma alametidir. Tüketim toplumu, insanlığı sahte bir mükemmeliyetçiliğe itiyor; “en iyisi, en güzeli bende olsun.” Başkasının alamadığını ben alayım. Bu da beraberinde mal mülk, para pul peşinde koşmayı dayatıyor. İnsanların birbirinin üzerine basarak yükselmesini dayatıyor.
Sistemin içindeki siyaset de tüketim toplumunun yansımasıdır. Makam, mevki, koltuk sevdası, ihale koparmacılığı, rant oyunları… Koltuk da tüketilen bir şey. Zaman dolunca daha yukarı mevkilerden koltuk isteniyor. İhale de öyle; mevcut ihaleler tüketilince daha büyük ihaleler isteniyor.
Kibir, bencillik, israf, mal mülk düşkünlüğü, yabancılaşma… Bunlar insanlığın sırtına yüklenmiş yüklerdir. İnsanlık sistemin bu yapay dürtüleri altında eziliyor, kendini bulamıyor, var olamıyor, toplumu düşünemiyor ve ömrü öylece geçip gidiyor.
YÜKLERİNDEN KURTULANLAR GELİYOR
“Var imdi miskin Yunus, uryan olup gir yola
Yüz çukallı gelirse yalıncağı soyamaz”
Yunus Emre
24 Ocak 1980 kararlarından bu yana son 42 yılı çok ağır geçmekle birlikte 80 yıldır ittire kaktıra içinde tutulmaya çalışıldığımız sistem iflas etti. Tüketim toplumunu yaratan Atlantik sermayesi kendini döndüremiyor. Salgın süreciyle daha da net gördük ki toplum da bencilliğe, bana dokunmayan yılan bin yaşasıncılığa tavır alıyor. Türkiye’de de durum öyle değil mi? Ülkemizin hangi sorunu bireycilikle, yalnızlıkla, israfla, umarsızca tüketmekle çözülebilir?
24 Ocak’ın mimarı Turgut Özal Türk işçisini ve köylüsünü milletin sırtına yük olmakla suçlamıştı. Oysa işçi ve köylü de dahil olmak üzere milletin sırtındaki yük Özal’ın savunduğu Atlantik sistemiydi.
Başta milletimiz olmak üzere tüm insanlığın yukarıda yazdığımız yüklerinden kurtulma vakti geldi. Milletlerin geleceğinde tüketmek değil üretmek var. Bencillik değil paylaşmacılık var. Kibir değil alçakgönüllülük var. İsraf değil tasarruf var. Yabancılaşma değil üretim toplumuna aidiyet var. Tüketimin olduğu yerde ayrılma, küskünlük, gerginlik var. Üretimin olduğu yerde milletçe kenetlenme, kardeşlik, mutluluk ve refah var.
Önümüzdeki günlerde ülkemizi de bu yüklerinden arınmış olanlar yönetecek. Yunus Emre’nin yukarıda yazdığımız satırlarındaki gibi, bu dünyaya üryan gelip üryan yaşayıp üryan gidenler, yüz çukallı karşısında yüklerinden arınarak yalıncak olduğu için soyulamayacaklar, korkmayacaklar, geri adım atmayacaklar yönetecek.
Ata Ogün Kaplan
Öncü Gençlik Genel Başkan Yardımcısı