Ana Sayfa Emperyalizm EMPERYALİST KÜRESELLEŞME ve EMEK

EMPERYALİST KÜRESELLEŞME ve EMEK

1559

Ashim Kumar Roy
Revolutionary Democracy Yazı Kurulu Üyesi,
Yeni Delhi/Hindistan
TEORİ DERGİSİ
EMPERYALİST KÜRESELLEŞME
ve EMEK

Dünya ekonomisi, 1980’lerin ortalarından bu yana; ulusal ekonomilerin daha kapsamlı
bir biçimde birbirine bağlanmasıyla sonuçlanan önemli bir ticaret, yatırım ve sermaye akışının
liberalizasyonu sürecini yaşamaktadır. Bu değişim süreci küreselleşme olarak
tanımlanmaktadır. Ancak sözcük sadece bu genel tanımından öte, sınıf ve devlet iktidarına
dair ilgili küstahlıklarıyla beraber, küresel ölçekte bir “bırakınız yapsınlar” fikrini de gündeme
getiriyor. Büyük teorik ve siyasi sonuçlar doğurduğu için, kavramı analitik bir incelemeye
tabi tutmak gerekmektedir. Ellen Meiksins Wood’un sözleriyle, küreselleşme kavramı,
“günümüzde solun boynuna dadanmış en ağır ideolojik yüktür”. Kavram, tüm ekonomik ve
toplumsal yapıları ezerek eşitleyen bir ulus-ötesi güç tanısıyla birlikte ele alındığı için,
mantıksal sonucunda bir çeşit “alternatifsizlik” olarak ortaya konmaktadır. Bu ideolojik
mistifikasyon ise teoride bir çeşit bozgunculuk yaratmaktadır. Bu yazının çabası, mevcut
dünya kapitalist ekonomisindeki belirli eğilimleri tanımlayıp, onları küreselleşme süreciyle
ilişkilendirmektir. Ayrıca, sendikal hareket içinde küreselleşmeye dair farklı kavrayışlarla
ilgili süre giden tartışmaya da değinecek ve dünya isçi hareketinin ilerleyişine yardımcı
olacak bir yaklaşım sunmaya çalışacağız.

Küreselleşmeye giden süreç

1. Dünya kapitalizminin İkinci Dünya Savaşı sonrası genişlemesinin ana çizgileri

Kapitalizmin savaş sonrası genişlemesi, her biri farklı siyasi bağlamlarla ilişkili üç
eksen boyunca gerçekleşmiştir. Bunlardan ilki, üretimin Fordist yeniden örgütlenmesine
dayanan batı tipi kapitalizm ve sermaye ile emek arasında Keynesyen bir çerçevede
gerçekleştirilen toplumsal uzlaşmaydı. İkincisi, sosyalizmin bürokratik devlet kapitalizmine
dönüşmesi ve dünya kapitalist ekonomisine eklemlenmesi sürecinin gerçekleşmesi; üçüncüsü
ise, ulusal kurtuluş hareketlerinin bir sonucu olarak, eski sömürge ülkelerde kapitalist gelişme
ve üçüncü dünya ülkelerinin meydana çıkması olmuştur. Ortaya çıkan bu ülkelerin sınaî
kalkınması, emperyalist sistemin kısıtlamalarıyla sınırlıydı. Bu genişleme aşaması, 70’Ii
yıllarla birlikte artık tüketilmişti. 1974–75 resesyonuyla birlikte, sürekli resesyon ve zayıf
iyileşmelerle hafifleyen devamlı bir durgunluk süreci başgösterdi ve bu da dünya
kapitalizminde yeni bir krize neden oldu.

2. 1970’li yıllar krizi ve mali sermayenin atağı, küreselleşme

Küreselleşme, Batı sermayesinin kriz karşısında kapitalizmi yeniden yapılandırma
stratejisidir. Bu süreç Marx’ın formüle ettiği gibi, “kapitalist üretim biçiminin temeli, bizzat
dünya sermayesi tarafımdan atılır” tahliline son derece uygun bir seyir izlemiştir. Kapitalizm
ortaya çıktığından bu yana uluslararasılaşmaya eğilimli olagelmiştir. Uluslararasılaşmanın bu
yeni aşamasının koşulları ise, Sovyetler Birliği’ndeki bürokratik devlet kapitalizmi ile üçüncü
dünya ülkelerindeki ulusal projelerin çöküşü ile oluşturulmuştur. Bu küreselleşmenin temel
özellikleri: emperyalist ülkelerin ulusal sermayesine nüfuz edilmesi yoluyla ortaya çıkan
genelleşmiş mali sermaye, para sermayesinin küresel bir tek tip pazarının kurulması ve bu
genelleşmiş mali çıkarları koruyup sürdürmek için uluslararası mali kurumların gücünün
geliştirilmesi üzerine oturtulmuştur. Bu konudaki siyasi uzlaşma, G–7 ülkelerinin konumuna
da yansımıştır. Bu süreçte üretici sermayenin yatırım servetlerinden de fazla miktarda
oluşturulan toplumsal fazlanın yeniden mali bir servet biçiminde sermayeye tahsis edilmesine
olanak tanımaktadır.

Küreselleşmeyle sermaye gittikçe daha çok merkezlerde yoğunlaşırken, Avrupalı
sendikaların sağcılığı

Neoliberal küreselleşmenin altında yatan fikir, sermayenin, yüksek ücretli gelişmiş
ülkelerden, düşük ücretli gelişmekte olan ülkelere kaydığıdır. Sağcı etki altındaki Avrupa
sendikal hareketi, Batı’daki işsizliğin bu kaymanın bir sonucu olduğunu öne sürer. Oysa bu
varsayım, ortalama burjuva iktisatçılar tarafından bile hem teorik olarak reddedilmekte, hem
de ampirik olarak çürütülmektedir. Paul Krugmann, katı Heckscher-Ohlin modeliyle ortaya
attığı “dereceli ekonomiler” ile bile, daha büyük bir bölgesel eşitsizlik eğiliminin var
olduğunu göstermiştir. Böyle bir dereceli ekonomi, yığılmanın olumlu dışsallıklarından
kaynaklanır (uzmanlaşmış arz, kalifiye işgücü, etkili altyapı) ve bu dışsallıklar daima
sanayileşmiş ülkelerin lehinedir. Avrupa Topluluğu gibi kalkınmış bölgelerde bile,
Proudhomn, geri bölgelerin aradaki farkı kapatmasını önleyen bir “eşik etkisi” bulmuştur.
Avrupa Topluluğu’ndan gelen Doğrudan Yabancı Yatırımlar’ın (DYY) sağladığı deneysel
kanıtlar de, bu varsayımla çelişmektedir Sözgelimi 1993 yılında, AB kaynaklı toplam DYY
akışının yüzde 1l’i ABD’ye, Yüzde 12’si Japonya’ya gitmiş; Asya’nın payı ise sadece yüzde 3
olmuştur. Triad Ülkeleri’nin (ABD, Avrupa, Japonya), belli Asya ülkelerinin toplam DYY
stoğundaki payı, 1985’te yüzde 64 iken 1993’te yüzde 52’ye düşmüş Ve günümüzde bu düşüş
eğilimi devam etmektedir. 1994’te de küresel DYY’nin yüzde 60’ından çoğu gelişmiş ülkelere
yönelmiştir. Üstelik, gelişmekte olan ülkelere akan DYY’nin üçte biri tek başına Çin’e
gitmiştir.

Ticari olarak ise, dinamik Asya ekonomileri ile Çin’den, OECD’nin 24 üyesine yapılan
ihracat, 1993 yılında OECD brüt iç üretiminin sadece yüzde 1,5’ini oluşturmaktadır. Ayrıca
bu ticaret, OECD ülkeleri açısından daima dengeleyici veya fazla verici olduğundan,
istihdamı düşüren değil arttıran bir etkide bulunmuştur. ILO (BM Uluslararası Çalışma
Örgütü) bile, G–7 İstihdam Konferansı için hazırladığı bir raporda, düşük ücretli ülkelerle
ticaretin genişletilmesinin, gelişmiş ülkelerdeki ücretler üzerinde aşağıya çekici bir baskı
oluşturduğu görüşüne karşı uyanda bulunmuştur. Çünkü verilere göre, Kuzey-Güney ticareti,
gelişmiş ülkeler arası ticarete kıyasla görece düşük ölçektedir.

Sermayenin üretimden daha da kopması

Mevcut küreselleşmenin bir diğer özelliği, dünya ekonomisinin; ABD, Avrupa ve
Japonya kutupları boyunca, dikey bir biçimde yeniden yapılandırılmasıdır. ABD
emperyalizminin inişe geçmesiyle birlikte, emperyalistler arası çelişkiler şiddetlenmiş ve bu
blokların her biri, kendi etki alanını genişletme çabasını güçlendirmeye başlamışlardır. Bu iki
eğilim eşzamanlı olarak yaşanmakta ve küreselleşme sürecini biçimlendirmek için etkileşim
halinde bulunmaktadır. Ama şimdilik temel nitelik, mali sermayenin genelleşmiş çıkarlarını
devam ettirme konusunda halen güçlü olduğu yönündedir. Mali kürenin, emtia ticareti veya
üretici yatırımdan çok daha büyük bir hızla yayılması, bu olgunun bir sonucudur. Sıradan
insanlar bile, bu özelliği, fetişist bir gazino ekonomisi formunda algılamaktadırlar.
Malileşme süreci, mali sermayenin üretim şemasını küresel ölçekte yeniden
şekillendirmekledir. Emperyalist ülkelerin para sermayesi, üretimin herhangi bir unsurunu
harekete geçirmeden, mali yatırım olarak korkunç bir hızla ilerleyebiliyor ve her üretim
sisteminin toplumsal fazlasını, mali servetlere geri dönüştürme biçiminde emiyor. Bu
toplumsal fazlayı da, eşi görülmedik bir düzeyde, emperyalist merkezlerde merkezileştiriyor.
Emperyalist mali sermayenin birliği, savaş sonrası kapitalist gelişmenin diğer iki eksenini ele
geçirmeye yönelmiştir. Bunlar para piyasasının dünya ölçeğinde tam entegrasyonu ve para
birimlerinin tam konvertibilitesidir; Yeni kuralsızlaştırılmış bir yatırım rejimi tesis etme
yönündeki olağanüstü baskının nedenleri de bunlardır. Mali sermayenin ulusal formu ne
olursa olsun, Üçüncü Dünya ve Doğu Avrupa ülkeleri ekonomilerindeki mali yatırımların bu
hakim emperyalist sermayeye entegrasyonu, bir anlamda emperyalist mali sermayenin
yeniden üretim biçimini yaratmaktadır. Emperyalistlerin bu birliği, aralarındaki ticari ve
politik çelişkilere rağmen şimdilik istikrarlı görünmektedir.

Küreselleşme ve keskinleşen emperyalistler arası çelişmeler

Emperyalistler arası çelişkiler, üretim faktörlerini harekete geçiren üretici sermaye
olarak daha çok yatırım alanında ve pazar payında yüzeye çıkmaktadır. Etki alanları yaratma
mücadelesinin nedeni ise, yatırımları ve pazar payını garanti altına almak ve bir anlamda
emperyalist ekonomilerdeki fazlayı emmek için yeni piyasaları kontrol etmektir.
Emperyalistler arası çelişkiler topyekün bir mücadele ve savaş halini almadığından, bu
çelişkinin hem birlik, hem de çekişme yönlerini kavramak büyük öneme sahiptir. Birlik,
genelleşmiş mali çıkar için; çekişme ise üretim ve emtia pazar payı bağlamında, yatırım
alanında olgunlaşmaktadır. Yani birlik, çekişmeyi de içermektedir. Bu durum, Batı
kapitalizminin Üçüncü Dünya ve Doğu Avrupa ülkelerinde yayılmasına dek sürecektir. Üç
emperyalist blok arasındaki ticaret savaşının şiddetlenmesi ise, birliği yavaş yavaş
bozmaktadır. Ancak şimdilik çekişme, keskinleşme grafiği izlemesine rağmen, henüz birliği
kıracak bir düzeye erişmiş değildir.

Reel büyüme yerinde sayıyor, ama kâr oranları katlanıyor:
Borçların ve mali sermayenin katlanmas

Küreselleşmeyi emperyalist yapan, Batı kapitalizminin üretim sistemi ve piyasayı bu
yolla gasp etmesidir. Bu gasp, esas olarak mali mekanizma yoluyla gerçekleşmektedir. Sorun,
yeni pazarlar geliştirmekten çok, mevcut pazarı ele geçirmek üzerine odaklanmaktadır.
Küresel entegrasyon sürecinde, ulusal pazarlar olağanüstü bir düzeyde genişlememektedir.
Büyüyen, sadece Batı kapitalizminin pazar payıdır. Bu olgunun kanıtını, dünya ekonomisinde
fazla bir büyüme olmamasına rağmen kâr oranlarında meydana gelen artışta bulmak
mümkündür.

Bu uluslararasılaşma, kapitalizmin bağımsız büyüme sağlayacak çok sayıda filiz
vermesine olanak tanıyacak şekilde yayılması, yani sınırlarını genişletmesi değildir. Tam
tersine yaşanan, sermayenin, geçmişteki yayılmacı aşamada oluşan kapitalist büyüme
alanlarında ve Batı kapitalizmi içinde merkezileşmesidir. Bu nedenle, dünya kapitalizmindeki
bu eğilimin doğru kavramsallaştırılması, emperyalist küreselleşme tanımını gerekli
kılmaktadır.

Borç geri ödemeleri ise, gelişmekte olan ülkelerdeki toplumsal fazlayı, Batı
sermayesinin birikim ihtiyacına tahsis edecek şekilde transfer etmek için yeni ve kalıcı bir
mekanizma olarak ortaya çıkmaktadır. Tuhaf olan şu ki, Üçüncü Dünya ekonomilerinin borç
bağımlılığına neden olan faktör yine o ekonomilerin parası olmuştu. Petrol üreticisi Üçüncü
Dünya ülkelerinin birleşik eylemi sonucu yükselen petrol fiyatları ile ortaya çıkan ek gelir
yüksek faiz oranları ile Batı bankalarına çekilmiştir. Bu petro-dolarlar, Üçüncü Dünya’nın,
gelişmiş ülkelerden yaptıkları alımları finanse etmeleri için borç fonları olarak devreye
sokulmuştur. Borç yükünün yaratılması, Güney ekonomisine yönelik emperyalist baskıyı
yeniden başlatan önemli bir etken olmuştur. BM istatistiklerine göre, Üçüncü Dünya borçları,
1980’de 567 milyar dolarken 1992’de 1419 milyar dolara çıkmış; yani yüzde 280 oranında
yükselmiştir. Tahminlere göre her yıl 160 milyar dolar, Üçüncü Dünya ülkelerinden borç geri
ödemesi olarak alınmaktadır ve bu miktarın sadece 90 milyar doları anapara ödemesidir. Bu
borçlar, söz konusu ülkelerin ekonomik kalkınmasını kısıtlamış ve yavaşlatmıştır. Üçüncü
Dünya’daki ekonomik büyüme oranı, 1970’lerde yüzde 6 iken 1980’lerde yüzde 3’e düşmüştür.
Kişi başına kalkınma oranındaki düşüş daha keskindir: Yüzde 3’ten yüzde 1’e. UNCTAD
tarafından 1980’de gerçekleştirilen bir araştırma, borçların yüzde 30’unun silinmesinin,
yatırımlarda yüzde 34 oranında bir artış yaratacağına ve sonuç olarak kişi başına düşen milli
gelirin de yüzde 24 yükseleceğine işaret etmektedir.

Ticaret şartlarında 3. Dünya aleyhine kötüleşme

BM’ye göre, Üçüncü Dünya ihracat fiyatları ile Üçüncü Dünya ticareti arasındaki oran,
1980’de 100 iken 1992’de 48’e düştü; yani Güney, gerçek ihracat gelirinin yüzde 52’sini
kaybetti. Şimdi, Yapısal Düzenleme Programı çerçevesinde, Güney ve Doğu, ihracat
yönelimli bir ekonomik sisteme zorlanıyor, ihracatın bu yolla genelleşmesinin, rekabetçi bir
baskı yaratarak Üçüncü Dünya mallarının fiyatlarının düşmesine yol açması kaçınılmaz. Bu
program ayrıca, söz konusu ülkelerdeki ücretler üzerinde sürekli bir baskıda oluşturmaktadır.
Kuzey-Güney Komisyonu’nun eski üyelerinden Augustin Papic, ticaret şartlarındaki
kötüleşme nedeniyle güneyden kuzeye gerçekleşen görünmez transferin yılda 200 milyar
dolar tutarında olduğunu tahmin etmektedir. Bunun yanı sıra; nakliye, sigorta, paketleme ve
pazarlama fiyatlarındaki fahiş artışlar, katma değer bağlamında gerçek katkıdan çok daha
yüksektir. Bu fiyat mekanizması da, artı değer sömürüsünün bir diğer biçiminden başka bir
şey değildir. Birçok araştırmaya göre, üçüncü dünya ülkeleri, ürünleri karşılığında, ortalama
gerçek perakende fiyatın sadece yüzde 10-15’ini almaktadırlar.

Sermayenin bu uluslararası hareketliliğinin iki önemli etkisi vardır. Birincisi;
uluslararası tüccarlar, yatırımcılar ve ihracat yönetimli alınıp satılabilir mal üreticileri gibi
küresel sermaye sahipleri, uzun vadede, genel ve ulusal özgül sermayeye kıyasla daha fazla
kazanmaktadırlar, ikincisi ise; hep ülkedeki belli sektörlerin sahipleri ve o sektörlerde
çalışanlar, kısa vadede, bu sermaye hareketliliğine uyum sağlamanın bedelini ödemek
durumunda kalmaktadır. Bu zorunluluğun görünür biçimi, kur oranlarında istikrar sağlamanın
karşılığı olarak, makroekonomik politikalardaki özerkliğin feda edilmesidir.
Kapitalizmin merkezlerinde artan işsizlik ve ticaret-işçi hakları ilişkisi: “Sosyal
şart”

Küreselleşme ve dünya ekonomisinin yeniden yapılandırılmasının sonucu olarak. Batı
ekonomilerinde devasa bir işsizlik ortaya çıkmıştır. Bu işsizlik geçici değil, uzun vadeli bir
yapısal işsizliktir. Nitekim 1987–1991 döneminin parlak gelişmeleri bile bu işsizliği kayda
değer düzeyde düşürememiştir. Günümüz Amerikası, bir “küçülme” (şirketlerin, işçi çıkartma
ve verimsiz birimlerin kapatılması gibi maliyet azaltıcı önlemlerle yeniden yapılandırılması)
ülkesi haline gelmiş durumdadır. Chicago’dan Challenger, Gray&Christmas adlı danışmanlık
firması, ABD’li şirketlerin Ocak 1993’ten 1999’a kadar en az 1,7 milyon işçiyi attıklarını
belirtmektedir. Üstelik bu iş kayıpları, Ekonomik Danışmanlar Konseyi’nin kabul ettiği gibi
kalıcı kayıplardır. Bu kalıcı işsizliğin, işçi sınıfı saflarında huzursuzluk ve işçi sendikalarında
kaygı yaratması kaçınılmazdır. İşçilerde egemen olmaya başlayan ruh hali ise genel olarak
korumacılıktır. Gelişen eğilim ise, mevcut ekonomik sistemin sorgulanmasıdır. Patronlar ve
devlet için, bu ruh halini denetim altında tutmak şarttır. Bu da, halk bilincinin, korumacı
duygu ile egemen neoliberalizmin birlikte var olmasına olanak tanıyan bir biçimde
perdelenmesini gerektirmektedir. Böylesi bir amacı gerçekleştirebilecek siyasi projelerden
biri, ticareti işçi haklarıyla ilişkilendirmektir. Halk bilincinin böylesi bir yöntemle
perdelenmesi, elbette, siyasi muhalefetin biçim ve şiddetine bağlı olacaktır.

Washington’daki Rekabetçilik Politikaları Konseyi Politika Direktörü (ve ABD
Çalışma Bakanlığı’nın eski Uluslararası İlişkiler Sorumlusu) Steve Chamovitz; iş kaybı,
adaletsiz rekabet ve işçilerine kötü davranan ülke ve şirketlerden ürün satın almanın gayri
ahlâkiliği gibi nedenlerle serbest ticarete karşı oluşan bir dizi direniş odağı olduğunu
yazmaktadır. Bu nedenle, çalışma standartlarına ilgi göstermek, yeni ticaret anlaşmalarına
yönelik muhalefeti güdükleştirmenin bir yolu da olabilir. Dünya Ticaret Örgütü’nün (WTO)
“sosyal şartlar”ı, siyasi bir proje olarak şekillenmektedir. Hindistan’daki işçi sendikaları ve
toplumsal hareketler, sosyal şart-ticaret bağlantısını, uluslararası bir adil çalışma standardı
geliştirmek için ne etkili, ne de verimli bir yol olmadığı için bir bütün olarak
reddetmektedirler.

WTO’nun 3. Dünya’ya dayattığı “Sosyal şart”ın ideolojisi

İşçi haklarının WTO bağlamında ortaya çıkmasıyla, burjuva ideolojisinin gücü de
görülmüş olmaktadır. Bu durum, işçi haklan kavramının, adil rekabet ve mukayeseli avantaj
ikiz kavramları tarafından yedeklenmesiyle sonuçlanmaktadır, işçi haklarının bağımsız bir
statüsü yoktur; eğer adil rekabet ve üretim unsurlarının mukayeseli avantajı baltalanırsa, işçi
hakları da son bulacaktır. Aslında, adil rekabet ve mukayeseli avantaj zaman zaman karşı
karşıya gelmektedir. İşçi hakları kavramı ise, bu karşıtlığı uzlaştırmak için kullanılmaktadır.
Sosyal şart olarak işçi hakları emeğin değil sermayenin gereksinimi için ortaya konmaktadır.
Bu sosyal şartın iki belirgin görevi olarak, somut sermaye türünü uzlaştırmak ve verili
koşullarda bu iki kategori arasındaki gerçek dengenin ne olacağını belirlemek olarak
belirtilmektedir. Bu nedenle, emperyalist ülkeler, sosyal şartın WTO’da kurumsallaşması için
eşi görülmedik bir ısrar göstermektedirler. WTO mekanizması içinde işçi hakkı, sermaye için
bir enstrüman işlevi görecektir. İşçi hakları bu durumda sermayeye karşı mücadelede işçi
sınıfı için bir araç olmayacak; en iyi ihtimalle, işçi sınıfına dolaylı ve ikincil bir çıkar
sağlayacaktır.

Daha da ötesi, sosyal şart ister uygulansın, ister uygulanmasın, WTO’yu
meşrulaştıracaktır. Emek ve işçi hakları, bu meşrulaşma sürecinde çevresel bir rol
oynayacaklardır. Uluslararası sendikal hareket ise, küresel sermaye ve serbest ticareti
ideolojik olarak kaçınılmaz ve gerekli kabul ettiği için, bu çevresel rolü de kabullenmektedir.
Bu, taktik bir geri çekilme değil, uluslararası sendikal hareketin zayıflığının bir göstergesidir.

3. Dünya’daki olumsuzlukların yaratıcılarının yavuz hırsızlığı ve NGO’lar, liberal
sol

Batı dünyasında, gelişmekte olan ülkelerin, kültürel ve sosyolojik olarak bölücü;
toplumsal dönüşüm için etkili, tutarlı ve sürekli bir siyasi hareket inşa etmekte yeteneksiz
olduğuna dair egemen -ve yanlış- bir algılama vardır. Bu illüzyon; siyasi irade yokluğu,
kadercilik, yaygın yolsuzluk, toplumsal karşı çıkışın parçalı hali ve tutarlı bir demokratik
hareketin yokluğuna dair imgeler, haberler ve araştırmaların sistemli bir biçimde yeniden
üretilmesiyle oluşturulmaktadır. Böylesi algılamalar, Batılı sendikacılar, toplumsal muhalifler
ve akademisyenler arasında bile varlığını ciddi oranda sürdürmektedir. Bu sahte algılamalar
münferit değil, Batı siyasi kültürünün hegemonik ve ideolojik bileşenleridir. Algı, bazı
Üçüncü Dünya aydınları ve örgütleri tarafından da güçlendirilmektedir.

Toplumsal ve siyasi muhaliflerin giderek büyüyen bir bölümü de; insanlık dışı
azgelişmişlik, insanlığı yok eden teknoloji ve milliyetçilik ile ırkçılığın küstahlığı nedeniyle
tehdit altında olan çevre, yenilenemeyen kaynakların tüketilmesi, açlık ve yolsuzluk
karşısında derin kaygı duymaktadırlar. Bu eklemler yuvalarından çıkarılmış ve esas olarak,
uluslararası toplumsal düzenin kültürel bir eleştirisine hapsedilmişlerdir, ama yine de konu,
şiddetli bir ideolojik tartışmaya neden olmaktadır.

“Hükümetler dışı örgütler” (NGO) ve forumların sayısındaki artış ile alanını genişleten
bu ideolojik sapmanın çatısı, Batı toplumunun bahsedilen kısımları tarafından özenle
geliştirilmekte ve kurulmaktadır Uluslararası NGO’lar, kampanya grupları, ITF’ler, hatta
uluslararası tekeller bile, yükselen bu hareketleri küresel sivil toplum olarak selamlamaktadır.
Bu kavram üzerinde tartışmaya girme zahmetine katlanmasak da, küreselleşmenin uluslararası
alanı genişlettiği olgusunu kabul etmeliyiz. Ve bu alan, kapitalizme itaat eden kurum ve
ideolojiler tarafından doldurulmaktadır.

Kuşkusuz ki, küresel bir devletten yoksun olan bu alan zayıf ve sadece ideolojiktir.
Küresel olarak sınıf güçlerinin dengesini değiştirmede ancak kısıtlı bir siyasi rol
üstlenebilirler. Ama burjuva ideolojisine bu alanda saldırmak ve ona burada meydan okumak,
dengeleri, belirli bir ülke ya da bölgede kısmi reformlar gerçekleştirebilecek güçler lehine
yeniden kurabilir.

Üçüncü dünya halklarının durumu hakkında içten bir endişe duyan Batı dünyası
halklarının geniş bir bölümü, ideolojik olarak, bu sahte algılamaların tuzağına hâlihazırda
düşmüş durumdadır. Üçüncü Dünya halklarının, eklemleri tutarlı bir biçimde ve siyasi netlikle
yerli yerine oturtmadığı koşullarda, bu küreselleşme ideolojisinde sol liberal bir pozisyon
tutmaya devam edecekleri şimdiden öngörülebilir. Bu illüzyonu kırmalarını sağlayacak bir
strateji geliştirmek, bizim de çıkarımızadır. Üçüncü Dünya halklarıyla içten bir dayanışma
için gereken koşullar ancak böyle sağlanabilecektir.

Batı devletlerinin, işçi haklarını WTO’nun kurumsal mekanizmasına bağlayarak,
korumacılık ve sol liberalizm eğilimlerini birleştirmesi gerçekten de büyük başarıdır. Batı, bu
süreçle, kendisi için daha geniş bir toplumsal taban elde etmeyi ve Batı dünyasındaki
toplumsal ve sendikal hareketin, Üçüncü Dünya işçileriyle dayanışma yolunu seçerek
radikalleşmesini de önlemeyi hedeflemektedir. Bu, Üçüncü Dünya’ya karşı siyasi bir uzlaşma
inşa etme projesidir. Karşı çıkılması ve püskürtülmesi gereken, tam da bu siyasi projedir.
Üçüncü Dünya sendikaları ve toplumsal örgütlerinin retçi tutumu, ulus devlet alanından bir
muhalefet momenti oluşturmaktadır. Ancak bu tulum, küreselleşme ideolojisine karşı
devrimci bir karşı-iddiayla meydan okuyan bir bileşenden yoksundur. Bu haliyle muhalefetin,
emperyalist siyasi uzlaşmada bir gedik açacak gücü yoktur. Red pozisyonu, Üçüncü Dünya
toplumlarının zayıf demokratik kapasitesine dair yeni bir gösterge olarak sunulmaktadır,

Reformizm ve devrimcilik

Kapitalizm, tarihi boyunca işçi sınıfını, sürekli bir düzenleme süreci içinde bölmüş ve
yeniden bölmüştür. Bu bölünmeler ideolojik olarak diri tutulur ve bu nedenle, bağımsız bir
işçi ideolojisi için verilecek sürekli mücadele, işçi sınıfının birliğini inşa etmek için şarttır.
İşçi hareketi sürekli bir gelişim süreci içindedir. Bu süreci bütünlüğüyle kavramak oldukça
önemlidir. Reform istekleri ve isyanlara kadar giden yol, bu sürecin bir parçasıdır. Lenin’in
dediği gibi, reformlar devrimin yan ürünleridir. Aynı zamanda, gerçek reformun devrimi
ertelediği de doğrudur. Marksistler için devrimler, toplumsal dönüşümün temelini oluşturur.
İşçi hareketi eşitsiz tor biçimde geliştikçe, reform isteği de giderek daha geniş bir zemine
kavuşur Ancak böylesi bir reform için ekonomik ve toplumsal olasılık mevcut olmalıdır.
Tarihte bazen bu olasılık azalır. Bu olduğunda da işçilerin ayaklanmacı ruh hali güçlenmeye
başlar.

Devrimci bir açıdan bakıldığında, bu isteği kavrayıp kabul etmek ve onu, kapitalizmin
fay hattı boyunca ilerleyen bir reformlar çizgisine yöneltmek önemlidir. Bu yönlendirme,
koşullar uygun olduğunda, sermaye ile emek arasındaki güç dengesini değiştirebilecektir.
Ekonominin krizde olduğu dönemlerde reform olasılığı kısıtlanır ve yok olmaya yüz tutar.
Reformizme ilişkin çelişki, yani istek ile olasılık arasındaki çelişki, bir krize evrilecek ve
tarihsel dönüşüm için gerekli alanı açacaktır. Reformizm ideolojisiyle sürekli mücadele
etmeliyiz. İşçilerin, reformizmin boşunalığını kendi siyasi deneyimleriyle görmelerini
sağlamalıyız. Bu da, reform hattını doğru tanımlamayı ve kitleleri o hatta yönlendirmeyi
gerekli kılmaktadır.

Küreselleşme emekçileri merkezlerde de vuruyor

Yalnızca örgütlü işçi hareketinin çıkarlarına odaklansak bile, farklı bir reform hattı da
tutulabilir. Sendikal haklar konusu, uluslararası sendikal hareketin tüm parçalarını
ilgilendirmektedir. Stephen Deery söyle yazıyor. “Amerika’da sendikacılığa yönelik işveren
muhalefetinin şiddetinin, sanayileşmiş dünyanın geri kalan tümünden daha büyük olduğunu
söylemek için yeterince kanıt vardır. Amerikalı işveren, sendikasız bir ortam yaratmak için
yasal ya da yasadışı her eyleme başvurur.”

İşçiler ise, kendilerini temsil edecek bir sendikayı ister ve ona ihtiyaç duyarlar. 1994
tarihli Amerikalı İşçiler İşyeri Temsil ve Katılım Araştırmasına göre, sendikasız işçilerin
neredeyse üçte biri sendikalaşmaya hazırdır, ama idarenin temsilci sendikayı
tanımayacağından endişe etmektedirler. Hukuki ve kurumsal düzenlemeler, idareye,
sendikalaşma sürecini etkileme gücü tanımaktadır. Alman işverenler, sosyal pazar ekonomisi
sistemindeki kolektif pazarlık mekanizmasında, Mithestimmung (birlikte kararlaştırma) adı
altında köklü bir değişim talep etmektedirler. Buna göre, genel toplu iş sözleşmesi, sadece
temel ücretler ve çalışma saatleri için geçerli olacaktır. Ayrıca gerektiğinde, bu temel
sözleşmeyi uygulamamak için bir kaçış yolu da vardır. Geri kalan konular tek tek şirketler ile
işçileri arasında görüşülerek karara bağlanabilecektir. Almanya’da sendika üyeliği, 1991’den
bu yana yüzde 20 düşmüş ve düşmeye devam etmektedir. 1995’te, Alman İşçi Sendikaları
Federasyonu’nun üye sayısı yüzde 3,9 oranında düşerek 9,4 milyona gerilemişti, Toplu
pazarlık sisteminde reform adı altında gerçekleştirilmek istenen son saldırı, sosyal haklarda
gerileme, kamu sektöründe ücretlerin dondurulması, 10 veya daha az işçi çalıştıran şirketler
için işten atma serbestîsi gibi uygulamaların tümü, Anglo-Amerikan tipi bir kapitalizmin
tesisine yöneliktir. Amerika, Kanada ve İngiltere’de düşük ücretlerin oranı, diğer G7
ülkelerinden oldukça fazladır. Sermaye kesimi asgari ücreti saatte 4.25 dolardan 5.15 dolara
çıkarma teklifi bile sert bir tepkiyle karşılamıştır. 12 milyon insan resmi asgari ücretten daha
az ücret almaktadır. Bunların yüzde 40’i ise, ailelerinin tek çalışanı durumundadır.

Yoksul ülkelerde saldırı daha yoğun

Uluslararası şirketlerin Üçüncü Dünya ülkelerindeki sendikalar ve ileri işçilere yönelik
tutumu ise daha saldırgandır. Devasa sermaye kaynak rezervleri; fabrika kapatma, sendika
önderlerinin işten atılması ve demokratik sendika önderliklerinin tasfiyesi gibi yöntemlerin
yanı sıra, sermayenin geri çekilmesi yoluyla da, sendikacılığı kırma yöntemleri
kullanılmaktadır. Sendikaları yok etmek ve maliyeti düşürmek için kullanılan bir diğer
yöntem ise, sistematik taşeronlaştırmadır. Yerel şirketler, fiilen uluslararası tekellerin şubesi
olarak çalıştıklarında bile, bu şirketlerden sözleşme kapabilmek için birbirleriyle rekabet
etmek zorunda kalmaktadırlar. Ekonomik olarak varlıklarını sürdürebilmek için, işgücünün
aşırı sömürüsünü gerçekleştirmek durumundadırlar. Bunu da sendikaları şiddet yoluyla
bastırarak, zorla şirket sendikaları kurarak ve sendikacıları öldürmeye kadar varan terör
yöntemleri uygulayarak gerçekleştirmektedirler.

Böylesi bir durumda, uluslararası sendikal hareketin önündeki temel mesele, işyerinde
işçi haklarının tesis edilip uygulanmasını sağlamak amacıyla, küreselden yerele dek bir
kurumlar sistemi inşa etmektir. Bu perspektiften bakıldığında, ICFTU’nun sosyal şart önerisi,
tamamen yetersiz olmanın ötesinde, hareketi darbeleyici niteliktedir. Uluslararası işçi harekeli
içindeki asıl tartışma; “işçi hakları”nın, uluslararası tekeller bağlamında üretim ilişkilerine
karşılık gelen bir tarzda yeniden tanımlanması, bu hakların evrensel kabulü için etkili bir
uluslararası kampanya ve uluslararası sermayenin ihtiyaçlarından bağımsız bir gözlem ve
uygulama faaliyetidir. Verilen mücadele, mevcut siyasi ortamda elde edilebilecek azami
özerklik için olmalıdır.

“Sosyal demokrat küreselleşme” de emperyalizmdir

Dünya emekçilerinin mücadelesi, genel olarak iki eksende belirginleşmektedir; farklı
ekonomiler arası adalet ve ikincisi, bir bütün olarak sermaye ile emek arasında adalet.
Tarihsel olarak avantajlı bir konumda olan gelişmiş ekonomilerdeki işçinin hedefi asıl olarak
ikinci eksendir. Bu ise, tarihsel olarak dezavantajlı ekonomilerdeki işçinin gözüyle geri bir
tutumdur.

Dünya işçi harekelinin politikası, aynı anda bu iki alana da hitap edin iki alanda da
işlevsel olmalıdır. Böylesi bir politika keskin bir odak gerektirmekledir. Öyle ki bu odak,
herhangi bir alana basitçe indirgenmeye değil, iki alanın karmaşıklığının analizine
dayanmalıdır. Hem ulusal, hem uluslararası işçi hareketi, bu genel politikaya uygun olarak
görevleri’ni yeniden saptamalıdır.

Emek, giderek üst üste binen ve tek bir dünya ekonomik sistemine entegre olan ulusal
ekonomilere gömülmüş durumdadır. Küresel ekonominin demokratikleştirilmesi çabası,
aslında küresel emeğin farklı katman ve parçaları arasındaki eşitliği sağlama çabasıdır.
Adaletli ticaret koşulları, emperyalist borçların iptali, gelişmekte olan ülkelerin görece özerk
ekonomik kalkınmasına olanak tanıyan parasal ve mali kurumların inşası için verilen
mücadele, bu genel politikanın bir parçası olmalıdır. Bu anlamda, Batı işçi hareketinin
dayanışması istenen noktadan çok uzaktadır. Uluslararası işçi hareketi içindeki mücadele, bu
konuları gündeme taşıyıp işçi hareketini yeniden tanımlama mücadelesidir. Batı işçi
hareketinin egemen parçası ise, tam aksine, “sosyal demokratik küreselleşme” kavramı ile
ortaya çıkmaktadır. Bu da, tıpkı sosyal konu gibi ideolojiktir. Aslında, WTO’daki sosyal
konunun, sosyal demokratik küreselleşmenin mekanizmalarından biri olduğu görülmelidir.
Avrupa sosyal demokrasisi, Avrupa’daki devrim hayaletine bir tepki ve dönemin siyasi
gündemine göre sosyalizme bir geçiş idi. Bu tarihsel sermaye-emek uzlaşması, ulusal düzeyde
toplumsal ve siyasi tavizler karşılığında, emperyalist birikime siyasi tepki verilmemesi
anlamına gelmekteydi. Avrupa komünist ve militan işçi hareketi bu sessizliği kıramadı.
Sosyal hak alanında elde edilen önemli kazanımlar ve reformizm ideolojisi, işçi sınıfını
denetim altında tuttu. Ancak uzun süreli bir kriz döneminin habercisi olan ilk saldırılar, uyum
sürecini sınırlamaktadır. Sosyal demokratik ideoloji çatırdamakta ve toplumsal barış, yerini
büyük bir toplumsal çalkantıya bırakmaya başlamaktadır.

Reformist ve liberal sol, neoliberal küreselleşmeyi, düzenleme ile serbest piyasa
arasındaki çelişki bağlamında öne çıkarmaktadır. Bu çerçeve kapsamında, neoliberal
küreselleşmeye karşı, sosyal demokratik küreselleşme projesi öne sürülmektedir. Makul
görünüyor, ama değil; çünkü dayanak noktası, küresel bir pazar için ideal bir yapılanmadır.
Oysa mallar, hizmetler ve üretim faktörleri için homojen bir küresel pazar yoktur. Bu
formülasyon, bileşenlerin, kapitalizmin tarihsel evriminden kaynaklanan bölünmelerini
görmezden gelmektedir. Oysa bir tarafta uluslararası tekeller ve uluslararası mali sermaye,
diğer tarafta ise üreticileri ve işçileriyle. Üçüncü Dünya’nın ulusal ekonomileri vardır. Bu
bölünme küresel pazarın yapısal eşitsizliğini de ortaya sermektedir. Aslında küresel anlamda
var olan tek şey sermaye hareketi; emek ise parçalı ve ulusal piyasalarla sınırlanmaktadır.
Emek, küresel olarak tektip bir dağılıma sahip değil; siyasi bölgelere hapsedilmiş durumdadır.
Benzer bir biçimde, ulusal kaynaklar için pazarlar da siyasi sınırlarının dışındadır.

Temel sorun: Emperyalizmden kopmak

Bir siyasi gündem olarak sosyal demokratik küreselleşme, mevcut kapitalist sistemin
mistifikasyonundan başka bir şey değildir. Avrupa’dakine benzer bir dizi sosyal hakkı küresel
anlamda sağlamak için tek yol, emperyalizmden kopmaktır. Bu ise, hem örgütsel, hem de
ideolojik olarak zayıf ve parçalanmış bir işçi hareketiyle başarılamaz. Dünyanın en büyük
federasyonu olan Uluslararası Hür İşçi Sendikaları Konfederasyonu (ICFTU), emperyalist
ülkeler tarafından finanse edilmekte ve büyük ölçüde şirket sendikaları ile üçüncü dünyanın
yozlaşmış, gerici ve baskıcı sendikalarından oluşmaktadır. ICFTU, herhangi bir siyasi
iradeden de yoksundur. Sosyal demokratik küreselleşmenin gündemine sarılmak bir yana, en
güçlü olduğu merkezinde bile temel sendikal hakları korumaktan acizdir ve bu mit
kırılmalıdır.

Sol hareketi etkisi altına alan bozgunculuk, kapitalizmin gücünü abartmanın bir
sonucudur. Küresel kapitalizmin acımasız saldırısı, sosyalist devletlerin çöküşü ve Batı işçi
sınıfının sessizliği, kapitalizmin alternatifinin olmadığı görüşüne alan açmıştır. Aslında,
böylesi dönemlerde devrimci hareket içinde en önemli mesele Marksizme olan inançtır. Onu
biçimsel bir sistem olarak sterilize etmek yerine, diyalektik doğasını kavramalıyız.
Marksizmin öngörüsüne göre, kapitalizm, toplumsal hegemonya sağlama sürecinde,
kaçınılmaz olarak, bu egemenliğe karşı direnişe de yol açacaktır. Sınıf mücadelesi
kaçınılmazdır; ama bu mücadelenin gelişen formu, mevcut egemen ideolojik çerçeve
tarafından anlaşılmaz kılınmaktadır. Temel siyasi görevimiz, bu küreselleşme sürecine karşı
çıkmaktır. Batı kapitalizminin yeni alan ve sektörlerde -en zayıf halka- ilerleyişine karşı
işçiler ve halkların geniş ittifakıyla direnilmelidir. Uluslararası işçi hareketinin dayanışma ve
desteği de, böylesi bir mücadele odak alınarak örgütlenmeli Bu, emperyalist merkezi de
zayıflatacak ve Batı küresinde sermaye-emek çelişkisini de şiddetlendirecektir. Bu mücadele
etrafında ideolojik tartışma ve güçlerin yeniden konumlandırılması, uluslararası sendika
federasyonları ve dünya işçi hareketinin yeniden yapılandırılması için gereken zemini ve
unsurları hazırlayacaktır.

Devrimci mücadelenin alanı: Ulus devlet

Küreselleşmenin siyasi sonucu, öngörüldüğü gibi devletlerin geri çekilmesi veya
sönümlenmesi değil, devletin, uluslararası tekeller ve küresel sermayenin bir aracına
indirgenmesidir. Emperyalizmin küreselleşme modelinde Üçüncü Dünya devletlerine düşen
görev, sermayenin ulusal sınırları tanımadan akmasına olanak tanımak, sınai ve mali
varlıkların ele geçirilmesini, ulusal tasarruf ve mali kaynakların emilmesini kolaylaştırmak ve
esnek, kuralsız bir işgücü piyasası oluşturmaktadır.
Aslında devlet, geçmiş kısıtlamaları büyük bir hızla yok etmekte hayati bir rol
oynamıştır; üstelik emperyalistlerin bu rolü dayatması, üçüncü dünya egemen sınıflarının
isteksizliğine rağmen gerçekleşmiştir. Bu durum, üçüncü dünya burjuvazisinin, emperyalist
sisteme genel bağımlılığı içinde, sanayileşmesinin sınırlarını da göstermiştir. Bu burjuvazi
bağımlılık sürecini yeniden şekillendirebilir, ama onu sona erdiremez. Bir kriz durumunda
emperyalistler daima taviz isteyecektir. Samir Amin’in işaret ettiği gibi, bağımsız kalkınma
sürecinin başlamasının önkoşulu, emperyalizmden kopmaktır.
Üçüncü dünya toplumlarındaki sınıfsal, erozyon, devleti de açık olarak daha baskıcı
hale getirmektedir. Örgütlü direniş ve muhalefet merkezleri bastırılmak, toplumsal
protestoların siyasi olarak yönetilmesi için asgari bir “sosyal yüz” takınılmalıdır.
Küreselleşme, politikayı, sınıfsal ve toplumsal çatışmaların siyasi düzeyde idaresine
indirgemiştir; bu idarenin araçları olarak siyasi partiler de, uluslararası tekeller ve uluslararası
mali kurumlara hizmet etmektedirler.

Sorun, emeğin, ulusal ekonomik alanı, yani ulusal makroekonomik politikanın
özerkliğini savunmakta bir çıkarı ve rolü olup olmadığıdır. Küresel bir pazarda sermayeyi
güçlü tutmak için, devlet üzerinde denetim şarttır. Bu verili bir durum olmaktan çok, çeşitli
toplumsal güçler tarafından şekillendirilen bir durumdur. Devletin toplumsal zemininin
zayıflaması, farklı ittifaklar olasılığını da gündeme getirmektedir. Emperyalizme meydan
okumanın ilk ve etkili alanı, üçüncü dünya ulus devletleridir. Küresel reformistlerin öne
sürdüğü gibi bu sorun bir kenara atılamaz; aksine, büyük bir inisiyatifin odağı olabilir. Bu
görevin başlangıcı da, emeğin, dengeleri ulusal makroekonomik politika özerkliği lehine
değiştirmek amacıyla etkili bir yerel koalisyonlar kurmasıdır. Bundan daha önemlisi ise,
belirli bölge veya ülkelerde devrimci durumun olgunlaşması ve güçler dengesinin
emperyalizme ulusal ve halkçı bir muhalefet lehine radikal bir değişiklik geçirme olasılığıdır.
Bu da, üçüncü dünya işçi sınıfının görevini farklı koymasına neden olmaktadır. Küreselleşme
sürecini yumuşatmak amacıyla sosyal demokratik uzlaşma politikalarına taviz verilmemeli.