Sezer Özseven, Öncü Gençlik MYK Üyesi ve Ankara İl Başkanı
Siyaset, bir sosyal bilim alanı olarak kabul edilmesine rağmen pratikte bilim dışı bir şekilde ele alınmaktadır. Hatta bu sebeple halk arasında yalan söyleyen, manipülasyon yapan insanlara “siyaset yapma” şeklinde karşı çıkılmaktadır. Siyasetçiler ise çoğunlukla “insanları kandıran, dolandıran, çıkarları peşinde koşan, güvenilmez insanlar” olarak tanımlanmaktadır. Halbuki siyaset, toplumdaki üretim biçimlerinin gelişmesi için gerekli olan koşulları sağlama uğraşında olan bir sosyal bilim alanıdır. Dolayısıyla “siyaset yaparken” kullanılan yöntemler de bilimsel olmalıdır.
Ülkemizde siyasete olumsuz anlam yüklenmesinde sistem siyasetçilerinin yaklaşımlarının büyük etkisi var. İçinde bulunduğumuz sistemde siyaset bir yanıltma aracı olarak kullanılmaktadır. Fakat sistemin krize girmesiyle birlikte bu siyaset tarzı da krize girmektedir. Eskiden siyasetçiler oy avcılığı yaparak tüm ilkelerini ayaklar altına alabiliyor, programlarından vazgeçebiliyorlardı. Fakat özellikle 7 Haziran 2015 seçimlerinden itibaren programsız ve ilkesiz siyasetçiliğin yeni dönemde tutmayacağız ortaya çıkmış oldu. Türkiye’nin FETÖ-PKK gibi güvenlik krizlerinin patlama noktasına gelmesiyle birlikte yanıltmacalara dayanan siyaset tarzının yerini temel çelişkileri merkeze alan siyaset tarzına bırakması bir zorunluluk olarak ortaya çıktı.
Siyaset: Baş Çelişmeyi Belirlemek
Toplum çelişmeler yumağından oluşur. Üretim ilişkileri karmaşıklaştıkça çelişmeler de karmaşıklaşır. İşçi ile sermaye sahibi arasındaki, kadın ile erkek arasındaki, insan ile doğa arasındaki tüm bu çelişmeleri belirleyen bir esas çelişme vardır ve siyaset de bu baş çelişmeyi belirleme sanatıdır. Tüm yan çelişmelerin yönünü bu baş çelişme belirler. Siyaset bu baş çelişmeyi belirleyebildiği ölçüde bilime yakınlaşır, belirleyemediği ölçüde de bilimden uzaklaşır. İşte günümüz siyasetinde bilim dışı yaklaşımların temeli buraya dayanmaktadır.
Tarih boyunca baş çelişmeyi belirleyebilenler tarihin ilerlemesini sağlamışlardır. Atatürk, Kurtuluş Savaşı’nda temel çelişmenin işgal güçleri ile millet arasında olduğunu kavramış ve Kurtuluş Savaşı’nı başarıya ulaştırmıştır. O günlerde temel çelişmenin işçi sınıfı ile Osmanlı sermaye sahipleri arasında olduğunu savunan sosyalist hareketler bu yan çelişmeyi öne çıkararak Atatürk’ün gerisine düşmüşlerdir. Halbuki bu yan çelişmeyi de belirleyen esas durum Türkiye topraklarının işgalidir ve Atatürk bunu kavrayarak tarihin ilerlemesinde öncü olmuştur.
Bir kuvvetin ileri mi geri mi olduğunu baş çelişmeye karşı aldığı tavra göre değerlendiririz. Çağımızda temel çelişme emperyalizm ile gelişmekte olan devletler arasındadır. Gelişmekte olan ülkelerin iç çelişmelerinin tamamı emperyalizmle olan çelişmeleri tarafından belirlenir. Örneğin ülkemizin 1945’te Atlantik sistemine entegre olmasıyla birlikte tarikat ve cemaatler özgürleşmesi, ekonominin dış borçla çevrilmesi ve milli kültürümüzün yozlaşması arasında doğrudan bir ilişki vardır. Tüm bu yan çelişmeleri belirleyen ana çelişme emperyalizmle kurduğumuz ilişkidir. Bugün emperyalizmle olan çelişmenin derinleşmesiyle birlikte tarikat ve cemaatler temizlenmekte, üretim odaklı ekonomi kendisini dayatmaktadır.
Emperyalizm Güçlerinin Değişen Taktiği
Türkiye’de devlet güçleri ile emperyalizm arasındaki çelişmenin derinleşmesiyle birlikte Atlantik sisteminden kopuş geri dönülemeyecek bir biçimde başlamış oldu. Bu kopuş en net haliyle FETÖ ve PKK’ya karşı yürütülen operasyonlarla vücut bulmuştur. Türkiye’nin esas çelişmesi buradadır ve diğer tüm meseleler de bu meseleye göre şekil almaktadır. Türk eğitim sisteminin çağdaşlaşmasından Türk sporunun gelişmesine kadar her şey Türkiye’nin bu ana çelişmeyi çözüp çözememesine bağlıdır. Çünkü bu çelişme esasında Atlantik sistemiyle olan çelişmedir ve Atlantik sistemi 70 yılda Türkiye’yi baştan aşağı dizayn ederek tüm yan çelişmeleri kendine göre belirlemiştir. Bu çelişmeye ise emperyalizm kuvvetleri esastan karşı çıkmaya başlamışlardır. Operasyonların ilk döneminde Türkiye’nin “Kürtleri katlettiği”, “hapishanelerde masumların yattığı” yönünde bir propaganda başlatmışlardı. Türkiye’nin terörle mücadeledeki kararlılığı ve Türk milletinin geniş kesimlerinin bu mücadeleye destek vermesiyle birlikte bu propaganda tutmamaya başladı. Bu sebeple emperyalizm güçleri son 1 yılda taktik değişikliğine gitmek zorunda kaldı.
Türkiye’nin terörle mücadelesini doğrudan hedef alarak zayıflatamayan emperyalizm güçleri, yan çelişmeleri ana çelişmeymiş gibi göstererek Türkiye’nin temel sorunlarını çözmeye çalışan iradeyi zayıflatmaya çalışmaktadır. Burada kimi zaman gerçek olmayan olaylar üzerinden kimi zaman da bazı gerçeklere dayanarak yapılan operasyonel saldırılar bu iradeyi hedef almaktadır.
Örneğin belirli dönemlerde kasıtlı bir biçimde öne çıkartılan kadın cinayetleri bu operasyonların bir parçası olarak kullanılmaktadır. Türkiye’de kadın cinayetleri bir gerçekliktir, hepimizi derinden etkileyen yaralarımızdır ancak Türkiye kadınların sürekli ölüm tehdidi altında yaşadığı bir ülke değildir. Bu cinayetler belirli dönemlerde özel olarak öne çıkarılmakta ve “Türkiye’nin yaşanılamayacak bir ülke olduğu” “Türk hukuk sisteminin kadın cinayetlerini teşvik ettiği” algısı yaratılmaya çalışılmaktadır. Bunun yanı sıra yine dönem dönem belirli meseleler üzerinden başlatılan “Türk devleti ormanları yok ediyor” kampanyası da Türkiye’ye yönelik başlatılan sistemli kara propagandanın bir ürünüdür. Dünyanın ekolojik dengesini alt üst eden büyük devletlere karşı hiçbir şey söyleyemeyenlerin Türkiye’nin maden arama faaliyetleri, üretim hamleleri dolayısıyla doğayı sınırlı bir şekilde tahrip etmesini öne çıkarmaları bir amaç çerçevesindedir. Bu amaç da milli üretimi teşvik eden güçlerin hem ülke içerisinde hem de uluslararası kamuoyunda itibarının zedelenmesidir. Aynı şekilde yine son dönemde öne çıkartılan Rabia Naz Vatan meselesi de Türk bürokrasisine ve yargısına sistemli saldırının bir aracı olarak kullanılmaktadır. Şüpheli şekilde hayatını kaybeden bir çocuk üzerinden başlatılan operasyonda başta İçişleri Bakanımız Süleyman Soylu olmak üzere PKK-FETÖ’yle savaşan Türk bürokrasisi ve Türk yargısının savaşma iradesi kırılmaya çalışılmakta, milletin güveni kırılmaya çalışılmaktadır.
Mesele Kadın Ya Da Çocuk Değil…
Kadın cinayetleri, çocuk istismarı, toplumsal şiddet gibi meseleler Türkiye’nin çözmesi gereken sorunlardır. Burada vurgulamak istediğimiz nokta bu meselelerin nasıl çözüleceği değil öne çıkarılmalarının altında yatan amaçtır. Emperyalizm güçlerinin Türkiye’nin Atlantik sisteminden kopuşuna doğrudan yaptığı saldırılar tek başına yeterli olmamakta ve bu yan meseleler üzerinden bu saldırılar güçlendirilmeye çalışmaktadır. Clausewitz’e göre savaş, düşmanın savaşma iradesinin kırılmasıdır. Burada da yan çelişkilerin ana çelişmeymiş gibi ele alınması üzerinden Türkiye’nin savaşma iradesi kırılmaya çalışılmaktadır.
Emperyalizm güçlerinin yan meseleler üzerinden Türkiye’yi kuşatma hamlesine karşı siyasette olgulara dayanan, ana çelişmeyi belirleyen ve ona göre tavır alan bilimsel yöntemi hakim kılmak zorundayız. Bunun karşısında bulunan ve Türkiye’nin temel meselelerinin üzerinden atlanarak yapılan tüm yorumlar birer aldatmacadan ibarettir. Türkiye’nin bağımsız olmadığı koşullarda ne kadın cinayetlerinin önüne geçebiliriz ne de eğitim sistemini çağdaşlaştırabiliriz. Bağımsız olmayan bir ülkenin ne çocukları yaşayabilir ne de ağaçları yeşerebilir. Atlantik sisteminden kopuş ve dolayısıyla bağımsızlık Türkiye’nin ana çelişmesidir. Bu yüzden bağımsızlık düşmanlarının çocuk duyarı, kadın duyarı ya da ağaç duyarı bizi her zaman kuşkulandırmalıdır ve bu meselelerin çözümünün de Türkiye’nin ana çelişmesinden bağımsız bir biçimde ele alınamayacağı kavranmalıdır.
oncugenclik.org.tr, 15.11.2019